Düşünce ve Kuram Dergisi

Faşizmin Kültürel Kodları

Mesut Yurtsever

Faşizmin kültürel kodlarının neler olduğunu serimleyebilmek için öncelikle faşizmin tanımını doğru ortaya koymak lazım. Çünkü tanım anlamın dayandığı temel dinamikleri ortaya koyduğu gibi, anlam belirsizliğini ortadan kaldırır. Tanım aynı zamanda bir şeyin veya bir olgunun içsel özelliklerinin, yapısal niteliklerinin dile gelmesi, betimlenmesi işidir.

Faşizmi, doğru temelde tanımlama da olgu olarak nasıl oluştuğunu, oluşum sürecinde onu varlaştıran esas etmenlerin neler olduğunu ve hangi yapısal-sistemsel temele dayandığını ortaya koymakla olur. Oysa, biliyoruz ki yirminci yüzyıl liberal ve sosyalist entelektüellerinin faşizmi anlamada yaşadıkları en temel yanılgılardan biri onu doğru tanımlayamamalarıdır. Tanımlar yanılgılı ve yetersiz olunca cevaplar da öyle olmuştur. Hatta kimi zaman niyetten bağımsız (karşı olunsa bile) kuramsal düzlemde onun izinden yürümekten kurtulunamamıştır. Roger Griffin faşizmi tanımlamada yaşanan belirsizlik halinin 1990’lara kadar yaşandığını, ama 90’lardan sonra kısmi olarak tanımlamada bir ortaklaşmaya varılarak aşıldığını ifade eder ve şöyle bir tanım ortaya koyar: “Bu konsensüse göre faşizm, milletin politik kültürünü yeniden yaratmayı ve çağdaş tarihi kaplamış olan krizi çözmeye yardımcı olacak ‘Yeni İnsan’’ı oluşturmayı amaçlayan devrimci bir milliyetçilik biçimidir.”[1] Bu tanımlama üzerinden faşizmin kültürel kodlarını serimlemeye çalışsak bizi nereye götürür acaba? Bu açıdan bu tanıma katılmak mümkün değil. Hele hele faşizme devrimci bir nitelik ve kriz çözücü bir paye yükleme olsa olsa hakikati perdeleme, bilerek veya bilmeyerek ona hizmettir.

Yine “Faşizm çok uzun sürmüş dekadans dönemine son vermek için bütünsel bir politik, toplumsal ve kültürel doğuş sürecinin gerekli olduğu inancından ilham alan, çağdaş politikanın alışılmadık derecede değişken ve bir türünü anlatan kavram”[2] ve faşizmi “liberalizm karşıtı, akıl ve kuram yerine canlılık ve eyleme öncelik tanıyan pozitivizm karşıtı”[3] tanımlamalar da benzer içerik ve işlevlerdedir. Bu tanımlamalarda faşizm öyle denildiği gibi ne liberalizm karşıtıdır ne de dekadans dönemine son veren bir politik kuramdır! Tersine faşizm liberalizmin patolojik, şizofrenik erkek evladıdır. Faşizm dekadans dönemlerine çözüm bulan değil, daha da derinleştiren savaş rejimidir. Buna rağmen olumluluk payeleri yüklemenin anlamı nedir? Kanımızca böyle tanımlamalara gitmek özelde ulus-devlet, genelde kapitalist modernite ile faşizm arasındaki ontolojik bağı görememe körlüğündendir. Daha subjektif değerlendirirsek (özellikle liberal entelektüeller için) faşizmin oluşumunda kendi zihinsel dünyalarının payını gizleme, üstünü örtme telaşının tanımlama halidir deriz.

Faşizmin mekan olarak Almanya, İtalya’ya; zaman olarak 1. ve 2. Dünya Savaşları arası sürece ve kişi olarak Hitler ve Mussolini ile sınırlandırma, pozitivist bakış yani hakikatin sadece görünen, gerçekleşen boyutunu dile getirmekten öte anlam taşımaz. O mekan, o zaman ve o kişiler üzerinden bir tanımlamaya gidip tanımı da kapitalist modernite ve ulus-devletten uzak ve de faşizm sanki münferit, istisnai ve kapitalist modernite dışında sisteme bela olmuş bir şeymiş gibi tanımlamalara gitmek

