Düşünce ve Kuram Dergisi

Faşizm, 2. Dünya Savaşı ve Sonuçları

Hacer Altınsoy

Tüm zamanların en kanlı savaşıdır 2. Dünya Savaşı. Yerkürede etkilenmeyen coğrafya, insan ve ülkenin kalmadığı bir savaş. Sanayileşmenin zirvesinde çağın ileri teknolojisi ile donatılmış orduların, en gelişkin silahlarını kullandığı bir savaş… 

100 milyondan fazla askeri personelin dâhil olduğu bu savaşta yer alan ülkeler tüm ekonomik, endüstriyel ve bilimsel güçlerini, sivil ya da askeri kaynak farklılığı gözetmeksizin savaş için seferber etmiştir. Nükleer silahların kullanıldığı tek savaş olmakla kalmayıp, Holokost gibi kitlesel sivil ölümlerin gerçekleştirildiği 2. Dünya Savaşı, insanlık tarihindeki en büyük ve en kanlı savaştır. 1939-1945 yılları arasındaki bu savaşta 40-50 milyon insan hayatını kaybetmiştir. Peki; 1. Dünya Savaşı’nın izleri silinmemişken daha büyük bir savaşa nasıl gelindi? Faşizm nasıl bu kadar kesintisiz ve engelsiz gelişim sağladı? 2. Dünya Savaşı’nı hazırlayan koşullar nelerdi? Kimler, ne için katıldı savaşa? 

 

Nazi Almanya’sına Giden Yol

2.Dünya Savaşı’nı oluşturan koşulların başında hiç kuşkusuz Hitler faşizmi gelmektedir. Terimlerden yola çıkarak ilerleyelim: Faşizm nedir? Dönemsel koşullarla ne kadar bağlantılıdır? 

Faşizm dünya literatüründe 2. Dünya Savaşı sonrası daha çok yer edinmiştir. Birçok tarihçi, filozof farklı açılardan faşizmi incelemiştir. Bu denli yaşam ve insan düşmanı olabilen bir zihniyetin, nasıl çıkış bulduğunu, milyonlarca insanı nasıl etkilediğini ekonomik, siyasal, psikanalitik, sosyolojik yanları ile incelemeye tabi tutmuşlardır. Ancak halen de bütün kesimlerin üzerinde hem fikir olduğu bir faşizm tanımı mevcut değildir. 

Faşizm terimi ise Roma İmparatorluğunda “Magistraların”* otoritesini simgeleyen, “balta ucunun dışa doğru çıkarıldığı bir sopa demeti” anlamına gelen İtalyanca “fasces” teriminden türemektedir. Benito Mussolini, 1. Dünya Savaşı sırasında ve sonrasında kendi oluşturduğu paramiliter silahlı birlikleri adlandırmak üzere bu terimi kullanıncaya kadar faşizm (facismo) ideolojik bir anlam kazanmış değildi. (Andrew Heywood, Siyasi İdeolojiler)

Andrew Heywod, faşizmin büyük ölçüde karşıtı olduğu şeylerle tanımlandığını söylemektedir: “O antikapitalizmin, antiliberalizmin, antibireyciliğin, anti-komünizmin vd. bir şeklidir. Bununla birlikte bütün bir faşizmi ifade eden merkezi bir tema, organik olarak birleşmiş ulusal bir topluluk imgesidir.(…)” 

Özellikle Marksist öğretiyle yapılan tanımlar daha çarpıcıdır. Başta Clara Zetkin olmak üzere bir çok siyasetçi, düşünür ve yazar, faşizmi “sermayenin terörist egemenlik biçimi” olarak tanımlarlar. Georgi Dimitrov’un Komintern’in 7. Kongresi’nde resmi olarak kabul edilen tarifinde de faşizm “finans kapitalin en gerici, en şovenist, en emperyalist unsurlarının açık terörcü diktatörlüğü” olarak tanımlanır. 

Nicos Poulantzas; faşizmin kapitalizmin emperyalist aşamasında ortaya çıktığına dikkat çekerek; esas sorunun iktisadi bir sorun olmadığını vurgulamaktadır. Poulantzas’a göre; “Çoğu kez faşizmin temel nedenleri olarak kabul edilen ve onun vazgeçilmez koşulu sayılan bazı etkenler, örneğin faşizmin kurulması döneminde Almanya ve İtalya’yı saran iktisadi bunalımlar, bu iki ülkenin ulusal özellikleri, 1. Dünya Savaşı’nın bıraktığı izler vb…, faşizmin en önemli nedenlerini oluşturmazlar. Bu etkenler ancak emperyalist aşamaya bağlı olarak bu aşamanın muhtemel konjonktürlerinden birinin öğeleri olarak önem kazanırlar.(…) Devrim, zincirinin en zayıf halkasında gerçekleştiği halde, bundan sonra gelen ve çağın Avrupa’sına göre en zayıf olan öteki iki halkada faşizmin kurulduğu söylenebilir” (Nicos Poulantzas, Faşizm ve Diktatörlük)

Poulatzas, zayıf halka yaklaşımı ile temel sorunun kapitalizmin en zayıf halkasının Almanya ve İtalya olmasından kaynaklı faşizmin yükseldiğini işaret etmektedir. Nicos Poulantzas; faşizm emperyalist aşamanın bir parçası olarak tekelci kapitalizmin egemenliğine geçişi temsil ettiğini, faşizm, kapitalist devletin, devlet ve yönetim olarak “sınırda” bir biçimini oluşturduğunu da belirtmektedir. Çokça söylenenin aksine Poulatzas; faşizm burjuvaziye veya parlamenter demokrasiye yabancı olmadığını, zira Hitler ve Mussolini faşizminin zorla değil, seçimle iktidara geldiğine dikkat çekmektedir. 

