Düşünce ve Kuram Dergisi

İspanya Değil İberya, İç Savaş Değil Devrim

Hüseyin Civan - Merve Arkun*

Madrid, Gudarrama’da 150 metre boyunda bir haç… 200 ton ağırlığında. Bulunduğu ovanın neresinden bakarsanız bakın mutlaka bu haçı görürsünüz. Çünkü haç bir tepenin üstündedir, “Şehitler Vadisi”nde. Haçın hemen dibinde dev bir anıt mezar, Falanjist Parti’nin kurucusu Jose Antonio Primo de Rivera’ya ait. Franco’nun tasarlayıp açılışını da kendisinin yaptığı bu anıt mezarın hemen karşısında ise Franco yatıyor.

Faşistlerin nitelediği şekilde “İspanya’nın son Haçlı Seferi” burada noktalanmış. Faşizmin İspanya’da yarattığı ruh, bu anıtla birlikte dikta rejimi boyunca canlı tutulmuş. “Tanrının inayeti”yle, kilisenin ağırlığının altında “barış” içerisinde yaşamak istemeyenlere neler olduğu, yeni kuşakların bilinçaltına bu anıtla yerleştirilmiş. Madrid’in “No Pasaran” sloganıyla özdeşleşmiş sokakları, Franco’nun tasarladığı yol ile bu ölüm vadisine çıkıyor.

1939 sonrası Faşist İspanya’nın karanlık ruhunu yansıtan bu anıt, çağın Nazi Almanyası ve faşist İtalyası’nın çalışma kamplarından esinlenerek kurulan bir düzenle tutsaklara, yani devrim sürecinde antifaşist cephelerde yer alanlara yaptırılmış. Yapım sırasında birkaç bin tutsağın öldüğü söylenenler arasında.

Peki, neydi faşistleri, faşizmin yarattığı bu karanlık ruhu kalıcılaştırmaya iten? Bu karanlıkla görünmez kılmaya çalıştıkları şey neydi?

1936 Devrimi ve onun etkilerini konuşabilmek için, sonrasında faşizmle nihai noktasına ulaşmış imparatorluk sonrası İspanyası’nın merkezileşme sürecine değinmemek imkansızdır. Çünkü bu merkezileşme süreci aynı zamanda merkezileşmeye karşı direnişin, yani İspanya devletine karşı devletsizlik mücadelesi verenlerin sürecidir.

“Neden İberya, İspanya Değil?” bölümünde yoğunluklu olarak üzerinde durulacak olan, Kastilya iktidarı (sonrasında İspanya devleti)’nın merkezileşme çabaları ve bu politikaya karşı mücadele olacaktır. Normaldir ki, daha imparatorluk sürecinde bu coğrafyaya giren anarşist düşünceler ve bu düşüncelerin şekillendirdiği anarşist hareket, bu karşı mücadelenin ana unsurunu oluşturacaktır.

“Neden Devrim, İç Savaş Değil?” bölümünde de ele alınacaklar yoğunluklu olarak, faşistlerle antifaşist cephe arasında yaşanan savaşların tarihsel anlatımı olmayacaktır. Bu bölümde antifaşist cephenin gerisinde yaşananlar, bir devletsizlik deneyimi olarak özyönetim sürecinde yaşananlar ve aynı antifaşist cephedeki merkezileşme yanlılarının tutumları, özyönetim ve özsavunmaya yönelik politikaları eleştirel bir şekilde ele alınacaktır.

İki bölümle beraber, faşizmi besleyen/beslemesi muhtemel zeminlerin, ortaya çıkmasına olanak veren yapılanmaların yeterli derecede anlaşılmadan “gerçek bir antifaşist” mücadelenin verilemeyeceği üzerinde durulmak istenmektedir.

 

Neden İberya, İspanya değil?

Özellikle 19. yüzyıl, Kastilya’daki iktidarın İberya’da* merkezileşme sürecidir . İspanya devleti, Mart 1939’da, Franco’nun faşist ordusu tüm İberya’yı işgal ettiğinde kuruldu . 1800’lerin ortasından başlayıp 1936 Devrim sürecine kadar gelişen süreci, bu şekilde okumak önemlidir.

Her coğrafyada olduğu gibi burada da devlet, iktidarın merkezileştiği, farklı bölgelerin bu merkeze bağımlı ve bağlı kılındığı, homojen ve yapay bir kültür, dil ve tarih yaratılarak kendini var etti. Kastilya’daki iktidar ve onunla ilintili her şey, İberya’nın”mış gibi” hakim kılınmaya çalışıldı. İberya halkları, Kastilya’nın bu homojenleştirici eleğinden geçirilmeye çalışıldı, hatta Kastilya’daki halk bile!

20.yüzyıldan başlayıp 1936 Devrimi’ne kadarki bu süreci üç bölümde ele almak önemlidir. Çünkü her farklı aşamada hem merkezileşme hem de merkezileşmeye karşı verilen mücadelenin şekli ve yöntemleri değişmiştir. Her ne kadar bu mücadeleler (özellikle Rivera diktatörlüğüne kadar gerçekleşen mücadeleler), siyasi mücadeleler gibi görünse de dikkatten kaçırılmaması gereken husus içerisinde bulunan toplumsal ve ekonomik koşullardır.

 

1- İmparatorluk Sonrası İlk Merkezileşme Hamlesi ve Federalist Karşı Çıkış

15.yüzyıldan itibaren gerçekleşen keşifler İspanya İmparatorluğu’nu dünyanın yarısının sahibi yapmışsa da, ilk yıkılan sömürge imparatorluğu İspanya olmuştur. Keşiflerin etkisi sadece siyasi değildi; İspanya, yeni kıtanın yağmalanmasıyla ciddi bir ekonomik güce sahip olmuştur . Tabi, yirmi milyon yerliyi katletmek, bu işin teferruatı olmuştur.

Sömürgelerden elde edilen artık erimeye başladığında, Avrupa’da kapitalizm gelişmeye başlamış yeni aktörleri tarih sahnesine çıkarmıştır. Sömürge kazanımları dışında, yoğunluklu olarak tarıma dayalı bir ekonomisi olan İspanya, 19. yüzyıldaki bağımsızlık savaşları sonucunda yeni kıtadaki sömürgelerini tek tek kaybetmiştir. Bu durumun ekonomi açısından kaçınılmaz sonucu, ezen sınıfların gelir kaynağı olarak iç talana yönelmesi olmuştur.

