Düşünce ve Kuram Dergisi

Siyaset, Ezilenlerin Sırtındaki Kambur Mu?

Turan Uysal

Siyaset denildiğinde genellikle devlet yönetimi veya devlet iktidarı akla gelir. Tekeli, uygarlık sınırları içinde değerlendirildiğinde, bu bir ölçüde doğrudur da. Çünkü siyaset bugüne kadar hep devlete bağımlı olarak düşünülüp, tanımlanmıştır. Eğer devlet bir egemenlik alanı ise o halde siyasetin temel görevi bu alanın meşruiyetini sağlayacak temel argümanları yaratmak olmalıdır.

İktidar sürekli biçim değiştirir, kendini çağlara göre uyarlar. Devlete bağlı siyaset, iktidara kendini yenileyerek ömrünü uzatma fırsatını verir. İktidar kendi önündeki engelleri yine siyaset kurumu aracılığıyla aşar. İktidarla bu kadar iç içe geçmiş böylesi bir siyaset tarzının (devlet-siyaset) toplumsal özgürleşmede bir rol sahibi olması ise elbette beklenemez. Siyaset, burada, “Bir toplum daha iyi ve daha kolay nasıl yönetilir, nasıl egemenlik altına alınır?” sorusuna yanıt bulmaya çalışır. Şüphesiz ki bu sorular da dönemsel ihtiyaçlara göre değişime uğrar.

Söz gelimi Eski Yunan’da siyasetin temel sorusu şuydu: “Kent için en iyi yönetim biçimi hangisidir?” Nitekim siyaset teorisine dair en temel kavramlar da bu dönemden itibaren şekillenmeye başlamıştır. Aristoteles’in “Politika”,Platon’un “Devlet” adlı yapıtları bu siyasi ortamda yazılmıştır. Orta Çağ’da ise siyasetin temel gündemini, kilise ile devlet arasındaki ilişkinin ne şekilde olması gerektiğine dair tartışmalar ve bu tartışmaların yaratmış olduğu gerilimler oluşturmuştur. Daha sonraki dönemlerde de mutlakiyetçi rejim savunucuları ile anayasal rejim savunucuları arasında çok yoğun çelişki ve çatışmalar yaşanmıştır. 19. yüzyılın temel tartışma konusu ise genel oy, seçme seçilme hakkı gibi bir takım talepler dizisi olmuştur. Aynı paradigmasal yaklaşımın günümüzdeki yansımalarını ise daha çok demokrasi, öz yönetim, çoğulculuk gibi kavramlar etrafında yürütülen tartışmalarda görmekteyiz.

Tüm bu sorunlar tek bir siyaset kurgusu çerçevesinde ele alınıp çözüme kavuşturulmaya çalışılmaktadır. Devlet eksenli bu siyasetin -dar anlamda bir kesimin daha doğrusu bir azınlığın, sağ veya sol parti oluşumları da buna dâhil-, çoğunluğu yönetmesi şeklinde düşünülüp tasarlanması daha baştan itibaren toplumsal özgürlük alanında ciddi bir kırılmanın yaşanmasına yol açmıştır. Devlet ya da iktidar alanına göre kurgulanmış bu siyasetin gözünde toplum, yönetilmesi gereken bir yığın olmanın ötesinde bir şey değildir. Tarihte ortaya çıkan mücadeleler de bu anlayışa göre şekillenmiştir. Öyle ki her sorunun mutlak anlamda bir iktidar merkezi etrafında tartışılıp sonuca bağlanmaya çalışılması, kaynağını tersten kurgulanmış bu siyasi kültürden almaktadır. Buna bağlı olarak bu iktidar mücadelesi iki şekilde gerçekleşmektedir:

Egemenlerin kendi aralarındaki güç paylaşımı ve ezilenlerin daha fazla ortak olma arayışı. Burada her iki kesimin de buluştuğu nokta iktidarcılıktır.