Kürt Halk Önderi Abdullah Öcalan ulus-devletin, kapitalist tekelciliğin ekonomi üzerinde kurduğu hegemonyanın ancak devlet iktidarının toplum seviyesinde kendini yaymasıyla, örgütlemesiyle mümkün olduğunu vurgulamaktadır. Öcalan faşizmi ise şöyle tanımlamaktadır: “Faşizm ise, bu devlet biçiminin içte ezilen ve sömürülen toplumsal kesimlerle, dışta ise rekabet halinde olduğu güçlerle savaş haline girdiğinde vardığı aşamadır.(…) Her ikisinde de farklı siyasi oluşumlar tasfiye edilir. İktidar toplum gibi homojenleştirilir. Homojenleştirilmiş toplum, homojenleştirilmiş iktidar olarak konsolide edilir. Faşist devlet de homojen toplum ve devletin azami birliğini ifade eder. Tek dil, tek vatan, tek kültür, tek bayrak, tek ulus temel sloganıdır.(…) 

Toplumsal tarih boyunca birikmiş ne kadar farklı kültür, etnisite, dil, siyasi oluşum, düşünce ve inanç varsa hepsinin yaşamı tehdit altına girer. Direnme ve farklılıklarıyla yaşama geliştikçe, ulus-devletin faşist yüzü ortaya çıkar. Kendini sosyalist olarak yansıtsa bile, toplumsal çeşitliliğe, farklılığa bu tarzda karşı çıkan her devletin, hareketin, partinin faşistleşmesi kaçınılmazdır… Dolayısıyla kapitalizmin faşizmi doğuran gerçekliği kadar, devlet sosyalizmini (reel sosyalizm) doğuran gerçekliği de ulus-devlette birleşir.” (Abdullah Öcalan, Ortadoğu’da Uygarlık Krizi ve Demokratik Uygarlık Çözümü) 

Faşizm, İtalya, Almanya, İspanya, Şiili, Japonya, Türkiye vb. birçok ülkede belli dönemlerde ortaya çıkmıştır. Tümünü burada ele almak mümkün olmadığından, konunun bütünlüğü açısından Alman faşizminin özellikleri ile yetinmek gerekmektedir. 

Nazi Almanyası’nda uygulanan faşizmin özellikleri: 

1- Irkçılık: Nasyonal sosyalizm bazı ırkların başka ırklardan üstün olduğunu ileri sürer. Bunu bir bilimsel gerçek olarak kabul eder. Üstün ırkların başında Aryen ırkı gelmektedir. Aşağı ırkların başında da Yahudiler vardır. 

2- Milliyetçilik: Nasyonal sosyalizm, Marksist bir sosyalizm değildir. Tersine, Marksist sosyalizmi en büyük düşmanlarından biri olarak görür. 

3- Liderlik: Führer (lider), en geniş bir biçimde uluslaştırılmıştır. Führerle halk arasındaki ilişki, usa değil us dışı, mistik bir takım kavramlara dayanır. Führer, ulusun bütün isteklerini benliğinde duyar, ulusun tarihsel kaderini o belirler ve verdiği buyruklara tartışmasız uyulur. Halkla Führer arasındaki ilişkileri somut olarak gerçekleştiren araç halk oylamasıdır. Führer, kendisinin istenip istenmediğini, halk oylamalarıyla doğrudan doğruya ya da dolambaçlı yollardan halktan sorar ve yetkiler ister. 

4- Anti-Komünizm: Hitlerin en büyük korkusu komünizmin gelişmesi ve yayılmasıdır. Dolayısıyla içte işçi sınıfı ve sendikal hareketlere karşı savaş açmış, dışarıda da Sovyet Rusya ile savaşmıştır. 

5- Medyanın denetimi: Basın ve yayın kuruluşlarının mevcut ideolojiye göre yayınlar yapması dayatılır. Hitler, Propaganda Bakanı Goebbels ile birlikte hiçbir şeyi rastlantıya bırakmıyordu. Film, müzik ve hatta tarihsel kostümlere kadar her şey, propagandaya hizmet etmeli, her şey tek bir merkezden planlanmalı ve uygulanmalıydı. Bu ilke, yetkeyi savunan Nazi ideolojisiyle tam bir uyum içerisindeydi. 

Almanya’da gelişen faşizm “başta Avrupa olmak üzere dünya devletlerinin gözü önünde büyüdü” demek yanlış olmaz. Acaba bu yükseliş engellenemez miydi? Ya da neden engellenmedi? Bu konuda ortaya iki sonuç çıkmaktadır:

Birincisi; dönemin hegemon güçleri olan Fransa ve İngiltere’nin anti-komünist yaklaşımlarıydı. Her iki ülke de Almanya’daki sanayileşmeyi takip ediyordu. Almanya neredeyse ABD’den sonra sanayide en gelişmiş ülkeydi. Bu yükseliş, her iki ülke açısından tehlikeliydi. Öte yandan Hitlerin, anti-komünist politikaları da biliniyordu. Hitler Avusturya ve Çekoslovakya’yı ilhak ettiğinde sessizce izlediler. Her iki ülke de Hitlerin Sovyet Rusya’ya doğru yayılmacı politikalarını görüyor ve Hitler eliyle komünizmin yayılmasını engellenebileceğini hesaplıyordu. Dolayısıyla faşizmin gelişmesini engelleme adına hiç bir girişimde bulunulmadı. 

