Düşünce ve Kuram Dergisi

Sovyet Ekonomi Planlamacılığı

Halil Dağ

Sosyalizm, özel mülkiyete ve özel kar etmeye dayalı kapitalist sisteme alternatif olarak kurgulanmış bir öğretidir. Kuşaklar boyu büyük çaplı gelir ve servet eşitsizliklerinin görülemeyeceği, ortak mülkiyetin egemen olacağı, ekonomik ve politik gücün ve katılımcı planlamanın, pazarın hakim ve sömürü güçlerinin yerini alacağı bir dünya tasarlar. Öğretinin çıkış noktası varolan eşitsizliklerin ortadan kaldırılması gibi meşru bir temele dayanır. Gerçekten de öğretinin ortaya çıktığı koşulların dünyası, eşitsizliğin zirvede yaşandığı, kapitalizmin toplumu her bakımdan cendereye aldığı dünyadır. Tasarlanan toplumsal yaşam ve buna dönük dile gelen tezler dün olduğu gibi bugün de(yaşanan değişimlere rağmen) gerçekliğini koruyan bir niteliğe sahiptir. Sanayileşmeyle birlikte ortaya çıkan vahim toplumsal bunalımlar, sömürü ve eşitsizlik sosyalizmin bir öğreti olarak ileri sürdüğü argümanları haklı ve meşru kılar. Ancak bu durum sosyalist ekonomiyle ilgili düşüncelerde belirsiz, karışık, pratik olmayan ve zaman zaman karşıtına dönüşen pek çok unsurun bulunduğu gerçeğini değiştirmemektedir.

Bir toplumun sosyalist sayılması için politik ve ekonomik demokrasiyle birlikte, ekonomide toplumsal mülkiyetin, komünalitenin başat yer tutması gerektiği ilkesi doğruysa eğer, bunun reel sosyalizm örneğinde nasıl uygulandığı veya uygulanmadığı hususu önem kazanmaktadır. Üzerine pek çok şey söylenmiş olsa da çoğunlukla öğretilen geleneksel savunucuları açısından “doğru” kabul edilen merkezi ekonomik planlamaların yukarıdaki gerçeklikle ne kadar uyumlu olduğunun irdelenmesi gerekiyor. Buradan bakıldığında Sovyet deneyiminin tipik devlet kapitalizmi olduğunu rahatlıkla belirtmek mümkün. Eleştiriyi bu denli keskin dile getirmeye yol açan neden, piyasayla, karla, para ve sömürüyle uğraşan ekonomi-politiğin Sovyetlerde neredeyse kutsanmasından kaynaklanıyor. Gerçekten de ekonomi-politiğin sosyalizmle nasıl bir ilgisi olabilir? Sözgelimi; İngiliz ekonomi-politiğinin, “değer yasası” denilen veya genelde “ekonomi yasası” denilen şeyin kapitalizmle bağı bu kadar açıkken, bunların Sovyetlerde ekonominin ilkeleri olarak görülmesi neyle izah edilebilir? Bu soruları daha da çoğaltabiliriz.

Bu ekonomi-politiğe yönelik eleştiriler aslında Sovyet Rusya’da da 1920’lerden itibaren tartışmaların odağına oturmuştur. Örneğin Preobrojenski, ekonomi-politiği genelde “üretim ilişkileriyle” ilintili görmenin, Marx’ın kaleme aldığı bütün sözlerle baştan çeliştiğini söyler. Yine Buharin’de benzer bir şekilde “düzenlenmiş sosyalist devletin toplumsallaşmış ekonomisinde, çözümü ekonomi politik kuramına bağlı kalan tek bir problemle karşılaşmayız” diyerek bu ekonomi-politiği eleştirmiştir. Buharin’in “Sovyet devleti” tanımını yapması ironik olmakla birlikte, sistemin içerdiği problemlere vurgu yapması önemlidir. Daha ileri gidip SSCB’deki kapitalist değer yasasının yeni ekonomi politikayla (NEP) varlığını koruduğunu söyleyen ve ciddi eleştiriler yöneltenler de olmuştur. Ancak Lenin, daha 1920’de özellikle Buharin’in “geçiş dönemi ekonomisi üzerine” adlı çalışmasına yönelttiği eleştirilerde; “eleştirisi yapılan ekonomik yasaların, ekonominin temel parçalarını yönlendiren yasalar olarak komünizm de bile duracağını” belirterek bu eleştiriye karşı çıkmıştır.

