Düşünce ve Kuram Dergisi

Evrenin ve İnsanın Gerekçesi Olarak Özgürlük Sorunsalı

Ömer Okul

 

“Özgürlük evrenin amacıdır diyesim geliyor.”
Ali Fırat
“Kafes içinde doğan kuşlar uçmanın bir hastalık olduğunu düşünürler”
Alejandro Jorowsky

Özgürlük nosyonu düşünce tarihinin bütün kiplerinde –mitolojik, dinsel, felsefi, bilimsel- önemli bir yer işgal eder. Konuyla ilgili sadece kaba tanımları bir araya getirsek dahi oldukça hacimli bir külliyat ortaya çıkar. Çünkü antikçağ filozoflarından günümüze değin hemen her düşünürün bu konuya kafa yorduğunu ve bu konuda kalem oynattığını belirtmek mümkün. Çünkü kavram, akışkan yaşamımızın merkezinde yer alır. Dolayısıyla düşünsel etkinlikte geniş bir yer tutması son derece doğal bir olgudur. Özgürlük, makro-kozmos olarak evrenin, mikro-kozmos olarak insanın varoluşudur. Bir anlamda evrenin “monad”ıdır. Eşdeyişle evrenin, doğanın, yaşamın, toplumun ve bireyin ruhudur. Zaman ve mekan diyalektiğinin çekirdeğinde yer alan özdür. Devindirici ilke, harekete geçirici güçtür! Doğaya ve evrene ilişkin bir fenomen olarak özgürlük, insanın dünyadaki varoluşunun temel özelliğidir. Rousseau’nun tabiriyle “insan özgürlüğe mahkum” bir varlıktır. Varoluşunu gerçekleştirmenin, eyleyen ve yaratan, varoluşuna mihmandarlık yapan, onu “kışkırtan” harekete geçiren bu mahkumiyettir. Bütün insani etkinliklerin ilham kaynağını, güzel şeylere yönelten ve bu uğurda her türlü fedakarlığa değen en önemli erdemdir.

Bireycilik, atomizim, solipsizm uçları ile toplumsallık, deontoloji, siyasallık uçları arasında sarkaç hareketi yapan kavramsal çözümlemelerden özgürlük sosyolojisi ve demokratik modernite paradigmasıyla uyumlu öğeleri açığa çıkartıp koyutlamak bu konuda zihinsel duruluğa ulaşmanın olmazsa olmazıdır. Aksi taktirde özgürlük konusundaki zengin literatürün insanı bireyciliğin, sinizmin, pasifizmin karanlık dehlizlerine çekerek yeni handikaplara sürüklemesi, ya da “insanı mantıksal ikilemlere sürüklemek üzere pusuda bekleyen” gerçek özgürlüğün namümkünlüğünden temayüz eden umutsuzluk ve karamsarlık anaforunda boğuntuya getirmesi işten bile değildir.

Paul Eluard’ın “Özgürlük” şiiri, aslında kavramın yaşamın tüm alanlarını nasıl kapsadığını çok güzel ortaya koyar; okuldaki defterlerden, kumlar korlar üstüne, devrim kasırgasının terine, oradan günümüzde özgürlük savaşçısının mavzerinin üstüne en güzel düşlerin görüldüğü mapustaki tutsağın düşlerine değin her şey özgürlüğe dairdir. Yine aynı şiirde yaşamın mottosunu bulmak mümkündür; “Senin için doğmuşum özgürlük” Bu yazıda zorunluluk –kendiliğindenlik, özgürlük- toplumsallık/siyasallık ilişkisini ele almaya ve tartışmaya çalışacağım. 

Özgürlük ile doğa yasaları diyalektik bir ilişki ve etkileşim içindedir. Kendini tümüyle doğa yasalarından azade kılmış bir özgürlük ancak düşsel bir nitelik taşıyabilir. Doğa yasalarının bilgisine nail olmak ve bilimsel-teknolojik planda devasa ilerlemeler katetmek, insanın doğa üzerinde mutlak hakimiyeti anlamına gelmez. İnsanlık doğa yasalarını belli hedeflere ulaşmak için kullandığında; diğer bir deyişle doğanın sırlarına vakıf olup bunlara uyum sağladığında özgürleşme olanaklarını arttırır. Zorunluluk ile özgürlüğün arasına duvar örmek ya da zıt kutuplara yerleştirerek oportünist biçimde konumlandırmak, pozitivizmin “ya… ya…”cı düalistlik tuzağına düşmektir. Oysa evren sonsuz çeşitlilikte fenomenlerden oluşur. 

Tüm fenomenler arasında çelişme, çatışma ve uyumlulaşma düzleminde seyreden bir etkileşim söz konusudur. Biri diğerinin/ötekinin varlığı sayesinde anlam kazanmaktadır. Zorunluluk ve özgürlük de  birbirlerine bağlı fenomenler olarak aynı felsefi bakış açısıyla ele alınabilir. Birbirlerinin varlık nedenini koşullamakla kalmaz; aynı zamanda koşullara göre birbirine dönüşebilmenin gizil gücünü de taşırlar. Fenomenler dünyasının yasalarını bilmek, zorunluluğun bilincine varmaktır. Epistemolojik evrendeki bu bilgi ontolojik olarak o fenomeni ortadan kaldırmaz. Fenomenin gizini çözmek, ona mutlak hakim olmakla sonuçlanmaz ya da onun varlığını yok saymak anlamına gelmez.  Tersine, ulaşılan bilincin yörüngesinde hareket etmekle zorunluluktan özgürlük düzeyine geçiş sağlanır. Hegel’in ünlü köle-efendi diyalektiğinde vurguladığı üzere: İnsan uygarlıkla –sınıflı, devletli- toplumla, önce eşitliğini yitirerek köleleşmiş, sonra da köleliğin bilincine vararak özgürlüğünü düşünmüş ve bu uğurda eylemeye başlamıştır. Dolayısıyla özgürlük; zorunluluktan yalıtılmış bireysel irade değil, insani ve toplumsal ilişkiler yoluyla gerçekleşen bilinçlenmedir. 

Zorunluluk içinde özgürlük; doğal özgürlüğün sınırsızlığının toplumsal yarar ve ortak iyiye göre, toplumsal tüm birimler açısından kabul görülecek şekilde yapılandırılmasıdır. Doğal toplumda “kendinde” olan olgunun bilinç kazanmış formu olarak “kendisi için” özgürlüğün tezahürüdür. Bu, ancak özgürlük mefhumu üzerine düşünmekle mümkün olur. Ancak özne, töz olarak varoluş, ötekinin (özgürlüksüzlüğün) varlığını zorunlu kılar. “Kendinde olan”, kendisine ayna tutacak öteki olmaksızın “kendisi için olan”a dönüşemez. Ayrıca, kendilik bilincinin diyalektiğini olanaklı kılan hareketin kalkış noktası olumsuzlama ya da yadsımadır. Yeni bir bilinç formunun ortaya çıkışı olumsuz olanı yadsınmasıyla gerçekleşir. Özgürlük yürüyüşü bu anlamda ezel ve ebeddir. Doğal toplumdan günümüze değin devam eden ve yarınlara uzanırken sürekli yetkinleştirilen bir yürüyüş. 

