Düşünce ve Kuram Dergisi

Ekolojik Mücadele Ya da Yaşamın Diğer Adı Üzerine Notlar

Metin Yeğin

“Ben İlk başta, kauçuk ağaçlarını kurtarmak için çalıştığımı zannediyordum. Sonra Amazon, yağmur ormanlarını kurtarmak için mücadele ettiğimi düşündüm. Şimdi insanlık için mücadele ettiğimin farkındayım.” Chico Mendes

20 yıl kadar önceydi. Ekvator da yağmur ormanlarının ortasında bir kulübe de posterini görmüştüm. 1988 yılında öldürülmüştü. Kauçuk ağaçlarını korumak için mücadele sürdürürken, büyük toprak sahipleri tarafından katledildi. Ülkemde ‘Ekoloji’ o günlerde, lüks tartışma malzemeleri arasına bile girmemişti. Ulus ötesi tekellerle birlikte, Amazon’u yağmalayan büyük toprak sahipleri, sadece o yıl, topraklarını, yurtlarını korumak için mücadele eden, çoğu yerel önderlerden 19 kişiyi katletti. Döndüğümde ekolojist mücadeleyi küçümseyenlere Chico Mendes’i anlatıyordum ve Amazonun yağmasını…

Kapitalizmin doğuşu soygun ve talandır. Amerika kıtasının, gümüşünü, altınını ve geride ne varsa, yükte hafif, pahada ağır ve hatta yükte de ağır, ne varsa gasp edenlerin soyudur kapitalizm. Avrupa’nın ticaret burjuvazisi, bu talanın üzerine serpildi. Bu birikim-kapital, yani altın, gümüş, bakır ve diğerleri, kıtaya işgalcilerin taşıdığı grip, frengi ve barutla, yani ölümle, Kapitalizmi doğurdu. Bu yüzden kapitalizm ölüm kültürü ( !) dür. Burjuva medeniyeti, giyotinden elektrikli sandalyeye uzanan, hızlı ve temiz öldürebilme sanatından başka nedir ki?

Sao Poula yakında bir yerleşim yeriydi. Baraj inşaatının altında kalıyordu. Kente yakın ve çok verimli topraklardı. Orada yaşayan yüzlerce aile tabii ki evlerini, topraklarını terk etmek istemiyorlardı. MST-(1)Topraksız işçi hareketi, topraksız aileler ile birlikte bir sabah oraya geldi. Baraj inşaatı tabelasını söktüler. Şenlikli bir şekilde inşaat tellerini yıktılar. 450 yeni aile oraya yerleşti. Bir yandan orada evlerini inşa ediyorlar, bir yandan toprakları işliyorlardı. Bu işgal ile bu çevresel yıkıma karşı mücadele ile barınma hakkı ve toprak mücadelesi birlikte yürümeye başladı. Dünyanın en büyük barajlarından birinin projesinin, en azından bu ayağı inşa edilemedi. Böylece baraja doğrudan karşı çıkanların sayısı, neredeyse iki katına ulaştı. Kendi yetiştirdiklerini birlikte yerken ‘Bak bu toprağı öldürmek istediler.’ Diyorlardı.

Dünyanın birçok yerinde ekolojist mücadele ile halkların direnişlerinin iç içe girmesi pek tesadüf değildir. Doğanın yağması ilk başından beri sömürgecilik ile birlikte yürür. Bu yüzden Güney Amerika’da yurtlarına barajlar, santraller, otobanlar inşa edilmek için sürülen Amazon yerlileri, Hindistan ya da Çin de yerel topluluklar, Türkiye de Kürtler, Lazlar, Hemşinliler, hesaplansa da, hesaplanmasa da çevresel yıkımın ilk hedefleri arasındadır. Kültür ve özellikle dil doğrudan toprağa bağlıdır. Bu çevresel yıkıma karşı direniş, her zaman, aynı zamanda bir kimlik direnişi durumundadır.

Diyarbakır da Ekoloji çalıştayı idi. Sonuç deklarasyonu tartışılırken bir şey önermiştim. ‘Mesela Hasankeyf’e kredi veren bankanın, ülkede ki bütün şubelerine saat 14.30 da girip halay çekelim diyordum. Hiçbir banka bütün şubelerinin yarım saat çalışamamasına dayanamaz.’ Herkes coşkuyla kabul etti. Sonra hiçbir şey olmadı. Bütün bu forumlar, çalıştaylar kelimelerden ibaretti galiba.

