Düşünce ve Kuram Dergisi

Finans Çağı-Komutan Para ve Onun İdeolojisi Neoliberalizm

Ali Fırat

Reel sosyalizmin, sosyal demokrasinin ve ulusal kurtuluş akımlarının yüzyıllık bir ömrü bile aşmadan kapitalizme eklemlenmeleri sistem karşıtları üzerinde derin olumsuzluklara yol açtı. Hareketler güç kaybına uğradı. Bu durum aslında bünyelerindeki yetersizlikler, yanlış ideoloji ve programatik görüşlerinden kaynaklanmaktadır.  Zihniyet ve yapılanmaları incelendiğinde, liberalizm ve moderniteyi pek aşamadıkları görülecektir. Liberalizmin en sağ veya sol kanadı olmaları er geç liberalizmle bütünleşmelerinin önünde engel değildir. Kapitalist tekellere eklemlenmeleri ise, modernite anlayışlarıyla bağlantılıdır. Postmodernist, radikal dinci, feminist ve ekolojist hareketler daha çok bu gelişmelere duyulan tepkinin sonucu olarak ortaya çıkan yeni hareketlerdir. Fakat mevcut ideolojik ve pratik konumları kendilerinden daha eski olan sistem karşıtları kadar bile etkili olabilecekleri konusunda kuşkular doğurmaktadır. Neoliberalizm ve radikal dincilik bu yüzden biraz olsun etkili olabiliyor. Bu nedenle sistem karşıtlığının entelektüel, ahlâki ve politik olarak radikal bir yenilenmeye ihtiyacı vardır. Bu ana çerçeve içinde sistem karşıtı güçleri daha yakından tanımak önemlidir, gereklidir ve yararlıdır.

Kapitalizmin krizinden hangi sistemlerin çıkabileceği en çok tartışılan sorunlardır. I. Dünya Savaşı sonrasında da kriz yaşandı. Bolşevik Devrimi, Lenin’in bu yönlü çözümlemesine yakından bağlıdır. İkinci büyük dünya savaşı krizin bitmediği ve sürekliliği olduğu karakterini yansıtıyordu. Kapitalizm kendini toparladı. İkinci büyük bilimsel teknik devrimle oldukça büyük sıçrama da yaptı. Kısa süreli bu çıkışları, sistemdeki kriz çatlağının dallanmasını engelleyemedi. 1970’ler sonrası, Sovyetlerin çözülüşüyle birlikte sistem krizi hafifletmek şurada kalsın, daha da ağırlaştırdı. Sovyet deneyiminin objektif olarak sistemin yükünü hafiflettiği kanıtlanmıştı. Bu süreçte kriz çözümlerinin sistem karşıtlarıyla neoliberal yorumları tekrar canlandı. Neoliberalizm gerçekten geçmişin bir karikatürü mü? Yoksa iddia ettiği gibi “küresellik” adı altında gerçek bir yenilik mi? Bu tartışma tüm hızıyla sürerken, reel sosyalizm krizinin ardından halkların alternatifi daha da kendini dayattı. Sistemin ABD, AB, Japonya arasındaki gerilimi, Kuzey-Güney çatışması ve artan toplumsal kutuplaşmaları nereye götürüyordu? Çevre, feminizm ve kültürel ağırlıklı akımlar, yeni aktörler olarak devreye giriyordu. İnsan hakları ve sivil toplumun çözümleyici değeri daha da artıyordu. Sol habire kendini yenileme çabasındaydı. Bir yandan Davos Zenginler Kulübü tartışmaları, diğer yandan Porto Allegro Fakirler Kulübü tartışmaları nasıl bir dünya öngörüyordu? Tartışmaların sığ düzeyi, günü kurtarmaktan öteye gitmiyordu. Sistematik, teorik öngörü her iki tarafta da eksikti. Program planlı, hareket sınırlıydı. Özcesi toplumun özgürlük, eşitlik yanlılarının krizden başarılı çıkısı için ne bilgi ne de yapılanmaları yeterlilik gösteriyordu. Modern tarihin emekçiler ve halklar adına yaşadığı 1848, 1871, 1917 devrimleri başta olmak üzere, çok sayıda devrim dalgalarını kendi sularına çekebilen liberalizmin bir daha “neoliberalizm” adındaki sözde yeni sularında boğulmak istenmiyorsa, bu sefer benzer hatalara düşülmemeliydi. Gerekli olan doğru bilgi gücü ve toplumun yeniden yapılanması, başarılı formlarını bulabilmesiydi. Özellikle çelişkilerin her gecen gün yoğunlaştığı, krizler ve çatışmaların çılgınca yaşandığı Ortadoğu’da, halkların seçeneği anlam bulabilmeli ve yapısallığı aydınlanmalıydı. 11 Eylül krizi denen ve en derin komplosal nitelik arz eden yeni ABD hamlesine halklar kendi seçeneklerini hazır tutmalıydılar. Öyle bir seçenekler demeti ki, bir daha köklü yanılgıya düşmesinler, sistemin çürümüş yapılarına yama olmasınlar. Tarih mütevazı, ama ciddi, yanıltmayan bir yanıt bekliyordu. Denenmiş, umut vermeyen tekrarlara kapılarını iyice kapatıyordu.