İkincisi; faşizmin yükselişini en çok sosyalist ülkeler takip ediyor, analiz ediyor ve tedbirler alınmaya çalışılıyordu. Ancak alınan tedbirler faşizmin yükselişini engelleyemiyordu. Bu konuda Poulantzas, Sovyet Rusya’nın sınıf savaşını iktisadi alana indirmesinden kaynaklı Nazi faşizmini iyi tahlil edemediği ve Darwinci bir yaklaşım içerisinde olduğuna dikkat çeker. Almanya’da gelişen sanayileşmenin bu işçi sınıfını arttıracağı, büyüyen işçi sınıfının ise faşizme geçit vermeyeceği hesaplanıyordu. Alman komünist partinin bu yönlü mücadeleleri vardı. Ancak Darwinci yaklaşım dönemin komünist partilerine hakim bir düşünce olduğundan etkili bir mücadele geliştirilememiştir. 

 

Nazi Almanya’sının Oluşum Süreci

Almanya, 19. yüzyılın sonlarına doğru Otto von Bismarck’ın “Kılıç ve Kan” politikasının takip edilmesinin ardından yaşanan bir dizi savaş sonrasında, 1871’de Alman İmparatorluğu’nun kurulması ile ulus-devletini sağladı. Weimar anayasasıyla 

birliğini sağlamasına paralel olarak bu yüzyıldan itibaren Almanya’da; Alman dilinin, tarihinin, ruhunun ve ırkının biricikliğini savunan Volkisch hareketi canlanmaya başlamıştır. 

11 Kasım 1918’de sona eren 1. Dünya Savaşı, öncülüğünü İngiltere, Fransa ve Çarlık Rusya’nın yaptığı İtilaf Devletleri’nin galibiyetiyle sonuçlandı. İttifak devletleri yani Almanya İmparatorluğu, Avusturya-Macaristan İmparatorluğu ve Osmanlı İmparatorluğu’nun öncülük ettiği ülkeler ise 1.Dünya Savaşı’ndan mağlubiyetle çıktılar. Çarlık Rusyası 1917’de Ekim Devrimi’yle yıkılınca savaştan da çekilmiştir. Savaşın sona ermesiyle Almanya bir çok sömürgesini kaybederek küçülmüştür. Avusturya-Macaristan ile Osmanlı İmparatorlukları ise tamamen parçalanmışlardır.

19.yüzyılda ulus-devlet yapılanmalarını tamamlayan, sömürgecilikte doruğa ulaşan Fransa ve İngiltere 1. Dünya Savaşı sonrası Avrupa ve Ortadoğu’da hakimiyetini arttırarak çıkmışlardı.

Bu savaştan mağlup ayrılan Almanya’nın Avrupa’daki üstünlüğü sona ermiştir. 1918 yılında Friedrich Ebert, Weimar Cumhuriyeti’nin kurulduğunu bildirmiştir. Weimar dönemi çeşitli iç ve dış dinamiklerin etkilerinden bir sonucu olarak ülke içi bir kaosa sahne olmuştur. Ülkeyi adeta bir felakete sürükleyen, birbirleri ile ilişkili olan temel unsurdan bahsedilebilir. 

Bunlardan ilki; Versay Antlaşması ve bu antlaşmanın, Almanya’nın üstünlüğünü sonlandırmasıdır… Almanya bu savaştan; ekonomisi çökmüş, dış pazarı daralmış ve prestiji sarsılmış şekilde çıkmıştır. Almanya’nın özellikle Versay Antlaşması sonucu hissettiği aşağılanma ve prestij kaybı o kadar büyük olmuştur ki, Hitler’in propagandasında, Versay Antlaşmasının yürürlükten kaldırılması yönündeki taahhüdü temel bir konum arz etmiştir…Milliyetçi kanatta büyük bir canlanma yaşanmıştır. Milliyetçi hareketin canlanmasının yanı sıra savaş sonrası dönemde sosyalist harekette de proleter devrimi gerçekleştirmeye yönelik bir canlanma başlamıştır. 

İkinci faktör ise; bu kaos sürecinin aşılmaması Weimar Cumhuriyeti’ne olan desteklerini azaltmıştır. 

Savaş sonrası ülke içi koşullarda belirleyici olan bir üçüncü faktör; yerle bir olan ekonomik düzene ilişkindir.

19.yüzyılda Almanya’da sanayileşme bir çok alanda gelişmişti. Almanya, 1880’den itibaren sanayileşme konusunda ABD’in arkasında ikinci sırayı almaktaydı. Sermaye ihracı yönünden Almanya 1913’de dünyada üçüncü sıradaydı.