 “Ben kanlı çatılardan çığlıklar atıyorum. Elitler, şiişt..! komşuları uyandıracaksın diyor ama zaten benim istediğim bu. Onları uyandırmak.” Arundhati Roy

Hintli yazar Arundhati Roy; Booker Edebiyat Ödülü sahibiydi. 2004 yılında da şiddet karşıtı çalışmalarıyla Sydney Barış Ödülü’nü aldı.500 bin kişiyi yerinden edecek olan Narmanda barajının yapımına karşı direnişe, baştan itibaren katıldı. Bu direniş, Dünya bankasının, bu baraj için verdiği krediyi durdurmayı başardı. Egemenler yine de bu projeden vaz geçmediler. Endüstriyel toplum, hiçbir zaman tükenmeyecek enerji açlığını bastırmaya çalışıyordu. Barajın topladığı su, insanların evlerini doldurmaya başladığında bile evlerini, köylerini terk etmeme kararı aldılar. Arundhati Roy, kendini evlerine zincirleyen köylülere katıldı. Boğazlarına kadar su dolduğunda, bile direnişlerini sürdürdüler. Ancak polis müdahalesi ile zincirlenmiş evlerinden koparıldılar.

Brezilya Avrupa’dan büyük bir ülke. Arjantin Türkiye’nin yaklaşık 4 katı, Paraguay ise yarısı. Burada bütün bu ülkelerden daha büyük bir ülke ise Monsanto toprakları. Ulus ötesi tohum tekeli Monsanto, genleriyle oynanmış tohumlarla, insanları, toprağı ve dünyayı öldürüyordu. Buna karşı MSTTopraksız işçi hareketinin kadınları, 8 Mart dünya kadınlar gününde, uzun keskin bıçaklarımachetalarıyla GDO’lu tohumlar üreten, geliştiren laboratuvarlara saldırdı. Daha sonra ki yılarda yine 1000 MST’li kadın okaliptüs ormanına aynı şekilde saldırı düzenleyerek tahrip etti. Bir Amazon bitkisi olmayan Okaliptus ağaçları, selüloz üretmek için büyük toprak sahipleri tarafından yetiştiriliyordu. Yağmur ormanlarının ekolojik dengesini hızla bozan bu üretime karşı, MST hareketi, özellikle kadınları, her yıl eylemler düzenliyordu. Dünyayı savunuyordu.

‘Çevrecilik’ ile ‘ekoloji’ ayrımını iyi vurgulamak gerekiyor. Saf çevre koruma düşüncesi, özellikle üst düzeyde çevresel yağmalardan sonra geriye kalan ‘çevre müzesi’ yaratılmasıdır. Bu kilometrelerce kareyi içeren bir alanı kaplayabilir. Ayrıca mutlak olarak o bölgenin yağması, yok edilmesine ilişkin değil de bir başka tarafa ait bölgenin vicdanını kurtarmak ya da halkla ilişkiler işlevi kullanılmak üzere gerçekleştirilebilir. Her ne kadar yine de kapitali, eninde sonunda karlı bir iş yaptığına ikna etmek zorunluluğu olmasına karşın bu işe ikna etmek durumunda olanlar da ‘iyi’ insanlardır. Ancak bu şekilde çevreci bir politika ile korunan alanlar genellikle ekolojik alanlar değildir. Bu yüzden ekolojik alanlar idari kararlarla değil yerel ile birlikte örgütlenme ve karar hakkı ile gerçekleşebilir. Mesela ABD’de doğal park ilan edilen bir bölgede yıllardır kerevit çıkaran yerliler, de bu işten men edildiler. Yerliler buna çok şaşırdı. Tanrı o kerevitleri biz toplayalım diye oraya koydu diyorlardı. Çevreci uzmanlar buna güldüler. Ancak yıllar geçince artık su altının hiç de eskisi gibi zenginliğinin kalmadığının farkına vardılar. Aslında kerevit avlarken yerliler su altının ekolojik dengesinin bir parçası durumundaydılar. Kerevitleri toplarken, bir çok yosunu ortadan kaldırıyorlar, yeni kerevit alanları açıyorlar, zayıf olanları ayıklıyorlardı. Bu diğer su altı canlıları içinde bir denge durumu yaratıyordu. Hiçbir zaman endüstriyel bir tüketim için kerevit avlamayan yerliler, su altı yaşamının bir parçası halinde yüzlerce yıldır yaşarken onları oradan çekip koparan saf çevre anlayışıydı.