Buharin “kapitalist toplum ve meta toplumunun sonu, ekonomi-politiğin sonuna işaret eder” derken, Sovyet ekonomi-politiğiyle, tamda kapitalizmde geçerli olan “meta toplumu” gerçekliğinin Sovyetlere sirayet ettiğini anlatmaya çalışır. Sovyet planlamacılığı (örneğin NEP) kısa sürede bazı şeyleri başarmış gibi görünse de özünde “meta toplumu” yaratmıştır. Bu uygulama da Engels’in ifade ettiği “toplumun üretim araçlarına el koymasıyla, metaların üretimine son verilir” biçimindeki öngörü veya ilke geçerli değildir. Bunun yanı sıra, bırakalım üretim araçlarının-iddia edildiği gibi- toplumsallaşması, üretim araçları üzerinde Sovyet devletinin tekeli oluşturularak ekonomi ve toplum ilişkisi bürokratik hiyerarşiye mahkum edilip, ekonomik alandan başlayarak hemen hemen bütün toplumsal alanlara yansıyan bir totalitarizmden bahsetmek mümkündür.

Merkezi planlamacılık ademi-merkezileşmeye izin vermemiş ve mikro düzeyde bile tüm ekonomik faaliyet süreçlerinin ve eylemlerinin bürokratik mekanizmalarla sıkı kontrolü ve dizaynı gerçekleştirilmiştir. Bu durum devrimin yeniliği ve dış saldırılarla, kıtlık vb. ile izah edilmeye çalışılsa da gerçeğin tümünü ifade etmemektedir. İşin özü ekonomi ve demokrasi arasındaki dolaysız ilişkinin sakatlanmasıdır. Bu ilişkinin sakatlanması Sovyetlerde totaliter bir ekonomi planlamacılığının uygulanmasıyla hem bağlantılı hem de onu kolaylaştıran bir sonuç yaratmıştır. Sovyet ekonomistleri bu uygulamaları marx’a ve Lenin’e dayandırdıklarını iddia ederler. Merkeziyetçilikle ilgili olarak, örneğin Marx’ın; “çok sayıda bireyin beraber yaptığı bütün işler birbiriyle bağlı olup, bütünleşmeleri açısından ister istemez tek bir kumanda edici irade gerektirir”(Marx, Das Kapital, Cilt 1) yönündeki tespitleri ve Lenin’in de “bedeniyle çalışan grupları bir saat mekanizması titizliğiyle birbirine bağlayan birleşik bir irade gerekir” biçimindeki yaklaşımı, ardıllarınca ekonomi üzerinde merkeziyetçi ve bürokratik aygıtların başat bir konum kazanmasına yol açmıştır. Sistemin merkeziyetçi doğası plancı-yönetici elitlerin kumanda edici bir rol oynamalarını sağlarken, bu kesimlerin devlette merkezileşen ayrıcalıkları da elde etmesine yol açmıştır. Üretim sürecinde elbette ki bir koordinasyon sistemi olacaktır. Ancak gerçekleşen şeyin bu olmadığı, devlet kapitalizminin tüm bürokratik-totaliter yönetim mekanizmalarının ekonomi üzerinde hakimiyet kurma olanağı bulduğu bir sistemdir. Lenin’in bu durumun önüne geçmek için bir takım uyarılar yaptığı söylenir, ancak “diktatörlük (proletarya diktatörlüğü kastediliyor) doğrudan doğruya güce dayanan ve herhangi bir yasakla kısıtlanmamış egemenliktir” diyen de yine Lenin’dir. Bir tehlikeyi görmekle onun tedbirlerini almak birbirinden farklı şeylerdir. Görünen o ki “tek bir kumanda edici iradenin” yani merkezileşmiş planlamacılığın getirdiği-getireceği hiyerarşik-iktidarcı sonuçları öngörememişlerdir. Bu nedenle de denetimi sağlayacak tedbirler alınmamıştır. Dolayısıyla ortaya çıkan şey ekonomik alandan başlayarak toplumun tüm gözeneklerine sızan ve demokrasiye olanak tanımayan ileri düzeyde bir hiyerarşi olmuştur.