Örneğin Ortaçağ’da kilise ile devlet arasındaki çelişkiler özünde bir iktidar paylaşımı mücadelesiydi. İngiltere’deki Magna Carta (Büyük Şart-1215), feodal beylerin kral karşısında görece güç kazanmaları anlaşmasından başka bir şey ifade etmemekteydi. Zaten bu sözleşmenin 1265’lerde (Kral I. Edward zamanında) 400 kişilik bir parlamentoya doğru evrildiği de bilinmektedir. Peki kimin temsilcileri vardı bu parlamentoda: Lordlar, din adamları, şövalyeler ile şehir ve kasabaların temsilcileri. Bu, daha sonra Lordlar ile Avam Kamarası olmak üzere iki meclisli parlamentonun temelini oluşturdu. Aynı şekilde Fransa’da Etats-Generaux kralın danışma meclisi olarak kuruldu. 14. yüzyılda Kral Philippe’in Papa 8. Boniface’ye karşı mücadelesinde soyluların, din adamlarının ve ayrıcalıklı şehir temsilcilerinin desteğini almak amacıyla Etats Generaux’nun işlevi genişletildi. 18. yüzyıldan itibaren de aristokrasi ve din adamları sınıfının yanında diğer bir güç olan burjuvazi tarihteki yerini aldı. Tiers Etats’ya giden yol böyle örüldü. Bu her üç güç arasındaki iktidar mücadelesi en nihayetinde burjuva sınıfının üstünlüğüyle sonuçlanırken, monarşi yıkılmaya yüz tuttu.

İşte bu egemen güçlere karşı siyaset kuramcılarının çok az yer verdiği şey, ezilenlerin mücadelesidir. Devrimi yapan halktı, fakat dönemin yeni iktidar sınıfı olan burjuvazi tüm bu kazanımları gasp edip kendine mal etti. Cumhuriyet hamlesi iktidarın kendine yeni bir meşruiyet zemini yaratmak için öne sürdüğü bir araçtı. Ezilenlerin buna cevabı ise bütün siyasi hakların -ki bu sürece kadar seçme ve seçilme hakkı sadece belli gelir durumuna sahip varlıklı insanlara tanınmaktaydı- genelleştirilmesini öngören 1848 hareketiydi. Bolşevik partisinin devletleşme süreci de aynı diyalektiksel bağlam içinde gerçekleşti. İktidarı paylaşmak veya iktidara ortak olmak! Bütün mesele buydu.

 

“Cehalet Güçtür, Özgürlük Köleliktir”[1]

Mevcut geleneğin yaratıcıları arasında yer alan siyaset düşünürlerinin de esas çalışmalarını iktidar paylaşımı gibi konularda yoğunlaştırdıkları anlaşılmaktadır. İster meşrutiyetçi, ister mutlakiyetçi, ister liberal olsun, hepsinin ortak yanı, ‘iktidarın toplumsal gerçekleşme açısından zorunlu bir süreç olduğu’ yönündeki teoriye sarılıp, bunu herkese ispatlamak. Oysa siyasetin veya iktidarın varlık alanı toplum olduğuna göre, ilk önce toplumu tanımlayarak işe başlanmalıdır.

Toplumu bir arada tutan şey neydi? Thomas Hobbes (1588-1679), herkesin herkese düşman olduğu, bencil istek ve arzuların sınır tanımadığı kaotik bir dünyada toplum halinde yaşama yolunun devletleşmekten geçtiğini savunmuştur. “İktidar nasıl kurulur?” diye soran Hobbes, şu cevabı verir: “İktidar, tüm insanların kendi yetkilerini bir kişiye ya da bir meclise devretmesiyle kurulur.”[2] Yani toplum halinde yaşamanın bedeli gönüllü bir kölelik, diğer bir deyişle özgürlükten feragat etmek olarak karşılık bulmaktadır. İktidarın meşruluğunu öngören bu anlayış, ezilenlerin veya bir bütün olarak toplumun sırtındaki kamburdur aslında; özgürleşmek için kurtulunması gereken bir kambur.

