Düşünce ve Kuram Dergisi

Ziya Gökalp Sosyolojisi ve Bir Proje Olarak Türkçülük

Leyla Atabay

“Millet, insanların pek çok şeyi bulması ve aynı zamanda birçok şeyi unutmuş olmasıyla mümkün olur.”
Ernest Renan
“İtalya yapıldı, şimdi İtalyanları yapmak zorundayız.”
Massimo D’azeglio, 1860

II. Abdülhamit’in Osmanlı İmparatorluğu’nu çöküşten kurtarmak amacıyla kurduğu askeri okullarda yetişen “İttihat ve Terakki” üyeleri Batı menşeli fikirlerle beslenerek Beyaz Türk faşizminin kumaşını dokumakta en etkili çabaları gösteren kadrolar oldular. Bu okullarda hürriyet fikriyle tanışan idealist gençler, kendilerini Sultan’ın baskı rejiminin muhalifleri olarak konumlandırarak kurdukları gizli dernekleri bir süre sonra II. Abdülhamit’in baskı rejiminden bıkmış, biraz nefes almak isteyen farklı çevreleri de bünyesine katarak birleşik bir cephe kurmayı başardılar. “İttihat ve Terakki” adı altında oluşan bu cemiyetin asıl örgütlenme sahası Balkanlardı. İttihat ve Terakki özellikle Balkanlarda yürüttüğü yeraltı faaliyetleriyle edindiği tecrübe yöntemleri iktidara geldikten sonra da kullanmayı sürdürdü ve Abdülhamit’in baskı dönemini kat kat aşan baskı uygulamalarıyla muhalefeti demir ökçelerle sindirmekten çekinmedi. Kendini hürriyetin yılmaz savunucusu ve halkın asıl temsilcisi olarak gören İttihat ve Terakki zorbalık ve gizliliği bir yönetim biçimi haline getirerek “halka rağmen halk için” söyleminin ifade bulduğu bir iktidarcı çizgi oluşturdu.

İlk kuruluş aşamasında birbirleriyle uyuşmayan fikirleri içinde barındıran geniş bir muhalefet hareketi olan İttihat ve Terakki’nin kurucuları arasında Kürtler, Arnavutlar, Yahudi ve Ermeniler de vardı. Bu etnik çeşitlilik Osmanlı’nın çok uluslu yapısının bir yansımasıydı. Tüm bu kesimler “halkçılık” ideali altında buluşurken Osmanlıcılık, İslamcılık ve henüz yeni yeni kurgulanan Türkçülük fikirleri aynı eksende bir yol çizmek üzere kaynaşma eğilimi gösteriyordu. Ancak bu eğilim kısa sürede yerini Türkçülüğü başat hedef ve programı haline getirip Osmanlıcılığı ve İslamcılığı arka plana atmaları İttihat ve Terakki’nin Beyaz Türk faşizminin harcını kurmaya yönelik pratik adımlarının ilkiydi. Söz konusu siyasal Türklük kavramının ve ideolojisinin inşasını üstlenen sosyolog ise bir Kürt olan Ziya Gökalp’ten başkası değildi. Millet fikri ortak bir köken ve özsel bir homojenliğe dayandırıldığı halde Türk modeli radikal milliyetçiliğin kurucu unsurlarının genelde yabancı kökenli olması ironik olduğu kadar, esasta bu tip milliyetçi projelerin yapaylığını göstermesi açısından da önemlidir. II. Abdülhamit döneminde hürriyetçi fikirleri nedeniyle hapsedilip ardından memleketi Diyarbakır’a sürgün edilen Gökalp, İttihat ve Terakki’nin Selanik’teki merkezine danışman olarak gittiği yıllarda Türkçülük projesi için çalışmalara başlamıştı. Batılılaşmanın neden olduğu kimlik bunalımından çıkış için Osmanlıcılık ve İslamcılık fikirlerinin yetersiz kaldığını fark eden Gökalp, Türkçülük temelli milliyetçiliği kuramsal bir çerçevede ele aldığı eserler yazdı. Dönemin üç önemli ideolojisi olarak görülen Osmanlıcılık, İslamcılık ve Türkçülük ayrı fikir akımları olarak tanımlansa da aslında iç içe gelişen ve konjonktürel duruma göre kimi zaman içlerinden bir tanesinin ön plana çıktığı tek bir sentez ideoloji olarak tanımlanabilir. Gökalp, toplum projesi oluşturmak için kimlik oluşturma arayışında önce Osmanlıcılığı esas alır ve tümden Batılılaşma yanlısı bir tavırdan uzak durur. Ona göre Genç Osmanlılar Doğu maneviyatıyla Batı maddiyatını sentezleyerek Osmanlı’yı büyük bir güç haline getirecekti. Gökalp bu döneminde körü körüne yapılan Batı taklitçiliğine karşı durur. Dini, manevi hayatın temeli olarak yüceltir ve toplum yaşamının merkezine yerleştirerek muhafazasının önemini vurgular. Gökalp’in bu fikirleri zamanla yön değiştirir; zira Osmanlıcılık fikri Ermeni, Rum, Bulgar vb. Osmanlı tebaasından olan gayrimüslimlerin bağımsızlık arayışları nedeniyle ortak kimlik oluşturma vasfını yitirir. İslamcılık ise, ümmetçiliği esas aldığından kapsamı çok geniş, muğlak ve çerçevesi modernist değerlere uygun olmayan bir kimlik anlayışını ifade ettiğinden Gökalp’in arayışlarına uygun değildi. Ümmetçilik, ideal düzlemde iman birliğine dayanıyor; tüm insanların Adem ile Havva’dan gelme kardeşler olduğu inancını esas alıyordu. Din kardeşi, tüm ulusların üzerinde bir nitelik taşıyor ve bir ırkın diğerinden üstün olduğu fikrini prensipte içermiyordu. Gökalp ne Osmanlıcılıktan ne de İslamcılıktan vazgeçmeden Türklük ülküsünü asıl dayanak yaparak çağdaş bir İslam Türklüğü projesi üzerine çalışır. Böylece Gökalp’de diğer ve İttihat ve Terakki kadroları gibi yüzünü Anadolu’ya çeviri. Yüzyıllarca katliamlara maruz kalmış, İslam politikaları ile sağa sola savrulmuş imparatorluğu sırtında taşıyıp beslemiş, buna rağmen ‘kaba’, ‘cahil’, ‘kafasız’ olarak tanımlanıp aşağılanmış Anadolu Türkleri (veya Türkmenleri) yükselen yeni değer olarak bu projenin unsurları olacaktır. Özellikle 1’inci dünya savaşında amaçlanan, Asya Türklerini de kapsayan Büyük Türk Yurdu ülküsünün gerçekleşmesi hayali yıkılınca, Anadolu tek ilgi odağı olmaya başlayacaktı.