İdeolojik hegemonyasını kuran liberalizm bağlaşığı medya tekelleriyle bu ideayı tüm insanlığın ortak hakikati olarak göstermek için âdeta çağ içinde çağ (medya, bilişim çağı) yaratmak gibi olağanüstü bir çaba harcamaktadır. İçerik ve biçim olarak gerçeği tarihsel boyutu içinde sunmaya önem verirken geçmiş ve bugünden kopuk bir fütüroloji (gelecek bilimi) inşa etmekten de geri kalmaz. Müthiş şimdicidir; “Şimdiyi yaşa, gerisi boştur!” sloganını temel inanç olarak işler. Tüm eski ve yeni fikirler ve ideolojik kalıplardan eklektik bir anlayışla oluşturduğu neoliberalizm, beterin beteri olarak âdeta Roma’nın son havasını andırmaktadır. Üç S’nin; spor, seks ve sanatın azami ölçüde ideolojikleştirildiği bir dönem yaşanmaktadır. Hepsine dinsel boyut kazandırılmıştır. Günümüzde stadyumlarda şölene dönüştürülen futboldan daha afyonlayıcı ikinci bir din bulmak çok zordur. Endüstrileştirilen sanat alanında da benzer gelişmeler yaşanmaktadır. Cinsellik gibi en temel doğal bir içgüdü bile seks endüstrisine dönüştürülmüştür. Afyonlayıcı bir etkisi olan seks en az spor ve sanat kadar dinselleştirilmiştir. Bu üçlüye “kapitalist modernitenin dinsel şölenleri” demek daha uygun düşecektir. Dinin egemenliği adına yola çıkan radikal dincilik de, kendini her ne kadar anti-modern olarak sunsa da, modernitenin bir eğilimidir. Derinden bakıldığında, kapitalizm damgalı modernitenin kendine en güvensiz modernite olduğu anlaşılabilecektir. Bu kadar eklektizme ihtiyaç duyması bu gerçeği kanıtlamaktadır. Postmodernizm her ne kadar bu güvensizliğin ürünü olarak ortaya çıktıysa da, moderniteye alternatif olamadı. Moderniteden bıkan aydın çevrelere sadece bir pencere açmak istiyordu. Yaşam tarzı itibariyle gırtlağına kadar kapitalist moderniteye batmış durumdaydı. Bunun tipik örneğini filozof Adorno’da görmek mümkündür. Adorno; “Yanlış hayat doğru yaşanmaz” derken, moderniteyi çok veciz bir biçimde izah ediyordu. Ama alternatif sunmada sıfırdı. Bu yüzden de devrimci gençliğin büyük tepkisini almıştı. Neoliberalizm aslında cilası dökülmüş moderniteye yeni cila olmak istiyordu. Fakat ne kadar ekleme ve yenileme yapsa da, küresel finans tekel çağının çelişkilerini örtbas etmesi ve sistemi kurtarması kolay olmamaktadır.

 

Paranın Toplumsal Güç Haline Gelmesi

Paranın toplumsal komuta gücü haline gelmesi şüphesiz önemli bir gelişmedir. Bu durum çözümlenmeden toplumun kavranması çok eksik kalır. Para belki de tüm vücuda gerekli enerjiyi oluşturmak için hücrelere besin taşıyan damarlardaki kan örneği gibi, ekonomik yaşamda akışkanlık sağlayan değerdir. Ne olduğu ve nasıl bu konuma eriştiği anlaşılması gereken en ciddi toplumsal fenomendir. Beraberinde muazzam kirlilik taşıdığı inkâr edilemez olan bu aygıt hangi tarihsel ve toplumsal etkenler sonucu bu durumunu kazandı? Gerçekten toplumda neyi gerçekleştirmektedir? Kazandırdığı ve kaybettirdiği kişiler, gruplar kimlerdir? Onsuz olunur mu, olunmaz mı? Yerine neler ikâme edilebilir? Sorular daha da çoğaltılabilir.

Değişim aracı olarak para basit bir işlemin aracı olarak gayet anlaşılırdır. Yine de dikkat etmek gerekir. Değişenler nedir? Para iki değişen arasında adil bir ölçü sağlayacak araç olabilir mi? Sorunun daha başında büyük zorluklar içerdiği açıktır. Bir elmayla bir armudu değiştirmek gibi en basit bir alışveriş meselesinde, diyelim ki oran bire iki oldu: Bir elma=iki armut. Para piyasada böyle işlev görsün. Neden bire karşı iki de, bire üç veya bire bir değil? O zaman işin içine en basitinden emek-değer girecektir. Yeni sorular peşi sıra gelebilir. Emeğe değerini veren nedir? Cevap olarak başka emek denilip soru sonsuza dek tekrarlanabilir. Açık ki alışveriş meselesinde adil ölçüyü paranın sağlaması zor görünmektedir. Büyük ihtimalle gücünü ve itibarını bir seçenekten kazanacaktır. Öyle kabul gördüğü için kabul edilmektedir. Temelinde adalet, değer, emek gibi ölçüler aramak beyhudedir. Zaman ve mekânda hazır bulunanlar “İşlerimizi kolaylaştırmak için bir arabulucu seçelim” demişler, bulunan arabulucu nesnenin adını para koymuşlardır. Bu kısa öyküyle parayı tanımlamaya çalışıyoruz. Fakat öyle bir arabulucu aracıyla karşı karşıyayız ki, bu konumunu bırakıp başka rollere girdi mi her şey allak bullak olabilir.

Bir örnekle durumu anlaşılır kılalım. Toplum bir kadının ancak bir erkeğe bağlı olarak bir evde adına “namuslu” denilen tarzda yaşayabildiği takdirde kabul görebileceğini belirtir. Kadının öyle olmaktan çıkıp birçok erkeği eve alması ya da adamın eve birçok kadını getirmesi halinde durum nasıl olur? Herhalde en hafif deyimle her şey allak bullak olur. Paranın durumunda işler daha da karmaşıktır. Örneğimize devam edelim. Kadın genel kabulü bozduğu için evden atılarak bir çözüme varılabilir. Fakat parada işler bu kadar kolay olmayabilir. Elinde parayı tutan namuslu değilse, “Paraya ne kadar para katılsa da kabulümdür” diyebilir. Hâlbuki toplum tıpkı bir kadın meselesinde gösterdiğine benzer bir kabulle parayı aracı kılmamıştı. “Onu biriktirmek en büyük namussuzluktur” diyebilmiş olması kuvvetle muhtemeldir.

Benim kanaatim işin aynen böyle olduğudur. Son derece nispi bir zaman ve mekânla sınırlı, kolaylık olsun diye araya konulan bu arabulucu asla tüm zaman ve mekâna yayılsın diye kabul edilmemiştir. Burada büyük bir suistimal olayı vardır. Toplum “Asla kabul etmem” diyebilir. Fakat atı alan çoktan Üsküdar’ı geçmiş olabilir. O zaman da toplumun hükmü yetmez olur. Dolayısıyla paranın ortama göre oynayan, eşi benzeri görülmemiş bir fahişe haline gelmesi yine kuvvetle muhtemeldir. Kendini birine bir, birine bin dolara kiralayabilir. Önünde bunu önleyecek hiçbir kuvvet artık yoktur. Nasıl bu duruma gelindi? Biraz da ekonominin dilini kullanarak bunu anlaşılır kılmaya devam edelim.

