Düşünce ve Kuram Dergisi

Felsefi Dünyadan Sürgün Edilen Kadınlık

Sara Aktaş

En genel anlamıyla felsefi etkinlik insanın yaşamını, değerlerini ve amaçlarını sorgulayan, bu anlamda insan yaşamının ve eylemlerinin kendilerine dayanacağı genel ilkelerin hepsini ortaya koymaya çalışan bir etkinliktir. Diğer bir deyişle evreni, bir bütün olarak insanlığı yöneten en genel yasaları inceleyen; insanın insanla ve toplumla olan birliğinin temellerini ortaya koyan, hayatımızda yolumuzu kaybetmemizi sağlayan, bizi gereği gibi yönlendiren bir etkinliktir. Ne var ki üzülerek belirtmek gerekiyor ‘yaşamın kutup yıldızı’ olarak bilinen felsefi düşünce tarihi kadınların en acımasızca dışlandığı ve sürgün edildiği alanlardan bir olmuştur. Felsefi düşünce ve filozof babaları dünyayı bütününde yorumlarken eril bir aklın ışığında, cinsiyetçi bir perspektiften kadını görmezden gelmiş, yok saymıştır. Dünyayı şekillendiren bu cinsiyetçi akıl ve düşünce gücü olurken sonuçları ise bitip tükenmeyen erkek egemen kurumsallaşmalar, kanlı savaşlar, hiyerarşi, tahakküm, ekolojik felaketler, kan, yıkım, gözyaşı, olmuştur.

Kuşkusuz bu durum her şeyden önce felsefi etkinliği gerçekleştirenlerin kimlikleri, aidiyetleriyle ilgili olup, felsefi etkinlik o kimliğin bir etkinliği olarak algılanmıştır. Bu çerçevede Pythagoras’tan Platon, Aristoteles, Kant’a ve günümüze kadar felsefi tarihin en önemli isimleri öncelikle erkektirler ve bu onların en temel yansımasıdır. Gerçek dünyanın ve insanlığın yarısını oluşturan can damarına yani kadına sırt çevirmiş, kadının ve yaşamının kendisinden çok kendi zihinlerindeki mutlak kalıpları değişken dünyaya uygulayıp ona yön vermeye çalışmışlardır. Felsefi etkinlikte rol üstlenen kimi kadınlar ise gözardı edilip, dişil olan reddedilmiştir. Buna paralel olarak kadın cinsi; insan doğasının hatalı, eksik yanı, kötülüğünün ise hem yansıması hem de cisimleşmesi olarak tanımlanmıştır. Tıpkı dinsel düşüncede insanlığın eylemlerinin ve ıstırabının kadının günahkarlığının bir sonucu olarak görülmesi gibi… Buna karşın daima özgürlük arayışını ve varoluş mücadelesini bir şekilde vermek zorunda kalan kadınlar erkeklerin düşünsel dünyasında bir tehdit olarak görülseler de bu arayışı sürdürmeyi başarmışlardır. Hakikat ışığını yakalayabilme, aklın o soğuk bedenine yüreğin gücünü katma isteği ve azmini devam ettirmişlerdir.

Tüm zamanlar boyu her ne kadar akıl, ideallerini kadını ve dişil olanı dışlayarak belirlemişse de bugün kadınların biz varız ve var olmaya devam edeceğiz dediği bir zamandayız. Yaşanan bu kadın zamanı aklın cinsiyetçi yanlılığını eleştirmek kadar kadının öreceği bir yaşamın felsefesini bizzat kadının düşünce gücüne ve eylemine dayandırmaktadır. Kadın yaşadığımız dünyada hem erkek aklının doğurduğu şiddet dehşeti hem de taşıdığı özgürlük olanağı ve potansiyeli üzerinden herkesten çok düşünebilmekte, yaratıcı ve çarpıcı analizlere ulaşabilmektedir. Diğer taraftan kadınların özünü kazandırdığı oranda insancıl ve barışçıl bir nitelik kazanacak olan bu zamanımız dünyasında düşünsel alanda kadının yerini bir kez daha sorgulamak önemli olacaktır. İşte bu yazıda da felsefenin eril kimlikli dünyasında kadının nasıl yok sayılıp dıştalandığını kadınca bir sorgulamaya tabi tutmak kadar, bu sürgün ve yok sayılma karşısında kadının düşünsel gücünün kendisini nasıl bir ontolojik bakış açısının önemi üzerinde durulmaya çalışılacaktır.

