Düşünce ve Kuram Dergisi

Ekim Devrimi’nde Devlet ve Devrim

Ferda Çetin

“Ekim Devrimi” adlı o ünlü filmde geçen Vasili’nin ünlü “Ekmeğimiz olacak ve her şey olacak!” sözü, sadece Sovyetler Birliği’nde değil, tüm dünyadaki yoksulların duygularını ifade ediyordu. İşçilerin, köylülerin ve yoksulların mücadelesi sonucu sosyalizm, ilk kez bir ülkede iktidara geliyor, devleti ve kurumlarını ele geçiriyordu. 1914 yılından itibaren devrimin hazırlıklarını yapan; bu nedenle de bir çoğu hapis ve sürgün cezası çeken devrimin önder kadroları, 1917’den sonra da “kuvveden fiile çıkarma” sorumluluğunu üstleniyordu.

1917 Ekim Devrimi’nin ardından Sovyetler Birliği bir yandan dışarıya karşı zorlu bir savaş yürütürken, içeride de karşı-devrimci savaş tüm şiddetiyle sürüyordu. Rus halkı, Lenin ve Bolşevik Partisi’nin önderliğinde toprak sahiplerinin ve burjuvazinin saldırılarına karşılık veriyor; diğer yandan İngiltere, ABD, Fransa ve Japonya’nın içinde yer aldığı emperyalist kampın ortak askeri saldırılarını püskürterek devrimi başarıyla savunuyordu.

 

Sahne 1

1918 yılında, ülkede ciddi bir tahıl ve gıda sıkıntısı yaşanıyordu. Yeni doğmuş Sovyet siyasal iktidarı ciddi bir gıda kıtlığıyla karşı karşıyaydı. Halk Temsilcileri Gıda Komitesi’nin toplantılarının birinde, bu komitenin yöneticisi Zihai Novas, aniden yere yığılmıştı. Toplantıda hazır bulunan ve hemen müdahale eden doktor, Novas’ın şiddetli açlık nedeniyle bayıldığını belirtiyordu.[1]

Otoriter yönetim tarzı dolayısıyla çokça eleştirilen J. Stalin, oğlu Yakov’u savaşın en zorlu ve en ön cephesine göndermişti. 1941 Temmuz’unda Yakov, Hitler ordularına esir düştü. Hitler, esir Alman generali Paulus’un iade edilmesi şartıyla Yakov’u serbest bırakmayı teklif etti. Stalin bu teklife verdiği verdiği cevapta, “bir eri bir generalle takas edemem” diyordu. Stalin’in oğlu Yakov daha sonra bir Alman esir kampında hayatını kaybetti.

 

Sahne 2

1982 Ocak ayında bir Sovyet yurttaşının Moskova havaalanından yurt dışına çıkışı sırasında gümrük memurları, çantasında içi elmaslarla dolu gizli bir bölme buldular. Elmaslar, Sovyet Sirki’nde aslan eğiticisi Bougner Liehmova’ya aitti. Olaydan kısa bir süre sonra sirk yöneticilerinden Boris Ciweikefu ve Quelle Vator da tutuklandı. Ciweikefu’nun evinde 1 milyon Amerika doları değerinde elmas ve diğer lüks eşyalar bulundu. Quelle Vator’un evinde ise polis, 500.000 paund değerinde batı ülkelerine ait döviz, kıymetli ziynet eşyaları ve değerli tablolar buldu. Aslında tüm bu servet Brejnev’in kızı Galina ve oğlu Yuri’ye aitti. Olay kovuşturma aşamasında KGB’ye devredildi. KGB’nin birinci başkanı Tsvigun, Brejnev’in yakın akrabasıydı. Yapılan kovuşturmanın sonucunda tutuklular serbest bırakıldı. Brejnev’in oğlu ve kızı ile ilgi skandalın üzeri de örtüldü. [2]