Ekonominin değişimle başlatılması pek fazla anlam ifade etmese de, değişimin kendisi önemli bir ekonomik faktördür. Birbiriyle değişen iki şeye mal veya meta denilmektedir. Toplum henüz kullanım değerinden başka bir değer tanımazken, karşılıklı değişimi ahlâki olarak uzun süre doğru bulmadı. Armağan ekonomisi dediğimiz bir sisteme bağlı kaldı. Ürettiği veya elde ettiği çok değerli addedilen bir nesneyi değer verdiklerine armağan ediyordu. Armağan kültürü yücelticiliği ifade ediyordu. Yüceltilene armağan sunulurdu. Değerli olanın böylece değeri kanıtlanmış, onurlandırılmış oluyordu. Geriye kalan nesneler günlük yaşam için harcanırdı. Birikime de iyi gözle bakılmazdı. İnsan toplulukları milyonlarca yıl boyunca böyle yaşayabildiler. Mal değişimi olmadan, karşılıklı mal olarak veya para karşılığında değişime toplumun ahlâkı ve vicdanı bir türlü razı olmuyordu. Çünkü ürettiği değerin pahası, karşılığı olabileceğini düşünmüyor, düşünülmesini ahlâken uygun bulmuyordu. Belki de sağduyusu veya ahlaki bilinciyle bunu hileli bir yol sayıyordu.

Değişimin eşiği ekonominin eşiğiyse, ekonomiye böyle giriş yapılması herhalde iyi bir giriş sayılmayacaktır. Çünkü asli geleneğe rağmen yapılmıştır. Değişimi ekonomik ilişkinin temel değeri saymak bir varsayım olabilir. Ama tek varsayım değerinde saymak doğru olmaz kanaatindeyim. Ekonomiyi değişimden başka etkenlerle bilimselleştirmek mümkündür. Daha doğrusu değişimden farklı, hatta değişimin kabule dayanan, para gibi bir aracıya dayanmayan biçimleri de rahatlıkla geliştirilebilir. Teorik olarak ve pratikte bu biçimleri geliştirme konusunda yaratıcı olmaktan geri durulamaz. Değişimden daha önemli olan, emtianın mal haline geliş meselesidir. Kullanım değerinin değişime tabi tutulması emtialaşma, mallaşma olarak tanımlanır. Toplumda emtia olgusunun ortaya çıkışı uygarlık sürecine yakın dönemdedir. Ticaretin kabul görmesindeki temel etkendir emtia. Emtianın kendisi onu ilk edinenin elinden çıkma anına denk geliyor. Elinden çıkarmayı kabul etmek emtianın başlangıcıdır. Karşıdan biri bir şey karşılığında alınca emtialaşma süreci tamamlanmış oluyor.

Yine bir örnek verelim. Birinin yıllarca beslediği bir ceylanı başka birinin yıllarca beslediği bir keçiyle değiştirdiğini düşünelim. Bu değişimin adil ve eşit olduğu hiçbir zaman ispatlanamayacaktır. Çünkü hangi alın terinin ne kadar akıtıldığı hiç bilinmez. Daha da önemlisi, keçiyle ceylan hiçbir zaman iki eşit olamaz. Bu analojiler şüphesiz değişimin mantığındaki çelişkiyi yakalamak içindir ve böylesi çelişkiler her zaman mevcuttur.

Bu çelişkilerin kabulü temelinde para konusuna yeniden döndüğümüzde, barındırdığı hileleri daha iyi fark etmiş oluyoruz. Toplumları tanırken bir noktayı daha iyi anlamak büyük önem taşır: Toplumsal olgular fiziksel olgular gibi değildir. “H2O” mutlak olmasa da, dünya koşullarında hep su molekülüdür. Başka anlamı olamaz. Toplum ise, içinde muazzam bilinmezlikler taşısa da insanın inşa ettiği olgular paketidir.

 

Toplumsal Gerçeklikler İnşa Edilmiş Gerçekliklerdir

Toplum kendi inşa ettiğini değiştirip yeni inşalar gerçekleştirebilir. Şu kural ortaya çıkıyor: Toplumsal gerçeklikler inşa edilmiş gerçekliklerdir. Doğa veya tanrı vergisi gerçeklikler değildir. O halde para da rahatlıkla inşa edilmiş bir gerçekliktir denilebilir. Değişim ve emtialar konusu da inşa edilmiş gerçekliklerdir. Tanrı veya doğa vergisi değiller.

Pozitivistlerin en büyük günahı, toplumsal gerçeklikleri fiziki gerçeklikler gibi olgularla aynı kategoriye koymaları olmuştur. Toplumsal olguyu değişmez gerçeklikle bir tuttuğumuzda, büyük yanılgılar içeren toplumsal paradigmalara kapıyı ardına kadar açmış oluruz. Ekonomiye pozitivist açıdan baktığımızda bu sakıncaları görmemek mümkün değildir. Milliyetçilikleri nesnel gerçeğin ifadesi olarak anladığınızda, değişik konumlarda da olsalar, felsefi bakımdan aynı olan Hitler ve Stalin’in konumuna düşersiniz. Bu ikisi de, yani tüm pozitivistler ve kaba materyalistler de toplumda kabul ettikleri gerçeklere mutlak olgu değeri vermekten kurtulamazlar. Para konusunu son derece nazik kılan bir etken de topluma bu pozitivist yaklaşımla bakan anlayıştan gelir: Parayı tam gerçek saymak. Dolayısıyla onun aracılığıyla el değiştirme, giderek tam gerçek olarak algılanmasına dönüşür.

Paranın değişimle birlikte ekonomiye girmesini ve tarih boyunca gösterdiği gelişmeleri incelemek konumuz değildir. Fakat paranın giderek ekonominin vazgeçilmezi haline gelmesi, içerdiği sakıncaların da büyümesi anlamına gelir. Tek bir değişimin içerdiği çelişkiyle karşılaştırdığımızda, paranın sınırsız değişim gücü kazanmasının ne kadar netameli, sakıncalı durumlara yol açacağı anlaşılırdır. Binlerce çelişkinin somutlaşmış hali olmak kolay bir şey değildir. Para bu çelişkili haliyle ekonomide yol ala ala finans çağına ulaştığında, ortaya çıkan durumun bütün vahametini görmeden toplumu anlaşılır kılmak kendini aldatmaktan başka anlama gelmez. Vahamet dediğimiz durum, paranın bağrındaki muazzam çelişkilerle birlikte en gelişkin çağına varmasıdır. Bu sicili çok kötü bir zorbanın çok büyük bir orduya başkomutan yapılması gibi bir şeydir. Toplumda başlangıçta sadece hazır olanların bir anlık kabulüne dayanan bu kuşkulu aracın çok geçici aracılık konumu giderek tanrı katına yükseltiliyor. En etkin komuta gücünü de elinde tutarak.