Bir kere merkezden aşağıya doğru inen dikey örgütlenme sistemi başlı başına bir problemdi. Çünkü, birincisi; demokratik değildi, ikincisi ise yerelin problemlerini görmezden gelmeyi ve yereli merkezden belirlenmiş-çoğunlukla gerçek hayatla bağı olmayan- planlamalara mahkum etmeyi içeriyordu. Bu durum demokrasinin hem ekonomik süreçlerin gerçekleşmesinde hem de toplumsal yaşamda işlevsiz hale gelmesine yol açtı.

Sosyalizmin geleceğine ciddi ilgi gösteren herkesin Sovyet deneyiminin politik ve toplumsal yönlerini, bu yönlerdeki problemlerle ekonomik sistem arasındaki bağlantıyı göz ardı etmesi olanaksızdır. Ekonomi üzerindeki otoriter düzenlemeler toplumsal demokrasiyi de büyük ölçüde ortadan kaldırmıştır. Sovyet vatandaşlarının alt düzeydeki “temsil” organlarına görünüşte katılımının sağlanmasına karşın, otorite kendi alanına, parti ve devlet yetkililerinin hiyerarşisine hapsolmuştur. Bu yapıların gücü sosyalist demokrasi ilkesine derinden kırılmaya uğratacak düzeyde büyük ve kapsamlıdır. Bu sebeple Sovyet ekonomi planlamacılığının totaliter karakteri, demokrasiyle doğrudan bağı bulunan ekonomik sistemin-uygulamalardan kaynaklı olarak- merkezi iktidarın despotik doğasını kurumsal anlamda daha fazla güçlendiren bir rol oynamıştır. Diğer alanlar üzerinde kurulan sıkı denetim de bu durumla birleşince homojen bir toplum yaratma pratiği demokrasiyi katletme pahasına uygulamaya sokulmuştur. Parti-devlet makinesinin asıl olarak ekonomiyi planlama ve yönetmeyle uğraşması, tek parti-devlet geniş bir varlık ve hegemonya alanı sağlamıştır. Çünkü merkezi düzeyde planlanmış bir ekonominin hiyerarşik nitelik kazanacağı kaçınılmazdır. Bu hiyerarşik yapı bütün olarak toplumda da benzer bir hiyerarşik yapıya dönüşmüştür. Ayrıca Sovyetlerdeki yozlaşmanın da bununla doğrudan ilişkisi vardır. Zira parti-devlet liderliğinin kaynağın dağıtımı üzerindeki gücü, yönetici katmanlarının bu kaynakların bir bölümünü kendilerine ayırmasının kapısını açmış, yolsuzluk, sömürü yönetim katmanlarında doğal bir davranış halini almıştır. Bunun kaçınılmaz sonucu ise eşitlik iddiasının muazzam eşitsizliklere ve yozlaşmış bir bürokrasiye dönüşmesi olmuştur.

Sovyet deneyiminin bu yönlerine dönük eleştiriler geliştirildiğinde kimi çevreler tepkisel bir yaklaşım içine girmekte ve devrimin öncülerinin bu uygulamaların önünü açan ideolojik söylemlerinin olmadığı dile getirilmektedir. Bu savunma bir yere kadar doğru kabul edilebilir. Ama bir yere kadar! Gerçekten de Sovyetlerdeki tek parti totalitarizminin ortaya çıkması olasılığı ne Marx’ın temel alınan vurgularında nede Lenin’in(en azından 17 Ekim devrimine kadar) vurgularında öne çıkmamıştır. Ancak Marx ve Lenin’in “tek kumanda edici irade”olarak dile getirdiği şey objektif olarak bunu beslemiştir. Kaldı ki neden yana olduğu, ne yaptığına bakılarak görülebilir. Buradan bakıldığında tek parti devleti, sansür, hiyerarşi, ayrıcalıklılar sınıfı, homojenleştirme, milliyetçilik ve militarizm; bunlar Sovyet rejiminin “reel” ideolojisinin özsel ve biçimsel değerleri olmuştur.