Batı’da ulus devletlerin ortaya çıkışı ile beraber kendi ulusların tanımlayacak bir kimlik arayışı ile her ulus kendi ırkını, hayal ettiği üstün vasıflara sahip, yeryüzünde ki en yüce ırk olarak kurgulamanın peşindeydi. Sosyoloji, bu konuda yardıma koşan bilim dalı oldu. Tarih, milliyetçi projelerin gözlükleriyle yeniden mercek altına alınarak seçmece, uydurma kurgularla her ulus devlet kendi milli ülküsüne uygun bir tarih yazımına gitti. Dörtnala ilerleyen batının dışında ve gerisinde kaldıklarına inandırılan Osmanlı aydınlarının acele ile sosyolojik kuramları ülkelerine giydirirken nasıl bir ucube yarattıkları sonradan ortaya çıkacaktı. Tanzimatla beraber Türk resmi ideolojisini şekillendiren süreç boyunca batı sosyolojisi bir mühendislik mantığı ile aydınların zihninde yer edinmiş ve toplum nesnelleştirilerek üzerinde sosyal kuramların deneylendiği bir deneme tahtasına indirgenmek istenmişti. Toplum gibi karmaşık bir yapıyı mühendislik projelerin çerçevesinde düzenlemek için batı sosyolojisi, bilgi ve kuramları boyutu ile aynen alınarak toplumun realitesine bakılmaksızın tepeden inmeci bir tarzda, toplumun dokusuna uygun olup olmadığı önemsenmeden uygulama girişimleri sorunların üzerin, örtmekten başka bir sonuç doğurmamıştır.

Ziya Gökalp, yeni bir kimlik yaratma arayışında, aydınlanma düşüncesinin etkisiyle toplumsal yaşamı bilinçlendirip daha ideal bir yaşam kurmaya muktedir oldukları inancıyla hareket eden batı sosyolojisi aydınlarını, özellikle de Durkheim’in etkisinde kalmıştır. Durkheim, toplumu organik bütünün homojen bir yapısı olarak tanımlar ki, bu homojen toplum “ulus”a denk gelir. İçinde farklılıklara yer vermeyen organik bütünlük olarak tanımlanan ve kurgulanan toplum denilen yapı, heterojen özelliklerinden arındırılarak sosyolojide ki kuramlara uygun şekilde biçimlendirilmelidir. Toplumun biyolojik bir mekanizma şeklinde tanımlanıp hastalıklarına göre tedavi yoluna gidilmesi, Durkheim’in pozitivist toplum modelinin analizinde kullandığı yöntemdir. Durkheim’a göre, her şeyden önce toplumsal olgular birer inceleme nesnesi olarak ele alınmalıdır. “Hasta” Osmanlının tedavisi için doktorluk rolünü üstlenen Gökalp (Ne ironiktir ki, kendisi veterinerlik okumuştur), başta din olmak üzere kültür, ahlak, ekonomi, medeniyet vb. Birçok toplumsal olguyu nesnelleştirerek analiz eder. Toplum hasta bir organizmadır ve içinde ki hastalıklı, gereksiz ögeler neşterle kesilip atılmalıdır. Gökalp, ebeliğini yaptığı TC.’nin, toplumu kanata kanata Türklük ideolojisinin dışında kalan tüm unsurları biçtiğini gördüğü zaman, ideolojisinde eksik kalan yan tamamlanmış olacaktı. Bu eksiklik, toplumun tüm iplerini ele alacak ve projeyi birebir uygulayacak bir milli şef idi. M. Kemal’i kusursuz bir toplum ülküsünü gerçekleştirecek bir aksiyon adamı olacak gören Gökalp, hızla ve tepeden inmeci yöntemle dayatılan kanunlarla yapılacak bir değişimin toplumsal dirençle karşılaşabileceği konusunda kaygılar taşısa da, bu direncin, bedeli ne olursa olsun, bastırılacağına da inancı tamdı.