Hangi hakların devredilir olduğu, hangi hakların devredilemez olduğu sorunsalı üzerinden gelişim gösteren ‘doğal haklar’ kuramı ise meseleyi yine aynı paradigmasal yaklaşımla; ama bu defa burjuva bireyciliği lehine dönüştürerek ele alıp çözümlemiştir. Öyle ki ‘devredilemez haklar’ diye tabir edilen haklar, çoğunlukla soyut ve ancak bir toplumun onu bir sistem içinde tanımlandığı takdirde karşılık bulabilecek haklardır. Modern sistemlerin dayandığı ‘kuvvetler ayrılığı’ ilkesi de iddia edildiği gibi iktidar yoğunlaşmasını önlememekte, toplumsal özgürlüğün önünü açmamaktadır. Fransız düşünür ve siyaset bilimci Montesquieu (1689-1755), bu konuya ilişkin olarak şunlar söylemiştir: “Egemen gücün sahibi olan halk başarabileceği işleri kendisi yapmalı, başaramayacağı işleri de vekillerine (temsilcilerine) bırakmalıdır.”[3]

Ancak J. J. Rousseau’nun “toplum sözleşmesi” kuramı bu konuda bir istisnadır. Bu kurama göre iradenin birinci özelliği onun devredilemez oluşudur. Yasaları temsilciler değil, halk yapar.[4] Fakat buradaki esas konu egemenliğin kime veya hangi kesime ait olması gerektiği hususudur. Ulus-devlet de egemenliğin kayıtsız şartsız millete ait olduğu savıyla kendini inşa etmiştir. Egemenliğin kaynağı olarak ulus aracılığıyla devlet meşru bir zemine oturtulmuştur. Kürt Halk Önderi Abdullah Öcalan bunu “devlet ulusu veya ulusun bir bütün olarak devletleşmesi” olarak değerlendirmektedir. Ulus-devlet bir anlamda siyasetin bitişi demektir. Çünkü devlet yönetimine dönüşen siyaset, zamanla görevlerinin bir kısmını hukuka devrederek iktidarı kalıcı ve değişmez hale getirmiştir. İktidar otoritesine bağlı hukuk, halk ve adaletten kopup bağlayıcılığı kesin olan bir dizi kanun ve yasa şekline büründürmüştür. Hukuk çoğaldıkça da bununla ters orantılı olarak siyaset alanı giderek daralmıştır. Toplumu kural ve kanunlarla yönetmek çok daha kolay ve risksizdir. Baskı, ajitasyon veya rıza üretimiyle toplumu hegemonya altında tutmanın siyasi maliyeti çok daha fazladır.

Hukuk, bir otoritenin varlığını gerekli kılar. Kanunlar önceleri tanrısal bir iradeye dayandırılmaktaydı. Laikleşme hareketiyle birlikte kanunlar halkın “temsilcileri” olan yasama organları tarafından uygulanmaya başlandı. Fakat buna rağmen kanunlar yine de bir tanrısal buyruk kadar etki yaratabilmektedir. Tanrı ile kul ilişkisinde, kul, kayıtsız şartsız tanrıya boyun eğmek zorundadır. Kanun ile vatandaş arasındaki ilişkide ise vatandaşın daima kanuna uyma zorunluluğu vardır. “Anayasal devlet”, “hukuk devleti” gibi kavramlaştırmaları da bu çerçevede değerlendirebiliriz. Kendini bir anayasaya dayandıran devlet, sorgulanamayan devlettir. Kürt Halk Önderi Abdullah Öcalan, “Ne kadar az devlet, o kadar çok demokrasi,” formülasyonunu ortaya koymuştur. Ne yazık ki tarihten günümüze hep çoğalan, büyüyen devlet olurken, demokratik alan ise sürekli bir daralma ve küçülme yaşamıştır. Ezilenlerin ya da toplumun sırtındaki en büyük kambur da bu tekelci devlet aygıtı ile onun temsilcileri olagelmiştir.

 

Politik Toplum, Özgür Toplumdur

Güçlü bir paradigmaya, teorik ve felsefi temele dayanmayan sosyal hareketlerin zaman içinde yozlaşıp egemen düzenle bütünleşmesi kaçınılmazdır. Tarihte bunun birçok örneği vardır. İlk çağlarda toplumsal gelişmenin devindirici gücü köle sınıfıydı. Ortaçağ’da ve burjuvazinin üstünlüğüyle sonuçlanan Yeniçağ’da bu rolü köylüler oynadı. 18. ve 19. yüzyıllarda ise sanayi kapitalizmini değişime zorlayan işçi sınıfıydı. Fakat bunların hepsi kısa sürede verili egemen siyaset içerisinde eritilerek yok edildi. Ezilenlerin bir özgürleşme veya iktidarı geriletme aracı olarak başvurdukları siyaset, tersinden bir rol oynayarak ezilenleri baskı ve sömürü altına alıp, etkisizleştirmenin bir aracı haline dönüştü. Peki neden? Öcalan kendi siyaset paradigmasını oluştururken bu soruya cevap arayarak işe başlar. Ona göre her şeyden önce kavramlar yeni baştan tanımlanmalıdır:

