Düşünce ve Kuram Dergisi

Faşizm ve Medya

Rıdvan Çelik

Üçüncü Dünya Savaşı’nın yaşandığı, dünya sisteminin yeniden şekillendiği bu dönemde 20. yüzyıla ait bir kavram olan faşizm yeniden dolaşıma girmiş durumda. Acaba tarih tekerrür mü ediyor? Avrupa’da yükselen ırkçı hareketleri ve IŞİD benzeri islami tandanslı örgütleri faşizm teorisi bağlamında nereye oturtmalıyız? En önemlisi son yıllarda içine girdiği otoriter yönelimi nasıl değerlendirmek lazım? Soruları daha da çoğaltmak mümkün.

Bu sorularla doğru cevaplar verebilmek için ezberleri bozmak gerekiyor. Lakin 21. yüzyılda topluma dair olan her şey çok köklü değişime uğramıştır. Bunun nedeni kitle iletişim araçlarının, medyanın kazandığı yeni konumdur. Medya, ileride göreceğimiz gibi çağımızda insanla ilgili birçok şeyi değiştirmiştir. Bu sebeple 20. yüzyıldaki faşist rejimleri klasik faşizm olarak değerlendirirken, günümüzdeki faşizmleri ise belki yeni nesil, ultra, post benzeri takılarla tanımlamak daha doğrudur.

 

Faşizm

Aristoteles’e göre sadece Tiranlık değil tüm sapkın yönelimler despotizmin biçimleridir. Çünkü özgür insanlar köleler gibi yönetilmektedir (Politika, III, 6). Demek ki otoriter nitelik arz eden yönetim biçimlerinin ayırt edici özellikleri yasaya dayanmamaları, yani keyfi olmaları, en önemlisi de baskıcı olmalarıdır. Bu tür yönetim şekilleri tarih içinde Tiranlık, Sezarizm, Despotizm, Bonapartizm ve diktatörlük gibi değişik kavramlarla tanınsalar da keyfi ve yasadışı olmaları ve uyruklarını baskı altına almaları ortak özellikleridir. Faşizm de bu gelenekten geliyor ama içinde barındırdığı kimi özellikler nedeniyle bu otoriter yönetim şekillerinden ciddi bir kopuşu da ifade ediyor. Bunun nedeni salt Almanya’da yaşayan Yahudi toplumunun gaz odalarında yok edilmesi değildir. Bu sonuca yol açan ve kullandığı terör ve şiddet açısından insan türünün şahit olduğu en azami seviyeyi temsil etmesinden kaynaklanıyor.

Faşizm, ulus-devletin maskesiz halidir demek en doğru tanım olabilir. Milliyetçi ideolojinin iktidarlaşmasını ifade eden ulus-devlet, kapitalist modernitenin toplumu tektipleştirmek için geliştirdiği devlet modelidir. Ulus-devlet kendi sistemini idame ettirmek için hayali bir ulus imgesi yaratarak bunu tüm topluma aşılar ve sisteme muhalif kesimleri de eritir. İktidar en azami düzeyde topluma yaydırılarak devlet-toplum özdeşliği yaratılır. Ulus-devlet bunu gerçekleştirmek için değişik şekillere bürünebilir: Liberal demokrasi, otoriter burjuva rejimleri ve faşizm. Örneğin 20 yy’ın ilk yarısında, kapitalist modernitenin yapısal bir krize girdiği dönemde ulus-devlet, faşizme geçmiştir. Ulus-devlet modellerinin arasında özsel değil olsa olsa biçimsel farklar var. Faşizm, ulus-devletin kriz dönemlerinde büründüğü şekil olurken, ulus-devletin kökenindeki şiddet olgusunun maskesi düşmüştür artık. Topluma karşı artık açık bir terör ve sindirme kampanyası yürütülür.

Tüm faşizmlerin temelinde yozlaşmış bugüne karşı tamamlanmış insanı vaat eden bir ütopya vardır. Ütopya bu dünya cenneti demektir. Bir nevi seküler cennet tasavvuru olmaktadır. Cennet kurma vaadiyle yola çıkmalarına rağmen faşizmler ütopyanın aksine distopya ile sonuçlanır. Yani bu dünya cehennemi 20. yy’da yazılan başta George Orwel’in 1984 romanı olmak üzere tüm distopya eserleri Avrupa’da gelişen faşist rejimlerin yarattığı yıkımdan etkilenerek yazılmışlardır. Cehennem kavramı İsrail’deki Hinnom deresinden geliyor. Hinnom deresi derin bir vadidir. Rivayete göre İbraniler şehirlerinde biriken çöplerini Hinnom deresine atıyorlarmış ve derenin içinde biriken çöpler belirli aralıklarla yakılıyormuş. Çöl sıcaklarının hakim olduğu zamanlarda bu büyük vadinin içindeki genellikle organik atıklar olması muhtemel çöplerin yakılmasının nasıl bir dehşet yangınına yol açtığını tasavvur etmek zor değil. Cehennemde cayır cayır yanma böylesi bir imgesellikle yaratılmıştır. Cehennem, Hinnomun yeri demektir. Böylece Hinnom deresindeki ateşte cayır cayır yanmayı ifade ediyor. İnsanlar bu dünyada işledikleri günahlar nedeniyle öteki dünyada cehennemde yakılma ile korkutuluyor. IŞİD’in elindeki kimi rehineleri yakması cehennem kavramına gönderme olsa gerek.