Gökalp, ulus devleti en ileri ve çağdaş toplum modeli olarak gördüğünden dinin ayak bağı olmasını engel leyecek önerilerini sunarken Durkheim’ın dine ilişkin görüşlerinden faydalanır. Durkheim’a göre din oldukça önemli işlevlere sahip toplumsal bir olgudur ve organik dayanışmanın temel ayaklarından biridir. Din, her şeyin kaynağını oluşturan “kutsal”dır. Toplumsal vicdanın tezahürü ve toplumun dayanışmasını sağlayan itici güçtür. Toplumculuk anlayışının temeline bu şekilde oturtulan din, “biz” ruhunu beslediğinden Gökalp’in de literatüründe anlamını bu şekilde bulur. Durkheim, dini, gerçeküstü bir Tanrı’nın eseri olan bir sistem olarak tanımlamaz. Ona göre din, bütünlüklü bir fenomenoloji yani toplumun açığa çıkan tikelliğidir, somut pratikleridir. Son tahlilde din politik toplumun ta kendisidir. “Kutsal” dinin en ayırıcı özelliğidir ve bu ölçü üzerinden kutsal ile kutsal olmayan (maddi, cismani) ayrımları yapılarak din kendi tanımına kavuşturulur. Carl Schmitt’in “dost-düşman” ayrımı üzerinden yaptığı siyaset tanımı gibi, Durkheim de dinsel inançların karşısında durdukları maddi (cismani) dünya ile kendi kutsalları üzerinden kapsama ve dışlama alanlarını belirlediğini söyler. Durkheim, Rousseau’nun yaptığı gibi dinsel ilişkileri politik ilişkilerden ayırmaz, ilki gruplaşma biçimini iç içe değerlendirir. Yani üyelik ölçütü olarak kabağını kutsal sayan ve kapsama alanını bununla sınırlayan politik toplum ile dini aynı şey olarak görür. Dinin bu şekilde “politik olan” ile “kutsal” ölçütü üzerinden özdeşleştirilmesi politik toplum yapısına ilişkin değişim projelerinin yeni kutsallar üreterek toplumun dokusunu değiştirmesini olanaklı kılan bir anlayış oluşturur. Modern dünyanın politik toplumları kutsallarını “vatan”, “bayrak”, “ulus” gibi terimlerle tanımlayabildikleri gibi salt dünyevi olan ulus-devlet dinine de olanak sunarlar. Totemik yani sosyolojideki tanımıyla ilkel toplumlar kendi kutsallarını kan bağları ilişkisi çerçevesinde belirleyip kendi topluluklarını simgeleyen totemlerine tapınarak politik toplum zeminini temellendirmişlerdi. Kabilesinin totemi veya putu için ölümü göze alan kabile üyesinin tavrı, politik-dini bir tavırdır ve modern dünyada bayrağı uğruna ölen ulus-devlet askeriyle aynı kutsal motivasyona sahiptir. Gökalp, Durkheim’in totemik kabileleri analiz ederek yaptığı dinsel ile politik olanı iç içe ele alan din yorumunu benimser, ama milliyetçilik denen dinin oturtulabilmesi için önce mevcut dini sistemin bertaraf edilerek “kutsallarının” hükümsüzleştirilmesi ve ulus-devlet “kutsallarının” yerleştirilmesi gerektiğini görüp bu yönde adımlar atar. Gökalp ilk aşamada milliyetçilik diniyle yeniden inşa edilecek politik toplumda geleneksel dinin rolünü, milli kültürün bir yan ögesine indirger. Zamanla yeni dinin kültürel özellikleri oturdukça eski din bu vasfını da yitirerek sönüp gidecektir. Böylece din, evrensel, kavim üstü özelliği göz ardı edilerek milliyetçiliğim yedeğine indirgenir. Daha açık bir ifadeyle, milliyetçiliğin hizmetine koşulur.

Ulus-devlet projesi doğrultusunda yeni bir ulus yaratılırken milliyetçilik, ilk önce dini, başta ümmetçilik olmak üzere eskiye dair tüm değerlerin taşıyıcısı olması vasfıyla reddederek öteler. Ama diğer yandan oluşacak yeni ulus, geçmişe dair ortaklıklar üzerinden şekilleneceği için geçmişe yönelirken; din, yararlanılması gereken bir faktör olarak görülür. Bu durumda milliyetçilik dine olan mesafesini, dinin toplum üzerindeki etkisi oranında belirler. Türk milliyetçiliğinin fikri temellerinin oluşmaya başladığı Tanzimat dönemi aydınlarına göre din, tüm yaşamı belirleyen toplumsal, siyasal ve sosyal tek güç olduğu için milliyetçilik fikrinin sınırlarını da belirliyordu. Ancak modernist paradigma, hakimiyetini zamanla kurup dini geleneğe karşı savaşta mevziler kazandıkça Türk milliyetçiliği, nevi şahsına münhasır bir biçimde ümmetçilik anlayışına inat, İslam’ı Türkçülükle bağdaştırma ve aynı zamanda İslam’ı alabildiğine dışlayabilme esnekliğine bir milliyetçilik türü olarak açığa çıkar. Siyasal amaç ve koşullar doğrultusunda, ulusal benliğe katkısı oranında dinin dozu arttırılır veya azaltılır.