20.Dünya Savaşı yenilgisinden sonra Weimar Cumhuriyeti; 1927’de savaş öncesi sanayi üretimi hacmine tekrar ulaşır. 1928’de bunu yüzde 15 geçer ve sanayileşmiş ülkeler arasında tekrar ikinci sırayı alır. 1924-1929 döneminde teknik ilerleme ve emek üretkenliği savaş öncesi düzeyini aşar ve ABD’nin düzeyine ulaşır. Savaş, Almanya’ya barış antlaşmaları nedeniyle ödemek zorunda kaldığı tazminatlar yükler. Dışarıya borçlu bir ülkeye dönüşmenin sonuçları olmuştur. Kendi sermayesin kurmak için ABD’ye ciddi biçimde borçlanmasına yol açmıştır. Sermaye ihracatçısı olan bu ülke, böylece sermaye ithal eden bir ülke durumuna gelmiştir (Nicos Poulantzas, Faşizm ve Diktatörlük).

Adolf Hitler’in siyasi kariyeri de Almanya’nın içinde bulunduğu bu atmosfere bağlı şekilde gelişmiştir. Hitler siyasal kariyerine 1919’da Alman İşçi Partisi’ne üye olarak başlamıştır. 1920’de Nasyonal Sosyalist Alman İşçi Partisi (Nationalsozialistische Deutsche Arbeiterpartei- NSDAP) ismini alan parti, Versay’a ve Weimar Cumhuriyeti’ne karşı, milliyetçi bir hoşnutsuzluğu temsil eden Volkisch hareketinin içerisinden doğmuştur.

1920’li yılların başında destekçisi oldukça az olan ve milliyetçi hareketin ana partisi dahi sayılamayacak olan NSDAP, 1932 yılındaki seçimlerde oyların yüzde 37.3’ünü almış ve 230 sandalye ile meclisteki en büyük parti konumuna ulaşmıştır. 1933 yılında ise Başkan Hindenburg, Hitleri şansölye (başbakan) olarak atamıştır. 

 

2.Dünya Savaş Öncesi Genel Durum 

2.Dünya Savaşı sonrası İngiltere ve Fransa en büyük sömürge devletleriydi. Almanya ise Adolf Hitler ile birlikte, öncelikle Orta Avrupa, ardından Doğu ve Batı Avrupa’yı Almanya topraklarına katmak amacındadır. Hitler’in ikincil planı Asya’yı, özellikle Sovyetler Birliği ve Yakın Doğu’daki stratejik noktaları ele geçirmektir. İçerde ise 1. Dünya Savaşı ile sarsılan ekonominin gelişmesini sağlamaktı. Ayrıca iktidara geldikten sonra Alman kara, deniz ve hava kuvvetlerinin, Versay anlaşmasıyla getirilen sınırlamalardan kurtulmasını sağlamaya da gayret etmiştir.

Öte yandan Hitler, İtalya’da Mussolin’i hükümetinden destek alıyor ve İspanya’da Franco diktatörlüğünü yardım ediyordu.

Avrupa’daki bu gelişmelere paralel olarak, 1. Dünya Savaşı sonunda Almanya’nın Uzak Doğu sömürgeleri Japonya’ya verilmişti. Üstelik Çin’in bir bölümü de Japonya’nın hakimiyetindeydi. Ancak bu kadar sömürge bile hızla sanayileşen ve büyüyen Japon ekonomisini doyuramıyordu. Sırbistan ve Moğolistan üzerinden Sovyet Rusya ile sürtüşmeler yaşıyordu. 2. Dünya Savaşı’nın ayak sesleri ilk olarak esasen Japonya’dan geldi. Japonya’nın 1931’de Mançurya’yı 1932’de Kore’yi işgal etmesi ve 1937’de Çin’e saldırmasıyla Asya’da gerilim başlamış oldu. Bu saldırılar hem Sovyet Rusya’yı tehdit etmekte, hem de ABD’nin Asya emellerini tehdit etmekteydi. 

Sovyetler Birliği, 1. Dünya Savaşı’ndan komünist bir rejimle çıkmış, kısa sürede ekonomik, sosyal, kültürel olarak hızla büyüme sağlamış, ulusal kurtuluş hareketleri ve işçi sınıfı mücadelesi ile birçok ülkeye etki etmeye başlamıştır. 1. Dünya Savaşı’ndan sonra Batı yerine Orta Asya’ya yönelik politikalar izlemiştir. Zengin petrol rezervleri sayesinde savaşta lojistik ve teknoloji alanlarında en güçlü devletlerden biri olmuştur. 

1930’lu yıllarda gerçekleşen yüksek kalkınma temposu sayesinde, SSCB 40’lı yıllarda, ağır sanayileşmeyi büyük ölçüde tamamlamış, devrim sonrası siyasal çalkantılara ilişkin bazı çözümler ortaya çıkarmıştı. SSCB’nin dünya düzeyinde yükselen prestiji halkları derinden etkilemekteydi. Bu yıllarda özellikle Avrupa işçi sınıfındaki yükseliş, Sovyet Rusya’ya karşı gelişen güven emperyalizmi tedirgin edici ölçülerde örgütlenmişti.

İngiliz asker ve tarihçi Liddell Hart, Hitlerin yükselişinde ve 2. Dünya Savaşı’nın gelişmesinde Batılı devletlerin Hitlere cesaret veren politikaları olduğunu belirtiyor. Hart; bu tespitini şöyle özetliyor: “Hitler’in 1933’te iktidara gelişinden itibaren İngiltere ve Fransa bu diktatörün isteklerini kabul etme konusunda, Almanya’nın önceki demokratik hükümetlerinin taleplerine oranla daha istekli davranmışlardı. Almanlar 1936’da Rhineland’ın askerden arındırılmış bölgesini yeniden işgal ettiler. İngiltere ve Fransa savaşa yol açabilecek herhangi bir silahlı çatışmadan kaçındıkları için bu duruma bir tepki göstermediler. Rhineland’ın tekrar işgal edilmesi Almanya’ya iki önemli avantaj sağlamıştı. Birincisi; bu bölge Almanların Ruhr bölgesindeki endüstri alanları için koruma sağlıyordu, ikincisi Fransa’ya karşı bir atlama tahtası elde edilmişti.” 