Öcalan’ın tabiriyle: ”Liberal ve sosyalist geçinen entelektüellerin en büyük sefaletidir.” Zihinsel sefaletin tanımlanmış halidir. Çünkü faşizm ile ulus-devlet, faşizm ile kapitalist modernite arasındaki ilişki sistemik ve ontolojik bir ilişkidir. Varoluşsal bir bağ söz konusudur. Bu açıdan faşizmin ontolojik olarak ulus-devlet ile ilişkisini görmemek yanılgılı tanımlamalar üretmekten öte anlam taşımaz. ”Ulus-devlet faşizmin izinde geliştiği bir devlet biçimini içten ve dıştan ezilen ve sömürülen toplumsal kesimlerle, rekabet halinde olduğu güçlerle savaş haline girdiğinde vardığı aşamadır.”[4] Biraz daha açarsak:

Kapitalist modernitenin en temel iktidar formu, ulus-devlettir. Milliyetçilikte, ulus-devletin modern dini düzeyindedir. Milliyetçilik öyle katı bir inanç geliştirir ki, ulus-devlete Hegel’in tabiri ile, ”Tanrının yeryüzündeki hali’ anlamında bir kutsallık atfeder. Ulus-devlet iki sebepten milliyetçiliği temel ideolojik inanç silahı olarak esas alır. Birincisi içte sınıf çelişkilerini gizleme, ulusal pazarı tekelleştirme temelinde geliştirme ve dışa doğru açılarak saldırgan emellerini teşvik etme ve maddi doğrulara el koymak için toplumu mobilize etmek. İkincisi de devletteki iktidar ve güç merkeziyetçiliği güçlendirmek için kullanır. Milliyetçilik bütün bir ulusun iktidarın kendisine ait olduğuna inandırılır. Kendine has bir ”yenilik” olarak kişiye bağlanmış iktidar olgusundan, iktidara bağlanmış kişi, kurum ve topluma geçme yaşanır. Yani devlet topluma yedirilir, toplum da devletleştirilir. Kapitalist modernite ulus-devletin bu ideolojik aygıt ile zihinleri bir takım fiktif, kurgusal olgularla teslim alır. İnsanı kendine, topluma ve doğaya yabancılaştırarak ”karıncalaşan birey” ile ”sürüleşen toplum” gerçekliğini açığa çıkarır. Bu anlamda faşizmin mayası ulus-devlet milliyetçiliğidir. Milliyetçilik, toplumu potansiyel olarak faşizme hazırlama ideolojisidir. Hannah Arendt, völkisch milliyetçiliği ile milliyetçiliği birbirinden ayırır. Faşizmi völkisch milliyetçiliği üzerine oturtarak izah eder. ”Milliyetçilik çoğu zaman dinin duygusal ikamesi olarak tarif edilmiştir. Fakat yeni bir din kuramı ve yeni bir kutsallık anlayışı getiren, sadece Pan hareketinin völkisch milliyetçiliği* olmuştur. (…) Kıta emperyalizmin arkasındaki sevk edici güç olan völkisch milliyetçiliğin tam gelişmiş Batılı ulus-devletin milli yetçiliği ile hemen hiçbir ortak yönü yoktur.”[5] Dikkat edilirse H. Arendt iki tür milliyetçilikten bahsetmekte: völkisch milliyetçiliği ve tam gelişmiş Batılı ulus-devlet milliyetçiliği… İkisi arasında ortak bir yönün olmadığını; dinselleşen milliyetçiliğin völkisch milliyetçiliği olduğunu ifade ediyor. Tam gelişmiş ulus-devlet milliyetçiliği de, ”Milliyetçilik, merkezi bir devlette atomlaşmış bir toplumu bir arada tutan eşsiz bir çimento haline geldi ve gerçekten de ulus-devletin bireyleri arasında iş gören yegane canlı bağ olduğunu gösterdi.”