 

Erkek Aklının Etkinlik Alanı Olarak Felsefi Düşünce

Felsefi etkinliğin en önemli isimlerinin belki de ortak paydada buluştukları temel konuların başında kadının rasyonel olmadığına ilişkin inanç ve teori gelmiştir. Her ne kadar felsefenin cinsiyet açısından en tarafsız alan olduğu öne sürülse de gerçeklik bunu ifade etmediği gibi bu tarafsızlık iddiası çoğunlukla eril kalıpları ve düşünüşü empoze eden ve benimseten bir maskeye dönüşmüş, işlev kazanmıştır. Nitekim felsefi düşüncenin ve söylemin kadınlara ilişkin metaforları, imgeleri hep cinsiyetçi ataerkil iktidar ilişkileriyle ilişkili olmuş, bunları yeniden kuran pekiştiren bir rol üstlenmiştir. Görünen o ki felsefi düşünce akıl ideallerini ötekileştirme ve dıştalama üzerinden belirlenmiş ama aynı zamanda ‘akıl cinsiyet tanımaz, iddiasında da bulunarak bu iddiayı örtük bir tahakküm aracına dönüştürmeye çalışmıştır. Bu çerçeveden kimi belirgin felsefi otoritelerin geliştirdikleri teorilerde kadını nasıl tanımladığına da yakından bakmaya yarar vardır kanımca.

Pythagoras’ın görüşleri bu teorilerin belki de en çarpıcı biçimini bize göstermektedir. Ona göre “Düzeni, erkeği ve ışığı yaratan bir iyi ilke vardır; bir de kaosu, karanlığı ve kadını yaratan kötü ilke” Onun düşüncesinde dişil olan kendi başına bir varlık değildir, ikincil olandır ve kötülükle özdeştir. Erkek toplumsal olanı, iyiyi, uyumu, düzeni temsil ederken, kadın yokluğu, bilinmezliği, kötülüğü temsil etmektedir. Tıpkı Pythagoras gibi çağlar boyunca düşünsel alana damgasını vurmuş felsefi etkinliğin öncüleri Platon ve Aristoteles’in görüşlerindeki cinsiyetçi öğeler ve bunların yarattığı etki de yaşamın her alanında karşılığını bularak gönümüze kadar sürmüştür. Temel felsefi iki eğilimin başını çeken idealar dünyasının düşünürü ülkücü Platon ve gerçekliğin öncüsü Aristoteles’in uzlaştığı temel alanların başında bu anlamıyla kadını tanımlama biçimi olmuştur. Bakış açılarında kimi farklılıklar olsa da felsefe tarihine etkide bulunan bu düşünürler, kadının kendi doğasından kaynaklı yetkin bir ussallıktan yoksun, insan ve hayvan arasında kalmış bir eksik varlık, hatta yetkin ussallığa ulaşmak isteyen erkeği düzensizliğiyle yoldan çıkaran, engel olan özelliklerin taşıyıcısı olarak tanımlamışlardır. Kadın kimi zaman Aristoteles’in dediği ‘eksik insan’ olarak, kimi zaman Platonun ‘düşük ruh’ tanımlamasıyla görülmüştür. İlk nedenleri, insanı, doğayı, evreni ve yasalarını anlamaya çalışıp, toplumsal düzeni sağlamaya çalışan bu filozofların bakış açılarında da erkek toplumsal düzen koruyucusu, aktif olan olurken kadın ussal olandan tam yararlanmadığından düzenin ve toplumun edilgen alanında yer alan olmuştur.

