Düşünce ve Kuram Dergisi

Ezilenlerin Politik Ontolojisi

Mesut Yurtsever

“Vardık, varız, var olacağız!”

Sosyal, siyasal, ekonomik, kültürel veya doğa kaynaklı bir olay, durum veya sorun karşısında sık sık ‘’iyi de ben/biz ne yapabiliriz.’’ serzenişleri ile karşılaşabiliriz. Ya da ‘’nerede bu devlet’’ gibi öfkeli çıkışlara şahit oluruz. Sıradan bakış ve ele alışla çok da yadırganmayan bu azap serzenişli hal ile tepki yüklü şikâyetçi ruh hali, özünde toplumsal dokusu dağıtılmış, kendi adına söz söyleme gücünü yitirmiş bir toplumun bireylerinin derin bir eziyet, çaresizlik ve güçsüzlüğün yansımaları olarak karşımıza çıkar. Biçimde, bir devletin basit “yurttaş” tepkisi olarak görünse de, geçekte kendi toplumsal gerçekliği içinde bir trajedi ve paradoksu yaşamaktır. Teslimiyet-kaba isyan uç ikilemleri bu durumun tezahürüdür.

Demokratik Modernitenin, psikolojik anlam dünyasından meseleyi irdelediğimizde bu durumun anlamsal ifadesi, kendine ve kendi toplumsal gerekliliğine yabancılaşmadır. Birey veya topluluğun kendi öz-varoluşsal gerçekliğinden uzaklaşmasının öz-güçten düşmenin ve kendi anti-varlığı olan iktidar ve devlet üst toplumu içinde erimenin veya ona benzeşmenin dışa yansımasıdır.

Bir insan veya topluluk bu ruh halini nasıl yaşar duruma getirildi? Bundan daha da önemlisi, birey ve toplulukların kendi oluş-varoluş diyalektiklerinden “gelişmenin anlam ve iradece üretildiği yaratım alanı’’ politikadan nasıl kopartıldığı veya uzak düştüğü, ya da kadükleştirilip, zayıflatıldığıdır. Bu vb. soruları çoğaltmak mümkün. Bunlara pek çok açıdan cevaplar da verilmekte… Fakat total olarak sınıflı-devletli uygarlığın hem tarihsel, hem de güncel olarak ideolojik ve maddi anlamda tahakküm ve hegemonyasının etkisi görülebiliyor. Uygarlık tarihi bu anlamda toplumun kendisi için düşünmeme, tartışamama ve karar alıp uygulayamama tarihidir. Toplumun ahlaki ve politik dokularının daraltılması ve işlevsiz bırakılması sürecidir.

Birey ve topluluklar tahakküm ve egemenlik altına alınabilirler. Kendi en temel varoluş dokuları daraltılıp, işlevsizleştirilebilirler. Anlam dünyaları çarpıtılıp, basit anlam düzlemi üzerinden sistem içileştirilerek sistemin istediğini “makbul vatandaş”  ruh halleri ve davranışları sergileyebilirler. Fakat tüm bunlar, toplumun en temel dokularından biri olan politikanın (ve de ahlakın) ortadan kalkacağı anlamına gelmez. Rolü ve işlevi yok edilme sınırına kadar getirilip, bireyler yukarıdaki ruh hallerini yaşar hale getirilebilir. Ama toplum denilen varlık var olduğu sürece bu dokular da varlığını sürdürecektir. Nasıl ki, “kurumuş kütük yeşermez” sözü, yok edilme sınırına getirilmiş sömürge toplum bireyinin ruhsal düşünsel dünyasının ifadesi ise, bu söze atfen “kayada biten gül” olma durumu da, politik veya özgür toplum olmada ısrar eden özgür insanın ruhsal-düşünsel dünyasının ifadesidir. Yani şunu ifade etmek istiyoruz: Toplumlar veya bireyler tahakküm ve egemenlik altına alınabilir. Fakat bunun yanında toplulukların, kültürlerin, inançların veya bireylerin hem güncelde hem de tarihsel süreç boyutunda varlıklarını koruma varoluşlarını sürdürme ve bunun için de direniş halinde olduklarını asla unutmamak, ıskalamamak lazım. Zaten sistemin varoluş diyalektiği bile bu topluluklar (biz bunlara Demokratik Uygarlık unsurları diyoruz) üzerinden, onların bu öz direnme ve varoluş öğelerini zayıflatarak, bastırarak kendini ayakta tutuyor ve işletiyor.