20.yüzyıl başında, toprakların yarısından fazlasını elinde tutan %1, bu talanın boyutunu görmek açısından önemlidir. Sadece ekonomiyi değil aynı zamanda siyaseti de yönlendiren bu %1 idi.

İmparatorluk sonrasında, İberya’da kapitalizm eş za manlı bir gelişim göstermedi. 19. yüzyılın ortalarından bu yana dokuma sanayinde merkez konumuna gelen Katalonya’da ve madenciliğin merkezi konumundaki Bask’ta kapitalizmin gelişimi, öteki bölgelere oranla daha yoğundu.

Bu yarımadada ekonomik sömürüden bahsedilecekse, kiliseye ayrı bir parantez açmak gerek. Eski çağlardan beri kilise, halkı din aracılığıyla ekonomik olarak sömüren bir kurum olmuştu. Bahsi geçen %1’lik zümre içerisinde yer alan psikoposlar bunun en belirgin göstergesidir. Kapitalizmin gelişimi, kilisenin ekonomik sömürü modellerini değiştirmiş, bu büyük toprak ağası finans sektörüne göz dikmiştir. Kilise, Madrid Uriquio Bankası ve buna bağlı yarımadanın farklı yerlerinde birçok banka, Madrid tramvay şirketi, İspanya’nın en büyük vapur işletmeciliği şirketi olan Transatlantica ve birçok maden şirketinin sahibi olmuştur. İspanya’daki kilise ve manastır yakma eylemlerinin sadece “dinsel” nedenlerden değil, doğrudan “sınıf kini”yle ilgili olmasının sebebi de bu noktada biraz daha berraklaşacaktır.

Kapitalizmin eş zamanlı gelişim gösterememesinin nedenlerinden biri muhakkak ki siyasi durumla ilgiliydi. 1800’lü yılların sonlarında dahi İberya bölgesel ve yerel toplulukların oluşturduğu merkezsiz bir bölgeydi. Ne Habsburg hanedanı ne de Bourbon hanedanı İspanya’yı merkezileştirememişti. Modern İspanya devleti ve bu merkezileşme karşıtı hareket tarih sahnesinde farklı zamanlarda karşı karşıya geldiler. İspanya’daki faşist hareketi de bu merkezileşme çabasının bir parçası olarak okumak önemlidir.

Merkezileşememe/merkezileşme İspanya devletinin politik tarihinde önemli bir unsurdur. Bu merkezileşememe durumunda, Proudhon’un etkisinin ne olduğunu görmek için İspanyol federalizm tarihine bir göz atmak yeterlidir.

İberya’da federalizmin başlıca esin kaynağı Pi y Margall’dır. Proudhon’un fikirleriyle tanıştığında, politik merkezileşmeyi reddetmeye eğilimiydi. Pi, Federasyon İlkesi’nden başlayıp, Toplumsal Sorunun Çözümü, Ekonomik Çelişkiler Sistemi gibi Proudhon yapıtlarını çevirmeye başladı.

19.yüzyılın ikinci yarısında Proudhon’un yazdıkları sadece anarşist hareketin yaygınlaşıp olgunlaşmasına değil; aynı zamanda federalist hareketin gelişiminde de etkili oldu. İberya Yarımadası’ndaki Kastilya tahakkümüne karşı Katalonya, Galiçya, Aragon gibi bölgelerde gelişen bölgecilik ideolojik bir içerik kazanıyordu.

Proudhon’un düşünceleri, Kastilya dışındaki bölgelerde hızlıca yayıldı. İberya’daki devrimci hareketlerin yoğunlaştığı bölgeler, bu bölgelerdi. 1855’te Barselona ve diğer Katalan şehirlerinde büyük grevler oldu. Bunları 1861’de Endülüs tarım işçileri ayaklanmaları takip etti. 1867’de Katalonya, Aragon ve Valencia’da kırsal ayaklanma hareketleri gerçekleşti.

Bu tarihten sonra Bakunin etkisi, İberya Yarımadası’nda görülmeye başlanır. Özellikle işçi ve köylülerin yoğun olduğu bölgelerde, Margall federalizminin etkisi yerini Bakunin’in federalizmini de içeren ideolojiye bırakır. İberya’dan delegeler bu dönemde I. Enternasyonal’e katılmıştır. 1870’te Barselona’da yapılan bir kongre sonucu oluşturulan federasyonda Jura Federasyonu’nun özyönetimi ve komünizmi savunan ilkeleri kabul edilmiştir.

İşte tam da böyle bir ortamda, 1873’te Kral Amadeus tahtını bırakır. Yeni bir cumhuriyet ilan edilir; bu kısa süreli sürece Pi y Margall başkanlık yapar. İberya’nın federatif kantonlara bölündüğü sistem uygulamaya geçmeden, monarşi ve İspanya’nın bütün olmasını savunan Carlist ayaklanma nedeniyle süreç sönümlenir ve başa XII. Alfonso geçer. Bu sürecin en büyük etkisi, Endülüs ve Levant’ta şehirler özgürlüklerini ilan ettiğinde yaşanmıştır. Kiliseler kapatılmış, zenginler vergiye bağlanmıştır. Bask ve Katalonya’da özerklik eylemleri daha fazla yoğunlaştıkça, bu durumun önüne geçebilmek adına merkezi devlet, 1874’te, ismini sistemi öneren devlet adamı Canovas del Castillo’dan alan bir sistemi uygulamaya geçer. Buna göre, genel oyla seçilen iki partinin sırayla iktidara geçeceği monarşik bir düzen öngörülmüştü. Bu iki parti de toprak ağalarını ve burjuvaziyi temsil ediyordu. Yani sistemin asıl unsurları bürokrasi, ordu ve kilise kısa bir aradan sonra iktidarı tekrar ellerine almışlardı.

1874 Restorasyonu da denilen bu sistemle, merkezi devlet korunmuş ve merkezileşmenin sürdürülmesi garantiye alınmıştı. Tabi ki bu garantörlük sıkı yönetim ve polis baskısı aracılığıyla sağlanmıştı.