Hitler Kasım 1937’de yaptığı “Hossbach Bildirisi”nde “Lebensraum” (Hayat Sahası) kavramını ortaya attı. “Hayat Sahası” kavramı bu tarihten sonra Almanya’nın izleyeceği politikanın temelini oluşturdu. Hitler’e göre Almanya, özellikle tarım yönünden kendi kendine yeterli olmadığı gibi yakın zamanda da olabilecek gibi değildi. Hitler’in düşüncesi, had safhadaki yiyecek sıkıntısını çözmek için nüfus yoğunluğu az, tarıma elverişli toprakların bol olduğu Doğu Avrupa’dan toprak alınması yönündeydi ve bu toprak sorunu 1945 yılına kadar mutlaka çözülmeliydi. Almanya 12 Mart 1938’de, Alman ve Avusturya halklarının birleşme arzularını bahane ederek Avusturya’yı işgal etti. Daha sonra Çeklerin Südet Almanlarına kötü davranmalarını fırsat bilerek savaş tehdidiyle İngiltere ve Fransa’yı 30 Eylül 1938’de Münih Anlaşması’nı imzalamaya zorlayarak Südet bölgesini de işgal etmeyi başardı.

1939 yılının Mart ayında ise Hitler, Çekoslovakya’nın kalan kısmını işgal etti. Bunun üzerine o güne kadar pasif bir politika izleyen İngiltere birdenbire politika değişikliğine gitti ve o bölgede kendisini destekleyecek tek ülke olan Rusya’nın teminatını almadan her biri stratejik olarak Almanya tarafından tecrit edilmiş olan Polonya ve Romanya’ya Alman işgaline karşı garanti verdi. Almanya’nın Avusturya ve Çekoslovakya’ya saldırıları karşısında Sovyet Rusya, Almanya’ya karşı İngiltere ve Fransa’ya iş birliği teklif etmiş, ancak bu teklifle İngilizler ilgilenmemişlerdir. Hitler bu durumdan faydalanarak Rus sınırını garantiye almak için Hitler hiç güvenmediği Stalin’le 23 Ağustos 1939’da Nazi-Sovyet Saldırmazlık paktı imzalandı. Bu pakt, Polonya’nın Almanya ile Rusya arasında gizli olarak paylaşılacağını da hükme bağlıyordu. 

 

2.Dünya Savaşı

Hitlerin Orta Avrupa ve Rusya’ya dönük yayılmacı politikaları aslında savaşın geldiğini haber veriyordu. Nitekim Hitler, Sovyet Rusya ile yaptığı anlaşmadan sonra, Alman birliklerinin 1 Eylül 1939 Polonya topraklarına girmesi ile resmen başlamış oldu. 3 Eylül’de İngiltere, onun arkasından Fransa, Polonya’ya yardım amacıyla Almanya’ya savaş ilan ettiler.

Savaş kısa zamanda alanını genişletti. İskandinavya’dan Kuzey Afrika’ya, Balkanlar’dan Manş kıyılarına kadar olan bütün yerleri Almanlar “Yıldırım Savaşı” usulüyle ele geçirdiler. 1939’da Sovyet Rusya ile Almanya arasında imzalanan dostluk paktına rağmen 22 Haziran 1941 tarihinde Alman orduları Rusya’ya saldırdı. Bunun üzerine 12 Temmuz 1941’de Rus-İngiliz bağlaşması imzalandı.

7 Aralık 1941’de Japonya’nın Havai Adalarındaki Pearl Harbour limanında bulunan Amerikan donanmasına baskın yapmak suretiyle ABD de savaşa girmiş oldu. ABD, Japonya’ya savaş ilan ederek Rusya ve İngiltere’nin yanında İkinci Dünya Savaşına girdi. Savaşa dönemin tüm büyük güçleri olan Birleşik Krallık, Sovyetler Birliği, ABD, Çin Cumhuriyeti ve Fransa, Müttefik Devletler olarak; Almanya, İtalya ve Japonya, Mihver Devletler olarak katılmıştır. Bu ülkeler dışında da bir çok ülke ya Müttefik Devletler, ya da Mihver Devletler yanında yer aldı.

Altı yıl süren 2. Dünya Savaşı; Kuzey Avrupa (Norveç, Danimarka), İtalya, Batı Avrupa (Fransa, Belçika, Hollanda, İngiltere), Doğu cephesi (Rusya), Kuzey Afrika (Mısır, Libya), Balkan cephesi (Yunanistan), Pasifik cephesi (Japonya, ABD, Çin) olmak üzere yedi cephede yürütüldü. Mihver Devletleri 1943 yılı itibari ile hemen hemen her cephede kaybetmeye başladılar. 16 Nisan 1945 Sovyetler Berlin’i kuşatan son saldırılarını başlattı. Bu savaş sürerken 30 Nisan 1945 Hitler intihar etti. 2 Mayıs’ta Berlin Rusya’nın eline geçti. 9 Mayıs 1945 Almanya teslim olduğunu açıkladı. Savaş halinde olan bir tek Japonya kalmıştı. Amerikalılar Nagazaki ve Hiroşima üzerine atom bombaları attıktan sonra 1945’de Japonlar teslim oldular. Böylece 2. Dünya Savaşının askeri safhası sona ermiş oldu.