Örneğin mevcutta resmi dünya sistemi yani sınıflı-devletli uygarlığın günümüzdeki temsilcisi kapitalist-modernist sistem, kapitalist olmayan toplum üzerindeki hegemonyasıyla kendini ayakta tutar. Sistem, varlığını kapitalist olmayan toplum olmadan sürdürememesine rağmen, ideolojik ve maddi (zor vb.) hegemonyadan kaynaklı her şeyin belirleyicisi, mutlak hakim ve geliştiricisi kendisiymiş gibi davranır. Davranmalarını dayatır. Sömürdüğü toplumun sanki hiçbir gücü, etkinliği, yaratıcılığı, ortak işi, kuralı, sözü, kararı ve düzeni özetle toplumu toplum yapan ahlak ve politik doku ve organları yokmuş gibi bir uğraş ve manipülasyon çabası içindedir. Sistem kendini tam merkeze yerleştirip mutlak belirleyen olarak ele alırken, kendi varlığının sürdürülmesini dayadığı esas zemini, dışındaki dünyayı ise basit nesneler, işe yaramaz varlıklar olarak yansıtmaktan çekinmez. ”Barbarlar” veya “geri”, “ilkel” ve “cahiller” topluluğu gibi tanımlamalar bunun ifadesidir. Uygarlık kendisini tarih, tarihi de kendisi ile özdeş yansıtır. Mevcut sosyal bilim veya tarih biçiminin iktidar ve devlet yığının toplamı olarak inceleniyor olması ve pek çok cenahça da kabul görüyor olması, bunun pratik ispatı olarak karşımıza çıkıyor. Oysa hem sosyolojik gerçekliğe hem de tarihe, iktidar ve devlet zihniyetli gözlük ile bakmaktan vazgeçildiğinde durumun hiçte öyle olmadığı çok net karşımıza çıkar. Tarihe ve topluma iktidar ve devletli paradigma ile bakma, sadece hakikatin muğlaklaşmasını değil, özünde toplumun inkarı ve imhasının özünü de açar. İktidar-devletli zihniyette tarihe topluma ve toplumsal varlıklara bakma, demokratik modernite paradigması açısından sadece yanlışa sürüklenme, hakikatten uzaklaşma değil, kendi varoluşsal hakikatinin inkarını yaşama, karşıt paradigma olan iktidarcı ve devletçi zihniyet ve sistemi içinde erimeyi ifade eder.

Bu açıdan; yazımızda “Ezilenlerin Politik Ontolojisi”ni incelerken, bu iki düzen unutulmadan, ana demokratik uygarlık düzlemi esas alınacaktır. Kullanılan kavramlar, bu kavramların hangi anlamlar ihtiza ettiği, neyi ve nasıl temin ettikleri vb. şeylerin tümü de bu çerçevede olacaktır.

Özette; resmi dünya sistemi her alanda ideolojik, kültürel, sosyal, siyasal, epistemolojik vb. alanların hepsinde egemen olsa da, onun anlam dünyası üzerinden ezilenleri ve onların varoluşlarını tanımlamayacağız. Ezilenin, “ezilen” varlık haline gelişi egemenin egemen varlık haline gelmesinin bir sonucu olsa da, ezilenlerin politik ontolojisinin kendine ait bir düzlemi, bu düzlem üzerinden kendilerini, -ezilen varlıklar olsalar bile- varlıklarını ifade etmeye çalışacağız.

 

Varlık Olarak Politika: Varlığı Nasıl Tanımlamalıyız?

Ontoloji en genel manada “varlık bilimi” olarak tanımlanır. Politika denilen varlığı, varlık bilimi kapsamında ele alıp incelediğimizde karşımıza nasıl bir varlık çıkar? Varlık olmak bakımından politika denilen varlık nedir? Nasıl bir doğaya sahiptir? Ne’liğine ve ne olmadığına dair neler söylenebilir? Temel rolü ve işlevine dair ne belirtilebilir? Politikalı toplum ile politikasız toplum ne ifade eder?

Politika, terim olarak Grekçe kökenli olup “Şehir Yönetimi” ve “kent yönetim sanatı” anlamına gelse de toplumsal doğaya aykırı bir kavram olmasından dolayı genel olarak müphem bir kavramdır. Terimin eril-analitik açılım istismarıyla savaş, çatışma, devlet, iktidar vb. ile özdeş algılanıyor olmasından ve ayrıca kapitalist-modernist sistemde liberalizmin ideolojik hegemonik etkisinden dolayı politik denilen kavram hem müphemleştiriliyor hem de çok ciddi anlamda kavram ve anlam kargaşasına sebep oluyor. İnsanların anlağında politika kavramı bir tarafta yönetim olgusu, öte taraftan iktidar ve devlet işleri olarak çağrışımlara yol açıyor. Bu ikili anlamsal çağrışımdan ötürü, politika denilen varlığın hem kavram olarak anlaşılmasını hem de ele alışta güç bir toplumsal olgu olarak ortaya çıkarıyor.