Doğal toplum, doğal yasa ve ilintili olarak insan doğası hakkındaki tasavvurlar ya da saptamalar Özgürlük’ün tarihsel seyrini belirlemeleri bakımından incelemeye değer kavramlardır. Çünkü özgürlük evreninin şimdiki durumu bu konudaki teorik önermelerle yakından bağlantılıdır. Bu önermeler, kapitalist sistemle dal budak veren liberal, eşitlikçi, varoluşçu, özgürlükçü anlayışlar ile özgürlüğün negatif ve pozitif adlandırmalarına rengini veren doğal topluma; ve özellikle insan doğasına ilişkin yapılan çözümlemelere dayanır. Doğal toplumun, insan doğasının, doğal hak ve özgürlüğün niteliğine ilişkin geliştirilen felsefi yanıtlar aynı zamanda siyasal alanın kendisinin, yani toplumsal sistemin ve öznelerin iradesinin nasıl şekilleneceğinin ön kabullerini oluşturur. “İnsanın özü”ne ilişkin saptama esas alınarak toplumsal – siyasal modellemelere gidilir. Tahakküm-serbestlik, bağımlılık- özgürlük, cemaatçilik -bireysellik, toplumsallık-bireycilik gibi kavram setleri inşa edilen sistemin ideolojik-felsefi bakış açısına göre önem kazanır. 

İnsan kendi uzak geçmişine derin bir özlemle bakar. “Özgürlük çağı” ya da “altın çağ” olarak adlandırılan zamanlar insanlığın erişmeye çalıştığı mefkurelerdendir. Binlerce yıl gerilerde kalmış yaşanmışlıkları, toplumsal hafızasına işlenmiş olan insanlık gelecek idealini bunun üzerine kurgular. Bu nedenle “doğal özgürlük” nosyonuna yönelik geliştirilen hipotetik teoriler ulaşılmak istenen konak ve izlenecek güzergah açısından da belirleyici olmaktadır. 

“Doğal toplum”, insanın henüz doğa yasalarını çözemediği, dolayısıyla doğaya bağımlı olarak yaşadığı, kendi türünün varlığını koruma savaşı verdiği; eşitlikçi, özgürlükçü ve barışçıl bir aşama olarak tasavvur edilir. Her ne kadar bunun tersini iddia edenler varsa da genel kanı bu yöndedir. 

Antik Yunan filozoflarının başlattığı bu minval üzerindeki tartışmanın farklı ve daha zengin bir boyut kazanması aydınlanma şafağı düşünürlerince gerçekleştirilmiştir. 

Antik Yunanın insan doğasına ilişkin görüşü özcülükle maluldür. İnsanın ruhu akıl/bilgelik, arzu ve yiğitlik olarak üçe ayırılır. Fenike mitosuna göre insanın mayası altın, gümüş ve demirdendir.  Platon; özcülük ontolojisi temelinde doğuştan gelen bu özelliklerin çevre ya da kültürel koşullarla değişmeyeceğini, eğitimin amacını ise yiğitlik ve arzululuğun aklın hizmetine koyma olduğunu belirtir.

Aristo ise; insanı zoon-politicon olarak adlandırır. İnsanı toplumsal varlık olarak niteler. Ama toplumsallığı uygarlaşma öncesine ait bir nitelik olarak ortaya koyar. Dolayısıyla toplumsallığa pozitif bir anlam yüklemez. Düşünce tarihinde oluşan iki kutbun başlangıç aktörleri olarak her iki filozofun üzerinde uzlaştıkları nokta, insanların eşitsiz doğduklarıdır. İnsanlar arasında varsayılan doğal eşitsizlik aksiyomu özgürlükler alanını da etkiler: Kimi insanlar yönetmek kimileri ise yönetilmek için vardırlar. Eşitsizlik temeline dayanan yasaya göre düşünmek ve eylemek; yani sosyal yasalara uymak özgürlükçü yaklaşım olarak kabul edilir. 

Antik Yunan felsefesinden tevarüs eden bu anlayış iki bin yıl boyunca düşünce tarihini etkilemeye devam etmiştir. Devletçi-iktidarcı sistemin formüle edilmesi, meşrulaştırılması ve rasyonalize edilmesinde payanda olarak kullanılmıştır. Aynı izlek üzerinde yürüyen Thomas Hobbes’un ve John Locke’un “doğal durum”u negatif özgürlük içerir. Doğal hak, Hobbes’ta hayatını korumak ve kendi gücünü dilediği gibi kullanmaktan; Locke’da ise, bireysel özgürlük, doğa yasaları sınırları dahilinde istemeksizin ve başkasının isteğine bağlı olmaksızın eylemlerini düzenlemekten mürekkeptir. Hobbes’a göre doğal durum, herkesin herkes ile süreğen savaşı ve herkesin dilediğini yapabilmesi sorununu ortaya çıkarır. Düzensizliğe, kargaşaya ve savaşa karşı Leviathan’ı bulunduğu denizden çıkararak bir elinde manevi gücün simgesi asa, ötekinde kılıç ile yeryüzüne hükümran kılmak, insanlar arasındaki eşitsizliği ve hegemon ilişkileri rasyonel bir zemine oturtur. Kendi çıkarlarını maksimize etmeye çalışan; rasyonel aklın güdümündeki bencil bireye güvenliğe sahip olmanın kefaletini özgürlükten mahrum olmakla ödetir. Leviathan’ın ön sözünde yer alan, “bırakın insanı yaratalım” sözü kavramın özeti gibidir: Üstün niteliklere ve yetkilere sahip bir egemenin eliyle insanı ve toplumu iktidarcı devletçi sisteme göre biçimlendirmektir. 

Locke ise doğal toplumun erdemlerini -doğa durumundaki insanlar arasındaki eşitlik ve özgürlüğü- üstün görür. Barış, karşılıklı yardımlaşma ve doğadan kolektif yararlanma ile başkasının yaşamına, özgürlüğüne ve mülkiyetine zarar vermeme olarak doğal özgürlük, insanlığın “gelişiminin” sonucu olarak ortaya çıkan özel mülkiyet ile sürdürülemez bir hal alır. İnsanlar “özgürlük, güvenlik ve mülkiyeti” güvenceye alma karşılığında özgürlüklerinin bir kısmını otoriteye devrederler. 