Paranın gelişim tarihini incelemek hayli ilginç olurdu. Tarihte ilk altın sikkenin Lidyalı Kreuzus tarafından çıkarıldığı söylenir. Halen altın aramalarının sorun yarattığı Manisa’nın Sard kentinde oturduğu ve başına gelmedik iş kalmadığı söylenir. Para öyle bir şeydir ki, onunla da onsuz da olmak çok zor konum arz eder. Bilinen emtia, değişim ve paralaşmanın el ele vererek hızla geliştiği ve ekonominin başköşesini ele geçirdiğidir. Pers ve Greko-Romen uygarlığında para kullanımının çok yaygınlaştığı günümüze kadar ulaşan yüzlerce sikke çeşidinden bellidir.

İslâm uygarlığında Riyal en az sultanlar kadar itibarlı bir konuma erişmişti. Kentlerde paranın tahtı sağlamdı. Özellikle Yahudi sarraflar büyük önem kazanmıştı. Yahudi ve Ermeni sarraf ve tüccarlar Avrupa’dan Hindistan’a kadar uzanan ticaret yolları üzerindeki kentlerde paralel bir para ve ticari tekel hattı kurmuşlardı. Siyasi egemenliğe paralel bu kapital hattı çok etkiliydi. Sultan ve emirlikleri kendine oldukça bağlamışlardı. Avrupa ve Asya’daki etkinlikleri sürekli artıyordu. Toplumların kavim olarak Yahudiler ve Ermenilere artan tepkisinin altında bu gerçekliğin önemli payı olsa gerek. Yahudi ve Ermeni pogromlarını araştırırken bu durum önemle göz önünde bulundurulması gereken bir husustur.

İtalyan kentlerinin İslâm dünyasından para ve ticaretin öncülüğünü devralmaları 13. yüzyılın ortalarına doğrudur. Özellikle Venedik, Cenova ve Floransa gerçek birer para ve ticaret mucizesi olarak gerçekleştiler. 16. yüzyıla kadar başta Rönesans olmak üzere her bakımdan Avrupa’ya öncülük eden yıldız kentlerdi. İtalyan kentleri sadece Rönesans Devrimini gerçekleştirmekle kalmadı; para devriminin de önemli mimarlarındandı. Her ne kadar ilk öncüllerini İslâm dünyasında buldularsa da, katkıları oldukça büyüktür. Banka, senet, kâğıt para, kredi, muhasebe gibi modernitenin vazgeçilmez tüm parasal araçlarını bu kentler geliştirdi, kurumlaştırdı. Para tarihinde bu gelişmelerin çok büyük rolü vardır. Pazar ve ticaretin gelişmesinde birer devrim rolünü oynadılar. Emtialaşma ve paralaşmanın hızını belki de yüzlerce defa daha da arttırdılar. Paranın egemenliğinin gelişmesinde kilometre taşlarıydılar.

Toplum yavaş yavaş bu araçların tahakkümüne hazır hale getiriliyordu. Görünüşte basit bir teknik muameleydi gerçekleştirilenler. Bankalar para birikim yerleri olacaktı. Senetler para karşılığı olan kâğıt parçalarıydı. Kâğıt para da bir nevi genel senetti. Hafifti, işleri daha da kolaylaştırıp hızlandırıyordu. Kredi sıkışık durumda olan müşterilerine daha sonra ödenecek münasip bir faiz karşılığında verilen borç paraydı. O da işleri hızlandırıyor, boş kalmayı önlüyor, ilgilisinin tembel tembel oturacağına işlerini hızla sürdürmesine ve sağlanacak kârla borcunu kapatmasına hizmet ederek daha hayırlı bir rol oynuyordu. Muhasebe işlerin kâr-zarar, gelir-gider envanterini netleştiren dokümandı; ayna gibi dönemsel olarak kişi veya şirketlerin durumunu yansıtıyordu. Bunlar basit ama müthiş sonuçları olan devrimlerdi. Başta Sevilla, Lizbon, Londra, Amsterdam, Hamburg, Lyon, Anvers, Paris olmak üzere, İtalya’nın bu devrim ürünlerini Rönesans ürünleriyle birlikte hızla ülkelerine aktaran Avrupa kentleri devrimleri kıta geneline yaydılar, büyüttüler.

16. yüzyılla birlikte Hollanda ve İngiltere’nin önce tarım ve ticarette, sonra sanayide bu devrim ürünlerinin etkin yardımlarıyla nasıl genel bir kapitalist devrimi gerçekleştirdiklerini ifade etmiştik. Kapital, kapitalist ve kapitalizm para saltanatının ön basamaklarıdır. Onlar bu basamakları atlayan gerçek birer kraldılar: Çıplak krallar. Ticaret çağı büyük hızıyla birlikte büyüyen kârını büyük oranda bu paralaşma ve para araçlarına borçluydu. Paranın egemenliği sessiz ve derinden ilerliyordu. Sadece krallığa değil, tanrısallığa da oynuyordu. Hem de ilk defa maskesiz ve bizatihi olarak. Endüstri çağı ona hem çok şey borçluydu, hem de kendisine çok büyük fırsatlar sundu. Toplumda pazarlaşma, kentleşme, emtialaşma ve ticaret yoğunlaşması olmadan sanayi devrimi olamazdı. Tüm bu süreçler para olmadan gerçekleşemezdi. Para ve paralaşmanın hız kazanması vücuttaki kan dolaşımı rolünü kazanmıştı. Onun kesilmesi organların çalışamaz duruma gelmesi ve işlevini kaybetmesiydi. Bu da ölümleriyle eşanlamlıydı.

Fabrika-işçi ilişkisini çözümlediğimizde durum daha iyi anlaşılır. Fabrikayı eski köle ve serfle işletmek mümkün değildir. Hem efendiden hem de senyör ve topraktan kopmadan işçileşme olmaz. Tam bir işçileşme mutlak ücretle gerçekleşir. Ücret ise, para olmadan ödenecek bir değer değildir. İşçinin paraya kesin mahkûmiyeti gerçekleşmiş oluyordu. Para, efendi ve senyör olmadan yeni köleyi mutlak egemenlik altına alma konumunu kazanmıştı. İktidarlaşmada bu dev bir adımdır. Yeni sanayi toplumu bu yolla tamamen paranın egemenliğini tanıyan ilk büyük toplum biçimi oluyordu. Daha önceki hiçbir uygarlık toplumu bu denli paranın hâkimiyetini tanımamıştı. Endüstri toplumunda para artık bir kültürdür. Her şey onun etrafında anlam kazanır. Büyük hayallere yol açması kadar, tüm büyük projeler para olmadan başlatılamazdı. Çocuğuna basit bir ayakkabı almaktan evinin ışığını yakmaya, en ücra köyden en gelişmiş kent semtlerine kadar her aile paranın mutlak gereğinin bilincindeydi. Onu elde etmek uğruna içine girilmedik bir iş, plan düşünülemezdi. Herkes para edinmek için ne gerekiyorsa onu yeni tanrısına sunmaya mecbur edilmişti.