Tüm bunlara karşın politika kavramının ikili bir anlamsal çağrışıma yol açıyor olmasının, her iki anlamı ihtiva eder şekilde ele almamızı gerektirmediğini ifade etmek lazım. Hem mevcut sosyal, siyasal bilimlerin hem de bilim ve felsefe insanlarının bu şekilde ele alıyor oluşu, zihniyet ve ele alış yöntemleri üzerindeki liberal ideolojik hegemonyanın etkisinden ötürüdür. Günümüz hakim sosyal biliminde politika ile iktidarın özdeş görünür olması, liberalizmin ideolojik zehirlenmesinin sonucudur. İktidar veya devletin toplum üzerinde kendini mutlak ve zorunlu bir gereklilikmiş gibi dayatmasının ifadesidir. İktidar ve devletin, toplum için vazgeçilmez olan politika ile kendilerini özdeş, anlamdaş gösterme hali, hem toplum nezdinde meşruiyetlerini sağlama hem de toplum için çok tehlikeli ve zararlı olan yüzlerini maskeleme amaçlıdır.

Sınıflı-devletli uygarlığın alternatif, demokratik uygarlığın epistemolojik anlam dünyasında Politika, toplumun en temel varoluş unsurlarının başında gelen olgulardan biridir. Toplumun toplum olarak varlıksallaşması iki temel öğeye dayalı olarak gelişir. Bunlar; ahlak ve politikadır. Ahlak, toplumun kural, düzen, istikrar ve sürekliliğini; politika ise toplumun “yaratıcı gelişimini” sağlayabilmesi için ortak işlerini geliştirir. İnsan toplumsallığının zaman ve mekana dayalı oluşumunun mayası bu iki olguya dayanır. Bu iki olgu sadece mayalayarak toplum denilen varlığın oluşumuna yol açmıyor. Toplumun kendini yüzbinlerce yıl sürdürmesinin de taşıyıcıları olmuşlardır. Toplum bu açıdan ahlaki olduğu kadar politik bir olgudur. Kürt Halk Önderi Abdullah Öcalan’ın tabiri ile toplum, toplumsal doğa olarak politiktir ve bu bağlamda “ahlakın işlevi, hayati işleri en iyi biçimde yapmaksa; politikanın işlevi de en iyi işleri bulmadır.” En iyi işleri bulmak, yapmayı da bağrında taşıdığı için, politika, ahlakı da kapsar.  Toplumun hayati iyi işlerini bulmak, öncelikle işleri çok iyi bilmeyi, entelektüel, arif olmayı gerektirir, ikinci olarak da araştırmayı-incelemeyi iyi bilmeyi gerekli kılar. Politika bu anlamda toplum için ihtiyaç olan ahlaki kuralları sağlamak kadar, bununla beraber toplumun zihni, kültürel, kurumsal ve maddi gereksinimlerini karşılamanın yol ve yöntemlerini sürekli tartışma ve kararlaştırma rolündedir. Toplumsal politika bu anlamda “sürekli tartışma ve karar gücünü geliştirerek toplumu zinde ve açık görüşlü kılar; kendisini yönetebilme ve işlerini çözme yeteneğine kavuşturduğu toplumun en temel varlık alanını oluşturur. Politikasız toplum, başı kopmuş tavuk gibi daha can vermeden sağa-sola savrulan toplumdur. Bir toplumu işlevsiz ve gücüz bırakmanın en etkili yolu, kendi öz varlığı, temel maddi ve manevi ihtiyaçları için zorunlu tartışma ve karar organı olan politikadan yoksun bırakılmıştır.”  Bu açıdan politikasız toplum düşünülemeyeceği gibi, politik dokusu ve organları kadükleştirilip, yok etme sınırına getirilen toplumlar egemenlikçi sistem içinde erimekle yüz yüze olur. Toplumsal özgürlük sorununu derinliğine yaşar. Tarihte ve güncelde pek çok toplumun sistem-içileşmesi, ya politik dokularından yoksunlaşmalarının ya da politikaya yükledikleri anlam saptırılmasının sonucudur. Bu açıdan da politik dokusu zayıflatılmış toplumlar kölelik, eşitsizlik ve adaletsizliğe meyilli veya bu olgularla yüz yüze yaşarlar. Oysa toplum politika ile hem düşünce boyutuyla hem de eylemlilikte kendiliğini, kendi kimliğini bilince çıkarır, geliştirir ve savunur. Tarih bunun sayısız örnekleri ile doludur.

Öcalan, bu anlamda politikayı özgürlük sanatı, politik alanı da özgürlük alanı olarak tanımlar. Çünkü politika toplumun en hayati gereksinimlerini ve ortak iyi işlerini arayıp bulma sanatıdır. Özgürlük, eşitlik, adalet ve demokratiklik gibi kavramlar kadar toplumun hayati ihtiyaçlarını izah edecek kavramlar bulunamaz herhalde. Toplumun en temel ihtiyaçları bu kavramlar ise, politikanın en temel faaliyeti ve işi de bu kavramlarla bağlantılı işlerdir. Tam bu noktada politikanın ne’liğini veya ne olmadığını özetlersek şunlar belirtilebilinir:

1) Özgürlük, eşitlik, adalet ve demokrasi ile ilintili olan işler;

2) Toplumun en temel yaşamsal çıkar ve gereksinimlerini ilgilendiren işler politikanın Ne’liğine cevaptır.

Politikanın ne olmadığına dair de şunlar belirtilebilir.