İşte bu bakış açısı siyasi, sosyal, ontolojik, ideolojik, ahlaki, politik her alanda etkili olan bir düşünce sistemi yaratmıştır. Aynayı daha yakın tutuğumuzda bu yaklaşım Platon açısından en çarpıcı olarak şölen isimli kitabındaki üreme üzerine olan diyalogunda görülmektedir. Platon “yaratıcı içgüdüsü fiziksel olanlar tercihlerini kadından yana yapanlar ve sevgilerini bu yönlü ifade edenler çocuk doğurarak ölümsüzlük kazanacaklarını, adlarını yaşatarak gelecek bütün zamanlar boyunca mutluluğa erişeceklerini sanırlar. Ama yaratıcı tercihleri ruhtan yana olanlar fiziksel olarak değil, tinsel olarak doğurmayı arzulayan kişiler varlık dünyasının en zirvesine ulaşabilirler. Bunlar yüce ruhun doğası gereği yarattığı ve var ettiği dölleri doğurmayı arzulayandır” derken anlaşılacağı gibi kadınlara çocuk doğurma dölünün, erkeklere ise ruhun döllerinin özellikleri verilmiştir demektedir. Burada ruhun döllerinden kastedilen bilgi ve erdemdir. Bunlar akılsaldır ve erkeğe aittir. İnsan yani erkek ruhun doğurganlığına boyun eğmeli, kadın ise erkeğe ve yaratımlarına boyun eğmelidir. Zira Platon’a göre ideal insan tipi uyumu yakalayan, görünür nesneler dünyasını aşan, idealar dünyasına ulaşmış erdemli ve bilgili insandır. Bu insan ancak erkek olabilir.

Aynı biçimde Aristoteles görüşlerini dile getirirken hocası Platon’u aşan bir dil ve düşünce biçimini ortaya koymuştur. Kadına biçtiği konum duyumsayan ama düşünmeyen hayvan ile düşünen insan (erkek) arasındaki ara yerdir. Kadın hayvandan bir derece üstün ama erkekten eksik ve düşüktür. Ünlü tanımlaması “kadın eksik erkektir” özünü bu konumlamadan almaktadır. Unutulmamalıdır ki Yunan filozoflarının temel özelliklerinden biri felsefeyi bilgiye ulaşma yöntemi olarak ele almanın yanında bunu toplumsal alana uygulama tutkularıdır. Bu çerçevede erkek toplumsal alanın düzeninden sorumlu kılınırken toplumsal alana dahil edilen kadını ise erkeğin boyunduruğuna vermekte, ‘dışarıya’ kapatmaktadır. Açık ki bir cinsi-kadını bu denli değersizleştiren, aşağılayan ve düşük duyguların alanı olarak gören bu düşünce biçimi bunu kadın için bir kader haline getirmeye çalışarak kadına benimsetmek istemiştir. Ardından dinsel düşünce Platon ve Aristoteles’in görüşlerini daha da geliştirip, derinleştirerek kadınlar açısından katmerli bir tahakküme dönüştürmüştür. Din otoritelerinin geliştirdikleri bu düşünüşte en büyük günahkar kadın ilan edilmiş, ilk günahkar, yoldan çıkarıcı kadın imgesi yoğunca zihinlere empoze edilmiştir. İnsanlığın günahkarlığının baş sorumlusu olan kadından dolayı yaşam ruh ve beden kirletilmiştir. Kadın artık tutkularına yenik, şehvet düşkünü, şeytanla işbirliği içinde olan bir kötülük simgesidir. Bu kötülüğün yaşamın her alanında denetlenmesi ve kontrol altına alınması en önemli problemdir. Ortaçağın en karanlık yüzünün kendini yansıttığı bu bakış açısı sonrasında Rönesans ve Reform hareketleri geliştiğinde de değişmemiş, esaslı bir dönüşüme yol açmamıştır. Öyle ki 17.yy’ın bilimsel devriminin temsilcileri metafiziği bir boş inanç olarak nitelendirip, şiddetle eleştirseler de kadının eksiklik ve yokluk üzerine kurulan tanımlamasını sürdürmüş hatta ‘modern’ görüşleriyle perçinlemişlerdir. Akıl yürütme yetisi yine erkeklere ait görülüp doğanın fethi yanında kadın bedeninin fethi de amaçlanmıştır. Bu gelenek dişil olanı her şeyden uzak tutmayı sürdürmüştür. Karl Stern’in belirttiği gibi “artık bilgeliğin anaç eli reddedilmiş ve kendinden emin mağrur akıl mutlak egemenliğini ilan etmiştir.” Bundandır ki Rousseau ve aydınlanmanın kilit ismi Kant da kadına atfedilen tanımlamaları kabul ettiği gibi kadının erkeği “tamamlaması” gerektiğini ortaya koymuştur. Özcesi bir varlık olarak kadına ‘varlık olma’ hakkı tanınmamış, tamamlama rolüyle sınırlandırılmıştır. Denilebilir ki yaşanan gelişmeler bile mevcut iktidar ve egemenlik ilişkilerini dönüştüren değil, verili durumu meşrulaştıran bir nitelik kazanmıştır. Zira Lacan’a de kadınlar vardır ama mevcut düzende kendini ifade etmesi mümkün değildir. Burada ideolojik bir haklılaştırma durumu olduğunu görüyoruz. Bu anlamıyla hep bir erkek aklı normu vardır. Kadın ise o norma göre ve onun etrafında ele alınıp değerlendirilmiştir.