“[…]Politika -toplumsal olgu olarak söz edildiğinde-, toplumun özgürce yönetilerek gelişmesi,       bireyselleşmesi olarak tanımlanabilir. Yönetim olgusunu içermekle birlikte, salt ona indirgenemez. Hem özyönetimle hem iktidar yönetimiyle özdeşleştirilemez. Politikayı toplumun özgürlük alanı, gelişmenin anlam ve iradece türetildiği yaratım alanı olarak yorumlamak gerçeğe daha yakındır.”[5]

Bir özgürlük alanı olarak siyaset, toplumsal bir olgudur ve özünü devletli toplumdan değil, doğal toplumdan alır. Özgür, eşitlikçi, iktidar olgusunu tanımlayan doğal toplum, politik toplumdur. Doğal toplumda gelişmenin itici gücü, bireysel hırsa dayalı kör rekabet değil, paylaşmaya dayalı kolektivizmdir. Politika, bu toplumsal birimin gündelik yaşam dili olmaktadır. Karar, planlama ve eylem; bu her üç unsur da kendi içinde çok güçlü bir yönetsel faaliyeti barındırır. Fakat bu yönetsel faaliyet hiyerarşik değildir. Tüm üyelerin rol aldığı kolektif bir örgüt ve eylem alanıdır. Nitekim aynı duruma devletli uygarlık sürecinde varlığını koruyan cemaat yapılarında da sıkça rastlanmaktadır. İktidarın fazla sızmadığı bu topluluklar özgürlükçü siyaset açısından iyi birer örnektirler. Cemaat içi ilişkiler genellikle yataydır ve işler ortak yürütülür. Siyaset “toplumun özgürlük alanı” ise o halde özgürlüğü de “seçenekler arasında en iyisini bulma kabiliyeti” olarak tanımlayabiliriz. İnsan türünü doğadaki diğer canlı türlerinden ayıran en temel özellik bu olsa gerek. İnsan karar vermek zorundadır ve herhangi bir kararı vermede özgürdür. İşte siyaset, bu özgürlüğün bilinç ve eylemle bütünleşmiş sanatkârane ifadesidir.

Doğaları gereği tekçi olan iktidar ve devlet yapılanmaları özgür seçime asla fırsat tanımaz. Devletçi siyasetin en temel amacı da bütün seçenekleri ortadan kaldırıp tüm toplumu bir tek iktidar tarafından birleştirmektir. Dikkat edilirse tüm seçeneklerin teke indiği totaliter sistemlere en çok kapitalist modernite döneminde tanık olunmaktadır. Çünkü iktidar en çok bu dönemde merkezleşmiştir. Tüketim odaklı bu totaliter dönemin, günümüzde etki etmediği tek bir alan var mıdır? İktidar sisteminin iyice azmanlaşıp, canavarlaştığı böyle bir dünyada insanlar artık birer karınca kadar küçülmüş; iradesi dinden alınmış, etkisizleştirilmiştir.

Nietzsche, bir zamanlar, “Tanrı öldü!” demişti. Aslında insan da öldü. Çünkü özgürlüğünü yitirmiş insan, ölü insandır. İktidar odaklı siyaset felsefesi, gücün eline ölümcül silahlar da dâhil tüm araçları verdi. Halkın elinde ise yalnızca zincirleri kaldı.

Özgürlüğe hiçbir şekilde imkân tanımayan devlet güdümlü, köleleştirici siyaset tarzı, birçok açıdan eleştiriye tabi tutulabilir. Öcalan bunu sadece eleştirmekle sınırlı kalmamış, buna karşı alternatif özgürlükçü bir paradigma sunmuştur. Bu paradigmanın birinci öncülü, toplumun doğası gereği politik olmasıdır. Politika, toplumsallığın belli bir aşamasında belli ihtiyaçlar sonucu ortaya çıkmış bir kurum değildir (Politikanın etimolojik olarak polis-kentten türemesi bu gereği hiçbir şekilde değiştirmez). Politika, toplumsallığın başladığı andan itibaren vardı. Paleolitik (eski taş devri) dönemde bir avcı grubunun av faaliyeti için birbirleriyle istişare etmeleri, kendi aralarında organize olmaları da politik bir eylemdi; bugünün iktidarını protesto etmek için düzenlenen sokak gösterileri de politik bir eylemdir. Konuyla ilgili sayısız örnek verilebilir.