1980 yılında bir dedektif, tesadüfen birkaç kutu ringa balığı konservesi satın almıştı. Fakat konserve kutularını açtığında içinde yüksek değeri olan bir havyar türü olduğunu görmüştü. Ringa balıkları nasıl olmuştu da böylesine pahalı bir havyara dönüşmüştü? Oldukça zorlu geçen bir kovuşturmanın ardından Balıkçılık Bakanlığı’nda çalışan yüksek görevlilerin batılı bir şirketle gizli bir ticaret bağlantısı kurdukları ortaya çıktı. Bu görevliler, Soçi ve Astrahan kentlerinden aldıkları havyarı bu batılı şirkete ringa balığı konservesi olarak düşük değerde ihraç ediyor, aradaki farkı Batılı şirketle paylaşıyorlardı. Bu işe karışanlar büyük karlar elde etmiş ve bu işten kazandıkları paraları bir İsviçre bankasına yatırmışlardı. Oldukça şaşırtıcı olan şey, bu dolandırıcılığın, 10 yıl boyunca kimse fark etmeksizin sürmüş olmasıydı. Soçi Belediye Başkanı Wolongkefu’nun sorumluluğunda, üst düzey bakanlık görevlilerinin de içinde olduğu 300 kişi, milyonlarca dolarlık bir zarara yol açtıkları bu yolsuzluk davasından yargılandı. [3]

Gıda dağıtım görevlisi Zihai Novas’ın açlıktan bayılma olayı ile Galina ve Yuri Brejnev’in elmas kaçakçılığı, Sovyet sosyalizminin azametinin ve küçüklüğünün en iyi örnekleridir.

Stalin sosyalizme olan bağlılığı ve inancını, oğlunu cepheye göndererek, esir düştüğünde bir generalle takası etmeyi reddederek gösterirken; Soçi Belediye Başkanı Wolongkefu sosyalizm ütopyasının temellerini hırsızlık ve dolandırıcılıkla dinamitliyordu.

“Sosyalist devlet” daha kuruluşundan itibaren, adım adım tahkim edildi. “Geçici devlet” güçlendikçe toplum zayıfladı. 1917 yılından 1991 yılına kadar SSCB’nin ihtiyaçları ve aciliyetleri,her zaman toplumun ihtiyaçlarının önündeydi. Lenin’in taktik diye nitelediği bu durum, Stalin ve ardılları tarafından stratejiye dönüştürüldü ve Sovyetler Birliği’nin dağılma sürecine kadar bir devlet politikası olarak sürdürüldü.

 

Sopa Kimin Elinde, Kimin Sırtına İnecektir?

“Sovyetler Cumhuriyeti’nin taktiği zorunlu olarak, bir yandan ülkenin iktisadi gelişmesini, savunma yeteneğinin güçlendirilmesini ve güçlü bir sosyalist ordunun kurulmasını en kısa sürede sağlamak amacıyla bütün güçlerini seferber etmek; öte yandan uluslararası siyaset alanında, bir dizi ileri ülkede eskisinden daha hızlı bir şekilde olgunlaşmakta olan dünya proleter devrimi kesin olarak olgunlaşıncaya kadar, bir oyalama, gerileme ve bekleme taktiği olmalıdır.”[4]Devletin geçiciliği ve sosyalist iktidar döneminde yavaş yavaş çözüleceği fikri, SSCB’nin kuruluşundan çözülüşünün son gününe kadar trajik bir hurafe olarak kaldı.

Devleti, “kutsallığın veya ilahi fikrin yeryüzündeki yansıması” diye tarif ediyor Hegel.

Max Weber’e göre “belli sınırlar içinde meşru güç kullanma tekeline sahip kurum”dur devlet.

Thomas Hobbes, Leviathan’da devleti,“doğal olmayan yapay ama zorunlu bir cisim”olarak tarif ederken, Lenin, devleti toplumsal ilişkiler bağlamında ; “tek uğraşı yönetmek olan ve yönetmek için de başka insanların iradesini zorla baskı altına alacak özel aygıt” [5]olarak tanımlar.