Hitler faşizminin yarattığı distopyada benzer şeyler görmek mümkün. Bilinçli bir metaforumu yapılmış, yoksa tesadüf mü bilemeyiz. Üstün ırk ideolojisiyle yola çıkan ve kendisini tanrı yerine koyan Hitler, farklı ırktan olan Yahudileri gaz odalarında zehirleyip, krematoryumlarda yakmaktan çekinmemiştir.

 

Faşizm Medyası

20.Friedrich ile Z. Brzezinski’ye göre faşizmin 6 temel özelliği var: “İnsanlığın tamamlanmasını vaat eden bir zorunlu devlet ideolojisi, çoğu kez bir şefin yönetimi altında ve devlet aygıtını kontrol eden bir tek yığın partisi, şiddet araçlarının tek bir elde olması, iletişim araçlarının kesinlikle tek bir elde olması, fiziksel ve psikolojik araçlardan yararlanan bir polis terörü, ekonominin bir merkezi yönetimi” (Raymond ve Rials, 2003: 910). Dikkat edilirse ulus-devletin çok bilinen “tek”lerine –devlet, bayrak, vatan, millet…- yenileri eklenip genişletilmiştir. Her şeyi tek elde toplamanın amacı, toplumu, tüm direnç kaynaklarını etkisiz hale getirip teslim almaktır. 20. yy’ın ilk yarısındaki faşist rejimler kapitalist modernitenin krize girdiği dönemde ortaya çıkmışlardı. Ve işçi sınıfına iktidar yolunu kapatmayı amaçlıyorlardı. Sosyalist hareketleri tasfiye etme temel saikleriydi. Ki faşizm aynı zamanda yoğun bir komünizm düşmanlığını ifade eder. Ama ortaya çıkan rejimler zamanla komünizm düşmanlığını aşan bir karaktere büründü. Ve toplumun içindeki her tür potansiyel direniş unsuru tasfiye edilmeye çalışıldı. Faşist hareketlerin çoğu, seçimlerle iktidara gelmişlerdi ve “milli irade”nin desteği ile, mobilize olmuş yığınların eliyle, faşist politikalar uygulanıyordu. Muhalifler, “iç ve dış” düşmanlara karşı harekete geçirilmiş yığınlar manipüle edilip belleksizleştirilmiş depolitize yığınlardı. Bu da 20. yy’da ortaya çıkan modern medya sayesinde mümkün olabilmişti. Hem radyo yayınlarıyla en ücra yerlerde yaşayan insanlara mesaj verme olanağının oluşması hem de psikoloji alanındaki kimi buluşlar faşist rejimlere eşsiz bir propaganda olanağı verdi. Propaganda ile alıklaştırılıp adeta bellekleri silinmiş yığınlar faşist iktidarların irrasyonel projeleri için seferber hale getirildiler.

Bugün psikoloji biliminde davranışçılık denilen akım, o dönem hem Sovyet Rusya’da hem de Amerika’da yükselişteydi. Buna göre insanlar kimi davranış ve kanaatlerini çevresel uyaranlara verdikleri tepkilerle oluştururlar. Sürekli belli uyaranlara maruz kalan insanlar, benzer tepkileri verir ve bu tepkiler tekrarlandıkça öğrenilip davranış haline gelirler. O dönem bu teori temelinde kobay hayvanları üzerinde yapılan deneyler çok başarılı sonuçlar vermişti. Uyarıcı-tepki teorisi denilen bu teorinin en iyi bilinen deneyi Pavlov’un köpeği deneyidir.

Böylece özellikle radyo ve diğer kitle iletişim araçlarıyla kitleler belli düşünce kalıpları temelinde uyarılmaya maniple edilmeye çalışıldı. Amaç uyarı temelinde istenen tepkiyi alabilmekti. Tarih ortaya atılan teorinin kayda değer sonuçlara ulaştığını gösteriyor. Hitler şöyle diyordu: “Mümkün olduğu kadar büyük bir yalan söyle, bu yalanı sık sık tekrarla, halkın büyük bir kısmının sana inanacağını göreceksin.”. Hitler’in en önemli kadrolarından biri olan Göbels de radyosunda Hitler’in bu düsturunu esas alıyor, sürekli aynı yalanları yayımlıyor, tekrarlıyordu.