Bu “değerlerin” doğrudan ekonomik planlamalara yansımasını göz önüne aldığımızda ekonomi ve demokrasi arasındaki doğrudan ilişkinin nasıl ortadan kaldırıldığını ve ekonomizmin nasıl temel bir yaklaşım halini olarak diğer tüm toplumsal alanların buna kurban edildiğini görebiliriz.

Sovyetlerde modernitenin etkisinin Almanya’daki “üretim diktatöryasıyla” ilişkisi olduğunu iddia edenler de vardır. Almanya’da 1. Dünya savaşında uygulanan “savaş seferberliği” sürecinde “üretimin disipline edilmesi” adı altında diktatöryal bir üretim modeli uygulanmıştır. Lenin’in de bu uygulamadan etkilendiği dile getirilmektedir. Bunu; “bireysel diktatöryel güçlerin önemi ile ilgili olarak-sosyalizmin tam anlamıyla… temeli olan- büyük ölçekli makine sanayinin yüzlerce, binlerce ve on binlerce insanın ortak emeklerini yönlendiren mutlak ve sıkı bir irade birliği talep ettiğini söylemek şarttır” diye belirtir Lenin ve ekler, “ama bu sıkı birlik nasıl temin edilebilir? On binlerin kendi iradelerini bir kişinin iradesine tabi kılmasıyla… işçilerin –bir nehir taşkını gibi dalgalanıp kabararak kıyısından taşan- kamuya açık demokrasisini bir tek kişinin, Sovyet liderinin iradesine gösterecekleri sorgusuz itaatler, demir disiplinle birleştirmeyi öğrenmek zorundayız”. Lenin’in “rasyonel devlet planlamacılığı” denilen ve temel olarak kapitalist sistemin Taylorist üretim anlayışıyla benzeşen bir tutum içinde olduğu da söylenebilir. Burada toplumsal düzeyde büyük bir fabrika gibi ele alındığını vurgulamak gerekir. Modern endüstriyalizmin kutsanması, yüksek modernizmin sosyalizm adıyla dayatılmasından öte bir tutum görülmemektedir. Lenin’in de bir ölçüde etkilendiği Alman modeli, devlet eliyle kapitalizmi yaratmaktır. Belki Lenin devlet eliyle kapitalizmi yaratma arzusunda değildi ama model aldığı şey “reel” anlamda bu sonuca yol açmıştır. Alman modeli, hiyerarşi ve mutlak itaate dayalı çalışma disiplini, üretimin merkezileştirilmesi, tüm problemlerin mühendisler eliyle tek merkezden yürütülmesi esaslarına dayanır. Sovyet ekonomi-politiğin pek çok uygulaması tıpa tıp buna benzemektedir.

 

Totaliter Planlamacılık ve Köylülük

Modernist paradigma tıpkı Hobbes’un ileri sürdüğü gibi “insan insanın kurdudur” düsturundan hareket ederek, insan doğasını otoriter kurumlarla kontrol altına alıp düzenlemeyi esas alır. Sovyetlerde de aynı zihniyet kodlarının işlendiğini belirtmek gerekiyor. Sovyet yönetiminin insanın doğasının dönüştürülmesinin anahtarı olarak mekanizasyona olan inancı ve bu inancın bir gereği olarak yüksek merkezi planlamacılığa tevessül etmesi yukarıdaki anlayışla bağlantılıdır.

Bu durumun somut yansımasını köylülüğe yaklaşımda görebiliriz. Sovyet tarımının kamulaştırılması, otoriter-modernist planlamacılığın bir yansıması olduğundan vahim sonuçlara yol açmıştır. Andrey Plotonov bu düzenlemelere yönelik dile getirdiği; “burada bir mekanizmadan değil, yaşayan insanlardan bahsediyoruz. Kendi kendilerini düzenlemedikçe onlara şekil veremezsiniz!” biçimindeki tepkinin merkezi planlamacılığı toplumun doğasıyla nasıl çeliştiğine gönderme yapan bir nitelik taşıyor. Gerçekten de Sovyet tarımının kamulaştırılması, tarımsal yaşam ve üretimin daha önce görülmedik derecede devletin elindeki bütün kaba kuvvetin kullanılması yoluyla dönüştürülmesi yönündeki çabalar trajik sonuçlara neden olmuştur.

