Düşünce ve Kuram Dergisi

Faşizm ve Ekoloji

Yusuf Gürsucu

Kapitalizmin kendini var etmek adına insan yaşamını yok edecek olan bir çizgide zorunlu ısrarı karşısında, o’nu tarihin çöplüğüne yollamanın yaşamın sürmesi adına biricik yol olduğu çok net görülmektedir. Kapitalizm eskisi gibi doğayı sömürmesi mümkün değilken bunda ısrardan başka bir yolu da yoktur. Bu nedenle sömürüyü sürdürmek adına tüm dünyada faşizm uygulamaları ile halklar baskı altına alınarak süreci ilerletme niyetleri açıkça okunmaktadır. Sermaye birikiminin en önemli girdisi emek sömürüsü üzerinden el koyduğu değerler iken, beraberinde atbaşı sömürüye tabi tuttuğu doğal yaşam artık bunu kaldıramaz noktaya gelmiştir.

Dünyanın diğer bölgelerinden farklı olmayan benzer süreçler Türkiye’de daha ileriden uygulamaya sokulmuştur. Türkiye’de ekoloji meselesini ele alan siyasal partilerin ve hareketlerin ekolojik yıkım üzerinden bir sonuç ortaya çıkarmadan, sırf halkın gündeminde olması nedeniyle soruna yaklaştıkları ve ekolojik sorunların tam bir yağmaya dönüştüğünü gördükleri oranda meseleye ilgi duydukları gözlemlenmektedir. Kalkınmacı anlayışa sahip bazı sol-sosyalist kesimlerde de benzer yaklaşımlar izlenmektedir. Kimi kesimler ‘ulusal’ kaynakların (kömür vb) kullanımı üzerinden anti-emperyalist bir düzlemde soruna yaklaşırken kimileri ise ‘bilimsel’ ilerlemeci (Nükleer enerji ve GDO gibi) anlayışla ekolojik yıkıma yol açan girişimleri izlemektedir.

Kapitalist yağmanın ekolojik krizle bağının kurulamaması halinde sol-sosyalist kesimler, kapitalizme ‘çevre mühendisliği’ boyutunda destek olmak dışında bir işleve sahip olamayacaklardır. Kapitalist yağma üzerinden ortaya çıkan ekolojik sorunların kapitalizmle olan doğrudan ilişkisinin ötesine geçerek; ekolojik, politik, demokratik, ekonomik, adalet yoksunluğu ve diğer toplumsal sorunların esas olarak sermaye tahakkümünden kaynaklandığı ve bunların birbirinden bağımsız şeyler olmadığını net biçimde kavramaları gerekmektedir. 21.yüzyılın başında sürekli dönüşüme uğrayan kapitalizme karşı nasıl bir mücadele geliştirmesi ve nihayetinde bundan kökten nasıl kurtulacağımız sorusuna yanıt verilmesi gerekmektedir. Bu süreçte ekolojik yıkımı yaratanlar farklı maske ve yüzlerle karşımıza çıkarken, faşizmde bu bağlamda en etkin sermaye aracı olarak kullanıma sokulmaktadır.

 

Faşizm

Faşizmi ilk ortaya koyan kişi Bulgar Komünisti Georgi Dimitrov’dur. Dimitrov, faşizmi en kısa anlatımla ‘finans kapitalin en gerici diktatörlüğü’ olarak nitelerken; düşünce, toplanma ve örgütlenme özgürlüğü gibi temel hakları, siyasal özgürlükleri yadsıyan gerici, baskıcı bir devlet biçimi olarak yorumlar. Tekelci burjuvazinin hakimiyeti altında uygulanan ‘burjuva demokrasisi’de bir diktatörlük iken Faşizm, tekelci burjuva egemenliğinin en kanlı yüzüdür. Faşizm, emperyalizm çağının bir ürünü olarak ortaya çıkan ve tekelci burjuva sömürüsünün zorla sürdürülme aracı olarak kriz ortamlarında başvurduğu önemli bir silahtır. Bugün Türkiye’de ortaya konan politikaların tam da bu düzlemde ilerlediği görülmektedir. Özgürlüklerin alabildiğine kısıtlandığı, hakların ortadan kaldırıldığı ve iktidarını sağlamlaştırmak amacıyla ihtiyaç duyduğu düşmanı yaratarak tam bir sermaye; diktatörlüğü inşa edilirken, uygulanan biçim faşizmin ta kendisidir. Uzun yıllardır dünyada ve Türkiye’de yaşanan kapitalist krizlerden daha güçlü çıkmak adına emekçi halklar ve doğa üzerinde inanılmaz baskılar kurulmuştur.