Gökalp ve Türkçülük ideolojisine katkısı olan diğer çağdaşlarının dini ele alış tarzları, pragmatistçe kullanma amaçları açısından ortaktır. Din sorunu milliyetçilik içinde eritildikten sonra Türk aydınlarının önüne bir başka sorun dikilmektedir. O da etnik kimliğin en önemli ögesi olan “dil”dir. Ulus-devlet projesinin di ğer adımı dil politikasına ilişkindir. Yaratılacak yeni ulus-devlet homojendir, tek bir ırka, dolayısıyla tek bir dile dayanır. Dil, aynı zamanda diğer etnik halkların ötekileştirmesinde, yani “biz” veya “onlar” ayrımında kullanılan temel kriterdir. Tanzimat’la beraber başlayan merkezileşme politikaları Türkçe’nin tüm kamu, kurum ve kuruluşlarında resmi dil olarak kullanılmasını zorunlu kılmış ve Türkçe dışındaki dillerin kamusal alandan aforoz edilmesini sağlamıştı. Merkezden atanan bürokratlar Türkçe konuştuğundan muhataplarının da Türkçe öğrenmesi gerekiyordu. Resmi dil gitgide ekonomik ve kültürel sahalarda da imtiyazı ele geçirdi. Türkçe dilinin üstünlüğü Gökalp tarafından teorize edilerek, herkesin öğrenmek zorunda olduğu kutsal dil olarak dayatılmasına İttihat ve Terakki döneminde hız verildi. Gökalp’e göre Türkçe medeniyetin diliydi, öteki diller ise ilkel, yetersiz, basit bir yapı ve dar bir kelime dağarcığına sahip, dahası dil bile sayılamayacak ifade araçlarıydı. İbn-i Haldun’un göçebe-medeni ayrımı üzerinden tanımladığı sosyal diyalektiği, Gökalp medeniyi yüceltip göçebeyi ise ötekileştirerek pozitivist kesin bir ayrıma tabi tutar. Böylece “efendi” olanın dili “öteki”yi uygarlaştırmanın aracı olarak bir kutsaliyete büründürülürken, asimilasyon bu yüce misyonun çabaları ve “öteki”ye gösterilen lütuftur.

Türk milliyetçiliği ideolojisinin inşasında temel harç Batı taklitçiliği ve eklektizmdir. Türkçülük ülküsüne Batı’nın sözde sahip olduğu tüm değerler atfedilir. Hatta Türklerin İslamiyet öncesi yaşamlarında bile uygarlığın şu an sahip olduğu değerlerin zaten mevcut olduğu, daha da ileri gidilerek tüm uygarlık değerlerini Türklerin yarattığı iddia edilir. Bu iddia bile Doğu şahsında ötekileştirilmiş olmanın kompleksini aştırmakta yetersiz olduğu için yapılması gereken, tıpkı taklit ettikleri emperyalist efendiler gibi kendi “öteki”lerini oluşturmak ve onları uygarlaştırma misyonunu üstlenmektir. Denetleme, hükmetme ve değiştirebilme kudreti Türk’e ihtiyaç duyduğu güveni sağlayacak, “öteki”sini terbiye edip ehlileştirerek Batılı emperyalist efendilerin tattığı asil modernist duyguları hissedebileceklerdir. “Öteki”yi uygarlaştırma öyle yüce bir ülküdür ki ötekinin iyiliği için gerekirse katliamlar, sürgün ve asimilasyon politikaları uygulanabilir meşru yöntemlerdir. Gökalp’in Batı modeli sosyolojisinde modernleşmeyi Türkçülük ülküsü ekseninde hızlandırmak amacı temel hedef olduğundan, geçmişin ilkel bir kalıntısı olarak gördüğü göçebeliği veya aşiretleri otomatik biçimde Kürtlerle özdeşleştirilir. Göçebeliğin ortadan kaldırılması ile Kürt sorunu diye bir şey kalmayacaktır. Gökalp feodal yapıyı modernite karşısında ayak direyen, geçmişe ait bir kalıntı, toplumsal bir hastalık olarak tespit eder. Bu öyle derine işlemiş bir hastalıktır ki, yerleşik hayata geçildiğinde bile devam eder ve aşiretsel değerler başat değerler olarak topluma yön vermeyi sürdürür. Kendini bu aşiret ağından, ruhundan, değerlerinden arındırabilecek, tabi caizse boynundaki ipi çıkaracak Kürt hemencecik Türkleşerek medenileşecektir, yeni devletin gönüllü hizmetçiliğini yapabilecektir. Yeni insan modeli olarak eğitim yoluyla istenilen şekilde yontulacak tüm geriliklerinden arındırılarak pırıl pırıl bir Türk’e dönüşecektir. Eğitim şartları doğrultusunda ideolojik çerçeve ve normlar belirlenir. İnsan iradesi ve özgürlüğü biçimindeki hümanist sloganlarla belirlenmiş ideolojinin fabrikasyon ürünleri olarak “medeni insan” meydana çıkarılacaktır. Eğitim öyle bir sihirli değnektir ki, tanrının Kürt olarak yarattığını bir çırpıda Türk’e çevirebilir. Devlet kendi sınırları dahilindeki en ücra bölgelere demir pençelerini uzatarak tarihin gerisinde kalmış kırsalı eğitim yoluyla kontrolü altına almayı en önemli vazife olarak görmelidir. Gökalp’in fikirlerinin asıl pratikleşme olanağı bulduğu T.C döneminde eğitim politikası, okulların birer mabet gibi kutsallaştırıldığı ve bireye devlete karşı vazifelerini öğreten Türkçülüğün tam bir din olarak benimsetildiği kurumlar olarak rollerini oynayacaklardır. Ulus devlet doktrini çerçevesinde yetiştirilecek yeni kullar için kuluçka vazifesi gören eğitim kurumlarında devlet fetişizmiyle beslenen, bürokratik despotizmi doğal bir siyasi düzen olarak gören, her şeyi devletten bekleyen, kişiliksizleştirilmiş, köklerinden koparılarak bir özgürlük, eşitlik ve adalet yanılsaması içinde kör, sağır bir vatandaş tipi sürüme girecektir. Sosyal mühendislik misyonuyla eline aldığı çekiçle toplumu şekillendirmeye çalışan Gökalp Türkçülük doktrinine ayak uydurmak için nesnelleştirdiği, tasnif ettiği toplumun üyelerine “sakın hakkım var deme, hak yok vazife var” şiarıyla çarkın birer dişlisi olduklarını benimsetir.