Görünüşte kutsal değer emek satılıyordu. Paranın yol açtığı en tipik yanılgılardan biridir bu. Parayla satılan, yani elden çıkarılan sadece emek değildir. Onu elde etmek için öncelikle sağlıklı bir bedene, bedeni elde etmek için bir anaya, anayı elde etmek için bir kadına ihtiyaç vardı. Bu “için”ler sonsuza dek gider. Emek ayrıca beceri kazanmalıydı. O olmadan satın alınmazdı. Onun için ustaya ve tezgâhtara, onlar içinse binlerce yıllık iş tecrübesine, onun emektarlarına ihtiyaç vardı. İşte basit bir ücret (karın doyurmadan biraz fazla) tüm bu kutsal değerlerin elden çıkarılması oyunuydu. Tarih ve toplum satılıyordu. İnsan birey böyle araçsallaştırılmıştı. Şimdiye kadar hiçbir toplumsal tanrı kulları üzerinde bu denli hâkimiyet kurmamıştı.

Para tarihinin önemli bir kilometre taşı da altın ve gümüş gibi değerli madenlerin karşılık olarak gösterilmesinden kurtulmasıydı. Bu büyük devrim -kara para devrimi- 1970’lerde gerçekleşti. Artık para tam özgürleşmişti. Birinci özgürleşmesini özgür İtalyan kentleri onu kâğıt, senet, kredi gibi enstrümanlara bağlayarak sağlamıştı. İkinci büyük devrimi ise, ABD Dolarının altın ve gümüşe bağlı olmaktan resmen kurtulmasıyla gerçekleştirilmişti.

Finans çağına resmen bu devrimle girilmişti. Üçüncü büyük küreselleşme hamlesi denilen tarihsel gelişmenin altında bu olgu yatmaktadır. Kapitalizmin ilk büyük küreselleşme hamlesi, bilindiği gibi ticaret çağının (M.S. 15-18. yüzyıllar) kıtasal sömürgeleştirme ve yarı sömürgeleştirme hareketleri dönemine denk düşüyordu. İkinci büyük küreselleşme hareketi, sanayi çağının (kabaca 19. yüzyılın başından 20. yüzyılın son çeyreğine kadar) emperyalizm hamlesi ve ondan kaynaklanan çok geniş bir sınıfsal ve ulusal savaşlar dönemiydi. Yaklaşık dört yüzyıl yıl süren bu dönemlerin baş yapıcılarından birinin para olduğu tartışılmaz bir gerçektir. Hepsine birden para çağı dmek yanlış olmaz. Kapitalist modernitenin büyük tanrısı (Zeus-Jüpiter) ulus-devletti, iktidar ve savaş tanrısı (Ares-Mars) para ise ekonominin ve tarihte genel anlamda karşılığı olmayan yeniçağın yükselen yeni tanrısıydı. Tüm kadim tanrıları bastıran ve hegemonyasını kuran tanrı!

Finans çağının temel özelliği, para kurumunun tüm enstrümanlarıyla birlikte başat duruma geçmesidir. Sanayi ve ticaret tekellerini tamamen kontrolü altına almıştı. Tekel olarak devleti de (özellikle ulus-devleti) kendine iyice bağımlı hale getirdi. Ekonominin temel katları olan kullanım (tüketici) ve üretim-değişim platformları da tamamen paranın denetimine girdi. Kullanılan araçlar IMF, Dünya Bankası, Uluslararası Ticaret Örgütü, dünyanın tüm merkez bankaları, küresel bankalar, çeşitli kredi senetleri, piyasa ve borsalar, bono ve tahvil senetleri, tüketici kartları, faizler ve döviz kurları vb. türünden geniş bir enstrümanlar listesidir. Bu kurumlar aracılığıyla para artık hayalet bir varlık haline gelmiştir. Daha doğrusu, ataerk ailenin eski hiyerarşik yöneticisi durumunda kalmıştır. Onun yerine yeniyetmeler olarak bu kurumlar evlat rolünü oynamaktadır. Ama hepsinin ataları olan paranın tohumunu taşıdıkları da bir gerçektir.

Kendi içinde bu kurumlar müthiş bir ağ halindeler. Son derece organizeler. Saniye saniye birbirlerinden haberleri vardır. Birbirlerini etkilerler. Hareketleri kısa, orta ve uzun vadeli olarak düzenlenir. Kısa süreli hareketlere “sıcak para”, orta vadeli olanlara “bono ve tahvil”, uzun vadeli olanlara da “uzun vadeli senet” demek moda gereğidir. Sık sık isim ve süre değiştirebilirler. Toplumsal inşanın en hızlı gerçekleştirilenleridir. Temel muhasebe aracı Dolar ve Euro’dur. Bunlar ABD ve AB’nin para birimidirler. Sistem halen yetkinleştirilmekle birlikte tamamlanmış sayılır. Peki, temel gaye olan kârlar bu yeni sistem altında nasıl gerçekleştirilmektedir?

Ekonomik, toplumsal ve siyasal dünyanın tüm ilişki ve çelişkileri bu yeni sanal sisteme olduğu gibi taşınmıştır. Hatta ideolojik, akademik ve diğer kültürel argümanlar da bu sistemin pençesine aldığı dünyalardır. Gerçeğe daha yakından bakmak anlam gücümüzü arttıracaktır.

Dolar’ın (yedekte tutulan Euro’nun da) temel muhasebe birimi olması ne anlama gelmektedir? Dolar birikim alanları ve milli paralar arasındaki kur değişimleri, bono ve tahvil, hisse senetleri piyasalarındaki hareketler, faiz ve fiyat değişiklikleri hangi somut dünyalardaki ilişki ve çelişkileri, dolayısıyla ittifak ve savaşları yansıtmaktadır? Giderek sıkça sözü edilen Üçüncü Dünya Savaşı ağırlıklı olarak bu simgesel sanal dünya içinde geçiyor olmasın? Gerçek alandaki savaşlar ise bunun yer yer fay yarıklarından dışa vurması gibi olmasın?

