Düşünce ve Kuram Dergisi

Dünya Sistemindeki Yapısal Kriz: Nereye Doğru Gidiyoruz? 

Immanuel Wallerstein 

Dünya sistemindeki yapısal kriz hakkında çok sayıda yazı yazdım. En son bu yıl New Left Review’de bir yazım yayımlandı. Bu konudaki görüşümü detaylara girmeden özetleyeyim. Çeşitli öncüllerle düşüncelerimi anlatayım. Bugün nasıl bir noktada olduğumuzun bir resmi olan bu öncüllerime herkes katılmıyor. Bu resme dayanarak şu soruyu sormak istiyorum: Buradan nereye doğru gidiyoruz? Birinci öncül, tüm sistemlerinelbette içinde tarihsel sosyal sistemlerin de olduğu astronomik evrenden en küçük fiziksel olguya kadarbir hayatları olduğudur. Onlar açıklanması gereken belli noktalarda meydana geldiler. Bu sistemlerin ‘normal’ hayatları var ve bu ‘normal’ hayatların kuralları analiz edilmelidir. Bu normal hayatların işleyişi zamanla onları dengeden uzaklaştırır ve bu noktada yapısal bir krizin içine sokar, zamanı geldiğinde de onları yok eder.

Sistemlerin bu normal hayatlarının işleyişi döngüsel ritimler ve seküler eğilimler ekseninde analiz edilmelidir. Döngüsel ritimler sistemin düzenli olarak dengeye eriştiği bir grup sistemik dalgalanmaya (yükselmeler ve alçalmalar) işaret ediyor. Fakat bu hareketli bir dengedir çünkü bir düşüşün sonunda sistem asla tam olarak yükselişin başladığı noktaya gelemez. Bunun nedeni seküler eğilimlerin (bazı sistemik özelliklerdeki yavaş ve uzun vadeli artışlar), bu özelliğin sistemde belli yüzdelerle hesaplandığı gibi, eğriyi yavaşça yukarıya doğru itmesidir.

Seküler eğilimler nihayetinde sistemi asimtotlarına çok fazla yaklaştırır ve sistem normal, düzenli ve yavaş yükselişini gerçekleştiremez duruma gelir. Bunun üzerine sistem kendini tekrarlamaya ve vahşi bir şekilde dalgalanmaya başlar. Bu dalgalanma bir çatallanmaya, sabit bir dengenin sürdürülemediği kaotik bir duruma yol açar. Bu kaotik durum içinde, kaostan düzene geçmek ya da yeni bir sabit düzen kurmak için iki aykırı ihtimal vardır. Sistemin yapısal krizi olarak adlandırabileceğimiz bu dönemde iki alternatifin muhtemel sonuçlarının kolektif bir şekilde ‘seçildiği’ sistemin bütününde -tarihsel sosyal sistemler için politikbir savaş vardır.

İkinci öncül, kapitalist dünya ekonomisinin tarihsel sosyal bir sistem gibi işlemesine yol açan en önemli özelliklerini betimlemektedir. Kapitalistlerin bir kapitalist sistem içindeki temel amacı sınırsız sermaye birikimidir; bu birikimin nerede ve nasıl gerçekleştirileceği değişse de. Böyle bir birikim artı-değere el konulmasını gerektirdiği için kapitalistlerin bu temel amacı sınıf mücadelesinin zeminini hazırlar.