 

2- Devletleşmede İkinci Büyük Adım: Rivera Diktatörlüğü

İmparatorluk dönemlerinin son mirası olarak Fas’ın elden çıkmaması için İspanya devleti sürekli olarak Fas’a saldırılar düzenliyordu. Aslında bu saldırılar, milliyetçi duyguların canlandırılmasında da sahte bir hamle görevi görüyordu. Hem bu saldırılar hem de saldırıların yenilgiyle sonuçlanması, İberya çapında büyük eylemlere neden oluyordu.

1909 yılındaki saldırılarda üst üste alınan yenilgiler sonrasında, bilinçli bir şekilde Katalonya’dan yedek asker çağrılmasına karar verildi. Bunu takiben 1909 Temmuz’unda büyük ölçekli eylemler gerçekleşti. Anarşist sendika CNT – Confederacion Nacional de Trabajo (Ulusal Emek Konfederasyonu) kurulmadan önceki büyük işçi federasyonlarından Solidaridad Obrera (İşçi Dayanışması) genel grev ilan etti. Tüm bu eylemlerin bastırılması için devlet her zaman yaptığı gibi şiddete başvurdu. Barcelona’da büyük sokak çatışmaları yaşandı. Devletin kontrolü tekrar eline alması beş gün sürdü. “Trajik Hafta” süresince binlerce işçi katledildi. Tutuklamalar ve işkenceleri takiben idamlar gerçekleştirildi. Krala yönelik suikast girişimleri, anarşistler üzerindeki baskıyı daha da arttırdı. Anarşist Francisco Ferrer, bu süreçte katledildi. Onun katli, uluslararası arenada büyük eylemlere neden oldu. Bu eylemler hükümeti istifaya zorladı.

Trajik Hafta sonrası, anarşistler daha güçlü bir mücadelenin örülmesi noktasında, 1910’da Confederacion Nacional de Trabajo-Ulusal Emek Konfederasyonu’nu (CNT) kurdu. CNT’nin kuruluşu, sonradan faşizme evrilecek devletin merkezileşme politikası karşısında önemli bir dönüm noktasıydı. Keza anarşist ideoloji, faşist ideolojinin tamamıyla karşısında duruyordu. İktidar, otorite ve devlet gibi faşizmin kutsadığı değerlerin yıkılması anarşizmin vazgeçilmezleriydi.

CNT’nin kuruluşunun ardından Endülüs, Sevilla ve Bilbao’da büyük grevler patlak verdi. Valencia Cullera’da işçiler, kentin İspanya devletinden ayrı bir komün olduğunu ilan etti. 1916’da CNT ve sosyalist sendika Union General de Trabajadores – Genel İşçi Birliği (UGT) genel grev ilan ettiler. Kiliseye ve ruhban sınıfına ait mallara el konulmasını ve ordunun dağıtılmasını öneren bir bildiri yayımladılar. Hükümet CNT’yi yasakladı, UGT’ye dokunmadı (genelde sendikalara yönelik baskı işleyişi buydu). 1917’de bir genel grev daha ilan edildi. Ordu tarafından sert bir şekilde bastırıldı.

CNT açısından genel grev, ülkedeki üretim sürecine ara verdirip istenilen konuya ilgi çekme amacı taşımıyordu. Genel grev, toplumsal devrime giden yolda önemli bir duraktı. Ve toplumsal devrimin hedeflediği de öncelikli olarak devletin ve kapitalizmin olmadığı bir toplumsal işleyiş örgütleyebilmekti. O yüzden, bu süreçte CNT tarafından ilan edilen her genel grev, merkezi devleti zora sokan bir durumdu. Sendika aldığı her kararda daha da radikalleşiyor, hükümetin ve devletin otoritesini sorgulatır bir hale getiriyordu. 1919’da kongresini gerçekleştirdiğinde üye sayısı 700 bini aşmıştı.

Hükümet, ilan edilen genel grevleri durdurabilmek adına orduyu kullanıyordu. Bu arada Fas politikası da özellikle işlevsel tutuluyordu ki bu, hükümete ve krala manevra imkanı sağlıyordu. Bu manevralardan birisi, 1921’deki başarısız Fas saldırısı sonrasında gerçekleşti. Yenilgi bahane edilip, “ordunun imajını kurtarmak için” 1923’te, XIII. Alfonso’nun isteği ile General Primo de Rivera diktatörlüğü ilan edildi.

Rivera’nın Mussolini ile yakın ilişkileri vardı; Mussolini’nin faşist düzenini İspanya’ya getirmek istiyordu. İtalya benzeri bir korporatif devlet kurmaya çabaladı. Bu çabalar genel grevlerle karşılaşınca, CNT’yi tekrar yasakladı. Ancak bu yasak, diktaya karşı girişilen çabaların sonu olmayacaktı. 1924 yılında, aralarında Buenaventura Durruti ve Francisco Ascaso’nun bulunduğu anarşist militanlar Doğu Pireneler’den ilk devrim girişimini başlattılar. Ordu, bu girişimi sonuçsuz bıraktı, tutuklamalar ve sürgünler birbirini takip etti.

‘29 Ekonomik Krizi, Rivera’yı etkisiz bıraktı. Hem kral hem de onu destekleyen komutanlar birliği, Rivera’nın devletin iktidarını bırakmasını istediler. Bu süreç, sadece 1930’da Rivera’nın iktidarı devretmesiyle sonuç lanmadı. 1931 Nisan’ında halk krala karşı sokaklara döküldü. Aynı tarihte cumhuriyet ilan edildi ve kral İspanya’dan ayrılmak zorunda kaldı.

 

 3- İspanyol Faşizminin Kuruluşu

Krallıktan cumhuriyete bu rejim değişikliği normal olarak toprak sahipleri, ordu ve kiliseyi oldukça rahatsız etti. Bu rahatsız kesimler, cumhuriyetçi kesimler arasındaki çekişmeleri fırsat bilip örgütlenmeye başladılar. 1932’de 500 bin üyeli Accion Popular (Halk Eylemi) küçük gruplarla birleşerek Özerk Sağcı İspanyol Konfederasyonu’nu (CEDA) kurdu. Gil Robles’in liderliğindeki bu konfederasyon, anarşizme karşıtlığını her fırsatta beyan ediyordu. 1933’te Antonio Goicoechea’nın liderliğinde Kral Alfonso yanlısı monarşistler İspanyol Yenilenme Partisi’ni (Partida Renovacion Espanola) kurdu. Aynı yıl Hitler’in Almanya’daki zaferi, İspanya faşizmini daha saldırgan olma noktasında cesaretlendirdi. Diktatör Rivera’nın oğlu kısa sürede güç toplayan Falanj Partisi’ni kurdu. Oğul Rivera, İspanya’da uygulamayı düşündüğü örgütlenme düzeni ve şiddet yöntemlerini incelemek üzere Almanya’ya gitti.