1) Devlet ve iktidar ile ilgili işler politik işler değil, devlete dayanarak politika değil, idarecilik yapılır;

2) Özgürlük, eşitlik, adalet ve demokratiklikle bağlantılı olmayan işler;

3) Toplumun en temel yaşamsal çıkarlarını ilgilendirmeyen işler politik işler değildir.

 

Sınıf-Devlet ve İktidara Karşı Bir Direnme Ontolojisi Olarak Politika

Toplum, ilk biçimi klan formuna dayalı olarak oluşur. Toplum, milyonlarca yıl bu forma dayalı olarak varlığını sürdürür. Bu toplum biçimine doğal toplum da denir. Tüm antropolojik, arkeolojik, etnolojik ve bilimsel veriler doğal toplum yaşamının imtiyazı, sınıfı, hiyerarşi ve sömürü tanımadıklarını ve yaşamlarında bunlara yer vermediklerini ifade eder. Yine kavram olarak, eşitlik ve özgürlük kavramları var olmamış olsalar da, doğal toplum yaşamına içkin varlıklar olduklarını biliyoruz. İnsanlığımızın toplumsal hakikatinde birer erdem olan bu kavramlar (eşitlik, özgürlük, kardeşlik vb.) bilinç halinde belki kavramsallaşmamış olabilirler. Ama doğal toplum yaşamının kendisinde yaşayan-yaşanan olgular olmuşlardır. Çünkü doğal toplum, kendi zamanı itibariyle oldukça yetkin olan ahlaki ve politik dokuya ve organlara sahipti. Toplumun en temel varoluş olguları olan ahlak ve politika, doğal toplumun en hayati işlevlerini sürekli yerine getiriyordu. Bu toplum formunda bu iki hayati olgunun sağlıklı bir şekilde işlevlerini yerine getirdiğinden komünün hiyerarşi, sınıf, sömürü vb.ni tanımamasının nedeniydi. Böylece toplumsal öze dair bu zemin, toplumun bu kavramlarla anılmasının da önünü alıyordu.

Peki, nasıl oldu da toplumun bağrında hem kavramsal düzlemde, hem de varlıksal düzlemde ezen ve ezilen kategorileri ortaya çıktı?

Ezen ve ezilen toplum kavramlarının ortaya çıkışı, doğal topluma karşıtlık temelinde hiyerarşi ve sınıf temeline dayalı devletli toplumların oluşmasıyla başlar. Hiyerarşi ve sınıflı devletli toplumlardan önce insanlık ne ezen ne de ezilen toplum denilen olguları, varlıkları tanımıştır. Toplumun efendiler-köleler, ezenler-ezilenler, tanrılar-kullar, zenginler-fakirler, mülk sahibi ve mülksüzler şeklindeki ayrışması, cins ve sınıf temeline dayalı devletli uygarlığın gelişimiyle bağlantılıdır. Uygarlık sürecine kadar insanlık tek bir toplum biçimini tanır ve yaşardı. Bu da doğal toplumdu. Kürt Halk Önderi Abdullah Öcalan, uygarlığı (sınıflı toplumu) “bir sapma” olarak tanımlar. Uygarlığın gelişimi ile çatallaşma başlar. Toplum bu çatallaşma ile egemen ve ezilen toplum ya da devletli uygar toplum-demokratik uygar toplum şeklinde yer alır. Beraber ve iç içe yaşamaya başlar.

Uygarlık; sınıf, iktidar, kent ve devlet ekseninde yoğunlaşıp, ideolojik ve maddi kültür bağlamında genişleyip-yoğunlaştıkça, doğal toplumun ahlaki ve politik dokusuna saldırır, onu kuşatır. Politik dokusunu alabildiğine daraltmak ister. Hiyerarşi ile başlayıp devlete kadar gelen bu süreçte toplumdaki politika ve topluluğun kendi kararlarını kendisi tarafından belirleme süreci, yerini güçlü kurnaz adamın -yani rahip, askeri şef ve yaşlı adam veya tüm bunların toplamı olan devletin- tek yönlü karar alma ve bunu topluma dayatmasına bırakır. Uygarlık tarihi bu açıdan politik toplumun daraltılmasının ve rolünün işlevsiz bırakılarak değer yitirmesinin tarihidir.

Politikanın rolünün daraltılması, toplumsal özgürlük, eşitlik ve demokratikleşmenin gerilemesini ve yadsımasını beraberinde getirecektir. Bu açıdan toplum öyle kendiliğinden, kolayca sınıfsallaştırmayı, devleti ve uygarlığı kabul etmemiştir. Tam tersine, doğal toplum sınıfsallaştırmamak, uygarlık ise sınıflaştırmak için çetin bir mücadele yürütmüşlerdir. Toplumun sınıfsallaştırılması bu anlamda çok çetin ve sert geçen politik mücadelenin devlet lehine bastırılmasıyla olanaklı olmuştur. Denilebilir ki, insanlık tarihindeki en çetin ve büyük mücadeleler insanlığın toplumsallığının sınıfsallaşması için verilmiştir. Tüm mitolojiler-destanlar bu mücadele hikâyeleri ile doludur. Tanrıça İnanna’ nın me’leri için Tanrı Enki ile mücadelesinden tutalım Humbaba’nın Gılgamış’a karşı mücadelesine kadar pek çok anlatı ve destan buna örnektir. Uygarlığa karşı, politik toplum, toplumsallığını-komünaliteyi korumak için “içten, kadın ve köle sınıfının, dıştan ise etnisitenin, klan ve kabile topluluklarının direnişi, yine uygarlığın ilerleyen süreçlerinde dinlerin ve mezheplerin direnişleri” de bu temelde gelişmiştir.