Ciddi bir sermaye birikimi ancak bir şirket veya küçük bir şirketler grubu dünya ekonomisi genelindeki üretimde bir yarı-tekele sahip olduklarında mümkündür. Böyle bir yarı tekele sahip olmak bir ya da birden fazla devletin aktif desteğine bağlıdır. Öncü endüstriler (Leading Industries) olarak adlandırabileceğimiz bu yarı tekeller ileriye ve geriye doğru oldukça önemli bağlantıların kurulmasını teşvik ederler. Fakat zamanla bütün bu yarı-tekeller kendilerini tasfiye ederler çünkü (çok yüksek düzeydeki kârlardan etkilenen) yeni üreticiler bir şekilde piyasaya girip tekeli zayıflatırlar. Artan rekabet satış ücretlerinin yanında kår oranını ve dolayısıyla büyük sermaye birikimi ihtimalini de düşürür. Tekelci ve rekabetçi üretim faaliyetleri arasındaki ilişkiye bir merkez-çevre (core-periphery) ilişkisi diyebiliriz. Bir yarı-tekelin varlığı, dünya ekonomisinin büyüme açısından genişlemesine ve dünya sistemi nüfusunun geniş sektörlerinde topluca bir kalkınma etkisine yol acar. Yarı-tekelin tükenmesi ise kapitalistlerin üretici girişimler üzerinden birikime olan ilgisini azaltarak sistemin bütününde bir durgunluk yaratır. Bir zamanların öncü endüstrileri, işlem maliyetinin yüksek olduğu ancak üretim maliyetinin (özellikle de ücret maliyetinin) düşük olduğu alanlara geçerler. Endüstrilerin taşındığı ülkeler bu taşınmanın kalkınmaya yol açtığını düşünürler oysa onlar aslında bir zamanların merkez-benzeri faaliyetlerinin alıcısı durumundadırlar. Aynı zamanda, endüstrinin ayrıldığı alanlarda işsizlik artar ve eskinin toplu kalkınma avantajları kısmen tersine döner.

Bu döngüsel süreç genellikle uzun Kondratieff dalgaları olarak adlandırılır. Eskiden bütün bir daire ortalama 5060 yılda tamamlanma eğilimindeydi. Bu daireler 500 yıldan beri oluşmaktadırlar. Bunun sistemik bir sonucu ekonomik olarak en avantajlı görülen alanların oranlarında değil ama konumlarında gerçekleşen mütemadi ve yavaş bir değişikliktir.

Kapitalist dünya ekonomisinin ikinci temel döngüsü devletlerarası sistemi içermektedir. Dünya sistemindeki bütün devletler teorik olarak egemendirler fakat gerçekte devletlerarası sistemin süreçleri içinde oldukça kısıtlanırlar. Bazı devletlerin aslında diğerlerinden daha güçlü olması onların içsel parçalanmalar ve dış müdahaleler üzerinde daha büyük bir kontrole sahip oldukları anlamına gelir. Buna karşın hiçbir devlet tam olarak egemen değildir.

Birçok devletin içinde bulunduğu bir sistemde, bir devletin kısmen kısa bir zaman için hegemonik güç olmayı başardığı oldukça uzun döngüler vardır. Bir devletin hegemonik güç olması, kendi kurallarını ve düzenini kendi sınırları içerisindeki girişimlerin sermaye birikimini maksimize de ederek, sistemin tamamına dayatabileceği jeopolitik iktidarda bir yarı-tekel kurabilmesine bağlıdır.

Hegemonik güç olmayı başarmak kolay değildir -ki bu modern dünya sisteminin 500 yıllık uzun tarihinde gerçek anlamda sadece üç kere başarılmıştır17. yüzyılın ortalarında Birleşik Eyaletler (United Provinces), 19.yüzyılın ortalarında Büyük Britanya ve 20.yüzyılın ortalarında Amerika Birleşik Devletleri.

Gerçek hegemonya ortalama olarak sadece 25 yıl sürmüştür. Tıpkı öncü endüstrilerin yarı-tekelleri gibi jeopolitik iktidarın yarı-tekelleri de kendi kendilerini tasfiye ederler. Kendi ekonomik, sonra da politik ve kültürel posizyonlarını güçlendiren diğer devletler bir zamanların hegemonik gücünün liderliğini kabul etmede daha isteksiz olurlar.