Devleti, toplum karşıtı bir kurum olarak ele alan Kürt Halk Önderi Abdullah Öcalan çerçeveyi genişletir ve devleti, “toplum ve iktidar arasındaki geçici ateşkes hali”[6] olarak tanımlar.

Mihail Bakunin, devletin bir “kötülük” olduğundan kuşku duymaz ama “ders çıkarılması gereken hayırlı bir kötülük” olarak görür.

Kutsallık, zorunluluk ve meşru güç kullanma tekelini elinde bulundurma hali, eli sopalı olmayı gerektirir, toplumun başının üzerinde dolaşan güçlü bir sopa. İşte sorun tam da bu noktada ortaya çıkıyor. Sopa kimin elinde, kimin sırtına inecektir?

Sınıflı toplumlarda devletin tanımı çok ihtilaflı bir konu olmamasına rağmen, sosyalist toplum ve komünizm aşamasında devletin mevcudiyeti ve rolü çok tartışmalı bir konudur.

Devlet, sosyalist toplum düzeninin gelmesiyle birlikte kendiliğinden çözülecek ve dağılacak mıdır? Devlet, toplumun hizmetinde bir araç olarak kontrol altında tutulabilecek midir? Devlet, sosyalist toplumda, proletaryanın hasımlarını baskı altında tutulması için ihtiyaç duyulan geçici ve zorunlu bir araç tanımına ve çerçevesine sığacak mıdır?

Bu sorular kapsamında devlet konusu, sosyalist teorisyenler arasında geçmişten günümüze hep tartışma konusu olmuş; bugüne kadar, herkesin üzerinde ortaklaşacağı bir tanım ortaya çıkarılamamıştır.

Marx ve Engels, devleti ezeli, ebedi ve zorunlu bir varlık olarak görmezler. Toplumlar tarihini ilkel-köleci-feodal-kapitalist-sosyalist-komünist evrelere ayıran; bu sıralamayı determinist ve ilerlemeci bir süreç olarak ele alan Marksist teori; sosyalist toplum düzeninin gelmesiyle birlikte devletin de adım adım çözüleceğini, komünist topluma geçişle birlikte dağılarak kaybolacağını öngörür. Tarihsel materyalizme göre bu sıralama, sosyalizme gidilirken aşılması gereken zorunlu duraklar olduklarından, sonraki sömürü biçimi bir öncekine göre ilericidir. Köleci dönem, ilkel komünal dönemden; kapitalist dönem ise feodal dönemden ileridir.

Abdullah Öcalan, bu zorunlu ilerlemeciliğe itiraz eder. Zaman ve mekana bağlı olmaksızın, devletin olmadığı veya en güçsüz olduğu sistemin diğer sistemlere nazaran daha özgürlükçü olduğunu belirtir. Öcalan’a göre toplum özgürleştikçe ve güçlendikçe devlet daralır ve zayıflar; devlet güçlendikçe toplumsal köleleşme gelişir, toplum zayıflar. Dolayısıyla bir sonraki üretim isteminin öncekine göre daha ileri ve daha özgürlükçü olduğu tespiti bir çarpıtmadır. Öcalan kapitalizmi de bu çerçevede ele alır; “kapitalizm, ölümcül derecede bir toplumsal hastalık, kanser türü bir toplumsal urun büyümesidir. Gerçeği böyle olan bir toplumsal hastalık parazitinin ‘en ileri, zaferi kazanmış yeni toplum’ olarak lanse edilmesi tüm sosyal bilimleri sakatlamıştır.”[7]

 

Devlet Egemenlerin Aracıdır

Marx ve Engels, devletin ilk kez özel toprak mülkiyetinin bulunmadığı Asya toplumunda geliştiğini, ilk işlevinin gruplaşan toplulukların ortak çıkarlarını korumak olduğunu belirtirler. Başlangıcından beri bazı ortak çıkarları koruma işi, bütün grubun denetimi altında da olsa, zamanla bireylere veriliyordu. Anlaşmazlıkları yatıştırma; ortak mülkiyet üzerinde bireysel zorla almaları önleme; ilkel koşullar altında dinsel işlevler gibi…

İş bölümünün daha gelişkin olduğu “ilkel” toplumlarda bu görevliler giderek uzmanlaşırlar, örgütlenirler ve toplumun geri kalan bölümünden farklılaşırlar. Bunların daha geniş birimler halinde gruplaşmaları, yeni bir iş bölümüne, ortak çıkarları koruyacak ve çelişen çıkarları denetleyecek organların yaratılmasına yol açar.