 

Faşizmin Yeni Biçimlerinden Biri; Eko-Faşizm!

ABD ve Avrupa merkezli birçok ekoloji örgütü propaganda argümanlarında ekolojik yıkımın insan etkinlikleri ile gerçekleştiğine dikkat çeker. Bu yaklaşım masumane bir şey değildir. İki işleve hizmet etmektedir. Birincisi ‘insan etkinlikleri’ vurgusu ile kapitalist yağma maskelenirken, çokta farkında olunmayan diğer işlevi ise eko-faşist düşünceye zemin hazırlamaktır. Küresel ısınmanın sonuçları açıkça ortaya çıktığı günümüzde buna neden olan şeyin kapitalizmin aşırı üretim ve tüketim zorunluluğu olduğu gerçeği artık gizlenememektedir. Bu bağlamda halkların ekolojik sorunlara karşı artan tepkisel duyarlılığını saptırmak ve ekoloji sorunlarının toplumsallaşmasının önüne geçmek amacıyla, “eko-faşist” ideoloji yaratılmaya ve sermaye hizmetine sunulmaya çalışılmaktadır.

Toplumsal ekolojist Murray Bookchin; derin ekoloji, biyo-merkezcilik, Gaiacı bilinç ve eko-teoloji gibi birçok anlayışı eko-faşizme bağlamaktadır. Bookchin, “Ekolojik bozulmanın arttığı bir dönemde insanlığın geleceğine ilişkin zor seçimler yapmak zorunda olan yalnız geniş insan kitleleri değildir. Mistikleştirmenin arttığı bir zamanda kendi yönünü bulmak için zor seçimler yapmak zorunda kalan aynı zamanda ekoloji akımlarının ta kendisidir.” der. Bookchin’e göre 1991’den bu yana insancıllık karşıtı eğilimler daha da belirginleşmiştir. Amerikalı ‘derin ekolojist’ Bill Devall, 2 Ağustos 1998 tarihindeki Gold and Green (Altın ve Yeşil) adlı konferansta Meksikalı göçmenlere karşı ırkçılık içeren yorumlarda bulunarak, Kaliforniya kızıl çam ormanına tehdit oluşturan Maxxam şirketinin sahibinin ‘bir Yahudi kapitalist’ olduğunu belirterek kapitalizmin kötülüğünü ırkçılığa indirgemektedir.

Devall aynı zamanda ekoloji hareketi içerisindeki birçok kişinin sol görüşlere sahip olmasından yakınır ve toplumsal adalet konularının, yalnızca dikkatleri ekolojik bunalımın gerçek nedeninden uzaklaştırdığını ileri sürer ve bunalımın en önemli nedenini aşırı nüfusa bağlar. Derin ekoloji, ekolojik bunalımın ‘aşırı nüfustan’ kaynaklandığı iddiasındadır. Derin ekolojinin bazı destekçileri AIDS ve açlıktan ölümlerin doğanın insanlardan intikamı olduğunu ve buna karışmamamız gerektiğini söyler.

Ekoloji hareketlerinin içinden bazıları mistizme ve dine yönelirken, diğer yandan statükonun eleştirisiz kabulüne soyunmaktalar. Mistizmin, dinin ve bilinemezciliğin Avrupa ve Kuzey Amerika’da devam eden yükselişi faşizmin kendi mesajlarını yaymasının bir olanağı olarak görülmektedir. Neo-nazi Michael Walker’ın derin ekolojinin kapitalizm karşıtı özüne ilişkin saptamalarına karşın ‘kapitalizmin mistik ekolojiden korkacak bir şeyi olmadığına’ dikkat çeker. Ekolojik yıkımın kapitalizmin bir sonucu olduğu gerçeği derin ekoloji, biyo-bölgecilik vb. akımlarca ‘derin’ biçimde görünmez hale getirilmektedir.