ABD’nin İkinci Büyük Dünya Savaşı sonrasının hegemon gücü olduğu genelde kabul gören bir görüştür. Para birimi olarak doların dünyadaki ağırlığı bu hegemonyanın sonucudur. İlginç olan tam da bu hegemonya zirve yaparken, Doların altın karşılığından kurtulmasıdır. Bunun bir nevi hesapsız, sorumsuz dünya hegemonu olmayı yansıttığı çok açıktır. ABD’nin 1980’lerden itibaren dünyaya trilyonları katbekat aşan doları karşılıksız olarak saldığı bilinmektedir. Bu korkunç bir olaydır. Yalnız banknot matbaasını çalıştırarak yılda trilyonlarca dolar kazanma anlamına gelmektedir. Para hiçbir çağda ve hiçbir yerde bu denli kendi kendini büyütmemiştir. Hegemon olmanın ilk defa kendini paraya yansıtmasını veya paranın bizzat hegemon olduğunun itirafını bu olgudan daha iyi açıklayan başka bir araç olabilir mi? Bütün ulus-devletlerin borçlu durumda olduklarını göz önünde bulundurursak (Çok tuhaftır, en büyük borçlu ulus-devlet ABD’nin kendisidir), paranın niye tam hegemon olduğunu algılama gücümüzü bir kez daha arttırmış oluruz. ABD Merkez Bankasının ufak tefek para oyunlarının (faiz-fiyat indirme, yükseltme hareketleri) dünyayı şiddetle sarsması da finans sisteminin iyi oturmuşluğunu gayet iyi açıklamaktadır. Yani paranın gücünü kanıtlayan olgular çok fazla oluyor.

Krizlerin sistemle bağı daha da çarpıcıdır. Asya, Rusya ve Latin Amerika’da devrevi olarak zincirleme tarzda oluşan krizler tamamen para sahasında geçmektedir. Reel ekonomiye yansımalar hep sonradır. Daha önceki krizler reel dünyada başlayıp para dünyasında sonuçlanırken, finans çağının krizleri tam tersine olmaktadır. Reel ekonomi en sona bırakılmakta, ama finans dünyasının egemenlerinin istedikleri gibi, ülke veya ülke bloklarını hizaya getirdikten sonra fazla ağırlaştırmadan sona erdirilmektedir. Rusya örneği bu konuda öğreticidir. SSCB resmi olarak 1991’de dağıldıktan sonra giderek ağırlaşan bir finansal kriz sürecine alındı. Kriz 1998’de doruk noktasına çıkarıldı.

Çok ilginçtir, bu dönemde bilinen Şam’dan çıkışımdaki gelişmeler bağlamında ben de Moskova’daydım. Rus yetkililer çok acilen Rusya’dan çıkmamı, bunun için ellerinden ne geliyorsa yapabileceklerini söylüyorlardı. Kocaman İstihbarat Şefi şunu belirtiyordu: “Altı ay sonra olsaydı her şey kolay olurdu. Biz de sana böyle davranmazdık.” Evet, 1998 krizi Rusya’yı teslim almıştı ve en yetkili ağızlardan itiraf ediliyordu. Gayet iyi hatırlıyorum. Benimle ilgili operasyonu yürüten İsrail Başbakanı Ariel Şaron ve ABD Dışişleri Bakanı M. Albraight alelacele Moskova’ya gelip on milyar Dolar kredi karşılığında Rusya sahasının dışına atılmamı sağlamışlardı. Bu amaçla IMF ile antlaşma imzalanmıştı. Türkiye ile Rusya arasında da Rusya’dan çıkarılmam karşılığında ayrıca ‘Mavi Akım’ Anlaşması imzalanmıştı. ABD muhalefetine rağmen Rusya’nın bir şartı da bu anlaşmanın imzalanması oluyordu. Rusya sistem hegemonunun istediği neoliberal politikalara çekildikten sonra, yavaş yavaş felçli halinden çıkıp sistemle bütünleşti. Sanal ve finansal karşıdevrimler çağında bir karşıdevrim de böyle gerçekleşiyordu!

 

Neoliberalizm Finans Çağının Reel Dünyayı Yönetmesini Çözümlemek Hayli Öğretici Olacaktır

a- Reel ekonomik dünyayı yönetmesinin paranın komuta gücüne yükselmesiyle bağlantısını sıkça dile getirdik. Daha çok hegemonun ana politikalarına hizmet edecek projeler esas alınır. Dünya ekonomisi finans çağına göre nasıl dizayn edilecek? Hangi bölge hangi mallarda yoğunlaşacak? Payı ne olacak? Ülkelerin temel siyasetleri nasıl düzenlenmeli, ekonomik ve sosyal yapılanmalarını nasıl yenilemeli, borçlarını nasıl ödemeliler, kaynaklarını nasıl kullanmalılar? Ayrıca asi, çete dedikleri ülke ve ekonomiler nasıl hizaya getirilmeli? Eski SSCB bloğu, Çin ve diğer Üçüncü Dünya denilen ülkeler hegemonik sistemle nasıl bütünleşmeli? İsrail’le ilişkiler nasıl düzenlenmeli? Bir bütün olarak dünya, ülke, devletler ve halkları neo-liberal yeni finans çağının genel kriterlerine hangi parametreler temelinde uyum sağlayacaklarsa, o temelde her ülke, şirket, devlet ve bireylerin önüne projeler konulur. Bu projelere uygun yatırımlara birçok siyasal ve askeri şart da bağlandıktan sonra finansman, yani parasal enstrümanlar sağlanır. Uymayanlara ise kriz dayatılarak iflas noktasına getirilir. Zaten finansal çağ demek projelere şartlı kredi sağlama çağı demektir.

Sistem bu temelde çalıştırılmaktadır. Kapitalizmin finansal çağda ekonomi olmadığını en net biçimiyle bu kısa betimlemelerimiz bile göstermektedir. Kâğıt oyunlarının ekonomi olmamak kadar ekonomi dışı dayatmalar olduğunun en iyi kanıtlama araçlarıdır. Tekelin azami kâr kazanması bu kâğıtlar üzerinden gerçekleşmektedir. Bundan daha açık ekonomi dışılık olur mu? Hiçbir sektör ve dönem, kârın ticaret ve sanayi çağındakinin çok üstünde bedava elde edildiğini finans sistemi ve çağı kadar iyi açıklayamaz. Küçük kuponlar karşılığında herkes kâra bulaştırılarak hem sisteme suç ortağı kılınıyor, hem de sistem kendini daha da güçlendirerek kurtuluyor. Finansal çağ endüstriyalizmden daha ağır ekonomi dışı bir çağdır; bir toplum biçimidir, onun kültürüdür.