 

2.Dünya Savaşı’nın Sonuçları 

Savaşın en önemli sonucu hiç kuşku yok ki, büyük insan kayıplarına yol açmasıdır. Avrupa ve Asya’da 50 milyonu aşkın (bu konuda değişik rakamlar mevcut. Hem asker, hem de sivil kayıplarla yaklaşık olarak 60 milyon olduğu da söyleniyor) insanın hayatına mal olmuştur. Sovyetler Birliği 1939’daki nüfusunun % 13’ünü, Almanya % 10’unu, Polonya ise % 16’sını yitirmiştir. Nazi rejiminin 22 yöneticisi 1945’te Nürnberg’de toplanan uluslararası bir mahkeme tarafından yargılandı. Sanıklardan 12’si ölüm cezasına, 7’sin ise hapis cezasına çarptırıldı. Savaşın doğurduğu ekonomik yıkımın boyutları 2 trilyon dolar olarak tahmin edilmektedir. Alman kentlerinin % 70’i yerle bir olmuş, binlerce fabrika, liman, demiryolu hatları tahrip edilmiş, ulaşım ve üretim felç olmuştur. Devlet borçlanmaları İngiltere’de üç, Fransa’da dört, ABD’de altı, Almanya’da ise on kat artmıştır. Avrupalı devletlerin sömürgeleri üzerindeki etkileri azalmaya başlamış, sömürgelerde ulusçuluk ve bağımsızlık düşüncesi yükselişe geçmiştir. Japonya Müttefiklerce işgal edilmiş ve savaşı izleyen ilk yıllarda tümüyle ABD’nin denetiminde kalmıştır. Japonya; Çin’den aldığı toprakları ve Mançurya gibi sömürgelerini kaybetmiş, Tayvan Çin’e, Sahalin ve Kuril Adaları Sovyetler Birliği’nin eline geçmiştir.

Yukarıda da belirtildiği gibi genel anlamda bir paylaşım savaşı olarak tarihe geçmiştir. 2. Dünya Savaşı’nın ortaya çıkardığı sonuçlar iki kutuplu yeni bir dünya düzenine yol açmıştır. Bu iki kutuplu sistem, savaşın sonucu olduğu kadar, sebebini de daha net ortaya çıkarmaktadır. Yine savaş sonrası ulusal kurtuluş ve ulusal bağımsızlık hareketlerinde yükseliş yaşanmıştır. 

 

İki Kutuplu Dünya (Soğuk Savaş Yılları) 

2.Dünya Savaşı, maddi-manevi tahribatları dışında siyasal, ekonomik, sosyal açıdan ciddi değişikliklere sebep oldu. Bu değişiklikler ABD ve Sovyet Rusya etrafında şekillendi. Özcesi 2. Dünya Savaşı iki süper güç ve iki kutuplu bir dünya düzenini ortaya çıkardı. Bu yıllarda iki kutup arasında sıcak bir savaş meydana gelmese de, dünya halkları hep bir savaş tehdidi altında yaşadı. 

 

Amerika Birleşik Devletleri(ABD) 

2.Dünya Savaşı’ndan güçlenerek çıkmıştır. Dünya hegemonyasını İngiltere ve Fransa’dan devralmış, aslında aynı zamanda Avrupa devletlerini kendi yayılmacı politikalarına da ortak etmiştir. ABD Komünist Rusya’yı büyük bir tehdit olarak ele almış ve müttefik devletlerini Sovyet Rusya’ya karşı bir araya getirmiştir. Soğuk savaşın mimarı ve öncüsü olmuştur. 

ABD, Truman Doktrini ve Marshall Planı ile Batı Avrupa’da ekonomik kalkınma programları geliştirilerek Sovyetlerin Orta Doğu ve Avrupa’daki etkisini engellemeyi amaçlamıştır. Daha sonra Avrupa Onarım Programı uygulanmaya konulurken, ilk dört yıl içinde ABD, Avrupa’ya 11.4 milyar dolar yardımda bulunmuştur. Bu yardımların %90’i doğrudan hibe şeklinde olmuştur. En fazla yardım alan ülkeler sırasıyla; İngiltere (%24), Fransa (%20), Federal Almanya (%11) ve İtalya (%10) idi.

1949’da BM’ye üye ülkelerin (ABD, Kanada, Fransa, İngiltere, İzlanda, Hollanda, Belçika, İtalya, Danimarka, Norveç ve Portekiz) bir araya gelmesi ile Kuzey Atlantik Paktı-NATO kuruldu. Böylece gelişen Sovyet Rusya’nın bir savaş tehdidi olduğu da ilan edilmiş oluyordu. 

 

Sovyet Sosyalist Cumhuriyetler Birliği (SSCB)

Hiç kuşkusuz 2. Dünya Savaşı’nın kaderini Doğu cephesi, yani Kızıl Ordu’nun direnişi değiştirdi. 1942 sonbaharına gelindiğinde Alman orduları Don nehrini 200 km geçmiş, Stalingrad’ı kuşatmış, Moskova kapılarına dayanmış, Leningrad’da büyük bir direnişle karşılaşmışlardı. 