İspanyol faşizmi, kendisine örnek olarak İtalyan faşizmini alıyordu. Ancak, İspanya’da faşizm, sermaye birikiminin güçsüz ama kilisenin güçlü olduğu bir coğrafyada gelişiyordu. Dolayısıyla, bu ruhban sınıfının çıkarını korumak ve programa dinsel bir görünüm vermek İspanyol faşizmi açısından zorunluydu. Toprak sahipleri, generaller ve rahipler, İspanya’da küçük bir zümre olduğundan dolayı, faşizmin kitleselleşebilmesi için bir dayanak gerekiyordu. Din, bu noktada temel dayanak ve ideolojiydi. Bu ikisi arasındaki ilişkiyi bulup ortaya koyan Gil Robles’ti. Robles, daha öncesinde diktatör Rivera’nın en ateşli savunucularındandı. “Kendini ne oranda İspanyol hissedersen, o oranda Katoliksindir” diyerek bağladığı Katolik şovenizmi ve İspanyol milliyetçiliğiydi. Birleşik ve bölünmez bir İspanya’yı savunuyor ve her türlü ayrılıkçılığın, federatif yapının karşısında duruyordu. Bu ideolojiyi yayabilmek adına Katolik gençlik örgütlerini ve basını iyi kullandı.

Faşistlerin ilk silahlı eylemi Ağustos 1932’de Sevilla’da gerçekleşti. Monarşi yanlısı gruplar ve ordunun bir kısmı ayaklanmayı destekliyordu. Ancak ayaklanma başarılı olamadı. Bunda iktidardaki hükümetten çok CNT’nin etkisi vardı. CNT ve 1931’den itibaren CNT kongresindeki güçlü katılımıyla İberya Anarşist Federasyonu (FAI), İberya’daki benzeri faşist ayaklanmalara yönelik doğrudan eylem yöntemini kullanıyordu. CNT-FAI’nin bu caydırıcılığında, yarımadanın büyük bir bölümündeki örgütlülüğü yatıyordu. 1931’den sonra, CNT-FAI hakim olduğu alanlarda toprakları kolektifleştirmeye çoktan başlamıştı.

CNT-FAI’nin bu toprak politikası karşısında faşistler de karşı bir politika uyguluyor, köylüler açık bir şekilde topraklarından atılıyor, topraklar bölgedeki büyük toprak sahiplerine veriliyordu. Aynı süreçte, bankalar köylülere krediyi kesti ve kilise açıkça faşizmin propaganda organı olarak çalıştı.

1933’ün Ocak ayında Casas Viejas’ta anarşistler mülkiyetin ve hükümetin kaldırıldığını ilan etti. Merkezi hükümet (cumhuriyetçi sol hükümet), Casas Viejas’a asker gönderdi ve ayaklanmayı çıkaranların büyük bir çoğunluğunu öldürdü. İşçiler ve köylüler hükümete karşı tavır aldılar. CNT-FAI’nin grevleri her yana yayıldı. CNT yıl boyunca iki kez resmi olarak yasaklandığı halde faaliyetlerini sürdürdü. 1933 Aralık ayında Aragon’da dört gün süren büyük bir ayaklanma gerçekleşti. Zaragoza ve Huesca’da işçiler fabrikalara el koydu ve toprak kolektifleştirildi.

Casas Viejas olayı Cumhuriyetçi hükümete olan güveni azaltınca hükümet istifa etti ve Kasım 1933 seçimlerinde sağ partiler iktidarı aldı. Yeni hükümete karşı Zaragoza, Valencia ve Endülüs’te büyük grevler yapıldı. Yeni hükümetin ilk işi faşist İtalyan hükümetiyle bir anlaşma imzalamak olacaktı. Mussolini, anlaşma uyarınca cumhuriyetin yıkılması için elinden geleni yapacaktı. Bu doğrultuda, İtalya’daki askeri eğitim için ilk faşist gruplar ülkeye kabul edilmeye başlanıyordu.

1934 Ekim’inde CEDA daha katolik bir hükümetin kurulması için mevcut hükümete desteğini çekti ve yeni “katolik” hükümet kuruldu. CNT ve UGT genel grev ilan etti. Artık CNT’nin genel grevlerine sosyalist UGT de destek veriyordu. Bu grev Katalonya ve Asturias’ta büyük ayaklanmalara dönüştü. Hükümet Fas’taki lejyonun isyanı bastırmasını emrettiğinde General Franco faşizmin sahnesinde ilk kez bu denli rol alıyordu. Büyük bir katliamla ayaklanmaları bastırdı. Aralık 1935’te, seçimlere Halk Cephesi adı altında gi ren tüm sol partiler iktidarı ele geçirdi. Şubat 1936 ve Mart 1936 seçimlerini sağ koalisyon kaybetti. Darbe fikri, ordu içerisinde zaten uzun bir süredir vardı. Seçimlerin kaybedilmesi, bu kararı uygulamak için iyi bir fırsattı. Falanj ve Renovacion ile ilişkide olan generaller darbe hazırlıklarına başladı. Mussolini ve Hitler ile ilişkiler sağlamlaştırıldı. Berlin’de silahlı bir ayaklanmanın detayları görüşüldü. Temmuz 1936’ya kadar Falanjistler birçok silahlı ve bombalı saldırı gerçekleştirdi. Faşist terör yarımadanın her yerinde kol geziyordu. Darbenin Fas’ta başlaması ve hareketin başına Franco’nun geçmesi noktasında toprak sahipleri, papazlar ve generaller hemfikirdi.