Tarihsel olarak verdiğimiz bu örneklerden anlaşılacağı gibi felsefi düşünce bu anlamıyla, bir açıdan bilgiyi tekeline alan Sümer Rahiplerinin bir yanıyla da tanrıça değerlerini yok eden mitolojik tanrılar Zeus ve Marduk’un izinden yürümüş, onların düşünce kıvılcımlarını çakıp muazzam bir eril düşünce ve yaşam sistemine dönüştürmüşlerdir. Bu sistem cinsiyetçi toplumsal yapının kuruluş tarzı ile tarihsel bir bilgi olarak işlenmiş ve erkek zihniyeti tarafından birbirine aktarılarak günümüze uzamıştır. Bu zihniyet yapısı gündelik hayatın grameri içinde kendiliğinden öğrenilmiş, örgütlü ve politik bir içerik kazanmıştır.

 

Felsefi Dünyada Kadının Varoluş Mücadelesi

Felsefi dünyanın kadına kapatılıp, erkek aklının merkezine alınma çabasına karşın, kadın hareketlerinin etkisiyle kadınlar da erkek aklının dünyayı kendi anlayışına göre somutlaştırma ve felsefesini yapmasına karşı tavır almaya başlamış, mesafeli durmaya çalışmıştır. Öyleyse artık erkek aklı herkes ve her şey adına düşünmemeliydi. 19.yy’la beraber geçmişlerinden devraldıkları mirasla birçok kadın bir taraftan erkek egemen kültürün kadını ikincil konuma hapsederek, akıl/duygu, medeniyet/doğa, Aktif/pasif, gibi karşıtlıkları besleyen din ve felsefi söylemlerle savaşırken, bir taraftan da kadınların özgürlük hareketleri gibi geniş çaplı akımlarla önayak olduklarına tanık oluyoruz. Bu çerçevede feminist bir felsefenin de başladığını görüyoruz. Feminist felsefe: Rasyonaliteyi erilliğe, duygusallığı dişilliğe eşitleyen, kadını erkeğin yokluğu, eksik ötekisi olarak tanımlayan batı felsefe geleneğine karşı çıkan bir felsefi söylemdir. Kadınca düşünüş böylelikle ontolojik ikiciliğin her türünü reddeden, kadınların niçin yok sayıldıklarını, bastırıldıklarını açıklarken, hakiki bir anlama ve açıklamanın da bastırılanın tahakküm altında alınanın sesine kulak vermekle mümkün olacağını savunmuştur. Feminist düşünüşün öncüleri arasında sayılabilecek kadın düşünürlerin başında; Chirtine de Pizan (13641431), Maria de Goarnay (1565-1645) ve François Paolainde La Barre gelmektedir. Daha yakın tarihe baktığımızda Mary Wollstonecraft, Harriyet Hardy Taylor ve Mill’in Liberal Feminizm dediğimiz feminist felsefenin temel belirleyici hatta yol gösterici düşüncelerini formüle ettiklerini belirtebiliriz. Kadınlarla erkeklerde ortak olduğuna inanılan akıl ya da rasyonaliteye yine bütün toplumsal düzenlemelerde hayata geçirilmesi gereken bir şey olarak eşitliğe ve kadının hukuki haklarına özellikle vurgu yaptıkları söylenebilir. Eski oy kullanma, eğitim ve mülkiyet haklarına 20.yy’ın Liberal Feminist düşünürleri, kadınların fırsat eşitliği ve refahtan eşit pay alma haklarına dönük isteği de eklemişlerdir. Liberal düşünürlere yöneltilen en önemli eleştiri ise onların toplumsal cinsiyetle ilgili farklılıkları göz ardı ettiği eleştirisidir. Örneğin Susan Okin gibi bazı çağdaş feminist düşünürler liberal adaletin cinsiyet rolleri ve toplumsal cinsiyet bakımından farklılıklara duyarlı olabileceğini savunmuştur.