Gerek Hobbes, gerekse Locke’un kuramları kötümser ve karamsar insan doğasından neşet eder. Sümer rahiplerinin kurnazlıklarıyla toplumu devlet cenderesine almalarından önce kabile, aşiret arkaik sosyal formlara sahip toplumların; barışçıl eşitlikçi ve paylaşımcı karakterlere sahip oldukları bir veri olarak önümüzde durmaktadır. Adorno’nun “doğal durum”u dayanışmacı, diğergamcı değerlerle betimlemesi karşıt görüş olarak daha tutunumludur. Dolayısıyla toplum sözleşmecilerden ilk iki düşünürün özgürlük konusuna yaklaşımları yanılsamadır. Bu yanılsama sonraki yüzyıllarda ulus devletlerin ortaya çıkışını öncelemiş ve kapitalist sistemin liberal özgürlükçü anlayışının iskeletini oluşturmuştur. Bencil bireyin kendini toplumsal değerlerden yalıtarak bireysel çıkarların arzu ve istemlerinin peşinde koşması akıl yoluyla temellendirilmiştir. Kapitalist sistemin kök hücresi olarak bu özgürlük anlayışının bireye yüklediği tek ahlaki sorumluluk, başkalarının hakkına zarar vermemektedir. “Başkalarını mutluluklarından yoksun bırakmaya ya da onların mutluluğa ulaşma çabalarına engel olmadığı sürece kendi iyiliğimizi bildiğimiz yolda arama”, J.Stuart Mill’in konuya dair yaptığı liberal özgürlük anlayışının özü olan yorumdur. Teorik olarak bu hak kavramının sınırları ortaya konulmadığı gibi, pratikte de başkalarının hakkı gasp edilmeden egemenlerin, politik ekonomik ve sosyal gücü biriktirebilmelerinin olanağı yoktur. 

J.J Rouseau’nun toplum sözleşmesi kitabı şu cümlelerle başlar; “İnsan özgür doğar, oysa her yerde zincire vurulmuştur.” Gerek Rousseau, gerek esinlediği ardılı filozoflar insanın doğal halini özgürlük ve eşitlikle eş-değer tutarlar. Geleneksel felsefe’nin metafiziğinden hareketle verili bir insan doğası kabulü düşünürlerin ortak paydası olsa da bunun sabit mi yoksa değişken mi olduğu konusu tartışmalıdır. Rousseau’da aklın ilerlemesi sonucu yetkinleşen insan(lık) kendi özgürlük, refah ve mutluluğun hilafında gelişmelere sebep olmuştur. 

Uygarlığa geçiş doğal özgürlüğün gasbıyla sonuçlanmıştır. Aklın doğaya üstünlüğünün ilanı ve doğa yasalarının akıl yasalarıyla ikamesi sonucunda doğa durumundan toplum (uygarlık) durumuna geçilmesi; aynı zamanda insanın kör hırsı, rekabet vb. özelliklerinin filizlenmesi, yozlaşmayı da beraberinde getirmiştir. İnsanlar arası eşit ve özgür ilişkiler yerini köleliğe bırakmıştır. Doğa üzerindeki egemenlik insanın insan üzerindeki egemenliğine yol açmıştır. Rousseau  “egemenlik özgürlükten daha değerli görüldüğünden itibaren insanlar başkalarına zincir vurabilmek için kendi zincirlerini taşımaya razı oldukları ölçüde baskı altında tutulmayı kabullenir” der. Boyun eğdiren benlik itaat tohumunu da özünde taşır. Boyun eğmiş benlik boyun eğdirme arzusuyla tutuşur. Egemenlik, itaat ve biat kültürünü zorunluluk kisvesine büründürerek topluma sunarken, madalyonun diğer yüzünde kendisi de güçlü ve kudretli karşısında özgür istencinden vazgeçme ve teslim olmaya teşne bir ruha sahiptir. İnsan özgürlüğünü belli zorluklar temelinde insana geri vermenin yolunu ise her bir bireyin bütün varlığını ve gücünü birleştirerek genel iradenin kesin buyruğuna vermekle sağlanacağı inancı pozitif özgürlükçülüğün; diğer deyişle, eşitlikçi özgürlüğün temel mantığını oluşturur. Rousseau, “toplumsal sözleşme”yi insanlararası eşitliğin panzehri, hakikiliğini yitirmiş birey ve toplumun dizginlenmesi olarak formüle eder. Toplumsal bir birey olarak insanın türdeşleriyle aklın ilkelerine uygun, barış ve anlaşma içerisinde yaşama iradesinin cisimleşmesi ancak bu şekilde mümkün olabilir. Ahlaki kurallar üzerine kurulu hakiki düzenin yozlaşması sonrası insan açısından nelerin iyi nelerin kötü olduğu yasalarda belirtilerek toplumsal yararı gözeten zorunluluklar hukuk marifetiyle toplumun taşıyıcı kolonu haline getirilir. 

Aynı izlek üzerinden giden Marx ise insan doğasını ‘yaratıcı ve üretici varlık’ olarak niteler. Ama değişmez bir doğa ya da öz yoktur. İnsanların içinde yaşadıkları nesnel koşullar; buna at başı giden ihtiyaç, istek ve yeteneklerin bileşimi, insanın doğasını şekillendirir. Bu bağlamda insan, bir “tür varlığı” olarak, hem tarih yapandır hem de tarihsellik ve toplumsallık tarafından belirlenendir. Ayrıca insan özü tek tek her bireyin doğasında bulunan bir soyutlamaya indirgenemeyeceğinden dolayı evrensel bir olgu olarak tümel biçimde ele alınamaz. Marx’ın değişiyle; “Sarayla barakaların olay ve olguları ele alışları ve tutumları aynı olamaz.” Egemenler için özgürlük, geniş insan kitlelerinin ruhu yüreği hatta bedeni üzerinde eksiksiz hakimiyet iken, ezilen ve yönetilenler için vurulmuş oldukları zincirlerden kurtulmalarıdır. Sınıflı toplumlarda insanlar arası ilişkiler yabancılaşma ekseninde seyreder. Öznenin doğa ve diğer özneler ile ilişkisi insani erdemler, değerler ve normlar üzerinden değil, şeyler (nesneler) üzerinden gerçekleşmesi insanın tür olarak kendi özüne yabancılaşmasını meydana getirmiştir. 