Sovyet devleti 1930 ile 1934 yılları arasında kırsalda fiilen bir savaş yürüttü. “Kulakları” tasfiye edip, kamulaştırma için kırsal Sovyetler’e bel bağlanamayacağına inanan Stalin, savaş deneyimine sahip 25 bin kentli partiliyi tarıma el koymaları, direnenleri tutuklamaları ve kamulaştırma yürütmeleri için kırsalda görevlendirdi. Stalin, köylülerin Sovyet devrimini yıkmaya çalıştığına inanıyordu. Bunun sonucunda “kamulaştırma seferberliği” sürecinde ve kıtlıktan kaynaklı milyonlarla ifade edilen insan öldü. Kimi kaynaklar, çatışma ve kıtlıktan dolayı 4-5 milyon insanın öldüğünü iddia etmektedirler. Ölümlerin ötesinde Sovyet kamulaştırma politikasının sonucu olarak devrimin hemen ardından meydana gelen iç savaşı bile gölgede bırakacak düzeyde bir çatışma ve toplumsal kargaşa ortaya çıktı. Milyonlarca insan şehirlere ve sınırlara kaçtı. Ardından meşhur Gulag’lar ortaya çıktı.

1934’te Sovyet devleti köylülerle savaşı kazandı ancak hem Lenin hem de Stalin gibi, birçok Bolşevik tarafından tahayyül edilen sosyalist hedeflerden birine ulaşılamadı. Eğer bir başarıdan söz edilecekse, kamulaştırma süreci Sovyet devlet aygıtının toplumsal ve ekonomik alanı desteklemesine ve totaliter yöntemlerle hakimiyet sağlamasına yol açtı. Bu da esasında sosyalizm açısından bir başarı değil, devlet kapitalizminin tüm kurumsal ve otoriter yapılarıyla hakim hale gelmesi anlamında, yani devletin, klasik otoritesinin hakim kılınması anlamında bir başarıydı! Sovhozlar (devlet çiftlikleri) ve kolhozlar (kolektif çiftlikler) tam da bu otoriter düzenlemelerin kurumsal karşılığı oldu. Sonraki süreçlerde yapılan araştırmalarda ortaya çıktı ki, 50 yıl boyunca bu yöntemin mahsul hasılatı devrimden öncekinin bile altındadır.

Totaliter planlamacılık köylünün kendisi bir yana; köylü üretim biçimini umutsuz, bir geri kalmışlık içinde görmekteydi. Köylülüğün ve onun üretim biçiminin büyük ölçekli makine sanayinin tarımdaki muadilleri tarafından tereddütsüz silinmesi gereken, tarihsel kalıntılar olarak görülüyor olması; bu yok etme politikasının temelini oluşturur. Kapitalist modernitede kotarılan ilerlemeci anlayışın bütün çıplaklığı ve pervasızlığıyla pratikleştiğini söyleyebiliriz. Lenin, bu düşünceyi hararetle savunmuştur: “işitecek kulakları ve görecek gözleri olanlara, iktisatçıların her zaman geleceğe, teknik ilerlemeye bakması gerektiğini yoksa hemen geride kalacaklarını, çünkü ileriye bakmayan kişinin tarihe sırtını döndüğünü söyler gibi, makineler küçük üreticilerin son sığınaklarından birinden daha sürdü: Orta yol yoktur, olamaz da” diyerek köylülüğün durumuna vurgu yapmaktadır. Tarımın modernleştirilmesi denilen bu süreç endüstriyalizmin tipik bir uygulamasıdır. Ortaya çıkan tablonun bir nedeni de yukarıda sözü edilen teknik ilerlemenin imalattan alınarak doğrudan tarıma uygulanmasıdır. Kırsal toplum bu yolla zorla kente uydurulmaya çalışılmış buna da “ilerleme ve gelecek” denilmiştir.