Diğer taraftan Marksist Feminizm ile Sosyalist Feminist düşünce de alternatif olarak gelişen iki önemli düşünüş biçimi olmuştur. Kadınların özgürlüğünün ancak sınıf analizi modeliyle anlaşılabileceğini ve kadınların kurtuluşunun sosyo-ekonomik sistemin sınıfsız bir toplum doğrultusunda geçireceği dönüşüme bağlı olabileceğini savunmuşlardır. Bu çizgide Rus düşünür Alexandra Kollontai (1872-1952) proleter kadınların burjuva feminizmiyle işbirliği yapmaya son vermeleri gerektiğini söyler. Buna bağlı olarak kadınların, onların bastırılmasında, sömürülmesinde en önemli etken olan kapitalist sisteme saldırmaları gerektiğini vurgular. Bu düşünüş çizgisine karşı çıkan kadın düşünürler ise kadınların ezilmeleri ve bastırılmalarından menfaat sağlayanların sadece kapitalistler değil bütün erkekler olduğunu savunmuşlardır. Yine radikal feminist düşünürler ise tüm konumlardan farklı olarak her tür bastırmanın ve aşağılamanın toplumsal cinsiyete dayandığını öne sürüp, kadınların ezilişinin temelde ataerkillikle ilişkili olduğunu ortaya koymuşlardır. Bunlarla beraber 1980’li yıllardan itibaren kadın düşünürler erkelerin bilgi üretimine ve biçimine de şüpheyle yaklaşmış, teori ya da bilgi iddiasının gerçekliğinin onun kim tarafından öne sürüldüğüne bağlı olduğunu belirterek yeni bir bilgi felsefesi geliştirmişlerdir. Felsefi bilgiyi hem içerik hem de yapı bakımından eleştiren bu tutum batılı filozof ve bilim adamlarının dünyayı ikiliklerin oluşturduğunu kavramsal bir çerçeveden gördüklerini ve bu durumun gerçekliği çarpıtan yanlış bir bilgiye yol açtığını savunmuşlardır. Bu konulardaki itirazlarını şu başlıklar altında toplayabiliriz; Birincisi, bilginin münferit bir toplumsal bakış açısından inşa edildiğini, buna bağlı olarak da erkeğin anlam ve değerleri tarafından belirlendiğini öne sürmüşlerdir. İkincisi; geleneksel ikilikleri karşıtlıklar olarak görmekten vazgeçip, uçlar arasındaki örneğin akıl ile duygu, öznellik ve nesnellik arasındaki ilişkiyi doğru değerlendirmeyi vurgulamışlardır. Üçüncüsü; bunlara bağlı olarak bilgide duygunun ve öznelliğin rolünü ciddiye almamamız gerektiğini savunmuşlardır. Dördüncüsü,; aklı duygu ve nesnelliği erkek ya da kadınların tekelinde olan kendilikler olarak görmekten vazgeçmek gerektiğini belirtmişlerdir.