İnsanları hukuki- siyasi zaviyeden eşitlemeyle sınırlayan; herkesin yalnızca kendi yasası ve mutluluğunu düşündüğü bir özgürlük anlayışı yetersizdir. Çünkü en başta özgürlük felsefesinin mihenk taşı olan “kendini gerçekleştirme ve yetkinleştirme” iklimini yaratmamaktadır. Felsefi söylem ve ideolojik kuramlarla rasyonelleştirilerek, “en üstün ve en iyi” etiketiyle servis edilen bu dizgenin artalanında eşitsizlik, sömürü, modern kölelik vardır. Devletin “gerekli kötülük” olarak görülüp insanların politik özgürleşmesini sağlayacak şey ezilenlerin  -ki bu Marx’da proletaryaya tekabül eder- devrimci potansiyellerini harekete geçirmesiyle mümkündür. Özgürleştirici yaratıcı eylem ve özdeş kolektif öznelliği özünde taşıyan “praksis” sayesinde bu mümkün olabilecektir. Eş deyişle; insanın kendisini gerçekleştirdiği, mükemmelliğe erişmek için sahip olduğu yaratıcı enerjinin devrime kanalize edilmesiyle nesnel gerçekliğini insanın toplumsal eylemine içkinleştirerek insanın özgürleşmesi sorunu çözülecektir. Ne Rousseau’nun bir romantik olarak nitelenmesine yol açan kırsal olana dönüş ve kendine yeten bir hayat sürme anlayışı, ne de olguyu salt siyasal–hukuksal çerçevede ele almak özgürlük sorununun çözümü olamaz. Ayrıca Platonist eğitim öğretisiyle erdemli bireyler ve adaletli toplum yaratma projesiyle eşitlikçi özgürlüğün yaratılamayacağının, her şeyden önce nesnel koşulların değiştirilmesi gerektiğinin altını çizen Marx, insani özgürleşmenin “bireysel insanın soyut yurttaşı kendinde soğurup (…) kendi güçlerini toplumsal güçler olarak tanıyıp örgütlediğinde” tamamlanacağını belirtir. 

Özetle, doğal toplumda doğa yasalarıyla kuşatılmış insan kendisini bireysel olarak gerçekleştirmekten ziyade -ki henüz bu bilinç kuluçka halindedir- toplumsal bütünlüğün kolektif ruhu içinde gerçekleştirir. Varolan özgürlük, bilinçli seçime dayanan insan iradesinin ya da bireysel kendiliğinin tercihleriyle belirlenmez. İradenin kontrolü dışında bir özgürlük ortamı vardır. Ancak sözleşmecilerin sınırsız  serbestlik varsayımlarının aksine ahlaki normlarla işleyen bir toplumsallık ön plandadır. Kendiliğindenlik değil herkesin yararını ve mutluluğunu gözeten eşitlikçi ve özgürlükçü toplumsallık. 

Modernizmle birlikte bireysel- bencil özgürlük önündeki kısıtlayıcı ölçütlerini, ölçütleri ve müdahaleleri tanımayan (en azında liberal retorikte) ama insanın başına devlet canavarını musallat eden gerçekte çok küçük imtiyazlı bir azınlığı özgür kılan negatif özgürlükçü düşünceyle bireysel ve toplumsal arasında denge kuran, bireyin kendi kaderini belirleme ve kararlarını alma süreçlerini hak temelli mümkün kılan pozitif özgürlükçü düşüncenin zuhur ettiği görülür. Ancak her iki düşünce de modernist paradigma tarafından emzirildiği için özellikle iktidarcı-devletçi sistemin açmazları karşısında doğru alternatifler sunmada yetersiz kalmışlardır.

Özgürlük sorunu siyaset ve toplumsallıkla ilişkisi bakımından hayati önem arz eder. “olmak ya da olmamak”ın bam teli bu noktadır. Siyasetle ve toplumsallıkla bağ kurmamış ya da gevşek bağlar kurmuş özgürlük felsefesi “içinde yolunu kaybettiği bir ormandaki sürüklenişe” benzer. Sadece düşünsel kürenin dar sınırları içine hapsedilmiş özgürlük görüngüsü, insanın düşünsel etkinliğinin bir parçası derekesine indirgenmiş olur. Oysa özgürlük yaşam kadar gerçek, bir o kadar da kamu alanında mücadelesi verilmesi gereken, sadece bir arzu nesnesi olarak seslendirilmenin ötesine geçilerek yaşamsallaştırılması gereken bir olgudur.

Özgürlük sorunsalını siyaset ve toplumsallıktan izole ederek ele almak “zoon-politicon”u sosyal/siyasal hayvanı inkar etmektir. Bu bir anlamda, insanın tür olarak doğasını bir ortak yararın ötesinde, diğer insanlarla etkileşim-iletişim içinde bulunmasını reddetmektir. Oysa toplumsallık bir tercih değil, insan olmanın bir zorunluluğudur. 

Antik Yunan felsefesinin birçok kavramı, kuram ve kategori için başlangıç noktası kabul edilir. Ne var ki özgürlük konusunda Antik felsefeden edilecek hazır şablonlar ya da klişeler mevcut değildir. Sofist durumdan tutalım son büyük filozof Plotinus’a değin özgürlük ile ilgilenmenin çok az olduğu görülür. Çünkü Antik Yunan’da, düşünce dünyasına ve siyaset felsefesine damgasını vuran şey özgürlük değil; düzen kavramıdır. Siyaset temalı tartışmanın ve eylemin amacı, ortak iyi etrafında örgütlenmiş düzeni gerçekleştirmektir. Hatta çoğu zaman daha ileri gidilerek egemen düzene, onun kurallarına ve temsilcilerine boyun eğmek özgür olmakla özdeşleştirilmiştir. Bir anlamda, küçük bir grup elitistin, seçilmişin özgürlüğüne karşılık olarak kendi insani varoluşunu yadsımak özgürlükle özdeşleştirilmiştir. Antik felsefe erdemli birey ve adaletli toplum yaratma odaklıdır. Erdem; bilgelik, doğru tercihte bulunma- ki bu devletin bekasına ve mutluluğuna katkıda bulunma olarak açımlanır- ya da ruhsal erince ulaşma olarak tanımlanır. Siyasetin amacı ortak iyi’yi gerçekleştirmese de; bu, özgürlüğü içerimlemiş bir nitelik taşımaz. Aslında felsefesinin amacı çoğulluk ve olumsallık karmaşasının önüne set çekmek, politikadan çıkış yolu bulmaktır. Ahlaki ayağı oluşturulsa da politik ayağının olmayışı Antik toplumun sakat kalmasına yol açmıştır.