Gökalp’in asimilasyonu ve siyasi Türklüğe adaptasyonu hızlandırmak amacıyla öne sürdüğü sosyolojik safsatalardan biri de göçebe aşiretlerinin çoğunun Kürtleşmiş Türk aşiretleri olduğu şeklindeki iddiasıdır. Göçebe

Kürtler kendi ilkelliklerini aslında medeni şehir ya şamına meyilli Türk (Türkmen) aşiretlerini empoze ederek onları da ortak etmişlerdir. Gökalp çoğu Kürt aşiretlerinin kökenini araştırdığında bunların Kürtleşmiş Türk aşiretleri olduğunu görmüştür! Hatta kendi atalarının kökenine baktığında ne mutlu ki aynı sonuçla karşılaşmıştır! O halde aslında ilkel bir kalıntı olan Kürtçe dili ortadan kaldırıldığında ve Kürtler şehirlerde medeniyle haşır neşir olup okullarda da güzelce terbiye edildikten sonra aslen zaten Türk olup Kürtleşme bahtsızlığını yaşamış bu unsurlar özlerine dönüp mutlu mesut yaşayacaklardır. Atalarının aslında Kürtleşen Türkler olduğu iddiası inandırıcı olmadığından etnik kökenine ilişkin kompleksini, önemli olanın etnik köken değil alınan terbiye ve içinde yetiştirilen kültür olduğunu söyleyerek gidermeye çalışan Gökalp Kürt halkına yönelik, inkâr, imha ve asimilasyonu da bu meşru ve bilimsel iddiaya dayandırarak vicdanını rahatlatmaya çalışır.

 

Ekonomik Model: Milli Dayanışmacılık

İttihat ve Terakki kapitalist sisteme uygun bir burjuva sınıfı yaratmak hedefini gerçekleştirmek için ilk aşamada Yahudi sermayesinden medet umarken, ulus devlet ideali milliyetçilik anlayışıyla Türk burjuvazisini yaratma projesini bir gereklilik olarak dayatmaktaydı. Bu amaç doğrultusunda bir süre sonra gayrimüslim öğeleri dışlanacak ve Türk olmayan unsurlar temizlenecekti. Bu durumun nesnel koşullarının oluşması Balkan savaşları ve 1. Dünya Savaşı sürecine tekabül edecek ve başta Ermeniler, Rumlar olmak üzere gayrimüslimlerin sürgünle, mübadeleyle ülkeden sürülmesiyle yeni Türk burjuvazisi boy verecekti. Bu yeni Türk burjuvazisi tamamen devlet güdümünde ve desteğiyle oluşacağından sürekli bir devlet denetimi de söz konusudur. Tamamen milliyetçi bir devlet kapitalizmi hedeflenir. Devletin rehberliğinde sermaye ve emek kesimleri dayanışma içinde milli devletin yükselmesini sağlayacaktır. Elbette yeni burjuvazi sahibinin devlet olduğunu unutmadan hizmet ederken devletin her türlü ayrıcalığından yararlanacak, emek kesimini devletin gücüyle denetleyip gerektiğinde bastıracaktır. Ulus-devlet sosyal, siyasal ve ekonomik kontrolü elinde tutan bir devlet mekanizmasıyla sınıflar arasında da bir denge sağlayacağından sosyalizm tehlikesi de bertaraf edilmiş olacaktır. İçte yaygınlaşan toplumu en küçük birimine kadar denetleyen, insan yaşamını her anlamda yönlendiren ve gitgide devasa bir bürokratik teşkilat haline gelen devlet modelinin oturtulması İttihat ve Terakki’ye göre tüm sorunların çözümü anlamına geliyordu.