Daha sonra, sınıflı toplumun gelişimiyle birlikte, sömürenler-sömürülenler, yönetenler-yönetilenler ayrışmasıyla birlikte devlet başka bir işleve kavuşacaktır.

Lenin, Marx ve Engels’ten farklı düşünür ve devletin ilk kez köleci toplumda geliştiğini belirtir. İlk işlevinin de köleler üzerinde köle sahiplerinin egemenlik koşullarını sürdürmek olduğunu ileri sürer. “Toplumda henüz sınıflar yokken kölecilik çağından önce insanlar daha eşit koşullar altında çalışırken, toplumun geri kalan kısmını yönetmek ve egemenlik altına almakla görevli bir grup insan çıkmamıştı ve çıkamazdı. Ancak toplumun sınıflara bölünmesinin ilk biçimi, yani kölelik belirdiğinde, devletin ortaya çıkması gerekliydi.”[8]

Devletin sınıflı toplumdaki işlevi konusunda Marx, Engels ve Lenin’in çizdiği çerçeve, ciddi itirazlarla karşılaşmamakta, günümüz sosyalistleri tarafından da kabul görmektedir.

Bu kabule göre, sınıflı toplumlarda üretim biçimini sürdürmenin gerekli koşulu, kitlelerin gücünün silahlı ve örgütlü bir azınlığın gücüne bağımlı kılınmasıdır. Mülkiyeti korumak, yürürlükteki yasaları ve düzeni sürdürmek için, sömürenler sömürülenleri baskı altında tutacak bir aygıtı geliştirmek ve denetlemek zorundadır. Adına devlet denilen bu aygıt, antik çağda köle sahiplerinin devleti, Ortaçağ’da feodal soyluların devleti, zamanımızda burjuvazinin devletidir.

Geçmişten günümüze devletin, “egemen sınıfların elinde bir araç” olduğu konusunda bir fikir birliği mevcut. Ancak Engels, bazı durumlarda, bu aracın hiç bir el tarafından kullanılamadığını da belirterek; “İstisnai olarak, mücadele halindeki sınıfların birbirlerini karşılıklı dengelemeye çok yaklaştıkları öyle bazı dönemler olur ki, devlet iktidarı, sözde ara bulucu olarak bir zaman için, bu sınıflara karşı belirli bir bağımsızlık kazanır.”[9]Engels bu kural dışı istisnai duruma örnek olarak 17. ve 18. yüzyılın mutlak krallıklarını, Birinci ve ikinci Bonapartist İmparatorlukları ve Bismarck’ın Alman İmparatorluğunu gösterir.

Sınıflar var oldukça sınıf savaşları, sınıf savaşları da var oldukça devlet hep var olacaktır. Sınıflar ortadan kaldırılıp sosyalizm yaratıldığında savaşlar sona erecektir. Lenin bu savaşın zorunluluğuna ve gerekliliğine inanır; “biz iç savaşları, yani ezilen sınıfların ezen sınıflara karşı verdiği savaşları; kölelerin köle sahiplerine karşı, serflerin toprak sahiplerine karşı ve işçilerin burjuvaziye karşı verdiği savaşları tamamen meşru, ilerici ve gerekli kabul ederiz.”[10]

Lenin’e göre, Proletarya devlet aygıtını ele geçirip olduğu gibi işletmekle yetinemez. Ancak eski devlet aygıtında baskıcı, görenekçi, onarılmaz biçimde burjuva olan ne varsa kırabilir ve onun yerine yeni bir aygıtı, kendi aygıtını geçirebilir. İşçi, asker ve köylü temsilcileri sovyetleri de, bu aygıtın kendisi olacaktır.