19 Kasım 1942’de Rusların karşı taarruzunun başlaması ile birlikte savaşın gidişatı da değişti. 19 Kasım’da başlayan Rus taarruzuyla 23 Kasım’da Almanların 6’ncı ordusu kuşatılarak, 31 Ocak’ta 6’ncı ordu Ruslara teslim oldu. Bundan sonra üstünlük Rus ordusuna geçti. Kaybedilen bütün yerler tek tek geri alındı. 2 Mayıs 1945’te Berlin’in alınması ile tamamlandı.

Savaştan sonra Sovyetler Birliği’nin desteğiyle Çekoslovakya, Bulgaristan, Macaristan, Yugoslavya, Arnavutluk, Demokratik Alman Cumhuriyeti, Polonya ve Romanya’da sosyalist halk cumhuriyetleri kuruldu. Bunların yanında Çin ve Kuzey Kore’nin de sosyalizme yönelmesi yalnız olan Sovyetler Birliği’ne müttefik kazandırdı.Savaşın yıkımı en çok kendini Rusya’da göstermişti. 20 Milyona yakın (bu konuda net rakamlar yok) insan hayatını kaybetmiş, kentler yıkılmış, ekonomik anlamda ciddi kayıplar yaşanmıştı. Rusya 5 yıllık ekonomik planla 1950’ye gelindiğinde, neredeyse savaş öncesi düzeyi yakalamıştı.

2.Dünya Savaşı ABD öncülüğündeki Müttefik Devletler Sovyet Rusya’nın yükselişi karşında bazı tedbirler almaya başladı. Atılan her adıma karşılık Rusya da kendi politikalarını belirledi. Dönemin Soğuk Savaşı olarak tanımlanmasının özünü bu oluşturmaktadır. 

Stalin, 5 Ekim 1947’de “Amerikan emperyalizminin bir aleti” olarak tanımladığı Marshall Planı’na (Avrupa Ekonomik Kalkınma planı) karşıt bir girişim başlattı. SSCB, Polonya, Bulgaristan, Çekoslovakya, Romanya, Macaristan, Yugoslavya, Fransa, İtalya komünist partileri liderlerini bir araya getirerek Kominform’u kurdu. 25 Ocak 1949 COMECON (Karşılıklı Ekonomik Yardımlaşma Konseyi) 

SSCB’ye sosyalist sistemlerle arasında ekonomik işbirliği ve dayanışma amacıyla kuruldu.

5 Mart 1953’te Stalin’in ölümü ardından Sovyetler Birliği Komünist Partisi Genel Sekreterliği’ne Nikita Kruşçev, hükümet başkanlığına Georgi Malenkov getirildi. 14 Mayıs 1955’te SSCB’nin başkanlığında; Çekoslovakya, Bulgaristan, Macaristan, Polonya, Doğu Almanya ve Arnavutluk (1968’de çekildi) Varşova Paktı kuruldu.

Kurulma amacı, NATO saldırısına karşı Doğu Avrupa ülkelerini askeri tedbirlere dayalı olarak savunmak şeklinde tanımlandı. 

2.Dünya Savaşı’ndan süper güç olarak çıkan Sovyet Rusya Küba, Çin ve Kuzey Kore ile de ilişkileri devam etti. Sovyet Rusya’nın gelişimi hiç kuşkusuz, ulusal kurtuluş hareketlerini cesaretlendirmiş, bir çok ülkede kurulan komünist partiler SSCB’den destek görmüştür. 1970’li yıllara gelindiğinde Sovyetler Birliği artık gücünün doruklarındaydı. Uzay Çağı’nı başlatan ve ABD ile uzay yarışına giren SSCB, Doğu Avrupa’daki sosyalist ülkelerle kurduğu ticari işbirliği örgütü COMECON ile de Avrupa Ekonomik Topluluğu karşısındaki rekabetçi gücünü gösteriyordu. 

3.Dünya Savaşı’nın büyük yıkımı çabuk bertaraf edilmiş, kalkınma her alanda sağlanmıştı. Ancak Rusya soğuk savaş yıllarında devlet kapitalizmini zirvede yaşamış, Batı ile ilişkileri geliştirme adına ulusal kurtuluş mücadelelerine yeterince destek vermemiş, ekonomik, bilimsel, silahlanma yarışına gömülmüştür. 

Kapitalizme, toplumsal gelişime Darwinist yaklaşım nedeniyle kapitalizmi yaşamayan toplulukları geri ve ilkel görmüşlerdir. Öte yandan endüstriyalizmin kapitalizme niteliksel bağı, sakıncaları eleştiri konusu yapılmamıştır. Özcesi pozitivist yaklaşımı esas almışlardır. Feminizm, ekoloji ve kültürel hareketler sınıf mücadelesine engel olarak görülmüştür. Kadının sadece emeği ile değil, tüm beden ve ruhuyla yaşadığı ağır sömürgecilik kapsamlı çözümlemelere tabi tutulmamıştır. Burjuva hukukunun eşitlik ölçüleri aşılamamıştır.

Bir çok alanda değerlendirilebilecek yanları olmakla birlikte, özünde 2. Dünya Savaşı’ndan sonra Sovyet Rusya’nın kapitalist dünyaya, devlet kapitalizmiyle entegre olduğunu söylemek yanlış olmayacaktır. 