Toplumsal ekolojist Janet Biehl bu tür düşüncelerin pan zehiri olarak, “Ekolojik politikanın gericiliğe ve faşizme sapmasını önleyecek olan şey, ekolojik bunalımı toplumsal bir bağlama yerleştiren açık bir toplumsal vurguya sürekli sahip çıkan bir ekoloji hareketi.” olduğuna vurgu yapmaktadır. Ekoloji mücadelesi; ırk, etnisite, biyo-bölge, mistizm, ve benzerleri bağlamından ayrışarak ekolojik sorunların temel toplumsal nedenleri olan kapitalist tahakküme ve sömürüye karşı mücadele olarak algılanmalıdır.

Murray Bookchin, “Ekolojik olarak düşünmek doğanın alanına girmektir. Bu çok tehlikeli bir adım olabilir. Ciddi politik belirsizlikler doğa felsefesinin kendi içinde devam eder ve devrimi olduğu kadar gericiliği de besleme potansiyeline sahiptir. Çağdaş toplum çok gerici görüşleri besleyen doğa imgeleriyle hala zedelenmeye devam etmektedir. ‘Topluluk’ ve ‘insanlığın doğa ile birliği’ hakkındaki buğulu söylemler, Faşizmin ırk, ‘kan ve toprak’ mitleri ile soykırım doruğuna ulaşan ‘doğalcı’ milliyetçilik mirası ile kolayca kaynaşırlar.” sözleriyle eko-faşizm tehlikesine dikkat çekmektedir.

 

Neo-Faşizm!

Alman yazar Jutta Ditfurth, Faşizmin Modernizasyonu adlı kitabında, faşizmin; milliyetçi, mistik ve insan sevmeyen yüzünü yeniden modernize etmeye çalıştıklarına ve örgütlenmek için ideolojik bir ‘dayanak’ olarak ‘ekolojinin sağcı yorumunu’ kullandıklarına dikkat çekmektedir. Türkiye’nin bazı bölgelerinde MHP gibi faşist partiler ve yine bazı ‘sol’ faşist yapıların gazete ve TV’lerinde ekoloji meselesine ilgi göstermektedirler. Bu ilgi faşizmin modernizasyonuna dönük adımlar olarak değerlendirilmelidir. Faşist partilerin parti iktidarı savaşlarında ‘entelektüel’ bir dil tutturma çabası ile ekoloji sorunları dillendirilmeye başlamışlardır.

Yukarıda yapılan ‘mistisizm’ vurgularına uzak olmayan birçok örnek Türkiye coğrafyasında da ortaya çıkmaktadır. ‘Doğaya dönelim’, ‘organik beslenelim’, ‘ekolojik çiftlik veya köy’ gibi vurgularla ortaya çıkan yapıların tamamı mistisizmi büyütmektedir. Diğer yandan yeşil düşünce vb. söylemler üzerinden sorunların toplumsallaşması önünde barikat oluşturulurken toplumun diğer sorunları ekolojik yıkımlardan bağımsız yaşananlarmış gibi bir algı yaratılıp, kapitalizmin çok yönlü saldırılarının maskelenmesine hizmet edilmektedir.

 

Sermaye Faşizmi Dayatıyor!

2013 Ocak ayında Davos’ta toplanan küresel sermayenin ana teması ‘dayanıklı dinamizm’di. Buna örnek olarak da Türkiye’den Erdoğan hükumeti gösterilmişti. Dayanıklı dinamizmi şöyle açıklıyorlardı; Gelecekte bazı sarsıntıların olacağını beklemek ya da tahmin etmek yerine daha iyi bir gelecek için bazı risklerin alınmasının gerektiği ve bu risklere rağmen cesur adımlar atılmasının zorunluluğu vurgulanırken, Avrupa’da yaşanan ekonomi politikaları ve uygulamalarıyla ortaya konan kemer sıkma tedbirlerine karşı halkın öfke duymasını risk olarak değerlendiriyorlardı.