“Özgürlük probleminin felsefi geleneğimizde ilk kez ortaya çıkışı; önce Pavlus’un, sonra Agustine’nin yaşadığı din değiştirme tecrübesine dayanır”diyen Arendt, özgürlük felsefesinin miladını Hristiyanlığa dayandırır. Sadece düşünsel bir edim olarak ele alınan; böylece insanı dışsal olgu olarak kategorize eden felsefi özgürlük, Pavlus’la beraber yeni bir tür çehreye bürünür. Yığının; yani toplumun yer aldığı siyasal alanın bittiği, özel yaşama içkin bir etkinlik olarak tasvir edilir. İnsanı; yüreğindeki ikirciklikleri, basiretsizlikleri, kuşkuları yok edecek ruhsal kurtuluşa götürecek kişinin kendisiyle etkileşimi ve çatışmasıyla hakikatin-tanrının birliğinin ve varlığın bilgisine-ulaşmak Hristiyan geleneğin tayin edici özelliğidir. Kökleri daha derinlerde, Mezopotamya’daki Mitracı gizemcilikte olan bu inanca göre; bireysel varlığını, arzularını güdüsel zaaflarını yok ederek, tikelden tümele vararak insan ruhu kurtuluşa dolayısıyla da ruhsal erince ulaşır. Bütün duygusal, zihinsel ve psişik yetileriyle yaratıcı güç/kutsal ruh içinde eriyerek varlık kendi bilincine varır. Uzak Asya’da Konfuçyüsçuluk ve Budizm, Antik Mısır’da Hermesçilik, Antik Yunan’da Orpeusçuluk ve Stoacılık aynı çizgiyi talep eden; benzer motiflere sahip inanç sistemleridir. Hristiyanlık bu geleneğin ardılıdır. Bu geleneğin ufkunda doğan özgürlük anlayışı istencin bir niteliği değildir; yapma ve eylemenin bir eklentisi ya da bir nedeni de… Aksine; bu istenç için öldürücü bir diyalektiği öngörür. Bir anlamda insanı kamusal yaşamdan hatta gündelik yaşamdan tecrit eden inzivaya davettir. İnsanı kendi türdeşleriyle değil, aşkın bir güçle iletişim ve etkileşim içinde tanımlar. Bu, insanı dünyevi yaşamdan, dolayısıyla da politik yaşamdan soyutlayan öze sahiptir. Manevi iç dünyaya sığınma; bir yönüyle egemenlik ilişkisine pasif bir direniş, diğer yönüyle de ruhsal kurtuluş adına en yüksek ve özgür yaşam tarzı olan siyasetten gönüllü olarak feragat etmektir.

Uygurlaşma ile zincire vurulmuş insanın yeniden nasıl özgürleşebileceğine ilişkin arayışlar modern çağda büyük bir ivme kazanır. Egemenlik, siyaset, bireysellik, kamusallık, özel alan, siyasallık vb. gibi olgularla bağlantılı teorik tasarımlar modernist rasyonalizmle beraber zenginleşir. Bu itibarla özgürlük yelpazesi değişik düşüncelerle çeşitlenir. İlk ve Ortaçağ toplumlarında gerek teorik gerekse pratik boyutlarıyla özgürlüksüzlük ve üç eşitsizlik belirgindir. Mutlakiyetçi siyasal rejimlerin yasakları, dinsel otoritenin tabuları ve geleneksel törelerin baskısı altındaki toplumda özgürlük alanı yok edilmiştir. Bu statükonun kırılması ve aşılması yönünde büyük mücadeleler verilmiştir. Bu mücadele savaş ve siyasal arenalarla sınırlı kalmamıştır. Teorik-entelektüel zeminde yürütülen mücadele bu savaşın en önemli cephesini oluşturur. Aydınlanmacı rasyonalizm dinsel, metafizik ve mitsel söylemleri elimine ederek, geleneksel otoriteyi yıkarak aklın imparatorluğunu ilan ederken; özgürlük sorunsalını da ussallık aracılığıyla yeniden şekillendirmeye çalışmıştır. Rasyonalizm, özgürlük ve eşitlik idealini yaşamsallaştırmayı birinci misyonu edinmiştir. Ancak aydınlanmacı misyon ile pratik uygulama arasında büyük bir uçurum oluşmuştur. Bu, aslında araçsallaştırılmış rasyonalizme içkin kaba bilimci düşünce mantığından kaynaklanır. Tüm evren usta bir mimar olan aklın mükemmel tasarımıdır. Aynı şablon toplumsal/siyasal yaşama da uyarlanarak toplumsal mühendislik yapılmaya çalışılır. Oysa sosyal bilimler ve toplumsal yaşam farklı dinamiklere; olumsallığa yatkın bir akışkanlığa ve esnekliğe sahiptir. Dolayısıyla ussal şablonlara sığmazlar. Ancak modern rasyonalizmin pozitivizmle sakatlanmış zihniyeti, tahtından indirdiği geleneksel düşüncenin ayak izlerini takip etmekte tereddüt etmeyerek, günün sonunda kendini seküler yeni bir din olarak inşa etmekte beis görmemiştir.  Eleştirilen modellere bilimsellik, akıl ve sekülerlik aşılanarak bağışıklık sistemi daha güçlü yeni bir paradigma yaratılmıştır. Temel tartışma konularının yanı sıra özgürlük konusunda da aklın zorunlulukları ve çıkarımları olarak mutlaklaştırılan bir hakikat rejimi inşa edilmiştir. Her türlü düşüncenin doğru ya da yanlışlığın mihenk taşı, usla erişilen, bilimsel yasalardır. Toplumsal zenginliği, çoğunluğu ve çok yönlülüğü göz ardı eden; bireyin düşünme kapasitesini kısıtlayan; bunu aydın despotizmi ile sağlayıp siyasal baskı ile pekiştiren modernizmin vazettiği özgürlük büyük bir aldatmacaya dönüşmüştür. Akıl ilkeleriyle yaratılmak istenen ideal toplum ve birey yekpare edilip aynılaştırılır. Özgür düşünce ise kaynağı ister aşkın bir otoriteye ister bilimsel yasalara dayansın her türlü doğmaya, tabuya ve yasağa karşı çıkarak, kapitalist modernitenin ideolojik-zihinsel kalıplarına başkaldırmayı görev bilerek yolculuğuna devam eder. 

Başta Rousseau olmak üzere özgürlük vaazeden ‘peygamberlerin’ öğretileri bir zaman sonra ters yüz edilmiştir. Temel sorun bu öğretilerin böylesi bir tevile meydan vermeleriydi. Böylelikle aydınlanma kendisini gerçekleştirmekten aciz başka bir şeye dönüştürülmüştür.

Negatif özgürlüklerin ön plana çıkarılması bireysel hak ve çıkarlara odaklı birey-toplum-devlet ilişkiselliğini karakterize etmiştir. Felsefi anlamda solipist, homo-economicus olarak kendi faydasını anomileştirmeyi yaşamın ereği olarak kavrayan birey profili şekillenmiştir. Hep bir şeylerden ve bir yerlerden “özgürleşme” saikiyle hareket eden; buna karşın toplumsallık karşıtı bir konuma sürüklenmekten kurtulamayan bireyin neden olduğu araçsal özgürlük anlayışı politikayı “zorunlu fena”ya indirgemiştir. Toplumsallık içerilmiş bireysellik yerine, kendini toplumsallık ve siyasal yaşamdan yalıtarak tek başına kurtuluş dürtüsü, aldatıcı olarak tecessüm etmiştir. 