Stalin’in 1929’da emrettiği acımasız kamulaştırma politikası doğrudan Lenin’in görüşlerini yansıtmasa da, Lenin’in öncü parti modeli ve modernist yaklaşımı toplumsal yaşamın tüm alanlarına dayatma biçimindeki görüşleri bu sürece zemin oluşturmuştur. Stalin’in sert kamulaştırma politikası bir bakıma Lenin’in 1921’deki Kronştad ayaklanmasından sonra geri çekilmesinin rövanşı gibidir. Çünkü 1921’deki yeni ekonomi politikası (NEP) esasta risklerle ve iç çatışmalarla yüz yüze bulunan devrimin korunması ve tepkinin yatıştırılması için serbest ticarete küçük mülkiyete izin verme temelinde bazı düzenlemeler öngörüyordu. NEP, bir taktik geri çekilmeydi, ancak 1929’dan itibaren devrimle ilgili riskler kısmen azalınca Stalin, bu ayaklanmaların ve köylü hareketlerinin rövanşını demir yumruk politikasıyla kamulaştırmaya yönelerek almaya çalıştı.

Stalin de Lenin’in tarıma ve köylülüğe dönük perspektifini paylaşıyordu. Bunu 1928’de “küçük, geri kalmış ve parçalı köylü çiftliklerini makine ve bilimin verileriyle donatılmış, piyasa için çok büyük miktarlarda tahıl üretebilecek birleşik, büyük kamu çiftliklerine dönüştürmek” biçiminde dile getirmişti. Bu eksende resmi müsadere politikası, 1928’den başlayarak Sovyet devletini köylülerle çatışmaya götüren yola soktu. Köylüler tahıllarına el konulmasını yaşamlarına yönelik bir tehdit olarak ele alıyorlardı. Bolşevikler ise “kulakları” tasfiye etme adı altında aslında köylüleri sahip oldukları modernist anlayış gereğince işçileştirmeye çalışıyorlardı. Bu şekilde Bolşevikler için belki de geriye kalan en büyük ve yola getirilemez “tehdit” olan köylülerin yerine, rasyonel, çalışkan, Hristiyanlıktan çıkarılmış, ilerici düşünceye sahip kolhoz işçileri getirilecekti!

Olan şey şuydu; tipik bir devlet kapitalizmi geliştirmeye çalışan Sovyet devleti kolektif çiftliklerle merkezi ekonomide çalışacak fabrikalar gibi bir örgütlenme öngörüyordu. Bu şekilde devlet, tahıl ve diğer tarımsal ürünler üzerinde hakim olacaktı. Kamulaştırmanın en büyük avantajı devletin mahsul üzerinde denetimi ele geçirmesi olacaktı. Bununla birlikte “gerici” olarak gözüken köylüler de proleterleştirilip kültürel ve sınıfsal bir dönüşüm sağlanacaktı!

1929’dan itibaren uygulanan “kamulaştırma” politikası, uyguladığı otoriter emek rejimi nedeniyle köylünün yalnızca geçim koşullarını değil, komünal ve görece özgür yaşamını da ortadan kaldırıyordu. Bu politikanın köylüler tarafından “ikinci serflik dönemi” olarak adlandırılması bu açıdan dikkat çekicidir. Kolhozlarda uygulanan yöntemler bu iddiaları haklı çıkarır niteliktedir. Kolhoz yetkilileri tıpkı feodal efendiler gibi kolhoz iş gücünü kendi özel işleri için kullanmak, köylüyü dövme ve sürgün etme hakkına (kanunen olmasa bile) sahiptiler. Yine köylülerin serflik altındaymış gibi hareket imkanları ellerinden alınmıştı. Kentleri köylülerden temizlemek için yurt içi pasaport sistemine geçilmişti. Köylülerin avlanmak için kullandıkları silahları ellerinden alınarak yoğun göçertmelere başvurulmuştu.

Ortaya çıkan çalışma kuralları, mülkiyet rejimi ve yerleşim modeli aslında bir yandan plantasyon ya da malikane tarımı ile diğer yandan da feodal serflik sistemi arasında bir yerde duruyordu demek abartılı bir değerlendirme olmayacaktır. “Devrimci değişime” yönelik devletçe dayatılan bir tasarı olarak “kamulaştırma” en az yaptıkları kadar yıktıklarıyla da önemliydi. Her şeyden önemlisi de “kolektifleştirme” denilen bu süreç aslında köylülerin önceden sahip oldukları birimler olan köy komünlerini tasfiye etmeyi amaçlamıştır. Köy komünleri modernist devlet anlayışına göre devrim için bir tehdit olarak görülmüş “kolektifler” kurularak bütün köy yapısının devre dışı bırakılması yolunda avantaj elde edilerek toplumsal ve tarihsel bir olgu olan köylülük ortadan kaldırılmaya çalışılmıştır. Kurulan büyük çiftliklerde kimi dönemler fazla ürün alınmış olması işin esasını değiştirmediği gibi, insanın ve toplum yaşamın ekonomik hedefler için araçsallaştırılması gibi bir anlam taşımaktadır. Zaten bu politikanın yürütücüleri de çeşitli vesilelerde kamulaştırmanın amacının, devletin denetimine düşman olan bu ekonomik ve toplumsal birimleri yıkmak ve köylüleri zorla devlet planlamasını itaatkar nesneleri haline getirmek olduğunu söylemişlerdir.