 

21. Yüzyılda Medya

Medya, etimolojik olarak Latince’deki Medium kavramının çoğuludur. Hem ortam hem de araç anlamına geliyor. Böylece medya, duygu ve düşüncelerimizi başkalarına ilettiğimiz ortam ve araçlar demek oluyor. Kitle iletişim araçlarının ulaştığı düzeyi ancak bu kavram ile tanımlayabiliyoruz. Zaman zaman kullanılsa da basın kavramı giderek yürürlükten kalkıyor. Çünkü basın yazılı iletişimi, matbaada basılan eserleri tanımlıyor, işitsel, görsel iletişimi karşılayabilecek bir kavram değil.

Kitle iletişiminin yani medyanın kökeni eskiye dayanır. Ama Avrupa’da 15. yy’da matbaanın kullanılmaya başlamasıyla medyanın insan yaşamındaki önemi ivme kazandı. Bu yy’da önemli ticaret merkezlerinde yayın evleri açıldı. Bu yayın evlerinde genellikle dinsel ve edebi nitelikli el yazmaları yeniden üretilmeye, çoğaltılmaya başlandı. 16. yy’ın başında ise süreli yayınlar ve tek sayfalık gazeteler basılır oldu. Bildiğimiz anlamda gazetelerin ortaya çıkması ise ancak 17 yy’ın başında gerçekleşti. Sanayi devrimiyle birlikte 19. yy’da kitap ve gazete endüstrisi hızla gelişti. Radyo 1920’lerde, televizyon ise 1940’larda ortaya çıktı. 1950’li yıllarda radyo halen egemen bir yayın aracı iken 1970’li yıllarda televizyon kentleri ele geçirerek radyonun “mutfak medyası” biçiminde nitelenmesine yol açtı. Bilgisayarlar arası iletişimi mümkün kılan internet ise 1973 yılında, ABD’de savunma amaçlı bir proje olarak kuruldu. 1986’da internet Avrupa’daki şebekelerle bağlanarak 100 bin bilgisayarlık bir ağ haline geldi. 1990’ların sonunda ise “Dünya Çapında Ağ” demek olan World Wide Web’in (www) yaratılmasıyla internet küreselleşti.(Modern Toplumsal Düşünce Sözlüğü)

Tarihsel gelişimini kısaca özetlediğimiz medya işte tüm bu yazılı, işitsel ve görsel iletişimin gerçekleştiği ortam ve araçları tanımlıyor. Günümüzde topluma ve insana dair değerlendirme yapılırken, medyanın etkilerini dikkate almadan sağlıklı sonuçlara ulaşmak mümkün değildir. 2000’lerden sonra sosyal medya giderek etkili olmaya başlayan bir mecra olmasına rağmen televizyon halen ortalama bir insanın bilincini oluşturan en önemli araç konumundadır. Görsel ve işitsel duyuya bir arada hitap eden televizyonu insanlar, haftada ortalama 20-25 saat izlemekteler ve TV, insanların ulusal ve uluslararası gelişmeler hakkında bilgi edindikleri en önemli araç konumundadır.

Medya güçlendikçe medyanın toplum yaşamındaki rolü de giderek tartışılır oldu. 20. yy boyunca medyanın artık 4.güç olduğu ve dolayısıyla buna göre tedbirler geliştirmek gerektiği savunuldu. İlk güç olan yasama, yürütme ve yargının yanında medya 4. güç olarak devlet ve toplum yaşamında yer etmeye başlamıştı. Medya etiği, iletişim hakları, medya yasası gibi konular böylesi bir ortamda gündeme getirildi ki bunlar halen tartışılan konulardır. Bunun en önemli nedeni medyada üretimin küçük bir azınlığın elinde olmasına rağmen tüketicilerin tüm insanlar olmasıdır. Bu elit üretimin kimi güç olduklarının eline geçmesinin toplum açısından yaratacağı tehlike sınırlandırılmaya çalışılıyordu. Aslında bu sorun halen aşılmış değil. Medya faşizm ilişkisi tam da böylesi bir tehlikeye işaret ediyor. Üstelik medya durdurulamaz halde bir güç kazanmaya devam ediyor. Birçok medya kuramcısına göre medya artık 4. kuvvet olmayı aşmış bizzat 1. kuvvet olmuştur. Ki bu hiç yabana atılmayacak bir iddiadır. Bunun en önemli nedeni kitle iletişim teknolojisinde yaşanan gelişmelerdir. Medyanın sıradan bir insanın yaşamında bile edindiği yeri değerlendirirsek bunun gerçekçi bir iddia olduğunu görürüz. Medyasız, TV’siz ve giderek internetsiz bir yaşam düşünmek imkansız hale gelmektedir.

Diğer yandan iletişimin insan ve toplum yaşamındaki önemini irdelediğimizde değişik bir tablo ile karşılaşıyoruz. Bazı soru işaretleri oluşuyor. İletişim toplumun kökeninde, ontolojik yapısında var. Bunun kökten değişmesi toplumu da yapısal olarak değiştirmez mi?

Aslında birçok kuramcı bu ve benzeri konulara geçmişten beri kafa yoruyor. Özellikle medya alanındaki üretimin topluma zarar verecek temelde yapılanması çok farklı teorileri gündeme getirmiştir. Frankfurt okulunun ortaya attığı ‘Kültür Endüstrisi’, yine ‘Kitle Kültürü’, ‘Gösteri Toplumu’, ‘Simülakr’ gibi teoriler medyanın günümüzdeki tehlikelerine dikkat çeken teorilerdir.