Çok üst düzeyde bir parasal tekelleşmeyle karşı karşıya olduğumuz açıktır. Devletleri de (hatta devlet olarak ABD’yi de) içinde eriten bir süper tekelleşme aşaması söz konusudur. Tüm iktidar süreçlerini kontrol eden, geliştiren, bozan, yeniden kuran bir güç konumuna erişilmiştir. Yeni küreselliğin özü budur. Sanıldığı gibi iletişim çağı küreselleşmeyi nitelememektedir. Ekonomiyle siyasetin, siyasi tekelin hiç örneği görülmemiş ölçüde küresel çapta iç içe geçmesi özünü teşkil etmektedir. Tüm yerel, ulusal, siyasi ve ekonomik iradelerin küresel süper tekel güçlerinin kontrolüne girmesini ifade etmektedir. Bu yeni bir durumdur ve üzerinde oldukça yoğunlaşmayı gerektirmektedir.

b-Paranın toplumsal realite üstündeki etkisi tamamen fethetme amaçlıdır. Parasal ve sanal bir toplum hedeflenmektedir. Toplumun kapitalize edilmesinin en etkili yolu bono, repo, tahvil, hisse senedi gibi enstrümanlarla kendisini kâra iştirak ettirmektir. Böylelikle özellikle başta orta sınıflar olmak üzere, toplum finans dünyasıyla bütünleştirilmiş oluyor. Küçük bir kâr karşılığında düzeni koruma gücüne dönüştürülüyor. Düzene karşıt refleksleri önemli oranda kırılıyor. Tüketici toplum, tüketici kredisi, mikro kredi, bin bir türlü proje kredileriyle toplum kıskıvrak teslim alınmak istenmektedir. Yöntem basittir. Önce krizler dayatılarak işsizler dünyasına yeni bir işsizler dünyası ekleniyor. Orta sınıf çökertilip yeniden aman diler hale getiriliyor. Açlık ve yoksulluk ölüm sınırına dek dayatılıyor. Kargaşa ve kaos derinleştiriliyor. Daha sonra şartlar karşılığında toplumun yeniden inşası için krediler bağlanıyor.

Toplumlar eskiden devrimler ve aydınlanma/kültürel hareketlerle dönüştürülmeye çalışılırdı. Şimdiki finansal yöntemlerle daha komple, planlı, elini ateşe sokmadan, maşayla istediği sonucu elde ediyor, elde etmek istiyor. Tüm toplumlar üzerinde küresel bir homojenleştirme, kitle ve sürü toplum oluşturmak için tek kültürel potadan geçirme, sisteme en ufacık bir itiraz gelmeyecek biçimde yeniden inşa etmeler devrededir. Toplum projeleri bir bakıma eski devrimlerin, ütopyaların yerine ikame edilmiş oluyor. Artık ütopya ve devrimlere gerek yoktur. Her şey projelendirilebilir. Ayrıca finansörü hazırdır. Karşı-toplum, simülark toplum, sanal toplum, tek zihniyetli toplum bu olsa gerek. Dayatılanlar faşizmin yeni bir maskeyle küresel boyutta gerçekleştirilme projesi ve dünyası değil midir? Finans çağının toplumunu her yönüyle tanımak ve tanımlamak gerekir.

c- Finans çağının siyaset ve devlet politikaları endüstriyel çağla kısmen çelişik özellikler taşır. Endüstriyalizm esas olarak milliyetçilik ve ulus-devlet politikalarında yoğunlaşır. Tekeller yaratmak ister. Finans çağının küresel olma ihtiyacı bu tekelleri artık engel olarak görmektedir. Bir dünya-sistem haline gelen kapitalizm de ulus-devlet tekelini sonuna kadar destekleyemez. İçe kapanmaya eğilimli ulus-devlet tekelleri küresel çapta hareket etmek isteyen tekellerin önünde engel konumuna gelirler. Özellikle finans çağı ancak enstrümanlarını küresel çapta kullandığında kârı arttırabilir. Ulus-devlet bu durumda karşısında ciddi bir engel olarak durmaktadır. Ya yeni duruma uyarlanacak ya da yıkılacaktır. Kuzey Kore, Libya, Suriye, İran, Irak gibi. Libya uyarlanmayı kabul ettiğinden varlığını korudu. Irak kabul etmeyince, simgesel önemde bir güç olarak finans çağının gazabına uğradı. Yenisi inşa edilmek durumundadır. Tümüyle yıkılma durumunda değildir. Özellikle Brezilya, Türkiye, Arjantin, Çin, Hindistan ve Rusya gibi ülkeler ulus-devletçiliği en yoğun biçimde yaşadıkları için, krizlerle terbiye edilip sistemle yeniden entegre edilmek durumunda olan ülkelerin başında gelmektedir.

Daha da önemlisi, tekçi standart ulus-devlet derinliğine küreselleşmeyi de engellemektedir. Küresellik, ulus-devlet tipi yerel siyasi üniteleri değil, daha küçük çapta sınırlı ve bağımlı iktidarla yetinen devlet tipini gündemleştirmektedir. Küresel hegemonya orta büyüklükteki devletleri yerel birimlerle dönüştürmek istemektedir. Ulus-devletle finans çağının küreselliği uzun süre çelişkili olmaya adaydır. Bünyelerindeki sınırlı anti-kapitalist unsurlar da bunu zorunlu kılmaktadır. Genelde klasik devletin ve en çok da ulus-devletin yol açtığı derin yetmezlikler, sivil toplum denilen, özünde sivil toplumu tam anlamıyla temsil etmeyen bir tampon sistemle aşılmak istenmektedir. Sivil toplum demokratik içeriğinden boşaltılarak, liberalizmin ulus-devlet çıkmazını hafifletmek için kullanılmaya çalışılmaktadır. Sivil toplum klasik uygarlıkla demokratik uygarlığın üzerinde en çok çekiştikleri politik alandır. Sivil toplumun demokratikleşmesi ilkesel bir sorun olup, çözümlenmesi ve üzerinde çalışılması gereken demokratik siyasetin temel görevlerindendir.

İdeolojik planda finans çağının gündeme getirdiği temel konu ve sorunların başında uygarlıklar savaşı, radikalizm, terörizm, devletin yeniden inşası, globalizm, dinin yükseltilmesi gibi değerler gelmektedir. Uygarlıklar savaşı tezi iki bakımdan önemlidir: Sistemin hegemon gücünün mensup olduğu uygarlığı dayatması beklenebilir. Sanıldığı gibi bazı çevrelerin yansıttığı türde beyaz Anglosakson Hıristiyan uygarlığı söz konusu değildir. Reel sosyalizmle yaratılmak istenen sosyalist uygarlığın kapitalist moderniteyi aşamaması, aşma özelliklerini sergileyememesi nedeniyle sistemle yeniden buluşması, var gibi görünen bir uygarlık krizinin aşılmasını mümkün kıldı. İki blok arasındaki çatışmanın iki uygarlık arasında değil, aynı moderniteyi temsil eden iki hegemonik güç arasında olduğu SSCB’nin çözülmesi ve Çin’in kapitalistleşmesiyle açığa çıkmıştı.