Chico Mendes sadece doğanın korunma zorunluluğunu idari tedbirlerle sınırlı olamayacağını düşünüyordu. Ancak orada yaşayan insanların, doğa ile birlikte üretebilmesi, doğayı koruyabilirdi. İndian kooperatifleri oluşturarak, yağmur ormanının zenginliğini, halkın kolektif üretimiyle, doğanın yapısını bozmadan,insanlara doğrudan ulaştırılmasını örgütlüyordu. Örgütlenme ekolojik direnişin onsuz olmaz koşuludur. Belki hiçbir endüstriyel ürün kullanmadan ya da doğaya zararlı bir eylem gerçekleştirmeden bir yağmur ormanı parçasını korumanız mümkün olabilir ama bu ancak çevresel bir koruma tanımı altına girer. Ekolojik yaşam ancak toplumsal bir yapı içinde örgütlenme ile gerçekleşebilir. Bu nedenle örgütlenmeyi ve çocukların eğitimini de içeren bir süreç olarak yorumluyordu.

Meksika da Mazahua* halkının yüzyıllardır yaşadıkları topraklarından, başkent Ciudat Mexico’ aya, 140 kilometrelik Cutzamala kanal sistemi inşa edildi. Yılda 480 milyon metreküp su başkente pompalandı. Ufak bir sorun vardı, Mazahua’lara içme suyu bile kalmadı. Yüzyıllardır kendi topraklarında kendi yiyeceklerini yetiştiren Mazahua’lar son çare olarak sularını korumak için 2004 yılında ‘Mazahua kadın Zapatista ordusunu’kurdu. Av tüfekleri, tahta tüfekler ve machetalarıyla son sularını korumak için kararlı olduklarını gösterdiler. Uzun yürüyüşler, açlık grevleri ve kadın Zapatista ordusu en sonunda Ciudat Mexico yönetimiyle görüşmeyi kabul ettirdi. Mazahua halkının mücadelesi devam ediyor. Bu ekim ayının 14-19 u arasında ‘su hakkı’ için düzenledikleri 5 günlük uzun bir yürüyüş de var.

Özellikle barajlarla boşaltılan köyler, yüzyıllardır yaşadıkları topraklarından kovulan halklar bir başka açıdan da mülksüzleştirilmekteler. Bu mülksüzleştirmenin manası, sermayenin bu toplulukları tümden kendisine dahil etmesidir. Sermaye bu toprakları gasp eder ve bunu halkların kimliksizleştirmesi ile birlikte gerçekleşir. Topraktan koparma, kent varoşlarına sürüklenen halklar, topluluklar, tarihte görülmemiş bir hızda asimilasyona tabii tutulması demektir. Baraj inşaatları ile sürülen halklar, milli eğitim sistemlerinin ya da toplama kamplarının hiçbir zaman beceremeyeceği bir süratle kent çeperinde marjinal bir yoksul topluluğa dönüşür. Burada kullanılan, ikinci dünya savaşında Nazilerin Yahudilere yaptığı, önce yakalarına işlenmiş sarı yıldızlar, ardından gettolar ve toplama kampları yerine baraj inşaatı yapılacağını bildiren tebligat, direnilirse polis copu ve nihayetinde dozer ve kepçelerdir. İşin farklı kısmı neredeyse bütün ‘kalkınmacıların’ alkışları, bu yıkıma, asimilasyona alkış tutar.