 

İletişim ve Toplum

Toplum, insan türünün varlığını devam ettirmek için yarattığı bir çeşit örgütlenmedir. İnsan mı toplumu yarattı, toplum mu insanı yarattı tartışmalı bir konu. İnsanın, toplumsallaştıkça, hayvanlar aleminden farklılaştığı bir gerçek. Düşüncesi, ahlakı, fikirleri olan bir insan ancak toplumsal bir ortamda var olabilir. Bir şekilde toplum dışında yaşamak zorunda kalmış insanlar üzerinde yapılan araştırmalar da bunu kanıtlıyor. Böyle insanların ahlak ve kültür gibi toplumsal kategorilere son derece yabancı oldukları gibi zihinsel olarak bile ciddi bir geri kalmışlığı yaşadıkları görülüyor. Hatta bu insanların sonradan eğitilmeye çalışılmasına rağmen çok az mesafe katettikleri görülmüştür. Öğrenme kapasiteleri bile geri kalmıştır. Demek ki toplum her ne kadar insanların bir araya gelerek oluşturdukları bir örgütlenme ise de insanın günümüzdeki aşamaya ulaşması da toplum sayesinde olmuştur ki mevcut durumda insanı belirleyen en temel olgu toplumdur. İnsan cismiyle değil kültürüyle insandır söylemi bu gerçeğe işaret ediyor olmalı.

Abdullah Öcalan’ın İmralı’da yazdığı 5 ciltlik Demokratik Uygarlık Manifestosu’nda bu konuda önemli belirlemeler var. Buna göre toplumu oluşturan unsurlar ahlak ve politikadır. Yani insanlar, tartışma ve karar alma olan politik bir süreç içinde bir araya geldiler ve karar aldılar. Zamanla bu kararları bir arada yaşamanın kural ve ölçüleri haline getirdiler. Böylece ahlak dediğimiz kategori ortaya çıktı. Demek ki toplum denilen örgütlenmeyi ahlak ve politika oluşturmuştur. Politik bir süreç içinde oluşan ahlaki ilkelerdir toplum.

Bir dakika durup düşünürsek, bunun aynı zamanda insanlar arasındaki iletişimle mümkün olduğunu anlarız. Politika zaten bir diğerine söz söylemektir. Yani bir diğerine söz söylemek ile başlıyor politika. Çünkü karşılıklı tartışma ve karar alma iletişim ile mümkün oluyor. Böylelikle insanlar bir araya gelip birbirleriyle kanaatlerini paylaştılar. Yani politika yaptılar. Ve o politik süreç içinde toplumsal yaşamın temeli olan ahlaki ilkelerini oluşturdular. Demek ki toplum dediğimiz insan varoluşunun en önemli alanının temelinde iletişim var. Günümüzde medyanın bu kadar tartışılmasının nedeni bu olabilir.

20.yy’a kadar iletişimin temel niteliği değişmemiştir. İletişim büyük oranda dolaysız ve yüz yüzeydi. Ama 20. yy’la birlikte iletişimin yapısında ciddi bir değişim yaşanmaya başladı. Bu günümüzde TV’nin ve sosyal medyanın aldığı yeni boyutla birlikte baş döndürücü bir düzeye ulaştı. Dolaysız iletişim büyük oranda yerini dolaylı iletişime bıraktı. Burada akla şu sorular geliyor ki çağımızın birçok düşünürü buna kafa yoruyor: Toplumu oluşturan en önemli şey iletişimse ve iletişim kökten değişiyorsa bu, toplumu yapısal olarak değiştirmez mi?

 

Medyanın Topluma Etkileri ve Kapitalist Modernite

İletişim araçlarının elektronikleşmesi ve dolaylı hale gelmesi kendisiyle birlikte bir yapaylığı getirmiştir. Dolaysız iletişimin hakim olduğu toplumsal ilişkilerle elektronik araçlarla yapılan iletişimin hakim olduğu toplumsal ilişkiler aynı olamaz. Bu yapaylık kendi başına bir ideoloji midir? Ne getirir, ne götürür, araştırılması gereken bir konu. Medyanın her türlü iktidar ve ideolojik saiklerden arındırılması durumunda bile iletişimin dolaylı olmasının kendisiyle bir yapaylığı ve bunun da bir şekilde toplumsal ilişkileri olumsuz etkileyeceği pekala öngörülebilir. Örneğin; “medya kuramcıları olarak anılan Innis ve Mcluhan, iletişim aracının bizzat şeklinin, toplumsal örgütlenmenin ve insan duyarlılığının doğasını etkileyebileceğini iddia etmişlerdir.” (William, 2008: 423)

Diğer yandan medyanın bu yapaylıktan azade olarak bir teknik olduğu, dolayısıyla ona hakim olan güçlerin ideolojisinin medyanın etkilerini belirlediği bir gerçektir.