Uygarlık öncesi doğal toplum ve doğal toplumun devamı sayılabilecek klan, kabile, aşiret veya kavim gibi topluluklarda politika, toplum için gerekli olan işlerin bulunması faaliyetiydi. Bu işlere henüz “politika” adı verilmemişti. Ne var ki; toplumun bütün üyeleri “politika” yapma süreçlerine katılırdı. Mesela klan veya kabilenin varlığını devam ettirebilmek için günlük problemlerine cevap olması lazımdı. Onlar da günlük olarak sorunlarını tartışır, kararlaştırır ve cevap olurdu. Tüm topluluk bu işin içinde olduğu için de politikasının karakteri demokratik olarak karşımıza çıkıyor. Sınıflı devletçi uygarlığın doğal toplumu ilkel, vahşi ve konuşma, diyalog yetisi zayıf gibi göstermesi yalanı karşısında, aslında politikanın bu doğal toplum kaynaklı hakikati oldukça çarpıcıdır.

Ama uygarlık sonrası ezen ve ezilen toplum olgularının varlık bulmasıyla, ezilenlerin politik varlığını ve politikasının esası uygarlığın temel özelliklerine; sınıf, kent, devlet ve iktidara karşı direniş temelinde anlam bulur. Çünkü uygarlaşma yani sınıflaşma, kentleşme, devletleşme geliştikçe hem politik toplum daralıp, işlevsizleşir, hem de toplumun daha çok iktidar ve devlet hakimiyeti altına girmesi gerçekleşir. Sınıflı- devletli uygarlık dediğimiz sınıfsal toplumlarla, doğal toplum dediğimiz politik toplumu ayrıştıran en önemli özellik, sınıfsallaştırmaya karşı sürekli direnmesidir. Politik toplumlar sınıfsallaştırmaya eşitlik ve özgürlüklerinin yitirilmesi olarak bakarlar. Buna karşı direnmeyi de en temel amaç bellerler. Politik toplumlarda, politik mücadele bu açıdan toplumu sınıflaştırmayarak, kendilerini iktidar ve devlet aygıtlarının tek taraflı zoru altına sokmama temelinde olur, gelişir. Toplumsal doğalarına uygun politik organların olmaması veya yitirilmesi durumunda toplumsal özgürlüklerini yitireceklerini ve devamında da egemenlikçi sistem içinde eriyeceklerini bilirler. Tarih bu anlamda, politik dokularını yitirip sistem-içileşen yığınca vaka ile doludur.

Ezilenler için politika bir direnme olayıdır. Uygarlık güçleri karşısında politika yapmanın önemi, Öcalan’ın belirttiği üzere şu nedenle hayatidir: “Direnmeden hiçbir özgürlük, eşitlik ve demokratikleşme adımı başarılamayacağı gibi var olan ahlaki ve politik düzeyin daha da aşındırılması, parçalanması, yürütülmesi ve sömürgeleştirilmesi önlenemez, tekellerin sömürüsünün önüne geçilemez. Politikanın özgürlük sanatı olarak tanımlanması tarihte oynadığı bu rolden ötürüdür. Politika yapamayan, yapmaktan alıkonan her sınıf, kent, halk, kabile, dini cemaat ve havim-ulusun söz ve iradesinin olmadığı yerde ise sadece ölüm sessizliği vardı.”

Örneğin kadın-ana etrafında şekillenen Neolitik dönemin sonlarına kadar başat toplumsal sistem, doğal toplumdur. Bu toplumsal sistemin tüm politik dokuları kadın damgalıdır. İnsan toplulukları binlerce yıl kadın-ana’ya dayalı politika ile varlığını sürdürdü. Hiyerarşik-devletli toplumla beraber -günümüze doğru- hem kadın-anaya dayalı toplumsal sistem hem de politik dokular yok oluşun ölümün sınırına getirdi. Tabi bu yok olma sınırına getirilme durumu kolay olmadı. Kadın ve kadın etrafında şekillenen toplumsallık çok uzun süreli ve çetin bir varlığını sürdürme direnişi yürüttü. Beş bin yıllık uygarlık süreci boyunca düzeyi, biçimi, zamanı farklı olsa da Tanrı İnanna’nın direnişinden Lilith’e, kadın-ana eksenli klan ve kabilelerin direnişinden kadın-ana kültürüyle beslenen Mazdek, Babek, Hürremizm isyanlarına, Avrupa’da “cadı” diye yakılan on binlerce kadından günümüzdeki kadın özgürlük hareketine kadar bu direniş bir şekliyle olmuştur. Bugün eğer tüm dünya Kürt kadınlarının örgütlü yapıları olan YJA-STAR ve YPJ’li gerillaların direnişini konuşuyorsa hem bu tarihsel mirasın, hem de kadın ve kadın eksenli düşüncenin eşitlik ve özgürlük arayışının bir sonucudur.