Gökalp Durkheim’ın dayanışmacı toplum modelini devletin ekonomiye hâkimiyetiyle sağlanabileceği şeklinde uyarlar ve milli bir burjuva yaratılması için ilk önce feodal sınıfın bir an önce ortadan kaldırılması gerektiğini savunur. Devlete bağımlı milli burjuvazinin ipleri devletin elinde olacağı için, sınıf çelişkilerini fitilleyen aşırılıkların devletçe sınırlanabileceğini ve böylece sınıf çelişkilerinin ortadan kaldırıldığı Türk yurdunda dayanışmanın hâkim olacağını; bu koşullarda sosyalizmin asla boy veremeyeceğini ileri sürer. Sınıfların değil sadece mesleklerin mevcut olduğu Türk yurdunda her yurttaş ülkesini kalkındırma ülküsüyle canla başla çalışan karıncalara dönüşecektir. Ulus-devlet üniformasıyla devletin birer kulu olarak tasarlanan yurttaş hak arayışından mahrum, itaatkâr devlet işçileri olarak tanım ve misyona kavuşturulur. Gökalp’te diğer Jön Türkler gibi İslam’ın ekonomi anlayışını servet birikimine ve tekelleşmeye olanak tanımadığını söyleyerek bu ekonomi anlayışını oluşacak yeni burjuvazi konusunda engel olarak görür. Özellikle İslam tasavvufunun kanaatkârlık anlayışı kapitalist sistemle çeliştiğinden mutlaka reddedilmelidir. İhtiyaçtan fazlası için çalışmayı ve biriktirmeyi engelleyen İslami iktisat anlayışı yerine dur durak bilmeksizin çalışmayı, kazanmayı, servet edinmeyi toplumsal ve milli bir görev olarak Türk’ün vazifeleri listesine ekler.

Kapitalist gelişmenin ülke için elzem olduğunu savunan Gökalp’in tersine toplumu değil bireyi esas alan liberal bir anlayışla şahsi teşebbüsün önemini ön plana çıkaran bazı aydınların görüşü de, II. Meşruiyet’le beraber gündem konuları haline gelmişti. Durkheimc’ı sosyolojiyi benimseyerek bir toplum modeli inşa eden ve siyaset seçiminde Almancılığı savunan Gökalp’ın görüşlerine karşı çıkarak Le Play (Science Sociale) ekolünü benimseyen Prens Sabahattin, İngiliz tipi bir toplum modeli öneriyordu. Prens Sabahattin II. Abdülhamit’in ve ardından İttihat ve Terakki’nin Alman yanlısı dış siyasetini eleştirerek, bu siyaseti İngiliz yanlısı eksene kaydırma çabası gösterdi. Resmi olarak içinde yer almasa da “Hürriyet ve İtilaf Fırkası” ile “Ahrar Fırkası” Prens Sabahattin’in görüşleri ekseninde kuru lan partilerdi ve onun savunduğu iki ilkenin (serbest girişimcilik ve adem-i merkeziyetçiliğin) uygulanmasıyla ülkenin kalkınacağına inanıyorlardı. Devletin gücünün azaltılması ve toplumun değişimine bireyden başlanılması gerektiğine inanan Prens Sabahattin, liberalizmin özgürlük ve sosyal refahın şiarlarını tekrarlayarak tabandan gelecek bir değişimi öngörüyordu. Osmanlı toplum tipi kamucu tipine evrilmesini sağlamaktı. Le Play ekolü bu değişimi sağlamanın bilimsel yöntemlerini sunmaktaydı. Yapılacak köklü bir eğitim reformuyla kamucu anlayış aştırılacak, üreticiliği esas alan şahsi teşebbüs yollarının açıldığı bir toplumsal örgütlenme oluşturulacaktır. Yapılan reformların devleti kurtarmak hedefiyle yapıldığını gören ve eleştiren Sabahattin, devletin bireysel özgürlükleri tanıması gereğine vurgu yaparak, zaten parçalanmanın eşiğinde olan ülkenin zorla yapıştırması biçimindeki tekçi formüller yerine etnik kesimlerin federasyona benzer bir birlik içinde yaşamaları gerektiğini öne sürerek merkezileşme politikalarına karşı çıkıyordu. İleri sürdüğü fikirler tartışmalara yol açsa da ne taban ne de tavanda büyük ilgi görmedi. Özellikle İttihat ve Terakki’nin tek parti diktatörlüğü ve ülkenin maruz kaldığı dış tehditler ve parçalanma korkusu adem-i merkeziyetçilik fikrine tepki duyulmasına yol açıyordu. Ülke siyasetine hâkim

olan Almancı çizgi bu tip fikirleri bastırıp tepeden inmeci burjuva devrimciliğini her sorunun çözümü olarak sunmaktaydı. Askeri mantığın tek biçim, tek düzen anlayışıyla militarist baskı, geleneğin etkisiyle uyuşmuş pasif toplumu sertçe dürterek uyandıracak, özgürlük ise devlet eliyle bahşedilecekti.