Medya, çağımızda Kapitalist Modernite’nin toplumu kontrol etmek amacıyla kullandığı en önemli araçtır. Daha 1940’larda Frankfurt okulunun önemli düşünürlerinden olan Horkheimer ve Adorno, modern medyanın yarattığı tahribatı Kültür Endüstrisi kavramıyla tanımlamışlardı. Onlara göre medya büyük miktarda aynılaştırılmış ve klişeleştirilmiş kültürel mallar sunarak, insanlara toplumsal hayatın gerçeklerinden kaçabilecekleri hayali yollar sunmakta ve onların eleştirel ve özerk düşünme yetilerini zayıflatmaktadırlar. Bu değerlendirmeleri yaptıkları dönemde TV yeni icat edilmişti ve halen etkili bir iletişim aracı konumunda değildi. Horkheimer ve Adorno, aslında büyük oranda radyonun insan yaşamında yarattığı etkiyi değerlendiriyorlardı. Elbette o zamandan günümüze çok yol katedildi. Özellikle TV’nin yarattığı etki baş döndürücü düzeydedir.

Gösteri Toplumu adlı eserin yazarı Guy Debord’a göre ise modern medya öyle bir ortam yaratmıştır ki hayatımızın üzerinde hiçbir kontrolümüz kalmamış ve hayatımızı sadece birer izleyici olarak sürdürüyor ve tüketiyoruz.

Mevcut değerlendirmeler ciddi sorunlara işaret ediyor. Sorun burada uyarı ve iletinin niteliği, bunun kimlerin kontrolünde olduğu ve ne için kullanıldığı ile bağlantılıdır. Kuşkusuz kapitalist modernitede kâr mantığı her şeyin önüne geçmiştir. Kapitalizmin ilk dönemlerinde temel sorun üretim eksiği iken teknoloji geliştikçe en temel sorun üretim fazlası yani eksik tüketim olmaya başladı. Medyanın ekonomik işlevinin günümüzdeki şekli insanları daha fazla tüketmeye teşvik etmesinin nedeni de bu. Eskiden, insanlardan daha fazla üretmeleri istenirken bugün daha fazla tüketmeleri istenmektedir. Tüketim toplumu anlayışı, medyanın reklam sektörünün yeni aldığı biçimle adeta çılgınlık düzeyine ulaşmıştır. Günümüzde tüketim ihtiyaçla bağlantılı olmaktan çıkmış kendi içinde amaç haline gelmiştir.

Medyanın bunun da ötesinde ciddi bir toplumsal kontrol aracı olduğu görülüyor. Uyarıcı-tepki modeline göre aynılaştırılmış iletiler büyük oranda üretilip medya aracılığıyla kitlelere taşırılmakta, kitleler de bu iletileri edilgen bir şekilde alıp tüketmektedir. Kitle toplumunun en karakteristik özelliği kitlelerin üyelerinin birbirine benzer, farklılaşmamış davranış örüntüleri geliştirmeleridir. Manipüle edilip yönlendirilebilir bir toplumdur kitle toplumu.

Burada asıl sorgulanması gereken şey üretilip iletilen bu ürünler niçin etkisiz, atomize olmuş, edilgen, eleştirel düşünceden kopuk insanlar yaratıyor. Bu elbette kapitalist modernitenin toplumu kontrol etmesi saikiyle yapılıyor. Ama gelinen noktanın hiç de iç açıcı olmadığını S. Baudrillard’ın Simülakr çözümlemesinden görmek mümkündür. Gelinen aşamayı, toplumun varoluşsal bir tehlikeyle karşı karşıya olduğunu ifade ediyor.

Baudrillard’ın çözümlemelerinin temelinde simülasyon ve simülakr kavramları var. Ona göre simülasyon, gerçeklik olmadan bir gerçekliğin modeliyle yaratmak demektir. Bu kavramdan yola çıkarak oldukça karamsar bir sonuca ulaşan Baudrillard, televizyonun ve medyanın görevinin tepkiyi önlemek, bireyi özelleştirip atomize ederek, insanları görüntüyle gerçek arasında ayrım yapmanın imkansızlaştığı bir taklit evrenine yerleştirmek olduğunu savunmuştur. “Bugün biz, çok daha fazla enformasyonun ama daha az anlamın olduğu bir evrende yaşamaktayız.”(Ahmet, 2014: 1401)

Baudrillard’a göre imaj, taklit, kopya, harita, simülasyon gerçeğin yerini almıştır. Gösteren-gösterilen, kopya-orijinal, imaj-gerçeklik, harita-arazi ikilikleri aşılmalıdır. Dolayısıyla kopyaya tekabül eden orijinalin, imaja denk gelen gerçekliğin, haritanın temsil ettiği arazinin artık olmadığını, ideolojinin de öldüğünü, ekranın tek ontolojik gerçeklik olup televizyonun her şey ve en yüksek ve en yetkin nesne olduğunu, insanların nesneler tarafından kuşatıldığını iddia etmiştir.