 

Ulusal Kurtuluş Savaşları

“ABD ve SSCB arasındaki soğuk savaş yılları ulus-devletlerin altın çağıydı. Aradaki gerginlik ulus-devletlerin çığ gibi doğuşlarını hazırladı. 1914’e kadar Avrupa’da tamamlanan ulus-devlet süreci, 1970 başlarında da esas olarak dünya çapında tamamlandı.” (Abdullah Öcalan, Özgürlüğün Sosyolojisi)

1945 yılı “psikolojik dönüm noktası” olarak görülebilir. Zira önemli milliyetçi/sömürge karşıtı mücadelelerin yanı sıra bu hareketlerin tarihlerinde de, Rus Devrimi’nden köklerini alan daha geniş bir Marksist-Leninist devrimci dalganın bir parçası olarak pek çok komünist hükümet Avrupa’da iktidara geldi. Batı Avrupa’nın çoğunda Sosyal Demokratları kendilerince emsalsiz başarılara imza attılar. Bu kutuplu dünya siyaseti çağında ABD ve Avrupa’nın çoğundaki işçi sınıfı sosyalizm hareketi ile uzlaştı ve sistem karşıtı güçler olarak varlıklarına son verdiler. 

2. Dünya Savaşı sonrası bir çok ülkede ulusal kurtuluş hareketleri boy verdi. Bunların başında Asya’daki hareketler gelmektedir. Çin, Hindistan, Endonezya, Kore, Vietnam ve Filipinler’deki mücadeleler önemli rol oynadı. “1945-1968 yılları arasında Asya’yı büyük oranda tarif eden sözcüler, devrim ve karşı devrim sözcükleridir.” (William G Martin, Toplumsal Hareketler)

Küba Devrimi (1956-1959) ulusal kurtuluş mücadeleleri açısından bir dönüm noktasıdır. Rusya, Çin, Vietnam ve Küba devrimlerinden sonra sosyalist mücadeleler dünyayı dört koldan kuşatan bir tablo ortaya çıkardı. ABD’nin Latin Amerika ülkelerine karşı geliştirdiği ekonomik ambargo, işçi hareketlerinin gelişmesine sebep oldu. Venezuella, Kolombiya, Nikaragua, Peru gibi ülkelerde gerilla hareketleri ve köylü ayaklanmaları başladı. 

Afrika’da da 1951-1968 yılları arası bir çok ülke bağımsızlığını ilan etti. 2. Dünya Savaşı sonrası gelişen hareketler çoğunlukla “halk savaşı” stratejisine dayanarak gelişti. Büyük umutlar, hedefler ve bedellerle elde edilen kazanımlar devlet ve iktidar çemberine takılıp kaldı. 1970’lere kadar dünya genelinde ulus-devlet yapılanmaları tamamlanmıştı. Sonraki yıllarda Kürt Özgürlük Hareketi, 1978’de partileşen PKK öncülüğünde sosyalist mücadelelerin mirasını arkasına alarak ve reel sosyalizmden çıkardığı derslerle gelişti.

Sonuç olarak; faşizm ve 2. Dünya Savaşı başta Avrupa ve Sovyet Rusya olmak üzere dünyanın bir çok ülkesinde yıkımla sonuçlanmış, Avrupa ülkeleri toplum üzerindeki travmaları aşmak adına daha çok ekonomik refaha ağırlık vermiş, sömürgeciliğin karakteri değişmiş; bilim ve teknik alanında da büyük gelişmeler yaşanmıştır. Dünya halkları 40 yıl soğuk savaşın tehdidi altında yaşamış, her iki kutuplu dünya sisteminin de özünde halkların ihtiyaçlarına cevap vermediğine şahit olunmuştur. Ulusal kurtuluş hareketleri kapitalist devlet sistemlerini önemli oranda değişime zorlasalar da kendileri de devlet-iktidar geleneğini yıkamamış veya yıkmak istememişlerdir. SSCB’nin yıkılışı sonrası dağılan iki kutuplu dünya sistemi sonrası, halklar halen kendi yeni sisteminin arayışı içerisindedir. 

 

*Magistra: Roma Cumhuriyeti’nde siyasi, askerî ve bazı durumlarda dinî iktidarı elinde bulunduran yetkililerin oluşturduğu kategori. Magistratus ordinari (olağan magistralar) ve Magistratus extraordinarii (olağandışı magistralar). Olağan magistralar (censura dışında) senede bir seçilir ve bir yıl süreyle hizmet verirlerdi. Buna karşılık olağandışı magistralar yalnızca özel durumlarda seçilir ve kesinlikle ikinci bir meslektaş seçilmezdi. Olağandışı magistraların olağan magistraların üstünde yetkisi vardı.

 

Kaynakça

  •  B. Liddell Hart, 2. Dünya Savaşı Tarihi, Çev: Kerim Bağrıaçık, İş Bankası Kültür Yayınları, 2016
  •  Nicos Poulantzas, Faşizm ve Diktatörlük, Çev: Ahmet İnsel, İletişim Yayıncılık, 2004
  • Abdullah Öcalan, Demokratik Uygarlık Manifestosu, Cilt 4, Amara Yayıncılık, 2015
  • Abdullah Öcalan, age, Cilt 3 
  • William G Martin, Toplumsal Hareketler, Deniz Keskin, Versus Yayınevi, 2009
  • http://www.barikat-lar.de/kitap/safak1/2bolum.htm

 

Bunları da beğenebilirsin

Yoruma kapalı.