“İkinci olarak bu aygıt, yığınlar ve halk çoğunluğuyla, eski devlet aygıtında hiçbir benzeri olmayacak kadar sıkı, çözülmez, kolayca denetlenip yenilebilir bir bağ kuruyor. Bu aygıt, seçimsel niteliği ve bileşimini halk isteğine göre değiştirme olanağı nedeniyle, daha önceki aygıtlardan çok daha demokratiktir. Bu aygıt, işçi ve köylü ezilmiş sınıfların en bilinçli, en gözü pek, en ileri bölümünün bir örgütlenme biçimini sağlıyor; böylece bu aygıt, ezilen sınıflar öncüsünün, bu sınıfların şimdiye kadar tamamen siyasal yaşamın ve tarihin dışında kalan tüm koca yığınını yükseltebileceği, eğitebileceği, yetiştirebileceği ve ardından sürükleyebileceği bir aygıt durumuna geliyor.”[11]

  1. Stalin devleti tümden reddeden anarşistlere karşı çıkar. Devlet “geçiş süreci”nde bir süreliğine kullanılmak zorundadır. Burjuvazinin mülksüzleştirilmesinden sonra, devlet “sönecek”, ‘ölüp gidecektir”[12]

Bu görüşte olan sadece Stalin değildir. Sosyalistler de modern devletin ve kurumlarının, işçi sınıfının kurtuluş mücadelesi için, devletin kapitalizmden sosyalizme geçişin özel bir biçimi olarak kullanılmasından yanadırlar. Proletarya diktatörlüğü işte böyle bir geçiş biçimi, aynı şekilde bir devlettir. Devlete özgürlük için değil, proletaryanın hasımlarını baskı altında tutulması için ihtiyaç vardır. Özgürlük olduğunda devlet olmayacaktır.

Öcalan, devlet ve özgürlük kavramlarının birlikte ve yan yana olamayacağını belirtir. Devletin bir süreliğine de olsa proletaryanın eline geçmesine, miadı dolduktan sonra sönüp biteceğine ve toplumun yararına kullanılabileceği tezine karşı çıkar. Öcalan’a göre, yönetimi iktidarlaştırmamak kadar, iktidarın yönetim ayrıcalıklarını elinden almak da büyük önem taşır. İktidar ne denli antitoplumsalsa, yönetim de o denli toplumsal erktir.

“Doğası gereği, devlet iktidarı toplumla ilişkisinde demokrasiyi geriletmek ve sınırlandırmak durumundadır. Demokrasi güçleri ise, devleti tanımamak biçiminde sınırlarını sürekli genişletmek isterler. Sorunun özü, kendini demokrasiyle maskeleyen devletle, devlet olmak isteyen demokrasi arasındaki karmaşadan kaynaklanmaktadır.

Demokratik özyönetimleri devlet iktidarıyla özdeşleştirmeden, halkçı ve proleter diktatörlük adı altında saptırmadan geliştirmek, doğru çözüme en yakın model durumundadır. Ne halk adına devletleşmek ne de devletin basit bir eki olmak, demokratik özyönetimin esası ve ayrıcalığıdır.” [13]

Rusya, 1917 Devrimi gerçekleştiğinde, işçiler, köylüler ve askerler ittifakı, devleti 1915’teki gibi burjuvazi ile birlikte değil; tek başlarına yönetebilecek bir güçte ve konumdaydı. Dolayısıyla artık hiçbir engel kalmamış, tüm bu soruların ve sonu gelmez tartışmaların sınanma ve pratikleştirme zamanı gelmişti.

Şimdiye kadar yabancısı olunan bu devlet nasıl yönetilecekti?