Baudrillard’ın çözümlemeleri son derece karamsar olmanın yanında modern kitle iletişim araçlarının doğru temelde kullanılmaması durumunda insan yaşamı ve toplum açısından oluşturacağı tehlikeye işaret etmesi açısından son derece uyarıcıdır.

Kuşkusuz modern medyanın insan iletişimini dolaylı hale getirmesi, yüz yüze ilişkilerin yerini nesneler aracılığıyla ilişkiye bırakmasının toplumsal ilişkilerde bir karşılığı olacaktır. Bu da insan ilişkilerinin doğal özelliklerinin bozulmaya uğraması, yapay duyguların oluşması tehlikesidir. Ama asıl sorun bu değildir. Baudrillard’ın belirttiği simülasyon evresi salt teknolojiden kaynaklı bir etki değildir. Bunlar kapitalist modernitenin toplumu iktidarın nesnesi haline getiren ideolojisi temelinde oluyor. Foucault buna biyoiktidar demişti. Tüm insan yaşamının iktidarın nesnesi haline gelmesi anlamına geliyor bu kavram. Bu da 20. yy’da kapitalist modernitenin disiplin toplumundan kontrol toplumuna geçmesiyle olmuştur. Ona göre disiplin toplumunda iktidar uyruklarına kurallar koyar ve onları disipline ederdi. Ama disiplin toplumu 20. yy’da belli bir direnişle karşılaşınca kapitalist modernite paradigma değiştirdi, disiplin toplumu anlayışından kontrol toplumu anlayışına geçti. Kontrol toplumu, iktidarın, topluma ve insanlara her şeyi yapmaya özgür olduklarını söyleyen ama özellikle modern medya ve iktidar teknikleriyle toplumu görünmez bir iktidara bağlamayı ifade ediyor. Böylece toplum özgürleşmiş yanılgısı yaşayacak, iktidara karşı direnç gelişmeyecekti. Bugün gelişmiş batı toplumlarında iktidara karşı toplumdan bir direnç gelişmemesinin temelinde bu var. Toplum modern medya ile tümüyle kuşatılmış ve toplumun tüm direniş olanakları elinden alınmıştır.

Demek ki asıl sorun teknolojiden, modern medyadan değil, medyanın kapitalist modernitenin çıkarı temelinde kullanılmasından kaynaklanıyor.

 

Faşizmin Amacı ve Medya

Modern medyanın kapitalizmin çıkarına kullanımının yarattığı sonuç ile faşizmin ulaşmak istediği nihai amaç arasında ciddi paralellikler var. O zaman “Faşizm amacına fiziksel şiddet uygulamadan ulaşmayı niçin esas almıyor?” sorusu akla geliyor. Faşizm pekala modern medya tekniklerinden yararlanarak istediğini alabilir. Bunu anlayabilmek için faşizmi daha iyi irdelemek lazım.

Faşizm için en yüksek değer devletin çıkarı olduğundan amaca giden her yol mübahtır. Birey ve toplum devlet için feda edilir, edilebilir. Bu nedenle faşizm, evrensel olarak kabul edilmiş değerleri tanımaz bir anlayış ifade ediyor.

Faşizm üzerine araştırmalar yapan Adorno çok önemli sonuçlara ulaşmıştır. Onun tanımlamasına göre “faşizm, bir ruh hali ve zihniyettir” aynı zamanda. Faşizmin bireylerde somutlaşmış halini otoriter kişilik olarak tanımlayan Adorno, otoriter kişilik özelliklerinin ekonomiden, politikaya kadar bir dizi alanda benzer eğilimler taşıdığını savunmuştur. Bu eğilimler şöyle sıralanabilir: Otoritere mutlak itaat, genel bir saldırganlık eğilimi; ırkçılık, milliyetçilik, yabancı düşmanlığı ve diğerlerine karşı ön yargılı ve ötekileştirici eğilimlere sahip olma. (A. Cevizci, Felsefe Sözlüğü)

Faşizm irrasyonel bir anlayıştır. İnsanlar arasındaki eşitliğe inanmaz, eşitsizliği bir veri olarak ele alır. Dolayısıyla kimi insanların, örneğin lider ve çevresindeki elitin yönetmeye hakkı varken diğerleri onlara boyun eğmelidir. Aynı mantığa göre bir devlette yaşayan hakim etnisite diğer kesimlerden üstündür. “Ayakları baş olamaz!” Aynı şey uluslararası ilişkilerde de geçerlidir. Faşizm ırkçı ve emperyalist özellikler de arz eder. Ülke içinde nasıl daha üstün bir grup varsa uluslararasında da kendini hakim ulus olarak konumlandırıp diğer ulusları yönetmeye hak görür. Bu nedenle faşist zihniyet dünya barışına da uluslararası kurumlara da karşıdır. Ve devletler arası ilişkilerde saldırganlık eğilimini ifade ediyor faşizm.