Bu politika tanımı pozitif çağrışımlarla yüklüdür. Bunun özellikle ezilenlerin nazarında negatif çağırışım yapması daha çok politikanın bir iktidar aracı haline gelmesinden sonra gerçekleşmiştir. Politikanın riya, yalan dolan, sahtekârlık gibi gayri ahlaki kavramlarla eşdeğer tutulması bu realitenin bir sonucudur. Toplumun bu ahlaki çürümeye karşı gösterdiği tepki de politikadan uzak durma şeklinde olmuştur. Bu, haklı bir tepki iken kendi içinde de ciddi bir yanılgıyı barındırmıştır. Kitleleri bütün yönetsel faaliyetlerden uzaklaştırmayı amaçlayan depolitizasyon süreci bu yanılgıdan oldukça beslenmiştir. Doğan bütün boşlukları iktidar doldurmuştur.

Ahlaki-politik toplum perspektifi, bu boşluğu giderme iddiası ve amacıyla ortaya çıktı. Ezilenlerin sırtında bir kambur gibi duran devletli siyaset geleneği ancak böyle bir alternatifle aşılabilir, yenilgiye uğratılabilir. Toplumsal bir olgu olarak siyaset bir grubun veya ayrıcalıklı bir kesimin işi değildir. Doğası gereği her insan politiktir. Toplumun sivil, asker ve politikacı şeklinde bölünmeye uğraması sınıflaşmanın, iktidarlaşmanın bir sonucudur. Bu tarz bölünmelerin tamamı doğal değil, yapay bölünmelerdir. Herhangi birinin bir toplumsal ihtiyaçtan kaynaklandığı, hangisinin bir ihtiyaca cevap vermeyip fazlalık olduğu ayrı ise bir tartışma konusudur.

 

Talep Eden Değil İnşa Eden Politika

Şüphesiz bir teori pratikleştiği oranda hayat bulur. Özgür politikanın pratikle, eylemle sıkı bir ilişkisi vardır. Bunlar bir bütünün ayrılmaz parçaları gibidir. Dil, talep eden değil inşa edicidir. Yöneten ile yönetilenlerin ayrıştığı iktidarcı bir sistemde bir taraf sürekli talep eden konumundadır. Açık ki bu pasif durumdan en çok iktidar sahipleri istifade etmektedir. Yönetenlerin dili ise her zaman eril, egemen ve buyurgan olmuştur.  Hitler’in, “Toplum tıpkı kadın gibidir, onu bir kadın gibi yönetmeli,” sözünde olduğu gibi. Özgür politika, iktidarcılığın bir yansıması olan bu ayrıma izin vermez. Toplumun bir yönetim ihtiyacı olduğu doğrudur. Sorun ise bu ihtiyacın ne şekilde ve hangi araçlarla giderileceği hususunda düğümlenmektedir. Özgür politika bunu kendi alanı içinde değerlendirip çözüme kavuşturur. Nasıl mı? Birincisi, toplumun bütün fertleri politikanın aktif, kurucu üyeleridir. Tüm kararlar kurucu üyelerin katılımıyla alınır. Yönetim burada sadece bir organizasyon işlevi görür. Zaten, özgür politikaya zemin teşkil edecek şekilde bugünkü dünyada yerel ve özyönetime dayalı modellerin giderek önem kazandıkları bilinmektedir. Çoğunluğa dayalı klasik demokrasi aşılırken, onun yerine çoğulcu, katılımcılığa dayalı bir demokrasi anlayışı yerleşmektedir. Örneğin referandum, daha sık başvurulan bir yöntem haline gelmektedir. Kuşkusuz bunlar hala bir devlet sınırı içinde gerçeklilik arz eden uygulamalardır. Ancak katılımcılığa dayalı politik örneklerin özgür politikanın gelişmesinde önemli bir rol oynayacağı da açıktır. Mesela bugün İsveç Anayasası’na göre, halk, anayasanın tamamını veya bir kısmını değiştirmek için kanun teklifi verebilir. Yüz bin imzanın toplanması halinde de halk oylamasına gidilebilir. Hakeza merkezi yetkilerin çoğu yerellere devrilmiş durumdadır; fakat buna rağmen halkın seçimlere katılım oranı %45 gibi çok düşük bir seviyede kalmaktadır. Bunun en önemli nedeni devletçi siyasetin yarattığı kültürdür. Çünkü yönetim işlerinin büyük kısmı memurlara, bürokratlara devredilmiş bulunmaktadır. Git gide büyüyen bu bürokratik aygıtın harcamaları ise ancak astronomik rakamlarla açıklanabilir.