Devrimin esin kaynağı Marx, Paris Komünü deneyiminden hareketle, proletaryanın amaçlarına erişmek için hazır devlet makinesini ele geçirip kullanmakla yetinemeyeceğini, bu makineyi kırması; onun yerine yeni bir aygıtı, kendi aygıtını geçirebileceğini belirtiyordu. İşçi, asker ve köylü temsilcileri sovyetleri, bu aygıtın kendisiydi.

 

Yıkılan Sosyalizm Değildi

“Sosyalizm öncesi aşamaların sonuncusu olan kapitalizm, feodalizmle mücadele döneminde ulusların kurtarıcısı rolünü oynarken, emperyalist dönemde ulusları en fazla ezen bir faktör olmuştur. Eskiden ilerici olan kapitalizm artık gericidir.”[14]

Kapitalizmin emperyalizm aşaması, kapitalizmin hem olgun, hem de çürüme aşamasıdır. Peki “tarihsel ilerleme yasası” gereği değişmesi gereken ama aynı zamanda en güçlü ve olgun dönemini yaşayan ve “kırılması gereken” kapitalizm nasıl aşılacaktır?

1936 yılına gelindiğinde Stalin sosyalist devrimin büyük oranda başarıya ulaştığını belirtiyordu. Stalin’e göre, ekonominin bütün sektörlerinde sosyalist dönüşüm tamamlanmış, sosyalist toplum kurulmuştu. “Kimin kimi yeneceği” sorunu temel olarak çözülmüş, sosyalizm SSCB’de zafer kazanmıştı. SSCB dış saldırıya karşı direnebilecek ve ulusal savunma ihtiyacını karşılayabilen büyük bir sanayi ülkesi haline gelmişti.

Bu tablo üzerinden Stalin üç sonuca ulaşıyordu:

Birincisi; Marx ve Engels’in yazılarında bahsettiği komünist toplumun ilk aşaması temel olarak gerçekleşmiştir.

İkincisi; mülkiyet yapısında, ülkenin ekonomik sisteminde ve sınıf yapısındaki değişiklikler başarılmıştır.

Üçüncüsü; sosyalist sistem sanayi, tarım ve ticarette hakimdir. Sovyet ağır sanayi gelişmiş, kapitalizm sanayinin bütün alanlarından kovulmuştur.

Kapitalist sınıfın, tarım alanında da kulak sınıfının varlığı, ticaret alanında tüccarların ve vurguncuların varlığı son bulmuş; böylece toplumdaki bütün sömürücü sınıflar tasfiye edilmişti.

Fakat ne Stalin ne de ardılları bakımından iktidar-yönetim ve devlet, toplum için bir hizmet aracı olarak ele alınmamış; aksine birey ve toplum devletin güçlenmesi ve bekası için ele alınmıştır. Sovyet insanının günlük yaşamı, ihtiyaçları, toplumsal sorumluluk bilinci, ruhsal ve manevi dünyasına ilişkin yöneticilerin ilgisi yok denecek düzeydedir. Sovyetler Birliği’nde insanın ve toplumun mutluluğu ekonomik göstergeler, teknolojik gelişmeler, silahlanma, kapitalist devletlerle rekabet ölçüleri üzerinden ele alınıyor; gelişmişlik düzeyi ve karşılaştırmalar devletin yıllık hesap çizelgeleri, grafikler ve bilançolar üzerinden yapılıyordu.

Açlık ve gıda sıkıntısının yaşandığı dönemde halka gıda dağıtan bürolar şekil değiştirmiş; ellerinde sefer tası ve bez torbalarla ekmek ve yemek kuyruğundaki insanların yerine kürklü ve kalpaklı komünist parti yönetici ve üyeleri, kapitalist ülkelere ait ve ülkede satılması yasak malzemelerden edinmek için, Moskova’nın önemli caddelerinden birinde bulunan “özel” mağazanın kapısında bekleşiyordu. Mağazada her şey vardı: Fransız konyağı, İskoç viskisi, Amerikan sigaraları, İsviçre çikolatası, İtalyan kravatları, Alman radyoları… Bir gazeteci şunları yazmıştı: “Üst tabaka elit için komünizmdeki bolluk şimdiden kurulmuş bulunuyor.”[15]

Ülkenin ölüm kalım verdiği günlerde, önder kadrolar ve üst düzey görevliler için sahip olunan ayrıcalık kendini feda etmek, en ağır koşulları göğüslemek ve işgalcilerin kurşunlarına göğsünü siper etmekti.