Büyük sistemik ve kaotik risklere karşı küresel ve ulusal direnç nasıl artırılabilir başlığı üzerinden birçok kararlar aldılar. “Avrupa, Ortadoğu ve Kuzey Afrika’da siyasi ve ekonomik dönüşümü doğru idare etmek, korumacı politikaların ve kamulaştırma hamlelerinin, bölgesel ekonomik entegrasyon ve Asya, Afrika ile Amerika’da çok taraflı ekonomik işbirliğinin zedelenmesini engellemek ve kritik önemdeki doğal kaynak arzına istikrarlı ve makul bir maliyetle erişebilmek” olan amaçlarını gerçekleştirmenin yolu olarak ‘dayanıklılığı’ temel almışlar ve buna uygun politikalar üretme çabasındalar.

Aslında en önemli riskleri ya da korkuları ‘Doğal kaynak arzına ısrarlı ve makul maliyetle’ erişememek. Bu korku onları daha ‘korumacı’ yaparken korudukları tek şey ise kapitalist üretim süreçlerinde sınırsızca ihtiyaç duydukları doğal kaynaklar olmaktadır. Havza yönetim planları vb. kavramlarla halkın katılımını hedefledikleri söylenen aslında bir avuç bürokrat ve projeci dernek veya şirketin bir araya gelerek koruma söylemleri ile kapitalist yağmanın ihtiyacı olan kaynaklardan halkı uzaklaştırmaktan gayrı hedefi olmayan bu yöntemler, ekolojik yıkıma çare olarak sunulmaya çalışılmaktadır.

Kapitalizmin neo- liberal uygulamaları sermaye için artık sürdürülebilir görülmemektedir. Dünya üzerinde birçok ülkede ortaya çıkan ‘faşizm’ eğilimleri tesadüf değildir. En son ABD’de Trump’ın ortaya koyacağı politikalar şimdiden bellidir. Faşizmin yeni biçimini yani neo-faşizmi hakim kılarak kapitalizmi zora dayalı biçimde sermaye birikimini sürdürmesini hedeflemekteler. Davos zirvelerinde yıllardır bunu nasıl gerçekleştireceklerinin tartışmaları yapılırken örnek gösterilen,Türkiye’de özellikle 2013 yılından bu yana inşa edilen tek şey faşizmin kurumsallaşmasıydı. Dayanıklı dinamizm vurgusu ‘hem sınırsızca kapitalist yağma sürecek hem de bunun karşısında hiçbir güç kafasını kaldıramayacak’ üzerine kurulu bir yaklaşımdır.

Kapitalizmin bugün dünya üzerinde ki hakimiyetinde halkların mücadeleyle kazandığı ve günümüzde güdük hale gelmiş bazı demokratik haklar dahi sürdürülemez hale gelen kapitalizme artık fazla gelmektedir. Tüm hakları kısıtlamak veya yok etmenin kapitalizmin sürdürülebilmesi için önemli bir eşik olarak görülmeye başlandığını izliyoruz. Kapitalizmin en önemli riskinin yukarıda aktardığımız gibi, Avrupa’da yaşanan ekonomi politikaları ve uygulamalarıyla ortaya konan kemer sıkma tedbirlerine karşı halkın öfke duyması karşısında hükümetlerin bu öfkeye yenik düşmelerinin gösterilmesi, hedeflerinin ne olduğunu açıkça ortaya koymaktadır. Tek korkuları halkların bu sömürüye karşı baş kaldırmasıdır.

Avrupa’da son dönem büyüyen şey, esnek çalışma, sendikasızlaştırma gibi emek düşmanı politikalardır. Doğanın amansız sömürüsü ile sermaye birikim sürecinin büyütülmesi en önemli hedefleri içindedir. Düne kadar halkların doğanın talan edilmesine karşı ortaya koyduğu tepkileri kapitalist yeşil yaklaşımlar ile geçiştiriyorlardı. Yeşil hareketlerin en önemli özelliği kapitalizmin sömürgen yüzünü görünmez kılmadaki başarılarıydı. Fakat artık ne emek üzerinde ne de doğa üzerinde ki sömürü saklanamaz hale gelmiştir. Hiçbir maskeleme çabası saldırıların görünmez kılınmasına yardımcı olamamaktadır.