[6] diyerek atomlaşmış birey ile merkezileşmiş devleti birbirine bağlayan olumlu bir bağıntı gibi ele almaktadır! Oysa, birincisi merkezileşmiş devleti açığa çıkaran milliyetçiliğin kendisidir! Atomlaşmış birey de bu merkezileşen devletin bir mamulüdür! İkincisi, her iki milliyetçilik türü arasındaki fark: derinlik, yoğunluk hali ve kimlikte esas alınan farklılıktan ötürü biçimdedir. Özde bir farklılık söz konusu değil. Öz olarak aynıdırlar. Yine işlevsel olarak da aynı misyona sahiptirler. Biçimde görülen fark geç oluşmuş, geç kalmış burjuvazinin bir an önce rakiplerine ulaşma, onlarla mücadele etme ve pay kapma gayretinin yoğunlaştırılmasından öte bir şey değildir. Her iki milliyetçilik özsel anlamda kapitalizm, ulus devlet ve endüstriyalizme hizmet eder. Toplum üzerinde oluşturdukları etki, oynadıkları işlev ve rol aynı mahiyettedir. Völkisch (”Semantik anlamı kökenselliğe, ilkeselliğe dayanan Volk (halk) isminin sıfat halidir. Bu anlamıyla siyasal ulusu etnik toplulukla özdeşleştiren Alman milliyetçiliğinin, ‘halkçı’ yönünün ifadesidir.”) milliyetçiliği geç burjuvalaşma, geç ulus-devletleşme, kapitalist modernitenin bunalımına denk gelmesi ve kültür temelli kimliği esas almasından kaynaklı daha çok dinselleşmesini beraberinde getirmiştir. Ama bunlar Hannah Arendt’in dediği gibi iki milliyetçilik türü arasında hiçbir ortak bağ yoktur anlamında değildir. Milliyetçilikleri bilimsel veya toplumlara özgüllükleri bağlamında ele almak başka bir şey, iki farklı ideolojik akımmış gibi ele alıp faşizmi sadece bir milliyetçilik türü üzerine oturtarak öteki milliyetçilikleri ve ulus-devletleri faşizmi üreten zemin olmaktan uzak görme, doğru olmadığı gibi bilimsel de değildir. Birinci ve İkinci Dünya Savaşları dönemine kısa bir tarihsel bakış bile bunun öyle olmadığını bize gösterir. 1918-1945 arasında hemen hemen bütün Avrupa ülkeleri ile Güney Amerika; Şili, Brezilya, Avusturya, Macaristan, Belçika, İngiltere, Finlandiya, Fransa, Romanya, İspanya, Portekiz, İtalya, Almanya, Japonya vb. ülkelerdeki aşırı milliyetçi oluşum ve faşist hareketlerin büyük gelişim göstermeleri bunu gösterir. Almanya ve İtalya’yı da völkisch milliyetçiliğinden ötürü faşist ilan etme ama öteki milliyetçi iktidarları ”kısmen faşistleştirilmiş” veya ”para-faşist” rejimler olarak gösterme ne onları faşist rejimler olmaktan kurtarır ne de ulus-devlet milliyetçiliğini masum, olumlu gösterir. Hatta o dönem Avrupa devletlerinin neredeyse çoğu faşist rejimlere ya gebe ya da sahip durumdaydı. İspanya’da Franco, Portekiz’de Salazar, Fransa’da Vichy, Avusturya’da Dolfuss vb. rejimler bunun göstergesidir. Almanya’da faşizmin daha güçlü bir devlet yönetimine sahip olması, ülkedeki kapital, ulus-devlet ve endüstriyalizmin gücünden iler gelmektedir. Daha doğrusu Alman milliyetçiliğinin tekelleşen kapitalist modernitenin bu üç tekeli ile çok güçlü simbiyotik ilişki içinde olmasıdır. Şöyle ki, kapitalist tekel ekonomi üzerinde hegemonya kurup azami kâr elde etmek için aşırı merkezileşmiş bir nevi tekel olan bir iktidara ihtiyaç duyar. Ulus-devlet bu kapsamda kapitalist tekelin yardımına koşar. Çünkü, ulus-devlet kendini toplumun tüm hücrelerine taşırarak iktidarını deriliğine ve genişliğine yaymayı-çoğaltmayı esas alır. Özellikle bu süreç ”Sanayi çağının ulus-devleti, azami kâr kanunu gereği bir iç savaş rejimi olarak örgütlemek zorundadır. Ulus-devlet iktidarın tüm toplumsal gözeneklere sızması, iç savaşın en genelleşmiş halini ifade eder ki faşizmin tanımı da bu çerçevededir. Tarihin en yoğun iç ve dış savaşlarının son iki yüzyıllık endüstriyalizm çağında yaşanması, milliyetçiliğin resmi din olarak işlev görmesi, faşizm ve endüstri sermayesi arasındaki ilişki ile izah edilebilir. Soykırım bu dönemdeki savaşların tüm toplumu kapsamasının sonucudur”[7]