Faşizmin en karakteristik yasası şiddettir. İç ve dış düşmanlar şiddet ve terörle sindirilmeye çalışılır. Buradaki en temel yöntem de kendisine bağladığı yığınları mobilize etmektir. Kitleler mobilize edilirken muhalifler sindirilir ve imkan bulunursa yok edilir. Faşist rejimlerin olduğu dönemlerde soykırımların yaşanması tarihsel vakadır.

Yığınların mobilize edilmesinin iki yönlü işlevi vardır. Bir yandan muhalifler tasfiye edilirken diğer yandan mobilize edilen yığınlar manipüle edilerek tektipleştirilip adeta bellekleri silinirler. Demek ki depolitize yığınlar hem insanlığa karşı suçların faili hem de kurbanıdırlar bu durumda. Kitlelerin her türlü akıl dışı şiddete alet edilmesi fanatizm ve eleştirel düşünmekten uzak olmakla mümkündür. Bu da toplumsal alanın her aşamasında tartışmadan ziyade güç ve otorite ilişkilerinin hakim olmasıyla olabilecektir. Arendt, bu nedenle faşizm ortamında şekillenen yığınları, toplum olmanın her boyutu dışlanmış, şekilsiz insan yığınları olarak tanımlamıştır. “Fanatizmin vardığı nokta, insan çeşitliliğini iğdiş etme ve kurbanların belleğini yok etme projesinin gerçekleştiği her şeyi tek elde toplayıcı sistemin merkezi biçiminde tesisidir. Faşizmde olaylar ve görünüşler ‘dünyaya yabancı olma’ ve planlanmış yıkım en üst noktaya taşıyan gerçeküstü kurgunun içinde yok olur.”(Raymond ve Rials, 2003: 910). Faşizmin vardığı nokta tam bir yıkıcılıktır. Yani distopyadır. Gerçek yaşamda gerçeküstü bir kurgu hayata geçirilmeye çalışılır. Burada asıl mesele toplumsal çeşitliliği yok edip tek tip insan yaratmaktır. Bu yolda da faşizm her şeyi merkezileştirip tek elde toplar.

Aslında medyanın ulaştığı yeni aşama faşist rejimler için büyük imkanlar sağlıyor. Eğer faşist rejimin asıl amacı kendi akıl dışı gerçek üstü kurgu temelinde yeni bir toplum yaratmaksa zaten günümüz medyasının klasik liberal rejimler seviyesinde kullanılması bile o sonucu yaratabilir. O zaman faşizmin açık terör ve saldırganlığa yönelmesi niye? Faşist rejim liberal sınırlarda kalarak bile amaçlarına ulaşamaz mı? Aslında modern medyanın bu şekilde, adeta toplumu toplum olmaktan çıkaran, insanları tüketimin nes-

nesi haline getiren bir araç olarak kullanılması da faşizmdeki gerçeküstü irrasyonalitenin ortaya çıkmış olmasından kaynaklanıyordu. Belki de gelişmiş batı toplumlarında Neo-Nazi hareketlerinin yeterli desteği bulamamalarının bir nedeni de bu. Ama Ortadoğu ülkelerinde, kontrol toplumu anlayışına geçilmediğinden faşist anlayışlar çok rahatlıkla iktidar olabilmektedir. Örneğin IŞİD gibi radikal İslami hareketler klasik faşist eğilimler sergilerken 2000’ler sonrası Türkiye Cumhuriyeti değişik bir profil sergilemektedir. Modern medya, kitle kültürü, tüketim toplumu olguları temelinde düşünüldüğünde gittikçe batı tarzı bir görünüm arz etmesine rağmen siyasal rejim her geçen gün 20. yy klasik faşist rejimlere benzer olmakta. Adorno’nun tarifini ve tahlilini yaptığı otoriter kişilik profilinin en iyi örneğini temsil eden liderliğiyle birlikte T.C., dolu dizgin faşizme doğru evrilmektedir. Yukarıda sıralamanın altı ilke temelinde tekelleşme her geçen gün daha bir görünür oluyor. Örneğin medyadaki tekelleşme kendine has bir özellik arz ediyor. Otosansür, açık sansür, medya kadrolarını işten atma, yandaş medya, havuz medyası, paravan şirketlerle medya organları kurma, kendine bağlı kadrolarla medya organlarını yönetme, medyadaki tekelleşmenin süreç içinde geçirdiği evrimin köşe taşları olmaktadır. Aslında şunda T.C.’de faşizmin temelinde tekelleşmiş bir medya var. Muhalif küçük bir kesimin dışında, mevcut medya, merkezde küçük bir grubun olduğu adeta matruşka gibi iç içe geçmiş halkalardan oluşan bir tekeldir. En merkezde militan medya varken, faşist iktidara yakınlık derecesine göre militanlıktan sempatizanlığa, yandaşlığa şeklinde bir skala izlemektedir. Modern medya tekniklerinin özel savaş temelinde kullanılması ve eski klasik faşist tekniklerin devşirilmesiyle eklektik bir faşizm olarak tanımlanabilir ki postmodernizmin en belirgin özelliği eklektikliğidir. Belki de oluşan rejimi en iyi postmodern faşizm kavramı tanımlar.