Sonraki yıllarda Hitler faşizminin ana kaynağını oluşturacak olan Alman milliyetçiliğinin temelleri 1862’de Kral I. Wilhelm tarafından başbakan olarak atanan Otto Van Bismarck tarafından atılmıştı. Bismarck Almanya’yı Germen İmparatorluğu ülküsü çerçevesinde yeniden biçimlendirirken Hegel’den ilham almıştı. Bismarck’ın Yeni Almanyası Hegelci idealizm ekseninde Germen ırkının dünya ruhunun(Tin) son seçeneği olarak ilerlemesinin sembolü olarak konumlandırılıyordu. Hegel’in hakikati, evrimin en mükemmel aşamasına gelen üstün ve güçlü olanı işaret ediyordu. Kendi felsefesinde kullandığı diyalektiği tutarlı toplumsal sonuçlanmalara vardıramadığından, diyalektiğe aykırı düşen Hegel, mutlakiyetçi ve devletçiydi. Statükoyu haklı gösteren fikirleri, kendi burjuva idealizminin bir sonucuydu. Bismarck Hegel’yen felsefenin hakikati bütünde gören ve ancak hakikatin evrimini tamamlamasıyla üstün ve güçlü olana ulaşabileceği şeklindeki çıkarımlarından hareketle bir Alman birliği sağlama çabasına girdi. Faşizme kaynaklık edecek bu integral emperyalist milliyetçilik ideolojisi çerçevesinde Alman merkezi birliğinin sağlanması amacıyla parçalılığın sebebi olarak görülen prensliklerin çoğuyla kanlı mücadeleler yürüten Bismarck, tek uluslu bir Alman devlet modeli gerçekleştirmeyi başardı. Kutsal Germen İmparatorluğu’nun bir sonraki amacı dünya hâkimiyetini ele geçirmekti. Bismarck güç hesapları ve ulusal çıkar üzerine dış politikaları anlayışıyla Almanya’yı birleştirmişti. Sıra neo-merkantalizm biçiminde tanımlanan, devletin ekonomiyle müdahale ederek ulusal bir ekonomi yaratma amacının gerçekleşmesiydi. Devlet ülke içindeki tüm kaynaklara sahip olmalı, eğer yeterince kaynak yoksa dışarıdan ve gerekirse zorla sağlanmalıydı. Emperyal sömürgecilik, böylece ülküsel bir amaç olarak meşrulaştırıyordu. Bu anlayış kaba gücü her şeyin üzerinde tutuyor ve güçlünün haklı olduğu bir politikayı gündemleştiriyordu. Kaba güç için askeri kuvvetlerin eğitimi ve mekanizasyonu şarttı ve temel motivasyon kaynağı ise milliyetçilikti.

Kutsal Germen İmparatorluğu’nun dünya hâkimiyeti hedefini gerçekleştirmesi için Arap petrolleri büyük önem arz ediyordu. Osmanlı İmparatorluğu zayıflamakta olsa da bir köprü vazifesi görerek Arap petrolüne ulaşmakta kullanılabilirdi. Kral I. Wilhelm, II. Abdulhamit’le ittifak girişimlerinde bulunarak İslam halifesi şahsında Müslümanlarla bağlaşıklık mesajı vermişti. Osmanlı ordusunun yeniden düzenlenmesi konusunda gerekenleri yaparak Alman modeline uygun bir ordunun temelleri bu dönemde atıldı. Modern Türk ordusunun Alman subayları tarafından eğitilirken, Bismarck’ın ulus-devleti her şeyin üstünde tutan anlayışı ve politikaları İttihatçılar tarafından olduğu gibi benimsendi. Alman geleneğinde faşizme kaynaklık oluşturan, orduyu her şeyin üstünde tutma anlayışı, toplumu tek tip bir ordu olarak şekillendirmeye çalışan militarizm, Alman subaylarından İttihatçılara sirayet etti. I. Dünya Savaşı’na Alman komutanların komutasında girildi ve çoğu cephede onların emrinde savaşıldı.

Gökalp, I. Dünya Savaşı’nı Büyük Türk Yurdu’nun kuruluşu için fırsat olarak görüyordu. Türkler, başta Asya olmak üzere hakları olan tüm toprakları alarak yeniden doğacaklardı. Ancak bu dev boyutlardaki ülke tasarısı ve dünya hâkimiyeti hayali gerçekleşmeyecek, Misak-ı Milli sınırları içinde kalan Türk yurduyla yetinmek zorunda kalınılacaktı. Savaşın kargaşası ve her şeyin savaş esnasında meşru olduğu biçimindeki insanlık dışı zihniyetin fırsatçılığıyla gayrimüslimlerden kurtulmak için sürgün ve katliamlardan kaçınılmadı ve milli burjuvazinin yaratılması için mallarına el konuldu. Yeni ülke küçüktü ama olsun milli projenin devreye girmesi için yeterliydi. On yıllık İttihat ve Terakki iktidarı bitmişti

ama olsun, yeni rejimde yerlerini gizli veya açık olarak alacaklardı. İttihat ve Terakki’nin zihniyeti ve Türkçülük esaslı ulus-devlet projesi eski bir İttihat ve Terakki kadrosu olan M. Kemal tarafından Ziya Gökalp ve diğer İttihat ve Terakkicilerin hayal bile edemeyecekleri bir hızda, jakobenlik yöntemlerle hayata geçirilecekti.

 