 

İnsanlık Gözaltında!

Michel Foucault’un “Modern iktidar büyük gözaltıdır.” sözü kapitalist moderniteye köklü bir eleştiri içerir. Kapitalizm, tüm insanlığı çeşitli biçimlerde kayıt altına (gözaltına) alarak onun tüketimden-üretime, eğitiminden-öğretime, fabrikasından-tarlasına, köyünden-kasabasına kadar tüm yaşam biçimine yön verip aynı zamanda örgütsüz ve boyun eğen haline getirmeye çabalar.

Foucault, “Mutlak iktidarlar, bireyin oluşmasını engellemiştir; oysa karanlıklara çekilen modern iktidar herkesi bireyselleştirmek istemektedir; çünkü bireyselleştirmek, gözetim altında tutmak ve cezalandırmak, yani egemen olmak demektir. Böylece modern iktidar, çocuğu okulla, hastayı hastaneyle, deliyi tımarhaneyle, askeri orduyla, suçluyu hapishaneyle kuşatarak bireyselleştirmiş, kayıt altına almış, sayısal hale getirmiş, böylece egemen olmuştur. Her kişi bir yerde kayıtlı hale gelince, herkes denetim altında olacak, gözetim altında tutulacaktır. Modern iktidar büyük gözaltıdır.” Foucault bu sözleriyle Kapitalist Modernitenin gerçek gizli yüzünü gösterirken neo faşizmin günlük yaşamımızda ki noktalarına işaret etmektedir.

 

Doğa Tükeniyor!

2.Dünya (Paylaşım) Savaşı’nın temel nedeni sermayenin %2,5’uk büyümeye saplanmış olmasıydı. Kapitalist dünya Sermaye birikimini yeniden büyütmek ve belli başlı tekellerin hakimiyetini tesis etmek üzere dünyayı kana bulamaktan geri durmamıştı. Savaş sonrası 70’li yıllara kadar büyüme sürecinden memnun olan sermaye o tarihten itibaren büyüme eğrisinin düşüşe geçmesi karşısında neo-liberal politikalarla bu sorunu aşmak için üretimleri ucuz iş gücüne sahip bölgelere taşımaya başlamıştı. Bu da onlara yetmedi ve küreselleşme politikalarıyla yep yeni neo-liberal politikalar uygulamaya konuldu. Bu süreç sermaye için sınırların tamamen ortadan kalktığı ve sınırsızca bir sömürü üzerinden bir büyüme eğrisi yakaladı, ta ki bugünlere kadar!

Bugün kapitalist büyüme oranı 30’lu yıllarla aynı seviyelerde. Yani dünya kapitalist büyüme oranı ortalama %2,5 civarında. Kapitalizmin bu kadar sömürü ve saldırı politikalarına rağmen büyümeyi sağlayamamış olmasının en büyük nedeni, doğal kaynakların hızla tükeniyor olmasıdır. Birikimlerini yeniden değerlendirecekleri yeni alanlar yaratamamanın sıkıntısı içinde yol alırlarken, doğal yaşamın sömürüsü karşısında ciddi bir uyanışın olması da bu bağlamda adımlarını kısıtlamaktadır. Doğal yaşamın sermaye birikim sürecine bağlanması hem ham madde hem de direkt olarak birikime sokulmasıyla ilerlemektedir. Bu süreçlerde önlerinde ki en büyük engel yerli halklar olmaktadır.

 

Asıl Olan Şey Savunmak Değil Yeni Bir Yaşam Kurmaktır!

Brezilya yağmur ormanlarını GDO’lu üretimler için yok etmeye soyunan sermaye, bu ve benzer alanları büyütme çabasında ise yerli halklarla karşı karşıya kalmaktadır. Birçok yerde mücadelenin önderliğini yapan yerli halk önderleri ise sermayenin paramiliter çetelerince katledilmektedirler. Brezilya’da olup bitenler aynı zamanda tüm dünyada da yaşanmaktadır. Bir örneği Mayıs ayında Türkiye’de yaşanmış ve bir mermer şirketi doğa dostu bir aileyi kiralık katile öldürttürmüştür. Bu koruma çabaları sermayenin saldırıları ile geri püskürtülmeye çalışılırken mücadelelerin artık savunan değil, yaşamı yeniden ören bir çizgiye gelme ihtiyacı açıkça kendini dayatmaktadır.