Uygarlık güçlerine karşı tarihte ve güncelde, sadece kadının politik varlık olarak kalmakta ısrar direnişi söz konusu olmamıştır. Kadın direnişine benzer ve sayısız kabile, aşiret, dini cemaat, kişi, felsefi-bilimsel ekol ve hatta mekân olarak kır ve kentlerin özerk politik varlıklar halinde yaşayabilmek, varlıklarını idame ettirebilmek için direnişleri olmuştur. İbrani kabilesinin 3500 yıl politik varoluşlarındaki ısrar öyküsü buna örnektir. Yine İslam inancının devlet ve iktidar aracına dönüştürülmesine karşı başta Alevi ve Harici mezhepleri olmak üzere, iktidar İslam’ına karşı pek çok kavim bünyesinde muhalif mezheplerin çıkışı “özünde aşiret ve kabile halklarının direnişçi ve özgürlükçü politikalarının sonucudur.” Hristiyanlık ve Musevilikte de benzer çok sayıda özgürlükçü politikaya dayalı direniş mezhebi vardır. Benzer şekilde uygarlığın içinden de sayısız köle isyanı ve direnişi söz konusu olmuştur. Spartaküs’ten Zenc isyanlarına, yakın dönemdeki Amerikalı Siyah hareketlerin eşitlik ve özgürlükçü politik direnişlerine kadar bunun ifadesidir. 20. yüzyılı baştanbaşa saran ulusal kurtuluş mücadeleleri (UKM) de aynı geleneğin devamıdır. UKM’ler “bağımsız devlet olarak saptırılmış da olsa, hepsinin peşinde koştuğu amaç politik bağımsızlıktır.” Liberalizmin ideolojik hegemonyası politika ile devleti özdeş görmelerine yol açmış ve bu durum sistem-içileşmeleri ile sonuçlanmış olsa da ulusal kurtuluş hareketleri “yine de çok önemli bir politik direniş geleneğinin sürdürülmesi anlamına gelir.”

Tarih bize ayrıca bireysel düzeyde de kimi zaman özgül ağırlıkları “bir ulus kadar” olan direnişçi politik şahsiyetler olduğunu gösterir. Kutsal kitaplarda sayısı 124 bin olarak belirtilip Adem ile başlayıp Hz. Muhammed’le biten peygamberlere Tanrıça İnanna-İştar’la başlayıp, İsis, Zennubiya, Kibele, Meryem, Roza, Zilan, Sara ve Arin Mirkanlara; Buda, Sohrat, Zerdüşt, Bruno, Nietzsche, Marx, Deniz-Mahir-İbo, Haki, Kemallerden Agitlere dek sayısız birey özgür onurlu bir yaşam uğruna ölümüne direnmiştir.

Özcesi, toplum şayet hala özgürlük, eşitlik ve adalet arayışı içinde ahlaki ve politik olarak kalma çabasında ise “bir ayakta kalma çabası” olarak yeteneğini bu direniş zincirine çok şey borçludur.

 

Uygarlık Tarihi Boyunca Hakim Olan Eğilim: “Boyun Eğme Değil, Direniş!”

Egemenlikçi tarih anlayışları ile tarihi sınıf temeli üzerinden ele alan tarih ekolleri tarihi egemenler ile onların boyunduruğu altındaki köle, serf ve proleterin ilişkisi ve çatışması şeklinde ele alır. Bu ilişkinin ana teması ve eğilimi de boyun eğme olarak ifade edilir. Oysa yukarıdaki kısa örneklerimizde bile gördük ki sınıflı-devletli uygarlık tarihi boyunca hakim eğilim boyun eğme değil, sınıf ve devlete karşı direniştir.