Sivil toplum-devlet ve birey-vatandaş ikiliklerini üreterek toplumsallıktan kopuk bencil bireyin hakları meşrulaştırılmıştır. Özel yaşam ve sivil toplum anlayışı politikadan “özgürleşmedir.” Toplumsal varlık olarak birey evrensel yönünü oluşturan aktif ve etkin vatandaş yerine; her şeyi araçsallaştıran, egemen düzene tabi kılan bencil bireycilik, mutlak hakikatin en önemli figürü haline getirilmiştir. İlk ve Ortaçağın uhrevi ve içsel özgürlüğü, yerini bireyciliğe bırakmıştır. Siyasetten koparılmış olan ve toplumsallık alanında tecrübe edilmeyen/pratikleşmeyen özgürlük varoluşsal nedenini yitirmiş; içi boşalmış bir olguya dönüştürülmüştür. Siyasetten ve ahlaktan temin edilmiş kamusallık olmadan özgürlük kendini görünür hale getirecek dünyevi mekandan yoksundur. Toplumsallıkla uyumsuz istenç, arzu, umut ve özlemin bireysel planda gerçekleşmesi bir serap kadar gerçek dışıdır. Tersine bu, atomize olmuş bireyin, sistemin “demir kafes”ine hapsedilmesine ve egemenlik altında alınmasıyla sonuçlanır. Liberal aksiyomun otantik uzamında baskın zihinsel form bu şekilde vuku bulmuştur. Siyasetin son kertede basit bir yönetim tekniğiyle ve güvenlik sorunuyla özdeşleştirilmesi, Maciavelli’in ‘fortuna’sı (şans tanrıçası) kılığında zuhur eden fırsatlara icracı ve yaratıcı bir sanatkarlıkla cevap olunmasını imkansız kılmıştır. 

Aristotelesçi praksis veya Machiavelli’ci virtüözlük kabiliyeti ve istencinden mahrum kalan birey; önce başkalarından bağımsızlık kazanmış ama sonra egemenliğin hem öznesi hem de nesnesi olmaktan kendini kurtaramamıştır. Kendi olmayanla etkileşimden kaçış özgürlüğü istencin herhangi bir görüntüsü derekesine düşürmüştür. 

Kendi eyleminin öznesi olamayan; bireysel tercih ve karar alma inisiyatifini yitirmiş ve ahlaki yargıları egemenliğin yasalarınca; yani zorunlulukla belirlenmiş toplum ve birey aydınlanmacı idealin vardığı nihai nokta olmuştur. Liberalizmin “siyaset ve ahlak azaldıkça özgürlük artar” telakkisine dayanan epistemolojik örüntüsü aydınlanmacı optimist umutlara vurulan en büyük darbe olmuştur. Kantçı kategorik buyruğun, bireylerin diğer bireylerle (kamusal alanda özneler arası etkileşim bağlamında) kendi özel amaç ve tercihlerini dayatmaksızın ilişkilenmesi toplumsallığın bireysel göreciliğe kurban edilmesine yol açmıştır. Aklın mahkemesinde yargılanmış ve sınanmış çoğulculuk ve çeşitlilik içeren ussal çıkarımlardan ulaşılan birliği ve evrenselliği önemsemeyen ahlaki bireycilik, insanlığı araçsallaştırarak toplumsallığı en çok aşındıran olgu olmuştur. 

Her ne kadar bağımlılığın karşıtı biçiminde aklın otonom eylemi olarak algılansa da; bu yanlış bilinç türüne en çarpıcı örneği oluşturur. Her türlü dışsal zorlama ve engelle boğuşmak ve bireysel dönüşüm yetisiyle eylemek önemlidir. Özellikle aşkın ve mutlak hakikat ilkelerinin ve teolojilerin güdümünden, geleneksel ön yargılardan arınma; düşünsel bilgi, değer ve normlarının özerkleştirilmesi otonom akıl ve bireyin sadece bir boyutunu oluşturur. Otonomluğun diğer yüzünde toplumsal uzlaşıcılıkla evrensellik niteliği kazanmış ahlaki norm ve değerlere göre eylemek, özneler arası iletişim ve anlaşımla politik normatif düzenin inşası vardır. Toplumsallık, aidiyet hissi, toplumsal kimlik sağlayan kişiler arası bağlara yönelik güçlü bir istek; ötekine saygı ve özgürlük-ahlak diyalektiğinin idraki içinde ödev bilinciyle hareket eder. Özgürlüğün, iradenin ahlak yasasından bağımsızlaşmakla olamayacağını; özgürlüksüzlüğe neden olan olumsuzluklara kapıyı ardına kadar açan kapitalist modernite pratiği ispatlamıştır.

Liberal bireyciliğe, hoşnutsuzluk tınısı taşıyan modernizmin sol versiyonu olarak Rousseau’nun “genel irade” kavramı insani özgürleşmeye dair verilen diğer yanıtı oluşturur. Genel irade, Rousseau’nun ifadesiyle: “her bireyin bütün varlığı ve bütün gücünü birleştirerek, kendini bütünün bölünmez parçası kabul ettiği otoritenin adıdır.” Liberal atomize ve yabancılaşmaya çare olarak kapalı bir cemaatçilik nosyonunun konması, toplumsallık ve bağlantılı olarak yurttaşlığın yanlış anlaşılmasına,  çoğulluk yerine çoğunluğun tiranlığına, politikanın yaşamdan hepten dışlanmasına ve sadece biat kültürünün yeşermesine yol açmıştır. Genel irade, kökeni dinde saklı olan mutlak fikrinin; yani “kutsal irade”nin sekülerleşmiş halidir. Dolayısıyla özgürlükçü dünyanın mayasını oluşturan kanaatlerin çoğulluğuna karşıttır. Genel irade, toplum üzerinde totaliter egemenliğin yolunu açan voluntarizmin en uç ve despotik yorumuna yol açmıştır. Bu, kamusal alandaki tartışmaların “kutsal birlik”e halel getireceği korkusu ve şüphesine dayanan; her türlü görüş ayrılığını ve farklılığı ihanet sayan bir despotizmdir. Mutlak hakikat ideası-tıpkı Platon’un mağarasındaki idealar dünyası gibi- yaşamın çoğulluğa, çeşitliliğine ve olumsallığına karanlık ve kaotik bir evrene çağrı olarakgörerek, tefekkür ile tartışmaya korku ve şüpheyle bakmış; dahası akıldışılık, ahlaki sorumsuzluk ve görecilikle bir tutarak baskılama yoluna gitmiştir. Sonuç, çoğulluk ve olumsallığın karmaşasından kurtulmak için Platonist politika karşıtı konumun güç kazanması olmuştur. “Çocuk” birey adına her şeyi düşünen, onun aklının ermediği konulara vakıf otoriter “baba” olan devletin isteklerine göre düzenlenmiş politik yaşam, insana “özgür eylem” alanını dar ederken, “özgür insanı yaratma” buyruğuyla paradoksal temelde, bireyin “gerekirse” bu uğurda ölmesini doğal kılan otoriter ve paternalist anlayışı hakim kılmıştır.