  • Temmuz 05:15’te, Franco Fas’taki radyo verici merkezlerinden birinden bir bildiri yayınladı “Ordu, İspanya’da düzeni sağlamaya karar vermiştir. General Franco hareketin başındadır ve bütün İspanyolları kendisiyle beraber mücadeleye çağırmaktadır.”
  • Temmuz 1936’ya kadarki süre içerisinde CNT-FAI genel bir grev ile kısa, sert bir ayaklanmayla, döneminin devletin yıkılmasını ve anarşist bir dönemin başlamasına sağlayacağı bir durum için hazırlanıyordu. 19 Temmuz Darbesi gerçekleştiğinde Barcelona ve Valencia’da, Katalonya’nın kırsal kesimlerinde, Aragon’da, Madrid ve Asturias’nın belli bölgelerinde şehirleri faşistlerden temizleyen CNT-FAI idi.

 

Neden Devrim, İç Savaş Değil?

Devrim denildiğinde, bugün kendisine muhalif diyen çoğu kimsenin aklına 1917 Ekim Devrimi ve bu süreçte ön plana çıkanlar gelir. Elbette bunun olumlu ve olumsuz birden çok nedeni vardır. Ancak olumsuz nedenler önemlidir. Bu “devrim” denilen olguya nasıl baktığımız, onu nasıl tanımladığımızla doğrudan ilgilidir. Örneğin, birçok anarşist Sovyetler’de Bolşeviklerin “iktidarını alması”ndan sonraki süreci devrim diye tanımlamaz. Aslında bu durum, sosyalistler arasında bile böyledir; devrim sürecinin belirli tarihlerde, (örneğin Lenin’den sonra) bittiği gibi düşünceler sadece kişisel görüşleri ifade etmez, Marksistler arasında ekol farklılıkları hatta kurumsal bölünmeler bile yaratmıştır.

Bu durum, iktidara ve devrime yönelik bakış açıları arasındaki farklar ile ilişkilidir. Anarşizm, devlet iktidarının ele geçirilmesini hiçbir şartta olumlamaz. Toplumsal devrimi, iktidarı almakla ilişkisi şöyle dursun, tamamıyla bu iktidar/ların (siyasi, ekonomik, sosyal) yıkıldığı; toplumsal ilişkilerin iktidar ilişkilerinden arındığı bir süreç olarak ele alır.

Yani, Ekim Devrimi, iktidarı “birileri” eline geçirene kadarki süre içerisinde devrim olarak tanımlanır anarşizm açısından. Toplumsal olmayan bir devrim, devrim değildir. İberya Devrimi sürecinde devrimin, ısrarlı bir şekilde “revolucion social” olarak imlenmesinin nedeni budur.

“Ekim Devrimi”ne yönelik bu değerlendirmeler, bu yazının yazarlarının kendilerini politik olarak devrimci anarşist olarak tanımlamasından kaynaklanan eleştiriler değilidir sadece. Sovyetler’deki devrim sürecinin “Bolşevik İktidar” ile sonlandığını söylemenin, Ekim Devrimi’ni devrim tahayyüllerinin en önemli parçası olarak görenlerin hoşuna gitmeyeceği açıktır. Bu hoşa gitmeyen durum, İberya’da 1936 yılında yaşanan toplumsal devrimin ısrarlı bir şekilde “devrim” olarak tanımlanmamasının, görülmemesinin yarattığı hoşnutsuzlukla empati kurabilmek adına önemlidir.

Devrim yaptık diyebilmek için iktidarı ele geçirmiş olmayı şart saymak, iktidarı ele geçirmek için aynı cephe içinde olunan farklı eğilimleri rakip görerek onlara karşı da iktidar mücadelesi sürdürmenin zorunluluğunu kabul etmekten başlayıp giden mantığın, bir süre sonra düşman/rakip ayrımını silikleştirdiğine dair örnekler İberya Devrim süreci ile sınırlı değildir.

Ancak, devrim için devlet iktidarını kazanmaya yönelik girişimlerin, bir süre sonra antifaşist cepheyi bölmesine, ekonomik ve siyasi kazanımlar olarak özyönetimin sonlanmasına, bir süre sonrada Sovyet devletinin güvenliği adına tüm “İspanya politikasını”nın terk edilmesine yol açtığı gerçeği, İberya Devrim tarihinin çok okunmayan kısmıdır.

İberya Devrimi sürecinin antifaşist cephesinde olup bitenlerin hakkaniyetli ve nesnel bir tutumla ele alınması şart. Hele hele devrim sürecinde, uluslararası antifaşist basının ısrarlı bir şekilde olan bitenden “devrim” diye bahsetmemesi göz önünde bulundurulduğunda… Orwell bu bilinçli çarpıtmayı şöyle anlatıyor:

“Katalonya’da bütün kilit endüstri anarşist-sendikalistlerin elindeydi. Aslında İspanya’da olan şey, yalnızca bir iç savaş değil, bir devrim başlangıcıydı. İspanya dışın daki antifaşist basın, özellikle bu durumu örtbas etmeyi kendine iş edinmişti. Dava, giderek “demokrasiye karşı faşizm”e indirgendi ve olayın devrimci yönü olabildiğince gizlendi.

Basının daha çok merkezileştiği ve halkın başka herhangi bir yerden çok daha kolay aldatıldığı İngiltere’de savaşın kamuoyunda geçerlik kazanan iki yorumu vardı: Ellerinden kan damlayan Bolşeviklere karşı Hristiyan yurtseverlerin savaşı olarak gösteren sağ kanat yorum ve askeri bir ayaklanmayı bastıran efendi cumhuriyetçilerin mücadelesi olarak gösteren sol kanat yorum. Asıl merkezi sorun başarıyla gizlenmişti.