Ulus-devlet dört temel ideolojik varyanta: milliyetçilik, cinsiyetçilik, dincilik ve bilimciliğe dayalı olarak bir taraftan balon gibi içi boş, şişirilmiş, yüksek bir egoya sahip ama tarihin en köleci, ucube vatandaş tipini -ki bu tip hafızasızdır, felsefesizdir, güdülerin esiridir, tüketicidir, en küçük çıkarı için toplumu bir tarafa bırakandır, köle ruhludur vb- öte yandan toplumu ahlaki ve politik vasıflarından yalıtarak tümüyle devlet içinde eritmeye çalışır. Ve faşizme hazır hale getirilir. Kapitalizm+ulus-devlet+endüstriyalizm üçlüsü ile inşa edilen orta sınıf, bürokrasi ve şehir gibi olgular karşımıza bu sefer faşizmin sosyal, kurumsal ve mekansal temeli olarak çıkarlar.

Sonuç olarak faşizm, toplumun her yönüyle devlet, devletin toplumla özdeşleşmesi veya ”faşizm, kapitalizmin kriz hali, kendini sürdürememezlik halidir.”[8]

Tüm bu değerlendirme ve tanımlamalarımız bize faşizm ile kapitalist modernitenin kültür kodlarının özdeş olduğunu gösterir. Kapitalist modernitenin kültürel kodları üzerinden açığa çıkan, oluşan faşizmin kültürel (aslında kültürsüzleştirme) kodlarını ana başlıklar halinde sunarsak:

  1. Devletçi-İktidarcı Kültürel Kod: Faşizmin kültürel kodlarının başına devletçi-iktidarcı kodu yerleştirebiliriz. Çünkü faşizm koşullarında devlet ve iktidar olguları, tüm devletli uygarlığın en yoğunlaşmış, en gelişmiş halini yaşar. Her şey bu iki olgu için vardır. Ulus-devlet şahsında kendini dışa vurur. Ulus-devlet dışında tüm diğer kurumlar yok edilir, ortadan kaldırılır. Tüm ideolojik varyantları (milliyetçilik, dincilik, cinsiyetçilik, pozitivist bilimcilik) ile devlet ve iktidarı yüceltmek ve kutsallaştırmak temelinde işlev görür. Devlet ve iktidar büyütülüp kutsallaştırılarak ”Tanrı” derecesine getirilirken toplum ve birey küçültülerek ”hiçliğin” eşiğine getirilir. Toplumun devlet asiti içinde eritilmesi esas alınır. Ontolojik bir olgu olarak Toplum, toplumsal bir sapma olan devletle özdeşleştirilerek eritilmeye çalışılır. Bu durum Faşist Sanayiciler Konfederasyonu’nun yayımladığı The Fascist Era’da şöyle ifade edilir: ”Eğer devlet gerçekten ulusu temsil ediyorsa o zaman ulusu oluşturan halk da Devlet’in bir parçası olmalıdır. Bu nasıl sağlanacak? Faşizmin buna yanıtı halkı her biri kendi etkinliklerine göre olmak üzere önderleri aracılığıyla en temelde kitleler ve en tepede Devlet yer alacak biçimde bir piramidin basamakları gibi yükselen gruplar halinde örgütlemektir. Hiçbir grup Devlet’in dışında kalmayacak, hiçbir grup Devlet’e karşı olmayacak!”
  2. Monist Kültürel Kod: Temel referans noktası Devlet ve iktidar kültürü olduğu için hem kurum hem de ku

 

ram anlamında geliştirdiği tüm maddi ve zihinsel oluşumların tümü, monist bir yapıyı inşa etme temelinde işlev görür. Tek tip ve tek renk en temel kültürel kodlarındandır. Kurum olarak ulus-devletin tekelleşmesine ve şoven milliyetçiliğe dayanarak tek dil, tek din, tek bayrak, tek millet, tek tarih, tek tip parti, tek tip ideoloji vb. ile toplumsal doğa tekleştirilmeye çalışılır. Toplumsal doğanın farklılıklara dayalı bir gelişimi vardır. Aynı paralelde çoklu ve zengin kültür ve zihniyet kodlarına sahiptir. Faşizm bu çoklu-renkli zihniyet dünyasını tekleştirme hastalığı koduyla yontma, eritme ve imha ederek monistleştirmeye çalışır. Toplumun en alttan en üst sınıfına aynı kod ile konuşmasını, yaşamasını, düşünmesini, eylemesini geliştirmeyi esas alır. Bunun için de toplumda var olan tüm farklı dil, kültür, inanç, düşünce ve kurumların tümü tek dil, tek devlet, tek kültür içinde eritilmeye, asimile edilmeye veya yok ederek, Bir’leşme ve Tek’leştirmeye çalışır. Bunun için de her türlü ideolojik ve fiziki zor kullanılır.