Ötekinin “kendiliği”ni kabul etmeyip aynılaştıran, “ben”in bir kipi olarak şekillendiren, kutsallık payesi biçilen doğal ya da tarihsel determinizme boyun eğmeyi telkin eden, modernizmin sol-jakoben yorumu ile bireyi her şeyin merkezi yaparak toplumsallıktan tecrit eden liberalist yorum özgürlüğün yaşamsallaşmasının vesilesi olmak bir yana, daha da kötürümleşmesine yol açmıştır. Arendt’in dediği gibi “modern dünyada geleneğin ve dinin otoritesini yitirmesiyle özgürlükle baş başa kalan, ancak özgürlüğün getirdiği sorumlulukla başa çıkamayan insan; totaliterliği kucaklayıp sözde yasa ve kurallara teslim olmayı seçerek kendi geleceği ve insanlık durumunu tehlikeye atmıştır.” İçi boşaltılmış bir evrensellikten ve ilksel toplumsallık formlarıyla alakası olmayan komünitarizm, farklılıkları ve çeşitliliği tırpanlarken, yeni ve köksüz bir anonimliğe yol açmıştır.

Öznelci ve faydacı bireysellik ile ile anonim komünatarist aidiyet, politik ve ahlaki toplumu güdükleştirmekten öte bir rol oynamamıştır. İnsanın ve dünyevi gerçekliğinin kendini gösterdiği, başkalarını gördüğü ve duyduğu; başkalarınca görüldüğü ve duyulduğu ortak görünümler alanında yok olması ya da imtiyazlı bir azınlığa tahsisi özgürlük meselesinin kırılma noktalarından biridir. Özgürlük; kapitalist modernite boyunca camekandaki dekor olagelse de, sadece bir aks-i seda, gerçeği perdeleyen bir retorik olarak kullanılmıştır.

İnsanlık tarihinde çözümsüzlüğe mahkum edilerek kangrenleşen sorunsallıklar, “her put kırıcının kırdıklarının yerine kendi putlarını koyması” olarak formüle edebileceğimiz fasit ve lanetli çemberin dışına çıkamamışlardır. En özgürlükçü siyasal, ideolojik, felsefi örgütlerin dahi yakasını kurtaramadığı “kara yazgı” halen yürürlüktedir. Dünyadaki adaletsizliğe, özgürlüksüzlüğe ve eşitsizliğe “mantıksal bir isyan”la, büyük umutlarla ve ideallerle yola çıkan modern çağın filozofları da bu trajediyi yaşamışlardır. Dolayısıyla günümüzde çok daha çetrefilleşen ve karmaşıklaşan bir özgürlük sorunsalı yaşanmaktadır. Siyasal hayat üzerindeki tekel, kâra dayalı ekonomik düzen, bireyi karıncalaştıran kültürel atmosfer, güvenliği ve özel mülkiyeti önceleyen hukuksal dizge, özgürlüğü bloke etmiştir. 

“Hep ileriye, daha ileriye, yeni ufuklara” şiarı bilimsel teknolojik gelişmelerde ifadesini bulmuşsa da bunun kefareti ağır olmuştur/olmaktadır. Marcuse’den mülhem söylersek, tek boyutlu düşüncenin dar ufuklarına hapsedilmiş “tek boyutlu toplum”dur bu!… Bir ağaç gibi dalları daha yükseğe ulaşan, kökü daha derine inen eleştirel, vicdanlı, sorumluluk sahibi, duyuları ve estetik yetisi gelişmiş mutlu ve özgür bireylerden oluşan toplum rüyası, gerçeğe dönüşmediği gibi; varılan durak yüzleşilmesi ve aşılması gereken bir karabasandır. Kudretinden sual olunmaz, malikanenin ulu hakimi “us”un yargıları özgürlük adına insanlığa karşı yeni ve büyük suçlara ön ayaklık etmiştir.

Günümüzde egemenlik, hiyerarşi, iktidar, şeyleşme, yabancılaşma; kitle toplumu ve tüketim toplumuna dönüşme, kapitalizm tekelindeki kültür endüstrisi gibi kategoriler insan ve toplumun özgürleşmesi yönündeki en ciddi engellerdir. Bu engellerle mücadele en sağlam setleri aşmaktan daha zordur. Çünkü insanın anlam ve zihin dünyasını esir alır. Modern kölelik için maddi zincirlere ve boyunduruğa gerek yoktur; onun zincirleri zaten insan zihninin içinde şakırdar. Bu bakımdan kapitalist modernite hilekarlıkla kendini gizlemede bütün sistemlerden maharetlidir.  Yalan ve aldatmaya dayanan söylemin üstü kazınmadan alttaki modern köleliğin görülmesi imkansızdır. Modern rasyonalizm öncesi felsefi ve siyasal yapılanmalar “sade ve kısmi sistemlerdir. İnsanın yaşamsal varlığına ilişkin ‘nihai’ sorunlar insan aklının ermediği bir irrasyonellik içinde yüzer.” Bu nedenle tabu şemsiyesi ile kendilerini korurlar. Kapitalist modernite ise günümüzde temel hak ve özgürlükler kapsamında bir yasağa gerek duymayacak kadar kibirle karışık bir güven içerisindedir. Çünkü hayatın tüm alanlarını kapsayan rasyonelliğine güvenir. Bu noktada en önemli silahı kültür sanayinin çıktısı olarak ideolojik/entelektüel alandaki üstünlüğüne dayanır. Çıplak zor ve şiddet pratikleri, yerini inceltilmiş yöntem ve stratejilere bırakmıştır. Ancak insan ve toplum üzerinde denetim, kontrol, manipülasyon ve kişiliksizleştirmeye matuf mekanizmalar her zamankinden daha işlevsel biçimde devrededir; hem de kaba güç ve zorla asla ulaşılmayacak ölçüde… Toplum ve birey, egemenliğin test edildiği devasa bir laboratuvara dönüştürülmüştür. Totaliter sistemin eleştirisi olarak kurgulanan George Orwell’in 1984’ündeki kavram ve metaforları günümüz dünyasının analizinde kullanmak tuhaf kaçmasa gerek. Hatta romandaki distopyasının ötesine geçen bir totaliterlik gerçeği 21. Yüzyıl kapitalist modernitesinin gerçek karakteri olarak belirmiştir. Sürekli gözetleme ve düşünme yasağı için var olan polis gücünün yerini yüksek teknoloji ürünü teknik araçlar almıştır. Sokakta, evde, iş yerinde… belki “Büyük Birader”in her an göründüğü tv’ler yoktur ama ondan daha ileri ideolojik propaganda araçları, insanın aklını ipotek ettirdiği “sanal zeka” vardır. İnsanlık böylece düşünme zorunluluğundan kurtarılmış olunuyor! “Özgürlük köleliktir!” sloganı, bugün kelimenin tam anlamıyla ete kemiğe bürünmüştür.