Sınıflaşmaya ve devletleşmeye karşı politik direnişin olmadığı tek bir an ve mekanın olmadığını tarih apaçık gösterir. Dağlar, çöller, ormanlık alanların en derin ve kuytu köşeleri başta olmak üzere yeryüzünün bütün coğrafyalarında başta kadın olmak üzere kabile, aşiret, kavim, uluslar ve şahsiyetler sınıflı-devletli güçlere karşı, kimi zaman tek bir ferdi kalmayıncaya kadar, kimi zaman en ücra dağ, orman ve çöl kuytuluklarına çekilerek, kimi zaman da yüzyıllara varan öz savunmalarla sürekli politik varlıkları için direniş içinde olmuşlardır. Örneğin bir toplum biçimi olan aşiret formu kan bağı ile bağlı oluşumlar olarak ifade edilse de, bundan çok sınıflı-devletli uygarlık güçlerinin saldırılarına karşı, doğal toplum birimleri olan klan ve kabilelerin bir üst örgütlenme olayıdır. Dışarıdan (uygarlık güçlerinden) gelen saldırı tehlikesine karşı varlıklarını koruma amaçlı üst bir örgütlemedir. Özünde de sınıflaşmamaya karşı bir politik organizasyondur. Halen Ortadoğu’da çok yoğun biçimde yaşanıyor olmaları, bu özleri ile bağlantılıdır. Benzer şekilde, Ortadoğu’da yoğunca görülen mezhep, cemaat, tarikat vb.de toplumun politik varlığının “devletleşmemekteki” ifadesidir. Ortadoğu halklarının bugün bütün renkleri ve kültürleriyle, yerel, bölgesel ve küresel iktidarcı-devletçi güçlere karşı direniyor oluşları da bu tarihsel gelenekle ve toplumun politik varlık olmaktaki özselliği ile bağlantılıdır.

 

“Vardık, Varız, Var Olacağız”

Uygarlık tarihi bir anlamda ezilenlerin politik varlığını zayıflatma ve kullaştırma tarihi olsa da, ezilenlerin de politik varlıklarını korumak ve sürdürebilmek için bu uzun süre boyunca (beş bin yıl) çok yönlü bir direniş içinde olmasını önleyememiştir. Uygarlık güçleri karşısında politik varlıkları sınırlansa da, daralıp, zayıflasa da ve yine kimi zaman işlevsizleşip sistem-içileşse de direnişleri ile her zaman varlıklarını, varoluşlarını sürdürmüşlerdir. Hem adlarını hem izlerini bırakmışlardır.

Bugün Tanrıça İnanna’nın erkek egemenliğine karşı büyük mücadelesini “tarımın peygamberi” Zerdüşt’ün “İyi düşün, iyi konuş, iyi yap” felsefesini, Hurri, Guti, Amorit vb. kabile ve aşiretlerin sınıflaşmaya karşı duruşlarını, ulusal kurtuluş hareketlerinin politik bağımsızlık ve benzerini konuşup, tartışıp yazıyorsak bu direnişler sayesindedir. Ezilenler bu direnişleri ile kendilerini yok farz eden bütün egemenlere, onların bilimlerine karşı varoluş içinde olduklarını göstermişlerdir. Eşitlik, özgürlük ve adaletle yüklü bir mirası sadece zamana bahşetmemişler, bu değerlerle de kendilerini oluşturmuşlardır. Miras, ad ve izleri “Vardık, Varız, Var olacağız”ın ifadesidir.

 

“Var olacağız”, Peki Ama Nasıl?

Tarih günümüzde gizlidir. Ve ‘bugün ’de mevcudiyetini ağırlıklı olarak korur. Hem ezilenler açısından hem de egemenler açısından böyledir.

Egemenliğin varoluş tarihi olan uygarlık, günümüze doğru yoğunlaşarak, derinleşerek sermaye, iktidar ve bilginin toplum aleyhine birikim tarihidir. En son evresi olan kapitalist modernite bu anlamda, uygarlık tarihinin en yoğunlaşmış sınıf, devlet ve iktidar birikim tekellerine sahip sistemdir. Kapitalist Modernite; Kapitalizm, Endüstriyalizm ve Ulus-devlet üçlüsüne dayalı yapısından ötürü, kendisinden önceki uygarlık aşamalarının politik toplumlarda yarattığı tahribatın çok daha üstünde ağır bir tahribata yol açar. Toplumun politik dokusunu zayıflatma ve işlevsiz kılma anlamında “uygarlığın bir yaptığını kapitalist modernite bin yaparak sürdürür.” Bu yeni bir durumdur. Nedeni de Kürt Halk Önderi Öcalan’ın mahşerin üç atlısı olarak tanımladığı Kapitalizm, Endüstriyalizm ve Ulus-devlete dayanmasıdır.

Mevcutta kapitalizm tekeli, tüm dünya ekonomisini hem etkisi altına almış, hem azami derecede kar getirecek şekilde derinliğine ve genişliğine yayılmasını tamamlamış, hem de deyim yerinde ise etkisinin ulaşmadığı tek bir yer bırakmamıştır. Endüstriyalizm tekelinin mevcutta geldiği aşama ise hem toplumun iç yapısını hem de çevre-doğa için yarattığı tahribat ve yıkım, felaket aşamasındadır. Bir adım ötesi kıyamet aşamasıdır. Ulus-devlet ise tarihin en güçlü iktidar tekeli olarak, üzerinde hegemonya kurmadığı tek bir birey bırakmamıştır. Sadece toplum üzerinde üstten bir devlet egemenliğini yaşatmaz. Genişliğine ve derinliğine toplumun bütün politik, sosyal, kültürel, ekonomik, siyasi vb. hayati dokularına iktidarın etkilerine, istilası ve sömürgeciliğine maruz bırakır. “iktidarın bu gerçekliği (kapitalizm, endüstriyalizm ve ulus-devlet) karşısında politikada karşı kutup olarak, tarihteki hiçbir dönemle karşılaştırılmayacak bir farklılığı yaşamak zorundadır.”