Belirtmek gerekiyor ki kimi farklılıkları olsa da tüm bu görüşlerin dayandığı ortak payda, geleneksel erkek felsefesinin kadını yok saydığı, kadının kimliğini, ilgilerini, problemlerini ciddiye almadıkları gibi yok saydıkları, kadın olma, var olma, düşünme ve eylemde bulunma anlamında kadınların da en az erkekler kadar değerli olduklarını ortaya koymak olmuştur. Bu aynı zamanda güçlü bir eleştirinin ifadesidir. Bu eleştiri kadınların erkek egemen görüşlere, onların eğilim ve yönelimlerine, erkeğe özgü tavır ve toplumsal yapılara yönelttikleri bir eleştiridir. Bu anlamıyla kadınların Batı felsefe geleneğine ve onların erkek merkezli düşünüş biçimlerine karşı ikinci dalga feminizmle beraber daha etkili bir teorik ve felsefik donanımla mücadele geliştirdiklerini söyleyebiliriz. Artık sosyal eşitsizlikleri sorgulamaktan daha çok bir şeyler yapılmaya çalışılmış, kadınlar düşünce güçleriyle kendilerinden çalınan bir alana felsefi dünyaya da sahip çıkmaya başlamıştır. Bu tutum kuşkusuz bir yandan eril aklın ışığında şekillenen felsefi geleneğe karşı bir meydan okuma olduğu kadar bir yandan da kadınların özgürlük arayışlarını mümkün kılacak yolları gözler önüne sermesi açısından da değerli, önemlidir. Tüm bu çabalar özcesi kadının ilgi ve çıkarlarını, kimliklerini duyarlılıklarını ciddiye almakla birlikte kadına özgü varlık, düşünme ve eyleme tarzının değerini ve önemini ortaya koymuş insani deneyimin tümünün erkeğin deneyimleriyle özdeşleştirilmesini reddedip yeni ve kendine ait bir varlık alanı oluşturmaya yönelmiştir.

 

Felsefi Gelenekte Ontolojik Olarak Kadına Yaklaşım ve Bir Kadın Ontolojisi Yaratmanın Önemi:

Felsefi dünyada ontoloji, varlığı varlık olarak ele alan, felsefe dalı olarak kabul edilmektedir. Varlığın kendisini, varlığın kendi başına ne olduğunu soran bir bilimdir de denilebilir. Yazının başından itibaren felsefecilerin felsefi etkinlikte bulunurken kadını nasıl tanımladıklarını da ortaya koyduğumuzdan bunun doğal sonucu; ontolojik olarak kadının varlığının ya yok sayılması, ya çarpıtılarak görmezden gelinmesi ya da aşağılanarak tanımlanması olmuştur. Bu durumun erkek iktidarlaşmasına dayanan oldukça bilinçli ve sistematik bir düşünsel saldırı olduğu da açıktır. Erkek egemen yaklaşımın kadını varlık olarak yok sayma stratejisi bir yanıyla batı düşüncesinin özdeşliğe nerdeyse farklılığı yok saymak pahasına imtiyazlı bir yer vermesine dayandığı gibi bir yanıyla da oldukça ideolojik bir zemine dayanmaktadır. Bu ideolojik zemin başkasının özgüllüğünü ve varlığını reddeden, kadını erkeğin yokluğu ve eksik ötekisi olarak tanımlayan erkek sisteminde beslendiği, kendini var kıldığı, kurumlaştırdığı zemindir.