Üçüncü öncül, 1945-2010 yılları arasında modern dünya sisteminde ne olduğunun bir okumasıdır. Bunu iki periyoda bölüyorum: 1945’ten yaklaşık olarak 1970’e kadar ve aşağı yukarı 1970’ten 2010’a kadar. Ve tekrar, daha önceden ayrıntılı olarak anlattığım iddialarımı özetleyeceğim. 1945 ila 1970 arasındaki dönem dünya ekonomisindeki en büyük genişlemelerden birini ve aslında kapitalist dünya ekonomisi tarihindeki açık ara en geniş Kondratieff A-periodunu oluşturur. Yarı tekeller kırıldığı zaman, dünya sistemi bir Kondratieff B-düşüşüne girer. Tahmin edilebileceği gibi, 1970’ten bu yana kapitalistler odaklarını üretim alanından finans alanına kaydırdılar. Bu yüzden dünya sistemi büyük bir borçla tarihindeki en geniş ve sürekli spekülatif balon serisine girdi.

1945 ve yaklaşık olarak 1970 yılları arası aynı zamanda Birleşik Devletler’in dünya sisteminde bütünüyle hegemonik güç olduğu bir dönemdir. İlk zamanlar sadece askeri yönden güçlü diğer devletlerle, Sovyetler Birliği ile (retorik bir şekilde “Yalta’ olarak adlandırılan) anlaşma yapan Birleşik Devletler’in hegemonyası özsel olarak tartışılmazdı. Ancak sonrasında, önce yarı-tekeli kırıldı ve Birleşik Devletler önce yavaş olan ama sonra Başkan George W. Bush’un döneminde hızlanan bir hegemonik düşüş dönemine girdi. Bu düşüş önce yavaş başladı ancak Başkan George W. Bush’un döneminde Birleşik Devletler’in hegemonyası artık önceki güçlerin hegemonyasının genişliğinden ve bütünlüğünden çok uzaktı. Bu düşüş de öyle görülüyor ki çok hızlı ve bütünlüklü olacak.

Bu resme başka bir faktörü daha, 1968 Dünya Devrimini eklememiz gerekir. Bu devrim temel olarak 1966 ve 1970 yılları arasında ve zamanın dünya sistemindeki üç esas jeo-politik alanında gerçekleşti: Pan-Avrupa dünyası (Batı), sosyalist blok (Doğu) ve Üçüncü Dünya (Güney).

Bu yerel politik isyanlarda iki temel ortak faktör vardır. Bunlardan birincisi, sadece ABD’nin hegemonyasına değil, Sovyetlerin ABD ile olan gizli anlaşmalarına yönelik de bir suçlamadır. İkincisi, sadece baskın olan ‘merkezci liberalizm’in değil, aynı zamanda geleneksel sistem karşıtı hareketlerin (Eski Sol) temel olarak merkezci liberalizmin avatarları olduğu (tıpkı ana akım muhafazakâr hareketlerin olduğu gibi) iddiasının da reddidir.

Aslında çok uzun sürmese de 1968 isyanlarının, politik-ideolojik alanda iki temel sonucu olmuştur. Merkezci liberalizm, tek meşru ideolojik zemin olarak, uzun saltanatını sona erdirdi (1848-1968) ve hem radikal sol hem de muhafazakâr sağ dünya sistemindeki otonom ideolojik rakipler olarak yeniden rollerini aldılar.

Sol için ikinci sonuçta Eski Sol’un sol adına başlıca politik aktör olması ve diğer bütün hareketlerin kendisine tabi olması gerektiği iddiasının meşruluğunun sonra ermesi oldu. Sözde unutulmuş insanların (kadınlar, etnikirksal-dinsel, ‘azınlıklar, yerliler, uluslar, heteroseksüel olmayanlar) ve ekolojik ya da barış meseleleriyle haklarını savunanların, sistem karşıtı hareketlerin geleneksel özneleriyle eşit olarak temel özneler olarak kabul edilmesidir. Bu aktörler, geleneksel hareketlerin kendi politik faaliyetlerini kontrol etmesi iddiasını çok açık bir şekilde ret ettiler. Bu yeni talepte de başarılıydılar. 1968’den sonra, Eski Sol hareketler devrim sonrasını bir geleceğe ertelemek yerine, bu yeni öznelerin taleplerinin kendi mevcut talepleriyle eşit statüde olduğunu kabul ettiler.