Arundhati Roy; Küresel düzeyde uygulanan neoliberal doğa gaspına karşı, bu tür yerel direnişler ve küresel mücadeleye ilişkin; ‘ Bununla karşı karşıya kalmak durumunda kalan insanların yalnız başlarına kaldıklarını düşünüyorum. Benim gibi isyanın küreselleşmesinden söz eden insanlar dahil bütün bu küreselleşmeyle mücadele konuşmaları; küreselleşmeye, savaşa karşı birkaç yıl önce yapılan büyük yürüyüşlerin hiçbiri kar etmedi. Aslında gerçek mücadele derinlerde cereyan ediyor. Örneğin Hindistan’dan bir örnek vereyim: Eyaletlerden birinde devasa demir cevheri kaynakları buldular. Büyük şirketler bu madeni çıkarmak istiyor, yerli halk bu bölgede yaşıyordu. Hükümet bu bölgede Maocuların olduğunu söyleyerek 4 bin köyü, 400 bin insanı polis kamplarına aldı. Bunları silahlandırıyorlar, “halk milisi” adı altında örgütlüyorlar. Yani Kolombiya’da olduğu en yoksullar en yoksullarla savaşıyor ve madenleri de büyük şirketler işletiyor. Yani bir tür iç savaş durumu yarattılar.’ diyordu.( Metin Yeğin-Arundhati Roy ile söyleşi )

Yerel direnişlerin en önemli paradokslarından biri NGO-STK müdahaleleridir. Bir yandan diğer benzer yerlerde ki deneyimlerin bilgisine sahip STK’lar, direnişin ilk başında inisiyatifi alır ve insanları bilgilendirirler ancak bu inisiyatif alış, mücadelenin önündeki günlerinde genellikle olumsuz etkiler yaratır. Uzlaşmaya yakın, fazla yasalcıdırlar. Bu direnişi her zaman sınırlayacaktır. Hatta uzun süre, yerel halk ile birlikte yürüseler de keskinleşen durumlarda ya da ılımlı önerilerde hemen uzlaşmaya yakın olan STK’lar olacaktır. Bu her zaman yerel hareketi ikna edecekleri anlamına gelmez ama bu tür bir durumda önerinin kabul edilmesi ya da uzlaşılması, en azından birleşik direnişten bir ayrılma görüntüsü yaratır ki ekolojik mücadele de en önemli olan noktalardan biri olan toplumsal meşruiyeti zayıflatır. STK’lar genellikle sahip oldukları olanaklar, teknik bilgileri ve medya ilişkileri ile çok zor koşullarda mücadele sürdüren yerel hareketler için çok çekici etkiler yaratır ancak bu olanaklar aynı zamanda onların, zayıf yanlarını meydana getirir ki bu durum paradoksaldır. Bu nedenle her yerel hareket mutlaka, inisiyatifi kendi elinde bulundurmalıdır. Sık sık görünen bir başka durum; STK’larla ilişkili yerel önderler, öncelikle kendi sorunlarını anlatmak için toplantı, konferans, seminerlere katılmaya başladıklarında ortaya çıkar. Bir süre sonra, bu toplantıların parlak kişilikleri haline gelen yerel önderler, gerçek işlevlerini yitirip ‘konuşmacıya’ dönüşebilirler. Bu nedenle MST-Topraksızlar hareketi delegelerini özellikle yurt dışı toplantılara sürekli farklı insanları göndererek bir diplomat direnişçi durumunu ortadan kaldırmaya çalışır.

Baraj, otoban, nükleer santral ya da yeni bir kent inşasında ‘iyi niyetliler’, ortaya çıkacak yapının getirisi ve yıkımı karşılaştırılması yaparak, bunların uzun vadede karsız ve zararlı olduğunu kapitalistlere anlatmaya çalışmaktadırlar. Burada anlamadıkları şudur ki kapitalizm rasyonel değildir. Yani hiçbir kapitalist yaptığı bir yapının 20-30 yıl sonra yıkıma yol açacağını umursamaz. Çünkü şirket bu yılı, günü nasıl karlı kapatacağını hesaplamaktadır. Bu santrallerden hiç kimse yararlanmayacak, otobanlardan kimse geçemeyecek bile olsa bunların inşa edilmesi kapitalist-endüstriyel sistemin bir gereğidir. Bu çaba da ısrar etmek iyi niyeti saflığa dönüştürmektedir.

Kürt hareketinin ‘Ekolojik Demokrasi’, radikal katılımcı bir demokrasi, talep eden bir hareket olduğunu biliyor musunuz?

Bunları da beğenebilirsin

Yoruma kapalı.