Bu geleneksel ontolojik tavrın temeline ise Platon’dan beri hakim olan bir ‘mevcudiyet metafiziğinin’ varlığını koyabiliriz. Bu metafizik yapma biçimi, günümüze kadar uzayan kadının yokluğunun ve köleleştirmesinin erkek yararına, erkek iktidarı için meşrulaştırılmasının ideolojik kılıfdır. Doğal olarak bu tutum farklılığı göremez. Görmediği gibi kendisi için, kendisiyle bir ve aynı olmayanı, kendisinden farklı olanı ya yok sayar, ya kendine benzetir, ya da kendine tabi kılarak baskı altına alır. Bundandır ki kadının ne olabileceğine veyahut ne olduğuna dönük sayısız imge, sembol, metafor, aracılığıyla kadın üzerinden eril ideolojik kurgulamalar yapılsa da gerçekte kadının tanımlanması yapılmamış, kadına atfedilen kötülüklerin tanımlanması yapılmaktadır. İşte kadın düşünürler geleneksel ontolojik yaklaşımlara karşı çıkarken kadına biçilen bu nesnelleştirme metaforuna da köklü bir karşı koyuşu dillendirmişlerdir. Buna göre; kadınlar geleneksel ontolojideki zihin beden düalizmine karşı çıkarak zihin ve bedenin birbirini karşılıklı olarak oluşturduklarını dile getirmişlerdir. Patriyarkal kurumların ve onları doğuran zihniyetin köklü bir dönüşümünden geçmeden kadın açısından yokluğun kurumlaşmasını ifade edeceklerini belirten kadın düşünürler bu sağlanamazsa kadının yitikliğinin giderek derinleşeceğini ifade etmişledir. Bu açıdan politik, ontolojik ve epistemolojik olarak patriyarkal yapıların tümünün bizzat kadınların bakış açısıyla radikal bir dönüşüme uğratılması hayatidir. Aksi takdirde salt erkekle aynı olma ya da eşitlenme gibi A Priori hipotezler kadınların varlık nedenlerini oluşturan ayırt edici özellikleri ve farklılıkları da yok eder.

Tüm bu nedenlerle kadını toplumsal kimliği ve kendi öz varoluş özellikleriyle tanımlamak ve bunu bilimsel altyapıya kavuşturmak için bir kadın varlık bilimine yani kadın ontoloji bilimine şiddetle ihtiyaç vardır bana göre. Kadının gerçekte ne olduğunu, ne olmadığını, nasıl tanımlanabileceğini, doğa, toplum ve evrenle olan ilişkilerinin ne olduğunu sorgulayacak ve bir öze dönüştürecek olan böylesi bir ontolojik yaklaşım aynı zamanda kadının varlığına yönelen tüm sistematik saldırılara da en güçlü yanıt olacaktır. Bu çerçevede kimi önemli hususları vurgulayacak olursak:

Birincisi; kadının varlığını ontolojik olarak bütün boyutlarıyla bir ifadeye kavuşturmak ve ontolojik yaklaşımlar kadar tarihe topluma ve evrene dair bütün zihinsel yapılanlarını kapsamlı ve sistemli bir eleştiriden ve reelden geçirmeye bağlıdır. Bu anlamıyla bilinmelidir ki kadın erkek merkezci paradigmalar içinde kaldığı sürece dişil olanı ancak erilliğe ilişkin olarak ve ona göre temsil edilmenin dışına çıkamaz.

İkinci olarak; kadının varlığını biyolojik olarak salt dişil cins olması temelinde değil, kadın şahsında bir toplumsal kültür temelinde ele almak gerekmektedir. Zira kadının yok sayılması ideolojik bir yönelimdir ve aşılması da ancak ideolojik olarak her şeyden önce varlığının bu güçlü tanımlanmasına ve ideolojik bir mücadeleye bağlıdır. Nitekim erkek egemen sistemin karakterini, zihniyet yapısını, kurumsallaşmadaki iktidar işleyişini ve bütün bunlara hakim olan cinsiyetçi özü çözümlemeden bunlara karşı alternatif bir zihniyet ve mücadele perspektifiyle donanmadan kadın ancak çarkın bir dişlisi haline gelebilir.