Yine klasik siyaset teorisi kavramlarıyla yeterince tanımlanamayacak önemli toplumsal gelişmelerin yaşandığı bir süreçten geçmekteyiz. Parti, program, örgüt gibi biçimsel statik yapılar yerini giderek kısa süreli, mobil ve ekseriyetle ekonomi, çevre, kadın özgürlüğü, cinsel tercihler vb. konularda yoğunlaşan daha esnek yapılı örgütlenmelere bırakmakta. Sosyal medya fenomeni sanal gruplaşmalar da bu sürecin bir yansıması olarak değerlendirilebilir. Sokakların daha da ısınacağı, hareketleneceği de açık. Hükümetler artık sokak hareketleriyle, kitlesel eylemlerle devriliyor. Askeri cunta dönemleri kapandı, kapanıyor. Tüm bunlar devlet merkezli klasik siyaset tarzının gittikçe kan kaybettiğine işaret etmekte.

Özgür politikanın inşa edilmeye çalışıldığı alanlardan biri de Rojava’dır. Tarih burada devletçi paradigmanın çöküşüne tanıklık etti. Devlet çözülünce görece daha özgür bir ortam doğdu, ama daha da önemlisi bundan sonra ortaya çıkan gelişmeler. Farklı inanç, farklı düşünce ve farklı etnik grupların bir arada bulunduğu Rojava, aynı zamanda özgür politikanın kendini fes ettiği bir alan konumundadır. Çok kanlı boğazlaşmaların yaşandığı bir dünyada bu kadar farklı grubun yan yana oluşu bir mucize gibi görülmektedir. Oysa özgür politikanın tam da ulaşmak istediği nokta burasıdır. Yeni inşa sürecinde birçok aksilik de yaşanmıştır muhakkak. Bu ise ayrı bir değerlendirme konusudur.

Farklılıkları birbiriyle çatıştıran iktidarın tekçi yapısıdır. Özgürlükçü bir sistemde hiçbir birey diğeri için bir tehdit veya tehlike değildir. Hiçbir grup da bir diğeri için tehdit değildir. Zor, dayatma ve asimilasyon üzerine kurulan egemenlikçi siyaset farklılıkları yok sayar. Özgürlükçü politika ise egemenliği çağrıştırabilecek hiçbir yaklaşıma geçit vermez.

Sonuç olarak; ezilenler özgür politikayla sırtındaki kamburdan kurtuluyor. Toplumu bin yıldır bir nesne konumuna indirgeyen “sürü-çoban” diyalektiği yavaş yavaş çözülüyor. Kendi kaderini eline alan insan diriliyor yeniden ve şaha kalkıyor. Özgürlük çığlıkları yükseliyor köyde, kentte, her sokakta…

 

[1] Orwell, George. 1984. Çev: Celal Üster. Can Yayınları. İstanbul: 2010
[2] ] Hobbes, Thomas. Leviathan. Çev: Semih Lim. Yapı Kredi Yayınları. İstanbul: 1993
[3] Montesquieu. Kanunların Ruhu Üzerine.  Hiperlink Yayınları. İstanbul: 2011
[4] Rousseau, Jean-Jacques. Toplum Sözleşmesi.  Çev: Vedat Günyol. İş Bankası Kültür Yayınları. İstanbul: 2006
[5] Öcalan, Abdullah. Demokratik Uygarlık Manifestosu (V. Cilt) Amara Yayıncılık. İstanbul: 2015
Bunları da beğenebilirsin

Yoruma kapalı.