  1. Dikey ve Homojenleştirici Kültürel Kod: Diğer kodlarla bağlantılı üçüncü kod dikey ve homojenleştirici kültürel koddur. Kâr ve gücün tek merkezde tekelleştirilmesinden kaynaklanır. Toplumu devletleştirmenin sonucu olarak bürokrasi, disiplin, hiyerarşi güçlü kılınmak istenir. İktidarın üstte birikmesi, artı değer ve sermayenin tek elde toplanması için dikey ve homojenleştirici bir kültür dayatılır. Toplumsal doğada yaşan yatay ve heterojen karakterli bir diyalektiğe göre işler. Farklılık, gelişim ve özgürlük bu diyalektik kültürün sonucudur. Dikey bir kültürel kod ise; aynılaşma, tekrarlama ve hiçleşme temelinde işlev görür. Böyle bir kültürel kodun hakim olduğu yerde, toplumsal yaşam sonu ölüm olan kanser virüsü gibi gelişir. Toplumsal yaşam çölleşir. Çölleşme yaşamın minimale indiği yerdir. Bu açıdan faşizmin ”birbirine benzeyen vatandaşlar ve kurumlardan ibaret tek renkli, ya simsiyah ya bembeyaz bir yol yaratmak esas kültür politikasıdır.”[9]
  2. Toplum Kırımcı, Asimilasyoncu ve Soykırımcı Kültürel Kod: ”Faşizm, toplumsal hakikatin bittiği yerde ortaya çıkan patolojidir.”[10] Faşizm korporatif toplum modelini esas aldığı için toplumdaki sınıfsal ayrışmanın üstünde bir takım ortak noktalar oluşturarak -mesela mitsel bir soy, kutsal vatan, ırk, şanlı tarih gibi- toplu mu devletle buluşturur. Burjuvazi ile işçi sınıfı ve öteki sınıfsal-sosyal çelişkileri nötralize etmek ve sönümlendirmek temel amaçlarındandır. Bunun için de ulus-devletin ideolojik varyantları olan: milliyetçilik, dincilik, cinsiyetçilik ve bilimcilik kültürel kodlarını kullanır. Bu ideolojik varyantlarla toplumla savaşır. Toplumu kendi gerçekliğinden uzaklaştırdıkça çıkarları için kullanır. ”Milliyetçilik, cinsiyetçilik, dincilik ve çeşitli bilimciliklerle toplum, iktidar ve devlet iç içeliği geliştirilerek yani ‘herkes hem iktidar hem toplumdur, hem devlet hem toplumdur’ paradigmasına çekilerek ulus-devlet”[11] güçlendirilmeye, toplum ise özüne ters kılınarak kendi kendini bitirme sürecine sokulur.

Milliyetçilik kültürel kodu ile zihinle teslim alınır. Toplum içindeki farklılıklar eritilerek tek renge mahkum edilir. Bu zihinsel teslimiyet geliştikçe toplum, kendi toplumsal doğasından giderek uzaklaşır, bir takım kurgusal fikir, mitsel soycu hikaye ve sembollerle yürür, yürütülür hale gelir. Deyim yerindeyse mankurtlaşan bir toplum oluşur. Bu kültürel kod, toplumu ”sadece savaşarak hedef arayan bi canavarlaşma sürecine sokar”[12] Birinci ve İkinci Dünya Savaşları Avrupası bunun en çarpıcı örneğidir. Bu kültürel kod ile azmanlaşan, canavarlaşan ulus-devlet kendisinden farklı ama daha zayıf konumdaki halk, kültür ve inançları asimile ederken kendisinden kültürel-sosyal anlamda güçlü olanlara karşı da soykırıma gider. Ermeni, Yahudi vb. soykırımlar bunun en çarpıcı örnekleridir.

Cinsiyetçi kültürel kod ile de benzer bir savaş yürütülür. Toplum cinsiyetçi temelde inşa edilerek iktidar tarlası haline getirilir. Cinsiyetçi toplumculuk, gerek sanat ve edebiyat, gerek iletişim ve bileşim kanallarıyla çok yönlü seks politikaları ile geliştirilmeye çalışılır. Bu politikalarla cinsiyetçi toplumculuk bir virüs gibi tüm topluma bulaştırmaya, enjekte edilerek iktidara boyun eğme temelinde mücadele edilir. Toplumla bu temelde bir iç savaş yürüterek kadın bir seks nesnesi, erkek ise cinsel iktidar aracı kılınır. Kadın ve erkek cinsiyetçi rollerle donandıkça derin köleleşme ve iktidarlaşma atbaşı gider. Bu ilişki günlük ve anlık bir şekilde üretildikçe toplum tam bir köle-iktidar sapkınlığına sürüklenir. Bu sapkınlık hali hem kadın hem erkeği ahlaki-politik olarak tüketip yozlaştırır hem de toplumu iktidarın kullanışlı nesnesi ve kurbanları haline getirir. Faşizm bu zeminden boy atar. Franco’nun, ”Toplumumu kırk yıl boyunca üç F (Fuhuş, Futbol, Fiesta) ile yönettim” demesi de bunu gösterir.