 

Demokratik Yönetim Mi, İktidar Mı?

Sovyetlerde otoritenin nasıl olacağı sorunu devrim sonrasında belirgin bir problemdir. Genel bir doğru olarak elbette ki sosyalist sistemlerde de yönetim olacaktır. Ancak yönetim ve iktidar kavramları ve bu kavramların temsil ettiği zihinsel ve kurumsal düzlem tarihsel olarak birbirinden farklılıklar içerir. İlki toplumsal demokrasi ve bunun doğasından kaynaklı olarak ortaya çıkan koordinasyon işlevine sahipken, ikincisi artık-değer üzerinde sömürücü bir yapıyı ve onun yönetim tekniğini tanımlar. Sovyetler de yönetimlerin çoğunlukla atamayla geliyor olması ve kendi işçileri karşısında sorumluluk taşımıyor olmaları Sovyet yönetici modelinin otoriter niteliğiyle ilgilidir. Özyönetim modelleri rededilmektedir. Ekonomik anlamda merkezileşmiş bir planlama modeli söz konusu olduğundan, alt düzeydeki tüm yönetici organlar yukarıdan alınan kararları emir-komuta zinciri içinde uygulamakla yükümlüdür. Oysa teorik olarak işçi konseylerinden söz edilmesine rağmen işçilerin doğrudan katılımını sağlayacak düzeyde bir ademi-merkeziyetçilik rededilmiştir. Ekonominin demokratikleştirilmesi, merkezi planlamacılık, iktidar tekniklerine bağımlılık ve yerel inisiyatiflerin doğrudan karar süreçlerine katılımını engelleyen uygulamaları reddeder. Sosyalist ekonomi gerçek manada demokratikleştirildiği ölçüde hem genel hem yerel düzeyde iktidar odaklarının ortaya çıkması kolay olmaz. Zaten “demokratik sosyalizm” dediğimiz şey diğer alanlarda olduğu gibi ekonomi alanında “demokratik ekonomi” ilkesi ile kendini gerçekleştirmeyi önceler. Buda toplum olayları ve ekonomik süreçleri, etkinlikleri kendi yeteneklerine göre, toplum mühendislerine ve iktidar odaklarına gerek kalmadan geliştirmesini, karar alma ve uygulama sürecine doğrudan katılarak yaşamın geliştirmesini öngörür. Tek merkezden planlanmış ve yerel iktidar klikleriyle toplumu dizayn etmeye odaklanmış modernist yöntemlerin karmaşık ve çeşitlilik içeren toplumsal ekonomi alanındaki problemleri çözmesi mümkün değildir. Bu topluma eldeki reçeteyi uydurmak anlamına gelir ki bu da çatışmaları getirir. Çatışma süreçleri de doğal olarak iktidarı elinde bulunduranların sahip oldukları olanak ve iktidar mekanizmalarıyla toplum üzerinde daha ağır bir baskı süreci geliştirmeleriyle sonuçlanır. Elbette ki ekonomik alana dair ortak ve genel bir takım planlamalar olacaktır. Yerelleşme ve özerklik bunu dışlamaz ancak burada sözü edilen planlama Sovyetler’de uygulanan ve kaynağını modernitenin toplum mühendisliğinden alan ekonomi ve demokrasi ilişkisini sakatlayan totaliter planlamacılık değildir. Genel ile yerelin birbirini gözettiği ve dengelediği; yerel ekonomilerin ve üretimin bizzat yereldeki ekonomik güçlerin de doğrudan karar süreçlerine katıldığı bir düzlemde geliştirilmesidir. Toplumsal dinamiklerin daha özgür ve yaratıcı yöntemlerle üretim ve tüketim sürecine dahil olduğu, bu sürece dair tüm eylemleri bizzat kendisi için görmesidir. Vesayetlendiği totaliter, iktidarcı, tekelci eğilim ve anlayışların zemin bulamayacağı bir durum yaratır. Burada esas olan iktidar değil demokratik yönetimdir. Demokratik yönetim doğası gereği toplumun kendi kendisini yönettiği bir süreç ve pratiktir. Toplumsal yaşamın diğer alanlarında olduğu gibi, ekonomik alanda da bu yönetim modelinin uygulanması hem demokratik sosyalizmin gerçekleşmesi hem de toplumsal güçlerin daha özgür ve ahlaki değerlerle (ortaklaşma, paylaşım, sahiplenme vb.) buluşmasını ve bu değerleri içselleştirmesini kolaylaştıracaktır.