Siyasi olarak, 1968’den sonra olan şudur ki, takip eden 25 yıl içerisinde, dünyanın yeniden canlanmış olan kısmı, daha parçalı duran kısmına nazaran daha etkin bir şekilde kendi sözünü geçerli kıldı. Reagen Cumhuriyetçileri ve Teacher Muhafazakârları tarafından önderlik edilen dünya sağı, dünya söylemini ve siyasi önceliklerini dönüştürdü.

Küreselleşme moda kelimesi, kalkınma moda kelimesinin yerini aldı. Washington Konsensusu, kamu işletmelerinin özelleştirilmesini, kamu harcamalarının düşürülmesini, sınırların kontrolsüz mal ve sermaye girişine açılmasını ve ihracat için üretimi kutsadı. Ana gaye, Kontradieff A döngüsü sırasında alt sınıfların kazandığı bütün kazanımları tersine çevirmek idi. Dünya sağı, üretimin bütün maliyetlerini düşürmeyi, refah devletini bütün şekilleri ile yok etmeyi ve ABD’nin dünya sistemindeki gücünün azalışını yavaşlatmayı amaçladı.

Bayan Teacher, “Başka bir alternatif yok” sloganını ortaya attı. Gerçekten de başka alternatif olamamasını garantiye almak için, ABD Hazinesi tarafından desteklenen IMF, bu kurallara uyulmasını, bütçe krizindeki ülkelere yapılacak mali yardımın şartı olarak ortaya koydu.

Bu gaddar taktikler yaklaşık 25 yıl işe yaradı. Bu tak tikler, Eski Sol tarafından yönetilen rejimlerin yıkılmasını veya Eski Sol partilerin marketin önceliği doktrinine dönmesini sağladı. Fakat, 1990’ların ortalarıyla birlikte, Washington Konsensusu karşısında önemli derecede bir halk direnci ortaya çıktı. Bunun en önemli üç anı, Ocak 2004’te Chipas’ta başlayan neo-Zapatista isyanı; Seattle’daki DTÖ toplantısındaki gösteriler -ki bu gösteriler Fikri Mülkiyet Haklarında yapılacak kısıtlamaları zora soktuve 2001’de Porto Alegrede Dünya Sosyal Forumu’nun kurulması idi.

1997 Asya borç krizi ve aslında 1970’lerden beri devam eden borç krizlerinin sondan bir öncekisi olan 2008’deki Amerikan konut balonunun çöküşü, bizi şu an yaptığımız dünya sistemindeki finansal kriz tartışmasına getirdi.

Önerme 4, dünya sisteminde yapısal bir kriz durumunda ne olduğunun bir tasviridir. Dünya sistemi, şu an bu krizin içindedir, 1970’lerden beri içindedir ve muhtemelen 2050’lere kadar da içinde olacaktır. Yapısal bir krizin ana karakteristiği kaostur. Kaos, tamamen rast gele olaylar demek değildir. Kaos, tarihsel sistemin bütün parametrelerinde ani ve sabit çalkalanmalar durumudur. Bu sadece dünya-ekonomisi, devletlerarası sistem veya kültürel-ideolojik akımlardan ibaret değildir. Aynı zamanda hayat kaynakları, iklim koşulları ve salgın hastalıkları da etkiler.

Var olan koşullardaki bu hızlı ve sabit kaymalar, kısa dönemli hesaplamalar yapmayı problemli kılar devletler, işletmeler, toplumsal gruplar ve haneler için. Belirsizlik, üreticileri üretim yapma konusunda çekinceye sokar, zira müşteri bulup bulamayacaklarından emin olamazlar. Bu bir kısır döngüdür, zira azalan üretim, azalan istihdam, bu da daha az müşteri demektir. Döviz kurlarındaki hızlı değişiklikler de bu belirsizliğe katkıda bulunur.