Uygarlık öncesi ve sonrasında politik toplumların direnişleri sınıflaşmamak kadar, eşitlik, özgürlük ve demokratikliklerini koruma temelliydi. Kapitalist Modernite döneminde ise ahlaki-politik toplumun yaşadığı gerçeklik, eşitlik, özgürlük ve demokratikleşmenin de ötesinde, varlık olarak “toplumsal bedenin” tehlikede oluşudur. Kapitalist Modernite’nin üç mahşeri canavarının çok yönlü saldırıları sebebiyle öncelikli olarak varlığını savunması gerekli kılmaktadır. Çünkü Kapitalist Modernite, toplumun temel varoluş olguları olan ahlak ve politikasını yok etmeye çalışıyor: Toplumun ahlakı yerine hukuku, politikası yerine de bürokratik idareciliği yerleştirir. Bu temelde de toplumun ahlakı o derece aşındırılmış ki; birey kendisinden başka hiçbir şeye önem vermez durumdadır. Kendini topluma yönelik, zerre kadar sorumlu görmeyen insanlar oluşmuş. Bürokratik idareciliği de toplumun politik dokularına o derece güçlü yerleştirmiş ki, toplum adeta felçli hale getirilmiştir. Yani ahlak ve politika yok olma noktasındadır. Bu da toplumun varlık olarak yok olma noktasında olduğunu ifade eder. Günümüzde toplumun varlık olarak durumu budur. Bu anlamda, Demokratik Modernite birimlerinin veya ezilenlerin politik varlığının, mevcut bu duruma cevabı öz savunma alanında direniştir.

Kapitalist Modernite’de iktidar ağları her toplumsal birim veya bireye dayandığına göre, Demokratik Modernite birimlerinin, ezilenlerin politikası da her yerde olmalı, yine her birim ve bireye dayalı olmalıdır. Bu politika da en öncelikli olarak;

1) İktidar denilen olguya direnmeyi esas almalı,

2) İktidar, her birim ve bireyi işgal edip sömürgeleştirmeyi esas alıyorsa, politika da her birim ve bireyi kazanmaya ve özgürleştirmeye çalmalı,

3) İktidar, liberal ideoloji, endüstriyalizm, kapitalizm ve ulus-devlet doğurduysa politika da özgürlük ideoloji, eko-endüstri, komünal toplum ve demokratik konfedaralizmi doğurmak ve  inşa etmelidir.

Yani “teslimiyet” ve kaba “isyan” uç ikilemlerini de aşan bir “direniş ve inşa” diyalektiğiyle demokratik toplum; ekolojik toplum, ekonomik toplum bileşkesi olarak demokratik modernitenin inşa perspektifidir.

Son olarak şu sorulabilir belki. Madem kapitalist modernite de toplum iktidar ağı ile felçli hale getirilmiş, o halde bu toplumdan böyle politik bir direniş beklemek gerçekçi mi? Buna vereceğimiz cevap “evet” olacaktır. Çünkü Kapitalist Modernite, uygarlığın son aşamasını ifade etmekle beraber,  maksimum tepe noktasına gelmiş haldedir. Evrensel bir hakikat olarak her olgunun maksimum ve minimum noktaları vardır. Kapitalist modernite’nin şu anki durumu tepe noktadan iniş halidir. Tarihte olduğu gibi iktidara karşı politik toplumlar hep direnmiştir. Günümüzde de iktidar, toplumun tüm birim ve bireylerine dayanmış ve yayılmış ise, doğal olarak o birim ve bireylerce de bir direnişe vesile olur. Çünkü iktidar, baskı ve sömürü demektir. Buna karşı birim ve bireylerin direnç göstermemesi  “doğanın evrensel akış gerçeğine aykırıdır.”  Hem yaşadığımız toplum hem de Ortadoğu toplumlarını düşündüğümüzde bu direncin, direnişin muazzamlığı da görülecektir. Örneğin Karadeniz yaylalarını birleştirme gayesiyle yapılan “Yeşil Yol” projesine karşı Havva Ana’nın, “Devlet, kaymakam da kim? Ben halkım, halkım, halk!” sözü politik toplum direnişinin en yalın ifadesidir. Yaşam alanına sahip çıkma, politik varlığını korumadır. Rizeli Havva Ana, adeta binlerce yıllık politik toplum mirasını da arkasına alarak Tanrıça İnanna’nın “Nerede me’lerim?” haykırışını hatırlatırcasına, devlet ve iktidara “Ben halkım, halkım, halk!” diyerek meydan okudu. Bu, bize çok çarpıcı ve özlüce “Vardık, varız, varolacağız!” demek değil de nedir?

 

 

Bunları da beğenebilirsin

Yoruma kapalı.