Bunun pek çok nedenleri vardı. Bir kere, faşizm yanlısı gazeteler dehşet verici zulümlere ilişkin yalanlar yayıyorlardı… Fakat asıl neden, her ülkede görülen küçük devrimci gruplar dışında bütün dünyanın, İspanya’daki devrimi önlemeye azimli olmasıydı. Özellikle, arkasında Sovyet Rusya olmak üzere, Komünist Partisi, tüm ağırlığını devrime karşı koymuştu. Devrimin bu aşamada ölüme mahkum olduğu, dolayısıyla İspanya’da işçi sınıfı egemenliğini değil, bir burjuva demokrasisini hedeflemek gerektiği bir komünist teziydi. “Liberal” kapitalist bakışın da neden aynı çizgide olduğuna ayrıca işaret etmeye hemen hiç gerek yok… Kapitalist cumhuriyet hüküm sürerse sermaye güvence altında kalacaktı. Devrim nasıl olsa bastırılacağına göre, hiç devrim mevrim olmamış gibi davranmak birçok şeyi basitleştiriyordu. Bu yolla, her olayın gerçek anlamı örtülebilir, sendikalardan merkezi hükümete her güç kayması, askeri yeniden yapılanma için gerekli bir adım olarak gösterilebilirdi. Ortaya çıkan durum oldukça tuhaf görünüyordu. İspanya’nın dışında çok az insan bu ülkede bir devrim olduğundan haberdardı; İspanya’nın içindeyse bundan kuşku duyan yoktu. Komünist denetiminde bulunan ve devrimci olmayan bir politikaya bir hayli bağlanan P.S.U.C. gazeteleri bile “şanlı devrimimiz”den söz ediyordu. Bu arada, yabancı ülkelerdeki komünist gazeteler hiçbir yerde herhangi bir devrim belirtisi görülmediğini haykırıyorlardı; fabrikaların işgal edilmesi, işçi komitelerinin kurulması vb. olaylar hiç olmamıştı -ya da olmuştu, ama bunların “herhangi bir siyasi önemi” yoktu.”

Bu noktada Temmuz 1936’dan sonra olanları; cephenin bu tarafında olanları bilmek önem taşımaktadır. Önem taşımanın ötesinde, devrim tahayyüllerimizde akıldan çıkarmamız gereken deneyimlerdir.

 

Devrimin Bilinmeyen Cephesi

“İspanya’daki işçi sınıfı, aynı şey başımıza gelseydi muhtemelen bizim İngiltere’de yapabileceğimiz gibi “demokrasi” ve statüko adına Franco’ya karşı direnmemişti; onların direnişi mutlak devrimci bir patlayış ile beraber gelmişti… Toprak köylülerce, birçok fabrika ve taşıma araçlarının çoğu da sendikalarca ele geçirilmişti.” diyor George Orwell.

1936 Temmuz’unda faşist ayaklanma başladığında, hükümetin tutumu oldukça zayıftı. Tek günde üç başbakanın değişmesi, durumun cumhuriyetçi hükümet adına ne olduğunun anlaşılması adına iyi bir örnek. Faşizme karşı işçilerin silahlandırılması, sadece artan halk baskısına cevap olsun diye isteksizce gerçekleştirilecekti. Tabi ki silahlandırılanlar arasında CNT-FAI yoktu.

İşte bu koşullar altında, ancak devrimci niyetle çarpışan insanların gösterebileceği bir çabaydı. İsyanın çeşitli merkezlerinde sadece bir günde, sokaklarda üç bin kişinin öldüğü sanılıyordu. Faşizm yanlısı büyük toprak ağalarının pek çok yerde arazileri köylülerce ele geçirilmişti. Endüstri ve ulaşımın kolektifleştirilmesinin yanı sıra, yerel komiteler, sendikalara dayalı işçi milisleri gibi yollarla kurulacak bir sistemin temel başlangıcını yaratmak için çaba harcanıyordu.

Ordunun ayaklandığı akşam, CNT-FAI genel grev çağrısı yaptı. Çatışmanın ilk kısmının sonuna gelindiğinde, herkes bir sonraki adımın “üretimin devam etmesi” olduğunu biliyordu. Franco taraftarı birçok burjuva, isyancı ordu güçlerinin yenilgisinden sonra kaçtı. Onların sahip olduğu birçok fabrika ve işletme ele geçirildi, işçiler tarafından işletilmeye başlandı. Burjuvazinin diğer bölümleri fabrikalarını işletmeye çok istekli olmadı ve fabrikalarını Franco’ya hibe ederek kapattılar.

Fabrika ve işletmelerin kapatılması, düşmanın elini güçlendiren yüksek işsizlik ve sefalet yarattı. İşçiler, bu durumu anlayarak tüm işletmeleri harekete geçirdi ve kontrol komitelerini kurdu. Kontrol komitelerinin amacı üretim sürecini korumaktı. Birçok örnekte yönetim hızla kontrol komitelerinden öz-yönetim komitelerine geçti. Bu yöntemle, Katalonya’daki birçok fabrika ve işletme, buralarda çalışan işçilerin eline geçmiş oldu.

Gecikmeden, cephenin ihtiyacını karşılamak üzere bir savaş endüstrisinin kurulması, malzemelerin ve milislerin cepheye nakledilebilmesi için ulaşım sisteminin tekrardan harekete geçirilmesi son derece önemliydi. Dolayısıyla ilk kolektifleştirmeler, anarşist militanların durumdan faydalanarak devrimci hedefleri yükseltmesiyle birlikte faşizme karşı zafer kazanmak için gereken fabrikalar ve kamu hizmetlerinde gerçekleştirildi.

Bu toplumsal devrimi anlamanın en iyi yolu, İberya’daki işçi örgütlerinin ve mücadelelerin görece uzun tarihsel bağlamında düşünmektir. Kolektifleştirmenin en büyük yürütücüsü olarak CNT 1910’dan beri vardı ve 1936’ya gelindiğinde üye sayısı 1,5 milyonu geçmişti. Anarşist hareket, İberya’da 1870’ten bu yana vardı ve ilk kuruluşundan toplumsal devrime uzanan süreçte, yoğun toplumsal mücadeleyle -grevler ve genel grevler, sabotajlar, kitlesel gösteriler, mitinglerle; grev kırıcılara, cezaevlerine, davalara, ayaklanmalara, lokavtlara, suikastlere karşı mücadeleyle- iç içe geçmiş bir tarihi vardı.

Anarşist düşünceler 1936’da daha da yayılmaya başladı. Biri Barcelona, diğeri Madrid’de olmak üzere, iki anarşist günlük gazete vardı. İkisi de CNT’nın yayın organıydı ve her biri 30 bin ve 50 bin arası değişen miktarlarda basılıyordu. Periyodik çıkan 10 yayın ve birçok anarşist dergiyle beraber 70 bin adet yayın dolaşımdaydı. Tüm anarşist gazetelerde, bildirilerde ve kitaplarda, sendikalarda ve örgüt toplantılarında olduğu gibi, sürekli ve sistematik olarak toplumsal devrim tartışılıyordu. Böylece, işçi sınıfının radikal karakteri, mücadele ve çatışma yoluyla politikleşirken; anarşist düşüncelerin etkisi, devrim koşullarında anarşistlerin kitlesel halk desteğini alabildiğini gösterdi.