Devlet güçlendikçe Komünist Parti yöneticiliği ve üyeliği, ilkeli ve örnek öncülük olmaktan çıkmış; halktan kopuk, özel mülkiyet ve tüketim düşkünlüğü yapan elit insanların yeni “sınıf”ı haline gelmişti.

17 Mart 1991’de Sovyetler Birliği’nde bir referandum düzenlendi. Referandumda %76,4 oranında Sovyet Sosyalist Cumhuriyetler Birliği’nin devamı lehine oy kullanırken, Sovyet sitemine karşı çıkanların oyları ise %21,7 oranındaydı. Bu oranlar yıllardır sürüp giden ve kendileri politika dışına itilmiş milyonların “alıştırılmış onay”ından başka bir şey değildi.

25 Aralık 1991 günü sadece SSCB’de değil, tüm dünyada “ortak” bir sembol haline gelen orak çekiçli bayrak gönderden indirilip yerine üç renkli Rusya Federasyonu bayrağı çekiliyordu. Bu sıradan bir bayrak değişikliği değildi. SSCB yıkılıyor, onun yerine yeni bir devlet kuruluyordu. Sovyet iktidarının toplumu nasıl edilgen, etkisiz ve apolitik hale getirdiğinin en somut örneği bu bayrak ve devlet değişikliğidir. Orak çekiçli bayrağın indirilmesine üzülen, öfkelenen ve tepki gösteren bir topluluk olmadığı gibi, üç renkli yeni Rusya Federasyonu’nun bayrağını coşku, heyecan ve sevinçle karşılayan bir topluluk da yoktu. Çünkü toplum, iktidar ve devlet yönetimi eliyle sistemli bir şekilde nesneleştirilmiş; kendisine ve toplumsal sorunlara yabancılaştırılmıştı. Yıkılıp giden de kendisine ait değildi, yerine gelen yenisi de…

74 yıllık iktidarının ardından 20 milyon üyesi bulunan partinin üyeleri dahi, partilerinin çökerek yıkılması karşısında bir direniş göstermemiştir. Oysa SBKP 200 bin üyeye sahip olduğu Şubat Devrimi günlerinde Çarlık otokrasisini alaşağı etmiş; 350 bin üyeye sahip iken muzaffer Ekim Devrimi’ni gerçekleştirmişti. Faşist Almanya’yı bozguna uğratıp 2. Dünya Savaşı’nı sona erdirdiğinde SBKP’nin 5,54 milyon üyesi vardı. SBKP’ne üye 20 milyon insan, SSCB yıkılırken öncülüğü, partiyi ve devleti canı gönülden sahiplenmek ve savunmak şöyle dursun, çöküş ve yıkılışa dönüp bakmıyordu bile. İdeolojik aşınma ve çürüme SBKP’nin ve SSCB’nin sonunu getirmişti.

Oysa Lenin, bu tehlikeyi çok önceden görmüş ve yazmıştı; “Komünist toplumu sadece parti üyelerine dayanarak inşa etmeyi düşünmek oldukça basit ve safça bir düşünüş tarzıdır; çünkü parti üyeleri kitlelerin oluşturduğu okyanusta yalnızca küçük birer damladır.”[16] “Sosyalizme ve sosyalist devlet iktidarına karşı ortaya çıkabilecek herhangi bir tehlikeyi alt edebilmek için elimizdeki en önemli sihirli silah, kitlelerle güçlü ve sıkı bağlar sürdürmek olabilir.”[17]