Hangi adla uygulanırsa uygulansın genelin yereli, yerelin de geneli gözetmediği bir ekonomik sistem önünde sonunda iktidarı elinde tutanların tekelleştiği, küçük üreticilerin ise daha fazla yoksullaştığı ve sömürüldüğü bir tablo yaratır. Sovyet deneyimi önemli bir devrim deneyimi olmakla birlikte; geliştirdiği uygulamalar ve devlet kapitalizminin uygulanması, bu devrimi zamanla kapitalizmi soldan tamamlayan bir pozisyona düşürmüştür.

Problemin özü ekonomizmin kutsanması ve devrimin geleneksel Marksizm’den kaynağını alan, toplumun nesne, altyapı olarak kabul edilen ilerleme anlayışı doğrudan kapitalizm ile ilgili olmasına rağmen, Sovyetler’de bu kavramların devrimin temel kavramları haline getirilmiş olması, sapmanın temelini oluşturmuştur. Ekonomizm, insanı ve demokrasiyi araçsallaştırmakla kalmamış, devrimin varlığını sürdürebilmesinin yegane koşulu olan zihniyet devrimini de sekteye uğratmıştır. Bastırılmış ve zorla biçime sokulmuş bir toplum yaratmıştır. Bunun neticesinde reel sosyalizm toplumu ortaya çıkmıştır. Bir kere kapitalizmin temelini oluşturan kavram ve kurumlarla yol alınmaya çalışıldığında ona benzemek kaçınılmaz hale gelir. “Değer yasası”, “ekonomi yasası” denilen ve Lenin dahi Sovyet Devrimi’nin öncülerinin kutsadığı bu kavramlar devrimi tüketmiştir. Buradan bakıldığında Sovyet deneyiminin önemli derslerle dolu bir devrim olduğu açıktır. Bugün yapılması gereken şey aynı uygulamaları ve bu uygulamalara temel teşkil eden düşünsel çizgiyi yeniden hayata geçirmeye çalışmak değil, toplumun komünal ekonomik özünü kapitalist moderniteye ait hiçbir felsefik-kurumsal yola başvurulmadan açığa çıkarmak, “sosyalist demokrasi”yi değil, “demokratik sosyalizm”i mücadelenin odağına koymaktır. Çünkü sosyalist demokrasi kavramı her halükarda demokrasinin sınıfsal mücadelede araçsallaştırılması anlamına gelmektedir. Oysa sosyalizm demokrasiyi bir eklenti veya geçiş süreci olarak kullanan bir ideoloji değildir. Tarihsel-toplumun özünde sosyalizm vardır. Dolayısıyla “demokratik sosyalizm” dediğimiz şey, bu özün gerçekleşmesinden ve örgütlü bir toplumsal güç haline gelmesinden başka bir şey değildir. Bu durumda ekonomi de toplumsal bir faaliyet olarak ele alındığından toplumu “ekonomi yasaları”nın nesnesi haline getirmek mümkün olmayacaktır. İlk düzeltmenin buradan yapılması, tarihe önemli bir devrim mirası bırakan Sovyet deneyiminin gerçek kahramanlarına da saygının gereği olacaktır.

 

 

 

Bunları da beğenebilirsin

Yoruma kapalı.