CNT’nin yerel özerkliğe dayanan federal yapısı, sağlam ama oldukça merkezsiz bir örgütlenme yaratmış, aynı zamanda inisiyatiflerin önünü açmıştı ki, bu değerler devrimin başarısına büyük katkı sağladılar.

Devrim, barikatlarda savaşmakla sınırlı değildi. Onlar için toplumsal devrimin anlamı toprağı sahiplenmek ve özgürlükçü komünizmi inşa etmekti. 1938’e gelindiğinde, Aragon’da 400, Levant’ta 900, Kastilya’da 300, Katalonya’da 40 kolektif kurulmuştu. Sanayi ve ulaşımın %70’i kolektifleştirilmişti.

 

Devlet İktidarı

Cephenin gerisinde yaşam bu şekilde yeniden yapılandırılırken, kendi içlerinde bile iktidar kavgasına girişmiş sol iktidar, antifaşist cepheyi merkezileştirmek için uğraş veriyordu. Faşizme karşı verilen mücadelenin ana enerjisini oluşturan özyönetime dayalı ekonomi, öz savunmaya dayalı cephe mücadelesi tek parti-devlete bağlı kılınıp “ulusallaştırılmakla” uğraşılıyordu. İspanya Komünist Partisi’nin (PCE), İberya’daki devrimci durumun en inançlı unsurlarının dizginlenmesi, ve ezilmesi için gösterdiği gayret Franco’nun zaferini kolaylaştırıyordu.

Sovyet Devleti “İspanya konusu”nu İtalya-Almanya paktının muhtemel bir Rusya’ya savaş açma girişimini caydıracağını varsaydığı İngiltere ve Fransa ile yapılacak bir anlaşma malzemesi olarak ele aldığı açıktır. Bu nedenle İberya’daki devrimci durumu bir burjuva demokratik cumhuriyet çerçevesinde konsolide etmeye çalışan Cumhuriyetçi radikaller, İspanyol Sosyalist Partisi ve denetimindeki İspanya Komünist Partisi’ni (PCE) desteklemiş, CNT ile aynı safta yer almamaya özen göstermiştir.

Aralık 1936’da PCE uzun bir manifesto yayımladı. Sanayi, savaş üretim ihtiyaçlarına uyumlu hale getirilmeli ve tek tek fabrikalarda sendikaların veya grupların “yersiz otonomi isteklerinden” kurtarılmalıydı. Her türlü kolektifleştirmeden kaçınılması ve ticaret özgürlüğü nün garanti altına alınmasına değiniliyordu.

Şubat 1937’de artık komünist ve Sovyet denetimi altında olan güvenlik güçleri, anarşistleri tek tek tutuklamaya başladı. Ayrıca ön plandaki anarşistlere yönelik düzenlenen suikastler de duyulmaya başladı.

PCE lideri Caballero için kriz Barcelona’da patlak verdi. Katalonya’da anarşistler İberya’daki diğer bölgelere kıyasla daha güçlüydü. Bir yanda CNT ve Troçkist parti POUM, diğer yanda Moskova destekli hükümet güçleri ve PSUC (Katalonya Birleşik Sosyalist Partisi) vardı. Barcelona telefon hatlarını kontrol eden operatörler CNT’liydi. Barcelona ve Valencia ya da Madrid arasındaki resmi konuşmaları dinlediklerinden şüphe ediliyordu. 3 Mayıs 1937’de komünist partinin emriyle hükümet birlikleri binayı ele geçirmeye çalıştı. Anarşistler ve POUM tüm şehirde ayaklandılar. Sokak çatışmaları iki üç gün sürdü; çok sayıda kayıp oldu. “Mayıs Çatışmaları” olarak da anılan dönem aslında antifaşist cephedeki beraberliğin sonu anlamına geliyordu.

Mayıs 1937’de Caballero istifa etti, yerine Negrin geldi. Yaptıkları ilk iş POUM’un ve anarşistlerin dışlandığı bir politika izlemek oldu. Aynı tarihte POUM yasadışı ilan edildi, tüm üyeleri tutuklanmaya çalışıldı. POUM lideri Nin öldürüldü. PCE, SSCB’deki tasfiyelere Moskova Duruşmaları’nın devamı olarak İbeyra’da devam etti.

Faşist ordular Bask ve Katalonya’ya hücuma geçmişlerken Barcelona’da KP’nin denetimindeki devlet güvenlik teşkilatı, anarşist ve Troçkist muhalifleri hapishanelere tıkmaya ara bile vermiyordu.

Ağustos 1937’de Negrin’in hükümeti anarşistler tarafından denetlenen Aragon bölgesi konseyini dağıttı. Bu baskıcı tutum karşısında CNT-FAI hükümeti karşı-devrimci ilan etti ve ayaklanma çağrısı yaptı.

Hükümet 1937 yazında yayımladığı kararname ile fabrika özyönetimlerine el konulmasına, ana sanayi dallarının hükümet denetimine alınmasına, savaş sanayinin askerileşmesine yönelik politikaları uygulamaya başladı. Bir başka kararname toprak kolektifleştirmeleri ve kooperatifler ile ilgiliydi. Merkezi hükümet bütün bunları dağıttı. Bir başka kararname ile dini törenler üzerindeki yasak kalktı ve kiliseler yine açıldı, mülkiyet hakkının korunması için devlet güvencesi verildi. Artık devlet iktidarı, Halk Cephesi’nden Ulusal Cephe’ye geçmişti.

İspanya Komünist Partisi ve Halk Cephesi’ni oluşturan diğer güçler, İspanya Bankası’nı millileştiriyor, demiryolları ve öteki ulaşım araçlarına devlet adına el koyuyordu. Bu millileştirme süreci 1938 Ağustosu’nda her şeyin devlet denetimi altına alınmasıyla sonlandı.