Bu durumda, piyasa spekülasyonu, kaynakları elinde tutanlar için en iyi alternatiftir. Ancak, spekülasyon bile, riskleri kontrol edilebilir bir seviyeye düşürecek kısa dönem garantisi gerektirir. Riskin derecesi yükseldikçe, spekülasyon şans oyununa dönüşür. Böyle bir şans oyununda, genelde büyük kaybedenler, nadiren de büyük kazananlar olur.

Hane seviyesinde belirsizlik, koruma ve korumacılık talepleri yükselten bir kamuoyu yaratır. Bunun yanı sıra, günah keçilerine ve gerçek karlara yönelik bir arayış başlar. Halk ayaklanmaları siyasi aktörlerin davranışlarını belirler ve aşırı pozisyonlara iter. Aşırılıkların yükselişi (merkez başaramaz) hem ulusal, hem dünya ölçeğinde siyaseti tikanıklığa doğru iter.

Bazen, bazı ülkeler ve ya tüm dünya sistemi için rahatlama anları olabilir, ama bunlar ancak kısa sürebilir. Bu rahatlama anlarını bitirecek en önemli faktör, üretimin ve günlük hayatın maliyetlerindeki hızlı artışlardır: enerji, gida, su ve temiz hava. Bunun yanı sıra, iklim değişikliklerinin ve salgın hastalıkların zararlarını yok edecek veya azaltacak fonlar da yetersiz kalır.

Son olarak, BRIC ülkelerindeki -Brezilya, Rusya, Hindistan, Çin(ve bazı diğerlerinde) nüfusun bir kısmının hayat standartlarındaki önemli yükselişler, kapitalistler için sermaye birikimini karmaşıklaştırıcı bir etki yaratır. Zira bu durum, artık değeri dağıtır ve dünyanın kaymak tabakasındaki azınlığa düşen payı azaltır. Yükselen ekonomilerin bu gelişimi, dünya kaynakları üzerindeki zararı artırdı ve dolayısı ile bu ülkeler için efektif talep sıkıntısı yarattı. Bu da bu ülkelerin son yirmi yıldır sağladıkları büyümeyi sürdürmelerini zorlaştırıyor.

Bütününde, bu hoş bir tablo değil ve bize şu siyasi soruyu sorduruyor: Böyle bir durumda ne yapabiliriz? Ama, bu siyasi çatışmadaki aktörler kimler? Yapısal bir krizde, belirsiz olmayan tek şey var olan sistemin -kapitalist dünya sistemihayatta kalamayacağıdır. Belirsiz olan şey, bundan sonra gelecek sistemin ne olacağıdır. Var olan mücadelenin, benim Davos Ruhu’ ve ‘Porto Alegre Ruhu’ olarak nitelendirdiğim iki grup arasında gerçekleşeceği düşünülebilir.

İki grubun amacı birbirinden tamamı ile farklı. ‘Davos Ruhu’nun savunucuları tamamen farklı bir sistem istiyorlar: kapitalist olmayan, fakat kapitalizmin en temel üç unsurunu barındıran bir sistem: hiyerarşi, sömürü ve kutuplaşma. ‘Porto Alegre Ruhu’nun savunucuları, şimdiye kadar hiç var olmamış bir sistemi istiyorlar: Daha demokratik ve daha eşitlikçi bir sistemi. Ben bu iki pozisyonu birer ‘ruh’ olarak adlandırıyorum, zira, mücadelenin her tarafında da merkezi bir örgütlenme yok ve her bir taraftaki stratejiler konusunda kendi içinde derin bir şekilde bölünmüş durumda.