  1. Pozitivist Bilimci Kültürel Kod: Bu kültürel kodun en büyük tahribatı toplumsal sapmalara ve patolojilere de evrensel-nesnel hakikatten bilimsel paye biçerek meşru kılmasıdır. Yani toplumsal gerçeklikleri fiziksel gerçeklikler gibi ele alıp ”olgu” temelinde incelemesidir. Fiziksel dünyadaki olgular, insandan bağımsız, nesnel gerçekliklerdir. Oysa toplumsal gerçekliklerin tümü insan yaratımı, yapımıdır. Öznel yanları çok daha güçlüdür. Nesnel gerçeklik olma nitelikleri ancak evrensel hakikat ve adalete yakınlığıyla ölçülebilir. Pozitivist bilimcilik olguyu esas alır. Toplumsal-sosyal gerçekliği de bu çerçevede ele alınca milliyetçilik, ulus-devlet, ırk sınıflandırması, sosyal darwinizm vb. toplumsal sapmaların tümünü birer olgu olarak ele alır ve nesnel birer gerçeklik olarak karşımıza çıkarır. Hem sağın hem de solun ulus-devlet olgusunda, onu benimsemeleri ve baş köşeye koymaları bu bilimcilik mantalitesindendir. Benzer şekilde biyolojinin evrim yasalarının topluma uyarlanmasında da bu bilimcilik anlayışına rastlanır. Mesela Darwinizm biyolojisini evrimi topluma uyarlanmaya çalışılmış. En güçlünün yaşam hakkı olduğu fikri, en güçlü kültürün tüm öteki kültürleri yok etmesi şeklinde yansımasını bulmuş. Bir evrim kuralı gibi uygulanmak istenince yeryüzünde binlerce dil, yüzlerce kültür ve inanç vb.’nin asimile olmasına veya soykırıma tabi tutularak yeryüzünden silinmesine sebep olmuştur. Faşizm döneminde bu çok daha azgınca uygulanmıştır. Naziler bu evrim kuramını kendi toplumu dışındaki halk ve kültürlere nasıl uyguladığını, hangi araçlarla soykırıma tabi tuttuklarını biliyoruz. Ama bir de Alman toplumuna, kendi toplumuna uyguladıkları var! Genetik kalıtımı geliştirme, Ari ırkının daha güçlü kadın ve erkeklerini yaratma adına 500 bin Alman’ı kısırlaştırmış. Pek çoğunu da gizli şekilde fiziki olarak ortadan kaldırarak güçlünün ayakta kalma-yaşama” kuralını esas almıştır. Pozitivizm, faşist rejimlerde soykırım kültürünü geliştirir.
  2. Dinci Kültürel Kod: Dinin aşırı siyasallaştırılmasıdır. Milliyetçilik ve iktidar ideolojisiyle yoğrularak fanatizme yol açmasıdır. Biçimde din savunulur görünür, özde ise ulus-devlet ve iktidar kutsanır, savunulur. Bu açıdan yeri geldiğinde ulus-devletin toplumları etkileme, kontrol etme ve kullanmada başvurdukları temel fikriyatlardan biridir. Ahlakı barındıran geleneksel dinle bir ilgisi yoktur. Hitler, ”Yüce Tanrı ulusumuzu yarattı. Ulusun varlığını savunmakla tanrının eserini savunmuş oluruz”derken bize bunu söylemiş oluyor!
  3. Doğakırımcı Kültürel Kod: Faşizmin toplumkırımcı bir kültürel şifreye sahip olduğunu vurgulamıştık. Yoğunlaştırılmış tahakküm ve iktidar kültürü dayatmasından ötürü insanı insana, insanı topluma yabancılaştırır. İnsanın bu yabancılaşma hali doğa ile de yabancılaşmasını da getirir. Faşizmin insanları motive etmek ve etkilemek için kullandığı en kilit argümanlardan biri “Kutsal Vatan” olmasına rağmen, soyut, mitsel ve metafizik inanç anlamından başka bir kutsallığı söz konusu olmaz! Çünkü somutta en çok kutsallığından soyutlanan, canı okunan, yakılıp-yıkılan, üzerinde-içinde her türlü nükleer, biyolojik kimyasal yıkıma maruz bırakılan vatan toprağının kendisidir. Uygarlık ile başlayan bu yabancılaşma süreci kapitalist modernite ile doğakırım düzeyine varır. Endüstriyalizmin doğayı aşırı kâr elde etmenin kaynağı görme anlayışı, pozitivizmin doğayı cansız, ölü nesneler deposu görme zihniyeti ve kapitalizmin aşırı tüketiciliğinin birleşmesi ile kök kurutucu, kırımcı bir kültürel kod olarak karşımıza çıkar.
  4. Militarist Kültürel Kod: Faşizmde insan ve toplum adeta güce ve zora tapar hale getirilir. ”Güçlü ordu”, ”Asker Millet”, ”Savaşçı Toplum” gibi kavramlar faşizmin militarist kültürel kodu ile oluşturulan, oluşturulmak istenen toplum-insan modelidir. Toplum tüm özgüç ve öz savunma mekanizmalarından soyutlanarak, uzak kılınarak faşizm ile en yetkin halini yaşayan ulus-devlet içinde eritilir. Toplum, ulus-devletleştikçe bir nevi ”savaşan toplum” hali olarak ”ordu millet” gerçekliğine bürünür. Bu, özde toplumun tüm özelliklerini (ahlaki-politik) yitirip militaristleşmesi demektir. Yani iradesizleşip köleleşen, iğdiş edilip öz güçten düşürülen toplumun Güç Tanrısı (ulus-devlet) ile kendini özdeşleştirmesidir. ”Ben devletim”, ”Allah orduya zeval vermesin”, ”Tanrı orduyu başımızdan eksik etmesin!” vb. lakonikler bunun yansımalarıdır. Sorunları şiddet, savaş, kıyım ve soykırım gibi vahşi yöntemlerle çözme girişimlerinin tümü militarist kültürel şifresi ile oluşan ”ordu millet”, ”savaşan toplum” gerçekliğinin yansımalarıdır. Alman toplumunun Nazizm döneminde tepeden tırnağa askerileşmesi, militaristleşmesi birer SS, SA veya ihbarcıya dönüşümü bunun ifadesidir. Bu açıdan faşizm, insanları öz güçten yoksun kılıp militarist güç virüsü ile zehirleyip onun bir dişlisi haline getiren rejimdir.
  5. Irkçı Kültürel Kod: ”Irkçılık, Almanya’daki Nazi rejiminin ‘Ari’ ırkın üstünlüğü ve ırksal ‘saflığın’ önemine dayanan soykırım dehşetinde en üst noktasına çıkan ‘saflaştırma’ politikasını anlatmak üzere 1930’larda kullanılmaya başlanan bir Avrupa kavramı”dır(Sami Zubaida).