Bundan iki yüzyıl önce John Stuart Mill’in şunları söylemektedir: “(…) kolektif sıradanlık hakim hale gelmiştir. Şimdi kitleler düşüncelerini kiliseden ya da devletin seçkin önderlerinden almıyor. Onlara çok benzeyen adamlar, o anın güdülerine göre gazeteler aracılığıyla onlara seslenerek ya da onlar adına konuşarak düşünceleri oluşturuyorlar.” 

Mill’in dikkat çektiği mevzu sadece geçerliliğini korumakla kalmayıp, gittikçe katmerleşmiş bir hal almıştır. 

Anlamın başkalaşıma uğratılmasında hiçbir ahlaki sınır kalmamıştır. Kültür endüstrisinin ikna mekaniği ve buna bağlı olarak işleyen ideolojik hegemonyası yoluyla toplumsal ve bireysel bilinç ve bilinçaltı teslim alınmakta ve yönlendirilmektedir. En korkunç tehlike ise tüketim kalıplarıyla kendini ifade etmek dışında bir numarası kalmamış olan insanın kendi şeyleşmesinin ayırtına varamayarak; kendini özgür zannettiği bir yaşamın öznesi olduğu yanılsamasını yaşıyor olmasıdır. Siyaset/kamusallık ile insan arasındaki makas açılmıştır. İyi ve özgür yaşamı düşünmek, inanmak ve eylemekle eş anlamlı olan siyaset, kendi varoluşuna yöneltilmiş bir silaha dönüştürülerek bireycilikten oluşan ve birbiriyle etkileşimi paralize edilmiş kitle; yani sürü toplumunun hizmetine koşulmaktadır. Anlam yitimiyle sakatlanmış bilinç, saptırılmış gerçekliğe karşı koyamayacak kadar zayıftır. Bu yüzden kendi doğasını terk etme pahasına kendini bastırma, alçaltma, güce biat etme ve nihayetinde kendini ezen-sömüren egemenle özdeşleştirmeye varan bir seyir izler. Egemenle özdeşleşme ilkin taklitle başlar. İktidar merkezlerinin ve sistemin basit bir manivelası olmasıyla son bulur. Toplumsal iktidarlar, bugün toplum üzerinde kurmuş oldukları hakimiyet sayesinde otomatlaşmış, kontrolü kolay robotlardan oluşmuş “kütle” yaratma uğraşılarını şiddetlendirerek sürdürmektedirler. Her şey düşünen öznenin ve bilinçli toplumun aleyhine olacak şekilde tanzim ve tahkim edilmektedir. Özetle, kültür endüstrisi özgür birey ve toplumu çarkları arasında öğütürken başkalaşarak adeta Cyborg’a dönüşen otomatlar üretmeye çalışmaktadır.

İnsanların dünya tasarımları sanatsal, hukuksal, politik, psikolojik vd. tüm veçheleri üzerindeki hegemonya her öznenin ne olduğu, neyin doğru ve mümkün olduğu konusunda bilgi yüklemesi yaparak toplumsal düzende özne görünümlü nesnelleşmiş/şeyleşmiş bireyler yaratır. Direnç noktalarını yok eder, toplumu otomize ettikçe çaresizlik ve umutsuzluk geliştirir. Toplumsal eyleyiciler karmaşık şartlanma süreci sonrası önceden tahmin edilebilir davranış ve düşünce kalıplarını içselleştirmiş olurlar. Bu, aynı zamanda iktidar mekanizmalarının içselleştirilmesi ve kitlesel olarak kişiliğe yedirilmesidir. Tahrip edilmiş toplumsal gerçekliğin böylelikle özgürlükle ilişiği kesilmiş olur.

Öte yandan bireyin kendini gerçekleştirmesi için tüketim kültürü yüceltilerek bireycilik felsefesi kutsallaştırılmıştır. Farklılık, çoğulluk ve ötekileşme şeklinde yeniden formatlanarak tedavüle sokulmuştur. Fark edilme ve görünür kılınmanın bireysel yaratıcılıkla-praxis ya da virtüözlükle-değil; kışkırtılan arzuların tatminiyle gerçekleşeceği bilinçlere zerk edilmektedir. Öte yandan bilgisayar programlarına benzer biçimde paketlenmiş kimlikler pazarlanmakta ve hazır imajlar satılmaktadır. Günümüzde en çok rağbet gören meslekleri; image-maker, yaşam gururluğu ve koçluğu olması, moda ikonları, şov dünyası “büyücülerinin” jet sosyete figürlerine attıkları her adımın anı anına takip edilmesi sanal toplumun temel göstergeleridirler. Kendi aklını kullanmaktan aciz bireyin arzu, haz ve korkuları bilinç ve kültür sanayinin fantezileri ile kışkırtılmakta, Ali Fırat’ın deyimiyle, “toplum ve insan iğdiş edilip cüceleştirilmekte, karıncalaştırılmakta, sürü toplumuna dönüştürülmektedir.” Bir anlamda, kendi varoluşunun sonuna doğru bir gidişat söz konusudur. Homeros’un Odysseia’sına sirenlerin ayartıcı ve öldürücü güzellikteki şarkılarına cevap vermemek, bir anlamda bireysel tutku ve hazlarına yenik düşmemek için kendini gemi direğine bağlayan Odysseus’un aksine; günümüz insanı artık kapitalist modernitenin sirenlerine yenik düşmüştür. Kapitalist modernitenin özgürlüğünü sembolü Özgürlük Heykeli’dir. Kafka’nın Amerika romanında heykele güneş ışığı vurunca eldeki meşale yerini kılıca bırakır. Heykel o anda Nemesis’e(av tanrıçasına) dönüşür.  Hobbes’un korkutucu ve kudret sahibi Leviathan’ı albenili kılınmış ve estetize edilmiş yeni bir sembolle yer değiştirmiştir. 

Ali Fırat “hep tekrarlanan trajedi oyunlarında hep tekrarlanan kaderi özgürlük lehine bozmanın acıyı katlanır kıldığı”nı belirtir. Oyunu ezilenler ve sömürülenler lehine çevirmek; öncelikle siyasetle ve ahlakla bağlantısı doğru kurulmuş, bireysel ve kolektif özgürlüklerin uyumlulaştırılmasından geçer. Kafesin bir kader, aşılması imkansız bir zorunluluk olmadığı bilince çıkarıldığında; onun içende doğan kuşlar özgürlüğe kanat çırpacaklardır.

 

 

Bunları da beğenebilirsin

Yoruma kapalı.