‘Davos Ruhu’nun savunucuları ikiye ayrılmış durumda: Bir yanda, demir yumruk kullanmayı savunan ve bütün seviyelerdeki muhaliflerin bastırılması için uğraşanlar; diğer yanda, sahte gelişim işaretleri (örneğin yeşil kapitalizm’ veya ‘yoksullukla mücadele’) kullanarak muhalifleri ikna ile zapt etmeye (kooptasyon) çalışanlar.

‘Porto Alegre Ruhu’nun savunucuları da ikiye ayrılmış durumda: Bir yanda, örgütlenme açısından desentralize olmuş ve yatay olarak örgütlenmiş bir dünya ve mücadele stratejisi ile isteyip grupların ve bireylerin haklarının gelecekteki bir dünya sisteminin kalıcı bir parçası olmasını isteyenler var. Diğer yanda da, yeniden, yapısı dikey, uzun vadeli amaçları ise homojenize edici olan bir enternasyonel yaratmayı amaçlayanlar.

Bu kafa karıştırıcı bir siyasi manzara. Üstelik, siyasi gücü elinde bulunduranlar ve onların medyadaki, punditry’deki ve akademideki uzantıları, özünde dengeye kavuşturulmuş bir kapitalist sistemdeki geçici zorluğun dilini konuşmakta hala ısrar ediyorlar. Bu, gerçek tartışmayı yapamamamıza yol açan bir sis yaratıyor. Ama bu tartışmayı yapmamız lazım.

Sanırım, kısa ve orta vadeli siyasi eylemler arasında bir ayrım yapmamız lazım. Kısa vadeli derken, en fazla üç ya da beş yıllık bir zaman dilimini kastediyorum. Orta vadedeki eylem, ortaya çıkacak olan çatallanmanın’ (bifurcation) sonucunu tayin edecek mücadelede ‘Porto Alegre Ruhu’nu hakim kılmaya çalışmak olacak. Bu çatallanmanın sonucu, kolektif olarak seçilecek olan ve ‘kaostan’ çıkacak yeni bir düzen” olacaktır.

Kısa vadede, bir kaygı her şeyin önüne geçiyor: Acıyı azaltmak. Kaotik çalkalanmalar, dünya sisteminin her ye rindeki güçsüz devletlere, güçsüz gruplara ve güçsüz hanelere büyük acılar veriyor. Giderek borçlanan ve giderek finansal kaynaklardan uzaklaşan hükümetler, her türlü kararı vermek zorunda kalıyorlar. Gelirlerdeki daralma en az en güçsüzlerde, en çok da en güçlülerde mi olacak, bunun kavgası uzun süreceğe benziyor.

Bu öyle bir kavga ki, solcu güçler düşmanların içinde daha az şeytan olanı seçmek durumunda, bu ne kadar tatsız olursa olsun. Pek tabi ki, verili bir durumda kimin daha az şeytan olduğu tartışma götürür, ama kısa vadede bu seçime bir alternatif olmadığı da açık. Aksi takdirde, acıyı minimize edeceğimize maksimize etmiş oluruz.

Orta vade seçeneği ise bunun tam zıddı: Porto Alegre Ruhu ile Davos Ruhu arasında bir yer mevcut değil. Orta yolculuk mümkün değil. Ya daha iyi bir dünya sistemi kuracağız (daha demokratik ve daha eşitlikçi), ya da var olan kadar kötü ve hatta muhtemelen ondan daha da beter olan bir başkasına razı olacağız. Strateji, bu tercih için, her yerde, her zaman ve her şekilde harekete geçmektir. Ben, bu yolda kullanılabilecek bir dizi taktik görüyorum.

Birincisi, ciddi bir entelektüel analize vurgu yapmak: Sadece entelektüeller arasında gerçekleşecek bir tartışma değil, dünyadaki bütün nüfus arasında bir tartışma. Fakat bu, Porto Alegre ruhundan ilham alanlar arasında, artık nasıl tanımlanıyorsa, büyük bir gönül açıklığı gerektiren bir tartışma olmalıdır. Bu çok yavan bir tavsiye gibi gelebilir. Fakat, bunu daha önce hiç yapamadık ve bu olmadan ilerleyemeyiz ve kazanmamız da hemen hemen imkansızdır.