Lenin, yönetim-kitle ilişkisine verdiği önemi “Yönetim Kuralları” başlığı altında kaleme almış ve bir taslak hazırlamıştı: “Her bir Sovyet devlet organı ziyaret günleri belirlemeli ve ziyaretçilerin taleplerini ve özlemlerini dinlemek için belirli gün ve saatler belirleyerek bunları ilan etmelidir. Kitleleri kabul edecekleri bürolar onların kolayca ulaşabileceği semtlerde olmalıdır. Organlar bir kayıt defteri tutmalı ve bu defterlere insanların ilettiği taleplerin temel içeriği ve talebi yapan kişinin bilgileri ve bu kişiye hızla ulaşılabilmesi için gerekli olan bilgileri kaydedilmelidir. Bu ziyaretçi kabul günlerinin tatil ve Pazar günlerine getirilmesi daha uygun olacaktır, ziyaretçiler bu yerlere kimliklerini göstermek zorunda olmaksızın girebilmelidirler.”[18]

Stalin de kitle ile ilişkilere hayati bir önem atfetmekte, bir çok yazı ve konuşmasında Yunan mitolojisindeki Antaios’tan söz etmiştir. Antaios olağanüstü bir güce sahipti ve bu gücünü Toprak Ana’dan almaktaydı. Toprakla teması sürdüğü müddetçe Antaios’u yenilgiye uğratacak hiçbir güç yoktu. Nitekim Antaios gökyüzünde uçarken öldürülmüştü. Stalin, komünist partisinin toplumla ilişkisini, Antaios-toprak ilişkisine benzetiyor; bu ilişkiyi yönetim ve iktidarın yegane güç kaynağı görüyordu.

Sovyetler Birliği’nde 1917’de kuruluşundan 1991’deki çözülüşüne kadar, öncü parti (SBKP) ve devlet yönetiminin toplumla ilişkileri sorunlu, bürokratik ve mesafeli olmuştu. Savaş dönemlerinde ve kriz anlarında büyük fedakarlıklar, kahramanlıklar ve büyük bir toplumsal dayanışma görülse de, bu “bütünleşme”, sosyalizmi sahiplenme ve sosyalist demokrasiyi geliştirmekten daha çok, anayurdu ve devleti savunma refleksinden kaynaklanmaktaydı.

Devrimin ilk yıllarındaki sahiplenme, zamanla yöneticilerin elitleşerek “Toprak Ana” ile ilişkilerinin zayıflamasına yol açmış; ayakları yerden kesilen sosyalizm, kendisini uçarken vurulmaya açık hale getirmişti.

 

[1] Li Shenming, Sovyet Sosyalizminin Dersleri, Canut Yayın Evi, 2013, s.72
[2] age, s.75
[3] age, s.76
[4] V.İ.Lenin, Sovyet Yönetiminin Örgütlenmesi, Ekim Yayınları, s.167
[5] Stanley W. Moore, Marx- Engels-Lenin’de Devlet Kuramı, Teori Yayınevi, 1979, s.17
[6] Abdullah Öcalan, Demokratik Uygarlık Manifestosu, Mezopotamya Yayınları, 2012, s.131
[7] age, s.57
[8] Stanley W. MOORE, age, s.20
[9] age, s.55
[10] V.İ. Lenin, Emperyalist Savaş Üzerine, Günce Yayınları -1976, s.114
[11] V.İ. Lenin, Sovyet Yönetiminin Örgütlenmesi, s.67
[12] J.V. Stalin, SBKP(B)’deki Sağ Sapma Üzerine, İnter Yayınları, s.72
[13] Abdullah Öcalan, Demokratik Uygarlık Manifestosu, Mezopotamya Yayınları, s.37
[14] V.İ. Lenin, Emperyalist Savaş Üzerine, Günce Yayınları, 1976, s.116, s.173
[15] Li Shenming, age, s.60
[16] Li Shenming, age, s.60
[17] People’s Publishing House, Lenin Toplu Eserler, Cilt 35, 1985, s.617
[18] age, 1985, s.617
Bunları da beğenebilirsin

Yoruma kapalı.