Her ne kadar Alman faşizmini anlatmak için kullanılan bir kavram olarak ifade edilse de, Irkçılık bir kültürel kod olarak onunla sınırlandırılmayacak bir olgudur. Çünkü kapitalist modernist kültürel koddur.

18. ve 19. yy.’da Pozitivist bilimcilik insanlığın biyolojik olarak farklı türleri olduğunu ileri sürer. İnsan ırklarının sınıflandırılması bu bilimcilik anlayışının ürünü olarak gelişti. Avrupa merkezli bir mantalite olduğundan bu sınıflandırmada hiyerarşinin en tepesinde Avrupa yani Uygar Toplumlar, onun aşağısında da öteki toplumlar yani ilkel, barbar, az gelişmiş vb.’leri konumlandırılır. Sömürgecilik bu anlayışla meşrulaştırılır. Hannah Arendt tam bu noktada ırk düşüncesini ”Emperyalist egemenliğin iki ana siyasi aracından biri” olarak tanımlar. Ve Afrika kıtasının sömürgeci paylaşımını ve özellikle Güney Afrika’da yaşananları bu kapsamda ele alır. Alman Nazist ırkçılık zihniyetinden çok önce İngiliz ve Fransız ırkçılığı söz konusuydu. Hatta J. Davidson 1908’de, ”İngiliz, üstün insandır ve İngiltere’nin, onun evriminin tarihidir” söylemini de bu kapsamda okumak mümkün. Nazizm ırkçılığı nitelik olarak değil ama nicelikte birkaç derece daha fazla olması, ırkçılığı Nazizm ile sınırlandırmayı koşullamaz. Nazizmin farkı, sınıflandırmayı yaparken -ki o da üstün rk ve Alman ırkının saflığını oluşturmak için pozitivizmin insan ırkları sınıflandırmasını esas alır- sadece Avrupa ve Avrupa dışı üzerinden değil, Avrupa içinden de buna girişmesidir. Irkçılık kültürel kodu, milliyetçiliği daha da güçlendirir. Kendi ulusunun üstün olduğunu, ‘arı ve saf’ tutulması için Öteki’lerden arındırılmasını, Öteki’lerin kendi saflıklarını bozan düşmanlar olduğunu, bunun için de ya ayrıştırılmaları ya da yok edilmeleri sürekli pompalanıp durulur. Gobbels’in ”Nefret etmek ne harika!” derken propagandalarıyla Alman toplumunda geliştirdi ği ırkçılık zehriyle, ötekileştirdiği Yahudi, komünist ve çingenelerin gaz odalarında ve fırınlarda öldürüldükçe ulus-devlet tanrısının nasıl güçlendiğini gördüğü içindir. Nefret bu anlamda faşizmin duygusal gıdasıdır. Faşizm ideolojik olarak nasıl ki liberalizmin dört ideolojik versiyonu olan milliyetçilik, cinsiyetçilik, dincilik ve pozitivizmden besleniyorsa, duygusal olarak da nefret duygusundan beslenir. Nefret, insanı gözü kara, zalim, kılar. Ama nefret eninde sonunda sahibini vurur. Faşizm de kapitalist modernitenin nefretinin rejime dönüşmüş halidir. Ve de intiharıdır.