Üçüncü olarak; kadının varlığının felsefeyle bağlarının yeniden, doğru temellerde kurulması günümüzde süren bilinç çarpıtmalarının ve aşırı büyümüş analitik zeka biçimlerinin sınırlandırılmasında büyük rol oynar. Yani kadın varlığının tam ve gerçek temsili için dişil bir felsefe ve düşünüş geliştirip bunu dişil bir dille ifadelendirmek önemlidir. Bu dişil düşünüş ve dil; olgusallığı reddetmeyen ama onunla da yetinmeyen çok yönlü bir ilişkisellik zemininde hareket eden, zengin ve olasılıkçı bakışı esas alır. Duygusal zeka ile analitik zeka arasında bir uçurum oluştuğunu bunun temel nedeninin ise analitik erkek zekasının yüceltilmesi olduğunu belirtir. Egemen erkek aklınca kadına atfedilen duygusal zeka ile erkeğe atfedilen rasyonel zeka arasındaki sınırın yıkılmasını şart eder.

Dördüncü olarak; kadının varlık tanımlamasının bizzat öznesi olup, yabancılaştığı-yitirdiği öz değerlerini yeniden kazanması, kadının geliştireceği kendine dönüşüyle mümkün ve etkili olacaktır. Kadın kendini tanımladıkça doğayı, evreni, insanlığı tanımlayacaktır. Zira kadın evrensel, toplumsal, tarihsel ve kaynağını doğadan alan bütünsel bir varlıktır. Bütün varoluşlar kadının varlığında iç içe ve bütünlüklü bir varlık halinde özetlenmektedir.

Sonuç olarak; kadının yokluğu basit bir yaklaşımın ürünü olmamıştır. Esasta düşünsel, kültürel, ideolojik bir sürecin sonucudur. Kadın üzerinde yoklukla özdeş istendik sonucun yaratılması önce düşüncede başlamış ve sonrada uygulanmıştır. Bu uygulama, şiddeti nesnelleştirilen kadının maruz kaldığı gerilimin derecesini göstermektedir. Bu gerilimin gerisinde ise kadının değersizliğinin bilgisi vardır. Tüm bunlarla bağlantılı olarak kadının varlığı sonucun cinsiyetler arasında basit bir eşitlik arayışının ötesine taşınması önemlidir. Kadının varlığının kültürel değerlerle donatılması ve kadının varlığının değerli hale getirilmesi, bunun dişil dilinin yaratılması da bir o kadar önemlidir. Özcesi gerçeklik bu denli ağırken, bunun karşısında durmanın en temel koşulu kendi varlığına, varoluşuna sahip çıkmak “vardım, varım, var olmaya devam edeceğim” diyebilmektir. Kendi iradi varlığına, varoluşuna sahip çıkma, onun merkeze alınması ve ona dayanarak yaratılacak eylemsel duruş, kadın açısından can damarı gibidir. Zira kadın varlığının değerinin bilgisini oluşturmak ve bu bilgiyi bir değere dönüştürmek kendine ait olanı talep etmektir. Bu ise kadın olmanın koşullarının yaratılması ve geliştirilmesidir. Sonuçta nede olsa kadın olmak tamamlanmış bir serüven değildir. Bana göre açığa çıkan her çelişki aracılığıyla kendilik bilgisini yapılandırabilmektedir. Bu bilgininin örgütlü bir direnişe dönüştürülmesidir.

 

Yararlanılan Kaynaklar

  • Türkiye de Toplumsal Cinsiyetin Çalışmaları, Koç Üniversitesi Yayınları
  • Zehra Dökmen, Toplumsal Cinsiyettin Sosyolojik Açıklamaları
  • Fatmagül Berktay, Dünyayı Bugünde Sevmek, Metis Yayınları
  • Fatmagül Berkay, Politikanın Çağrısı, Bilgi Üniversitesi Yayınları
  • Catharine A. Mackinnon, Feminist Bir Devlet Kuramına Doğru
  • Ahmet Arslan, İlk Çağ Felsefesi Tarihi I, Bilgi Üniversitesi Yayınları
  • Felsefelogos, Fesatoder Yayınları (37. Sayı)
Bunları da beğenebilirsin

Yoruma kapalı.