‘Modern medya tekelleşti, kontrol, medya operasyonları ile sağlanamaz mı? Bu şiddete, açık teröre ne gerek var?’ denilebilir. Aslında bu, bir dönem Nazi Almanya’sı için sorulan soruya benziyor; “Madem savaş kazanıldı, temizlik niye?”. Evet, ‘bunca yıkım niye?’ sormak lazım. Ama bunun cevabının faşizm açısından rasyonel bir cevabı yok. Ontolojik yapısında irrasyonellik olan bir rejimden rasyonellik beklemek abestir. Faşizm bir bisiklet sürüşü gibidir. Duramaz. Durursa büyüsü bozulur. Gerçeküstü kurguya ulaşmak için yıkım kendi içinde bir amaçtır faşizmde. Ama tarihte de görüldüğü gibi faşizm kökenindeki irrasyonalite nedeniyle her seferinde başarısızlığa mahkumdur. Hayatın gerçekleriyle karşı karşıya gelen gerçeküstü kurgunun maskesi düşünce insanlar faşizmi fersah fersah terk edeceklerdir. Önemli olan insanları uyandırabilmektir.

 

Gösterge Bilimsel Direniş

Postmodern faşizm günümüzde medyayı tümüyle kontrol kontrol etmeye çalışıyor. Aynı şey küresel düzeyde de geçerli. Güç tekelleri medyadaki iletiyi belirlenebiliyor halen. Bu her zaman temel sorunlardan biriydi. Ama 20. yy’ın sonlarında hızlanan kitle iletişim araçlarındaki gelişmeler medyanın kökten değişim, dönüşümüne yol açıyor. İki eğilim bir arada yaşanıyor. Bir yandan yeni iletişim olanakları dünyayı küresel bir köy haline getiriyor, iletişimin dolaşımı mekan sınırlarını aşıyor. Ki bu da medyadaki tekeli sınırlıyor. En azından çoklu güç odaklarının hakim olduğu bir yapı ortaya çıkıyor. Hal böyle olunca otoriter eğilimli bir ulus-devletin yani faşizmin medya alanında temel kurması, medyayı tümüyle kontrol etmesi giderek güçleşiyor. Kontrol ancak küresel düzeyde olabilir.

Bir diğer gelişme de internetin yaygınlaşmasının yarattığı sosyal medyadır. Bu da iletişimi demokratikleştiren bir eğilimdir. Klasik, dar üretici, geniş tüketici ilişkisini kökten değiştirmeye aday bir gelişme oluyor. Sosyal medyada insanlar hem üretici hem tüketici olduklarından üretim alanındaki tekel kısmen aşılıyor. Aslında medya günümüzde ciddi bir toplumsal mücadele sahası haline gelmiş durumda ve bu eğilimin giderek güçleneceği belki de asıl mücadelenin bundan sonra medya alanında verileceği bir sürece giriyoruz. Toplum özünde bir iletişim sistemi ise ve iletişim giderek medyaya kaymışsa, bu alanı kapitalist moderniteye bırakmamak, alternatif mücadele kanalları yaratmak lazım. Belki de 2000’lerde çekilen Matrix filmi giderek ete kemiğe bürünecektir. Medya değerlerin çarpıştığı bir savaş alanıdır. Bu alanda Redhack gibi hacker grupları, Wikileaks gibi internet siteleri iktidarların maskelerini düşünme, iç yüzünü deşifre etmede önemli direniş yöntemleri olurken, en önemlisi de herkesin medyada dolaşımda olan imajları çözecek bir duruş ve kavrayış içinde olmasıdır. Gerçekliği tahrip edip insanı pasif edilgen kılan iletiler her yere bomba gibi yağıyorsa direniş de her insanın beyni ve yüreğinde olmalı. Yıllar önce U. Eco medyanın ulaştığı düzeyi ve tekelleşmeyi dikkate alarak ve Marks’tan esinlenerek medyanın dışındaki herkesin yeni proleterler olduğunu ve medyadaki algı çarpıtmalarına karşı her alıcının, bir şifre çözücü gibi hareket etmesi, yani çarpıtılmış iletinin maskesini düşürmesi, dolayısıyla “gösterge bilimsel bir gerilla savaşı” vermesi gerektiğini söylemişti. Katılmamak elde değil. Marks’tan bir alıntıyla bitirelim: “Fikirler kitlelere mal olunca aksiyon haline dönüşür.”

 

Kaynakça

  • Raymond, P. ve Rials S. (2003) Siyaset Felsefesi Sözlüğü, çev. İsmail Yerguz, İletişim Yayınları.
  • Outhwaite, W. (2008) Modern Toplumsal Düşünce Sözlüğü, İletişim Yayınları.
  • Cevizci, A. (2014) Felsefe Sözlüğü, Say Yayınları.
Bunları da beğenebilirsin

Yoruma kapalı.