Yazımızla kapitalizmin önümüzde ki süreçte faşist diktatörlükleri halklara dayatacağını göstermeye çabaladık. Eko-faşizm vurgusunu yapmamızın nedeni ise, eko-sistemi yok eden sermaye saldırıları karşısında mistik hareketlerin dışında kalan halk güçlerini önlemek

amacıyla, kapitalist uygulamalara kafa tutacak örgütlülüklerin oluşmasının önünü, eko-faşizme evrilme potansiyeline sahip yapılarla kesmek istediklerini gösterebilmek içindi. Bugün eko-faşizmin bir aracı haline gelebilecek birçok yapılanma hem dünyada hemde Türkiye’de mevcuttur. Bu

yapılar fonlar, karşılıksız krediler vb. yollarla beslenerek, halk adına hareket ettikleri savıyla halkın yaşam alanlarını savunabilmesinin önünde engeldirler.

Önümüzdeki 10-20 yıl gibi kısa zaman içinde Türkiye’de pratiğini izlediğimiz suların kontrol altına alınarak doğadan yani insanlar, hayvanlar ve bitkilerden çalınmasının, boruya hapsedip petrol gibi taşınır kılınmasının örneklerini çok fazla yaşayacağız. Bu yolla kapitalizm su üzerinde hakimiyet kurarken sözde koruma masallarıyla bunu gerçekleştirecek. Bu süreçte en fazla ihtiyaç duyacakları şey ‘potansiyel’ eko-faşist örgütlenmeler olacak. Kapitalist üretim süreçlerini sürdürmek ve büyüyebilmek için en büyük ihtiyaçları doğal yapılardır. Emek sömürüsünü çok aşan seviyelerde doğa sömürüsünün yaşanacağı bir geleceğe doğru evriliyoruz.

Küresel ısınmaya yönelik yıllardır oynadıkları oyunun sahnesini Trump bildiğiniz gibi yıktı. Kapitalizmin küresel ısınma ve buna bağlı ekolojik yıkımları ne önleme niyeti var ne de önleyebilme kabiliyeti. Yakın gelecekte dünyayı gettolara bölüp milyarlarca insanı açlığa ve susuzluğa mahkum edecek politikaları son dönem ilerleyen savaşlarla sağlamaya çalıştığını görmek zorundayız. Özellikle Ortadoğu’yu cehenneme çevirme adımları hızla atılırken tek muradımız Kürt siyasal hareketinin bölgede ki güçlü varlığıdır. Yeni bir yaşamı var etme çabasının genişleyerek büyümesi gerekmektedir. Buna dair çabaların olduğu bir gerçek iken, yakın gelecekte emperyalist kapitalizmin bölgedeki ‘muradıyla’ bölge halklarının ‘muradı’ arasında ortaya çıkacak büyük çelişki yeni bir direniş savaşını ortaya çıkaracaktır. Bu süreçte Kürt, Arap, Türk, Süryani vd. tüm halklarla kardeşliği sağlamak ve Kürt halk önderi Öcalan’ın dikkat çektiği gibi suyun etrafında halkların birliğine ulaşmak kavranması gereken en acil halkadır.

Türkiye’de tüm ezilenler bugün haklarını korumak adına zayıfta olsa bir mücadele yürütmekteler. Bu zayıflığın en temel nedeni ise savunma noktasından öteye gidememe halidir. Kürt illerinde ilan edilen özyönetimler bu anlayışı kıracak olan şeydi. Şuan kesintiye uğramış olsa da bu noktada bir mücadelenin yeniden alevleneceği ise muhakkaktır. Saldırılarla baş etmenin başkaca bir yolu görülmemektedir. Bugün işçi sınıfının durumuna baktığımızda siyasal hedeflerden yoksun olduğu, hatta ekonomik hedeflerden de uzaklaştığı görülmektedir. Sendikaların kırmızı çizgimiz diye diye işçilerin elinde kalan son kıdem tazminatı haklarına da sermaye el koymaya hazırlanmaktadır. Oysa başarı, yeni hedefler ve haklar doğrultusunda mücadeleye atılmakla olabilmektedir.