Son olarak; tüm bu yazı boyunca ”kültürel kod” olarak ifade ettiğimiz kavramlaştırmayı faşizm açısından ”anti-kültürel kod” şeklinde okumak daha doğru olacaktır. Çünkü faşizm, toplumu geliştirecek, ileriye taşıyacak, toplumsal hakikatini büyütecek bir kültür yaratmaz, oluşturmaz. Tersine bu temeldeki kültürü yok eder! Geliştirdiği devletçi-iktidarcı özelliklerdir. Anti-toplum ve anti-kültür özelliğini özde taşır. Biçimde devletçi-iktidarcı kültür olarak ifade etsek de özde tersidir. Bu açıdan da faşizmin kodlarını sıralarken ilk olarak anti- kültür oluşunu koyarak başlamak yerinde olur.

Faşizmin bu anti-kültürcü kodlarını kapitalist modernite kodları üzerinden çoğaltmak mümkün. Çünkü kilit nokta, kapitalist modernite ile faşizm arasındaki ontolojik bağı tespittir. Bu bağ kavranınca faşizmin ana zemininin kapitalist modernitenin kendisi olduğu görülür. Ve bu zemin üzerinden dile getirdiklerimiz dışında farklı kodlarda dile getirilebilir. Yeter ki, faşizmi doğru tanımlayalım. Doğru tanımladıkça kapitalist modernitenin faşizmi potansiyel olarak hep yedekte saklı tuttuğunu, kültürel kodları ile insanların ve toplumların hem ruhsal hem de zihinsel dünyalarını buna hazırladığını, münferit bir olgu değil, sistemin bir kuralı olduğunu görürüz. Faşizm nerede? sorusundan önce kapitalist modernitenin ne olduğuna bakacağız! Sonra… Başımızı kaldırıp çevremize bakacağız!

[1] Modern Toplumsal Düşünce Sözlüğü, İstanbul: İletişim, 2008, s.276.
[2] Modern Toplumsal Düşünce Sözlüğü, İstanbul: İletişim, 2008, s.276.
[3] Age, s.276.
[4] Abdullah Öcalan, Demokratik Uygarlık Manifestosu, Cilt 4: Ortadoğu’da Uygarlık Krizi ve Demokratik Uygarlık Çözümü, Amara Yayıncılık, 2015.
[5] Hannah Arent, Totalitarizmin Kaynakları, Cilt 2: Emperyalizm, İletişim, 2015.
[6] Age.
[7] Abdullah Öcalan, Demokratik Uygarlık Manifestosu, Cilt 4: Ortadoğu’da Uygarlık Krizi ve Demokratik Uygarlık Çözümü, Amara Yayıncılık, 2015.
[8] Abdullah Öcalan, Bir Halkı Savunmak, İstanbul: Çetin, 2004.
[9] Abdullah Öcalan, Demokratik Uygarlık Manifestosu, Cilt 2: Kapitalist Uygarlık, Amara Yayıncılık, 2015.
[10] Age.
[11] Abdullah Öcalan, Demokratik Uygarlık Manifestosu, Cilt 3: Özgürlük Sosyolojisi, Amara Yayıncılık, 2015.
[12] Abdullah Öcalan, Demokratik Uygarlık Manifestosu, Cilt 2: Kapitalist Uygarlık, age
Bunları da beğenebilirsin

Yoruma kapalı.