İkincisi, ekonomik büyüme amacını kategorik olarak reddetmek ve onun yerine meta olmaktan maksimum şekilde çıkarmayı (maximum decommodification) koymamız gerekir: Amerika yerlilerinin buenvivir dedikleri şeyi. Bu sayede son otuz yılda artan eğitimin, sağlığın, bedenin, suyun ve havanın metalaştırılmasına direnmekten ibaret değil. Aynı zamanda, sanayi ve tarımsal üretimin metalaşmaktan çıkarılması da demek. Bunun nasıl yapılacağı şu anda açık değil, ancak nasıl yapılacağını deneyerek öğrenmemiz gerekiyor.

Üçüncüsü, gıda ve barınma özellikle hayatın temel gereksinimleri konusunda kendi kendimize yeter hale gelmemiz gerekiyor. Bizim istediğimiz, tek bir işbölümünün olduğu bir küreselleşme değildir. Biz, farklı evrenselciliklerin bir arada bulunduğu bir evrensel evrenselcilik’ yaratmak için bir arada bulunan birçok otonominin alternatif küreselleşmesini hedeflemeliyiz. Tekil evrenselciliklerin yerel taleplerini üzerimize empoze etmelerine izin vermemeliyiz.

Dördüncüsü, doğrudan, otonomilerin öneminden kaynaklanıyor. Derhal yabancı üslerin, nerede, kimin, ne amaçla olursa olsun, varlığını sona erdirmek için mücadele etmemiz gerekiyor. ABD, en çok üsse sahip olan ülke, fakat başka ülkeler de mevcut. Tabii ki, bu üslerin azaltılması, askeri makine, donanım ve personel için harcadığımız doğal kaynakları azaltmamızı ve bunları daha iyi amaçlarla kullanmamızı da sağlayacak.

Yerel otonomilerle beraber gelen beşinci taktik; cinsiyet, irk, etnisite, din ve benzeri temeldeki esas toplumsal eşitsizliklerin sona erdirilmesi için agresif bir şekilde çaba sarf etmek olmalıdır. Dünya solu bunun için samimice çabaladı fakat acaba hepimiz bunu önceliğimiz olarak aldık mı? Hiç zannetmiyorum.

Ve tabii ki, eğer şu üç süper felaketten birisi olursa, 2050’den evvel daha iyi bir dünya sisteminin gelmesini bekleyemeyiz: Geri döndürülemez iklim değişikliği, yaygın bir salgın ve nükleer savaş.

Porto Alegre Ruhu’nun taşıyıcıları için, dünya solu için çok naif uygulanamaz taktikler mi sundum acaba? Hiç zannetmiyorum. Sistemik krizin bir cesaretlendirici özelliği, özgür irade” dediğimiz aktörü ortaya çıkartan koşullar yaratmasıdır. Normal olarak işleyen bir tarihsel sistemde, büyük toplumsal çabaların bile etkisi sınırlıdır, zira denge noktasına döndüren kuvvetler çok güçlüdür. Fakat, sistem dengeden çok uzaklaştığı zaman, ufak bir müdahale bile büyük etkilere sahiptir. Ve bütün çabalarımızın toplamı (her nano saniyede her nano alanda), yarilma anındaki kolektif kararın dengesini değiştirmeye yetebilir (yetecektir demiyorum).

Her koşulda, benim ısrar ettiğim türde bir entelektüel tartışma, hedefimizi daha iyi belirlememize yardımcı olacaktır. Yanlış yorumlar yaparsak veya sekter olursak, kendi kendimizi topuğumuzdan vurmuş olacağız.

Bunları da beğenebilirsin

Yoruma kapalı.