Sürekli gerileyen, sürekli kaybeden ezilenler, özyönetim ilanlarında olduğu gibi bir mücadele azmi ile yeni bir yaşam hedefine kilitlenmek zorundalar. Bu yönlü ve ileriye bakan bir program etrafında toplanmak elzemdir. Kapitalizmin yaşamı sonlandıracak adımları hızla yayılıp büyürken geniş örgütlenmeler yaratarak yeni yaşam biçimlerinin örnekleyecek girişimlere ihtiyaç vardır. Urfa ve Diyarbakır’da ortaya çıkan Körfez sermayesi tarım arazilerini ele geçmeye çabalarken, yine Diyarbakır ve Trakya’da enerji şirketleri bölgeyi tarumar etmektedir. Karadeniz bölgesinde ‘organik çay’ ve benzeri yöntemler ile ÇAYKUR’un ipotek verilmesi arasında bir bağ vardır. Bölgede çay tarımı küçük bir havzaya hapsedilip yok edilmeye çalışılırken çay tüketimi büyük tekellerin ithalatına dayandırılacaktır. Benzer sorunlar tüm Türkiye coğrafyasında yaşanırken bu saldırılara karşı sadece savunmaya geçmek asla çözüm getirmeyecek.

 

Sonuç

Ekoloji hareketlerini dizayn etmeye çabalayan bir el ortalıkta dolaşmakta. Bu el ekoloji mücadelelerini faşist ideolojinin içine hapsetmeyi ve dolayısıyla sermayenin hizmetine koşmayı hayal ediyor. Buna karşı sisteme muhalif olan kesimlerin gözleri kör, sorunların peşine takılmış ve destek olmak adına kendini görünür kılmanın dışında hiçbir şey üretememekteler. Bu bağlamda ekoloji mücadelesinin kapitalizmin hegomonyasına girmesine izin vermemek ve ciddi bir merkezi örgütlenme ile gidişata dur demenin yolu mutlaka bulunmak zorunda. Apolitik bir ekoloji mücadelesi asla yürütülemez. Bazı ekoloji mücadeleleri politikanın dışında kalmayı bir marifet gibi dayatma peşindeler. Bu dayatmaları yapanların eko-faşist bir çizgiye savrulmaları ve sermaye hizmetine girmeleri her an mümkün. Oysa ekoloji mücadelesi politik olduğu kadar aynı zamanda politik mücadelenin en önemli öznesidir.

Mevcut kapitalist sistemin bir alternatifi ortaya konmadan yürütülecek çalışmalar başarısızlığa uğramaya mahkumdur. Yakın gelecekte büyük bir cephe oluşturulması kaçınılmaz olarak gündemimize gelecektir. Bugünden kapitalizmin yıkıcı, yok edici yüzü kitlelere her türlü araçla anlatılmak zorundadır. Bu da yetmez ekoloji mücadele odaklarını tehlikelerden haberdar etmek ve doğru bir perspektifle hareket etmeleri sağlanmalıdır. Mücadelenin Türkiye ile sınırlı tutulmaması gerekmektedir. Bu bağlamda tüm Ortadoğu’yu ve oradan tüm Avrupa’yı saracak bir mücadele çizgisi ortaya çıkarılmalıdır. Bu mücadelede öne çıkan ve belirleyici olan şey ekoloji mücadelesi olacaktır. Kısa zaman sürecinde ekolojik yıkım gerçeği ile yüz yüze kalacağımız şimdiden bellidir. Yaşam bitiyor ve bunu önleyebilecek olan tek şey, ezilen mazlum halklar ve onun yanında saf tutan bilim insanlarının da içinde yer alacağı büyük bir siyasal güç olacaktır.

Bunları da beğenebilirsin

Yoruma kapalı.