Milliyetçi Perdede Kadının Konumu

Kapsamı oldukça geniş bir konu olan Gökalp sosyolojisini birkaç sayfaya sığdırmak zor bir iş olsa da, Gökalp’ın sosyolojisinde kadına biçtiği role değinmeden geçmek eksiklik olacağından birkaç cümleyle de olsa ifade etmek gerekmektedir. Gökalp, geleneksel kadın modelini moderniteye uyarlarken ona biçtiği rol; kültür taşıyıcılığıdır. Aydınlanma paradigması fethedici, ilerleyen dinamik eril Akıl’ı merkezine aldığı için, kadına entelektüel bir rol verilmesinin imkânı yoktur. Fakat ulus-devlet projeleri söz konusu olduğunda, milliyetçi amaçlara hizmet etme konusunda özellikle yeni nesli doğurmada ve eğitmede üstleneceği dil ve kültür taşıyıcılığı misyonu bağlamında uluslaşma sürecine dâhil olmasına izin verilir. Tanzimat döneminde başlayan ve Cumhuriyet dönemiyle zirveye ulaşan modernleşme operasyonunun hedeflerinden biri de kadının toplumdaki konumunun değiştirilmesiydi. Bu konuda yürütülen tartışmalar ilerici veya gerici olmanın ölçütü olarak sunuluyordu. İslami gelenekler medeniyet önünde engeldi ve kadının bir an önce geleneksel zincirlerinden kurtularak Batı’daki hemcinslerine benzemesi gerekiyordu. Batı modernitesinin kendisini merkeze alarak tüm dünyayı kurtaran şövalye olma iddiası, öncelikle kadın-erkek ilişkilerini yeniden düzenleyerek kadını kurtarmayı (!) hedefliyordu. Cumhuriyet’le beraber Kemalist rejim Batılılaşma adımlarına hız vererek Medeni Kanunu kabul etmiş, kadınlara oy hakkı ve kamusal alanda görülmelerini sağlayacak zeminler sağlamıştı. Görüntüyü kurtarma veya vitrine çıkarma diyebileceğimiz bu değişimler ciddi bir temele sahip değildi ve söylemsel düzeyde Batılı kıyafetlere yönelik teşvik ve özendirme faaliyetleri daha öncelikliydi. Gökalp’in fikirleri bu anlamda en fazla feyz alınan fikirlerdi.

M.Kemal, Gökalp’in fikirlerinden yola çıkarak hukukta kadın-erkek eşitliğinin Türk’ün özünde ve tarihinde zaten mevcut olduğunu dünya âleme göstermek isteğindeydi. Gökalp, eski Asya göçebelerinde kadınların ekonomik, sosyal ve siyasal yaşama katılımlarını yeniden gündemleştirerek Türklerin özündeki eşitlik ve özgürlük anlayışının cins eşitliğini de kapsadığını ispatlamaya çalışıyordu. Tesettürün ilkel arzulara ve çok eski sosyal müesseselere kadar uzanan bir adet olduğunu söyleyerek eleştiriyordu. Tesettür, harem vb. adetler Arap kültürüne aitti ve oldum olası medeni olan Türk doğal bir feminist anlayışa sahipti. Hemen hemen tüm doğal ve göçebe topluluklara ait bu cins eşitlikçi ögeler Gökalp tarafından sadece Türk’e ait kılınmakla kalmıyor, bu olumlu değerleri dünyaya yayan tek ırk olarak da Türk gösteriliyordu. Yeni rejim bu coşkuyla harekete geçip kapitalist modernitenin ölçüt ve kategorilerine uygun şekilde kadını yeniden dizayn ediyordu. Türk kadını denenen bu yapay kimliğin üretimi için Kemalist aydınlar harekete geçmişti. Gazetelerde, dergi ve kitaplarda yeni hayatın temsilcisi olan bu milli kadın tipinin resmi çizilmekteydi. Kısacası paradigma değişikliği cinsel paradigmada bir farklılığa yol açmamıştır. Yeni milliyetçi paradigmada kadının kamusal alanda önü açılarak siyasal ve sosyal haklara kavuşturulduğu ileri sürülse de cins politikası kartezyen düalizmin yansıması olarak kadının geleneksel paradigmada dahil olduğu nesne (beden, madde, edilgen, yönetilmesi gereken) kategorisinde tanımlanmaya devam edilir. Kadın siyasal-ekonomik alanda varlık gösteren gerçek bir özne değil, modernliğin vitrininde sergilenen ve soyut bir eşitlik söylemi ile tüm eşitsizliklerin kamuflajında kullanılan bir nesnedir. Ulus-devletin kadına verdiği haklar, kadının önüne sürülen milli görevleri gerçekleştirmesi içindir. Devletin feminizmi ataerkil bir feminizmdir. Milli kadın Zeus’un kafasından doğan Athena gibi devletin kafasından doğar. Tüm kadın duyularından arındırılmış, hemcinsine ve kökenine yabancılaştırılmış bir “vazife” kadınıdır. Ulus-devlet milliyetçiliğinin ataerkil doğasının alabildiğine yansımasını bulduğu modern Türk kadını ve devlet güdümlü feminizm garip bir paradoksu da içerir; kendi “öteki”sine de sahiptir! Vahşi, ilkel Kürtlerin cahil ve geri kalmış kadınlarını Türkleştirmek (medenileştirmek) misyonunu kutsal bir vazife olarak üstlenmekle beraber, kendi medeni dünyalarında Kürt kadınlarına biçtikleri rol, hizmetçiliktir. Böylesi garip bir feminizm ancak Türk milliyetçiliğinin icadı olabilirdi! Halk olarak, kadın olarak Gökalp’e ve dönemin milliyetçi toplum mühendislerine bizleri medenileştirdikleri için ne kadar teşekkür etsek azdır!

 

Kaynakça
  • Yazıcı, Nevin. (2002) Osmanlılık Fikri ve Genç Osmanlılar Cemiyeti, TC Kültür Bakanlığı Kültür Eserleri.
  • Gökalp, Ziya. (1976) Türkleşmek, İslamlaşmak, Muasırlaşmak, Kültür Bakanlığı Yayınları.
  • Gökalp, Ziya. (1992) Kürt Aşiretleri Hakkında Sosyolojik Tetkikler, Sosyal Yayınları.
Bunları da beğenebilirsin

Yoruma kapalı.