26 Ocak 1939 günü milliyetçilere ait ilk tank Barcelona’ya girdi, 29 Mart 1939’da Madrid düştü.

1939 Eylülünde İkinci Dünya Savaşı patlak verdiğinde komünist partiler tarihlerinin en utanç verici noktasındaydılar. Nazi Almanyası’nın Dünya Savaşı’nı başlatan Polonya’ya saldırısının bir hafta öncesinde imzalanan Nazi-Sovyet saldırmazlık anlaşması, gelinen noktanın dibini işaretlemiştir. Bu olgu sadece İkinci Dünya Savaşı öncesindeki diplomatik manevra ya da zaruri bir hamle olarak sineye çekilmiş olsaydı, komünist partilerin kimliğinde bu denli ağır bir tahribata yol açmayabilirdi. Oysa KP’ler bu anlaşma ilan edilir edilmez, insanlığa yönelik en ağır tehlike ve tehdit olarak görülen Nazi-faşist rejimleri mazur gören ve eleştirilerini İngiltere ve Fransa’ya yönelten bir söyleme de geçmişlerdi.

İspanya’da sosyalist partilerin devrimci hedeflerinin yerini Sovyet Devleti’nin güvenlik hedefleri almıştı.

 

İberya Devrimi bize neyi anlatır?

1939’da Franco İberya’yı kontrolü altına aldığında, Falanj tek partidir. Caudillo (lider) Franco bütün yetkilerin sahibidir. Franco bütün yasaların üzerindedir. Özgürlüklerin sınırlandırılmasında bir ölçü yoktur. Bu ölçü sadece Franco tarafından saptanır. Franco yalnız tanrı önünde sorumludur.

Faşist İspanya’ya ait bu anlatılanlar, bize her geçen gün daha da tanıdık geliyor. İçinde bulunduğumuz koşullar faşizmle bu kadar ilişkilendirilirken, devletin otoriter uygulamaları otoriter olmanın ötesine geçmişken; İberya Devrimi’nin muhasebesini yapmaya her zamandan fazla ihtiyaç var.

Sadece içinde bulunduğumuz bu sıkışmışlıktan kurtulabilmemizin yollarını tartışabilmek için değil; devlet ve faşizm arasındaki bu, birbirini doğurtan kaçınılmaz ilişkiyi görebilmek için de; merkezileşmeye çalışan bir devletin, otoritesini egemenlik sınırları içerisinde zorla tesis etme girişimlerinin ne olabileceğinin iyi bir örneğidir İberya Devrimi.

80 yıl öncesine ait bu deneyim, her devletin içindeki faşist karakterin uygun koşulları bulduğu takdirde ortaya çıkabileceğinin en açık göstergesidir. İberya Devrimi, Otoriter kapitalizm, popülist sağ tartışmalarının toplumsal muhalefetin ana başlıklarını süslediği, yeni Franco’ların uygun koşulları bulup hortladığı bir süreçte, antifaşist cephe içerisindeki toplumsal muhalefetin unsurlarının sürekli göz önünde bulundurması gereken bir deneyimdir. .

İberya devrimi, bir coğrafyada yaşayan halkların merkezi devlet yapılanmasına karşı mücadelesini anlatır. Bu mücadele sadece merkeziyet düşüncesinin billurlaştığı ideoloji olarak faşizme karşı verilmemiştir. Bu mücadele, faşizme karşı aynı cephede gibi görünen devletçi ideolojilerin hepsine karşı verilmiştir.

İberya Devrimi, toplumsal devrim koşullarının “koşulların olgunlaşıp beklenmesi” gerektiği önyargısının yıkıldığı bir deneyimdir. Gerçekçi bir umudun somutlaştığı “an”dır. Bu “an”lara da bu “an”ların ismini doğru koymaya da her zamankinden fazla ihtiyacımız var. Bir 20 Temmuz günü, Katalonya sokaklarında faşistlere karşı savaşırken yiten yoldaş Ascaso ve yoldaşlarının çıkartamadığı dergilerinin, başka işçiler tarafından çıkartılıp, o “an”a doğru ismi verdikleri, vermeye cesaret ettikleri gibi; Devrim.

*İberya Yarımadası: Avrupa’nın güneybatı ucunda yer alan, şu an Portekiz ve İspanya devletlerinin bulunduğu yarımada.

 

*Anarşist Meydan Gazetesi yazarları

 

 

Kaynakça

  • Bakunin, Mihail. Bakunin: Hayatı, Mücadelesi, Düşünceleri, der. Sam Dolgoff, çev. Cemal Atila, İstanbul, Kaos Yayınları, 2009.
  • Carr, Edward Hallet. Komintern ve İspanya İç Savaşı, çev. Ali Selman, İstanbul, İletişim Yayıncılık, 2010.
  • Enzensberger, H.M. Anarşinin Kısa Yazı, çev. Mehmet Aşçı, İstanbul, Ayrıntı Yayınları, 2012.
  • Graham, Robert. Anarşizm: Özgürlükçü Düşüncelerin Belgesel Bir Tarihi, çev. Nil Erdoğan-Mustafa Erata, İstanbul, Versus Yayınları, 2007.
  • Hogan, Deirdre. İspanya Devriminde Endüstriyel Kolektifleştirme I-II, çev. Özgür Oktay, Meydan Gazetesi, Sayı 18-19, Mayıs 2014.
  • Işık, Gül. İspanya Bir Başka Avrupa, İstanbul, Metis Yayıncılık, 2012.
  • Leval, Gaston. Levant Köylü Federasyonu, çev. Özlem Arkun, Meydan Gazetesi, Sayı 32, Mart 2016.
  • Moore, Barrington. Diktatörlüğün ve Demokrasinin Toplumsal Kökenleri, çev. Şirin Tekeli ve Alaeddin Şenel, Ankara, İmge, 2012.
  • Orwell, George. Katalonya’ya Selam, çev. Jülide Ergüder, İstanbul, bgst Yayınları, 2012
  • Paz, Abel. Durruti: The People Armed, çev. Nancy Macdonald, Montreal, Black Rose Pub., 1976.
  • Romero, Miguel. Bask Ülkesi’nde ve Katalonya’da İspanya İç Savaşı, çev. Masis Kürkçügil, İstanbul, Yazın Yayıncılık, 1996.
  • Woodcock, George. Anarşizm: Bir Düşünce ve Hareketin Tarihi, çev. Alev Türker, İstanbul, Kaos Yayınları, 2014
Bunları da beğenebilirsin

Yoruma kapalı.