Fakat İslâm dünyası denilen alan çok eski bir uygarlık alanı olmasının yanı sıra, İslâmiyet’in bir nevi bölgesel milliyetçi konumu, ayrıca İsrail ile çelişkiler uygarlıklar sorununu gündemleştirdi. Ortadoğu her üç kapitalizm çağında da sistemle bir türlü bütünleşmiyordu. Ulus-devlet de çözüm getirmek şurada kalsın, sorunu daha da kilitliyordu. Dinsel milliyetçiliğin hem Suudi Arabistan hem de Şii İran kanadında yükseltilmesi, şiddetin de olanca yoğunluğuyla devrede olması, İsrail-Filistin sorununun kalıcı etkileri uygarlık tartışmasını boyutlandırıyordu. Bu, sorunun uygarlığın kendi içindeki boyutuydu. Diğer boyut bölge halklarının, mozaik toplumların varlıklarını koruma, kültürel kimliklerini savunma, despotik ve ulus-devlet karmaşası faşist devletten kurtulma arzusuydu. Bir anlamda güçlü potansiyel taşıyan demokratik uygarlıkla klasik despotik uygarlık arasındaki çatışmanın bölgesel yansımasıydı. Açık ki, bu anlamda petrol ve su meselesinin de etkisiyle Ortadoğu’da ciddi bir uygarlıklar arası sorundan bahsedebiliriz.

Radikalizm finans çağının küreselciliğine karşı özünde ulus-devletçi bir tepkidir. Dinsel ve ırkçı renkleriyle ulus-devletin daha çok içe kapanmasını amaçlayan, ideolojik-politik çıkışlardır. Her alanda örnekleri vardır. İslâm, Hıristiyan, Hindu, Afrika animizmi gibi dinsel olanlarla her ulus-devlet içindeki sağ milliyetçi-ırkçı unsurlar diğer radikal kanadı teşkil eder. İkisinin çakıştığı sıkça görülen örneklerdendir. Küreselciliğe karşı yerelciliğin geri biçimini temsil ederler. Diğer yandan küreselciliğe karşı yerel demokratik, kültürel, feminist akımlar ve yeni sol özellikle Dünya Sosyal Forumu gibi platformlarda bir araya gelerek yetersiz de olsa demokratik uygarlık için bir tartışma gücünü sergilemektedir. Terörizm büyük ihtimalle sistemin bir provokasyon hareketidir. Finans çağının iktidarına meşru gerekçe yaratmak için bilinçli başvurduğu bir araç olduğuna dair güçlü işaretler vardır. Örneğin El-Kaide halen sırlı özelliğini korumaktadır. Finans çağının kendisi güçlü terörist özellikler taşır.

Paranın tahrip ettiği toplumsal ilişkiler başlı başına büyük bir terörizm sorunudur. Hiçbir terör, toplumu en derin bağlarından uzaklaştıran para hegemonyası kadar etkili olamaz. Sistemin tüm ekonomik, toplumsal ve siyasal alanda varlığını inşa etmek ve sürdürmek için giriştiği faaliyetlerin büyük bir kısmı tarihte örneğine ender rastlanan terör kapsamındadır. Büyük terörü provokatif unsurlarla gizlemek istemektedir. Paradan para kazanmanın reel ekonominin dışında büyük çapta gerçekleşmesi, tarihte hep karşımıza çıkan güçlü ve kurnaz elin sistem haline gelmesi ve toplumun tepesine oturmasıdır. Kırk haramilerin soygunları finans çağı tekel soygunlarının milyarda biri bile etmez. Böylesine büyük boyutlu soygunlar ancak tam bir terör sisteminde gerçekleşebilir. Bu anlamda iletişim çağı denilen olgu, ancak finans terörünü örtülemek için gerekli olabilirdi. Belki de bu amaçla geliştirilen medya terörü dediğimiz kavram anlam kazanabilir. Özcesi, sistemin kendisi tarihte gelmiş ve gelecek olan en büyük teröristtir.

Dinin yükseltilmesi yine perdeleme ve örtüleme bağlamında anlam ifade edebilir. Sömürü tarzı din gibi yüksek bir meşrulaştırma gücüne ihtiyaç duyar. Toplumun daha önceleri ihtiyaçları temelinde gerçekleşen üretimden dışlanması süreci finans çağıyla zirve yapar. Kitlevi işsizlik gerçekleşir. Bilimle izahı zor süreçler (kabul edilemez gelişmeler) ancak dinle yumuşatılarak yaşatılabilir ki, olan da budur. Söz konusu olan baskı altına alınan din kültürü değildir; yeniden dinselleştirme denilen olaydır. Tutuculaştığında her çağın içine girdiği ideolojik gerçeklik budur. Toplum böylelikle ekonomik rantiye, sürü toplum, uygarlık çatışmaları, terör ve dinsel tutuculuk halkalarıyla kıskıvrak bağlanmaktadır. Demir kafes, büyük gözaltı sistemi toplumu tam kontrol edemediğinde, bu tür yeni ideolojik etkenler eklemlenerek devreye sokulmaktadır.

Görünüşte kapitalizmin en güçlü çağı olan finans kapital çağı tüm özellikleriyle çöküşü ifade etmekte, sistemin sürdürülme potansiyelini tükettiğini göstermektedir. Bir çağ anlamından ne kadar boşalırsa, o kadar tutuculaşma zorunluluğunu hisseder. Bu zorunluluk gücünün değil güçsüzlüğünün kanıtıdır. Üretim insanın, toplumun onsuz yaşayamayacağı temel faaliyetidir. Finans çağı ise bunun sağlanamadığının itirafıdır. Üretimi gerçekleştiremeyen bir sistem işsiz sistemdir. Olan da budur. Çalışmayla, üretimle bu kadar çelişen bir sistemin tek yaşama şansı terördür ki, çok lafı edilen, saptırılan ve provokasyonla yürütülen de esas olarak budur.

1980’lerin başında sistemin iki hegemon gücü olan ABD ve İngiltere’nin başında bulunan Reagan ve Thatcher’ın Nikaragua ve Malvinas (Falkland) Adalarına yönelik saldırılarıyla terör dalgası başlatılmıştı.

Pakistan ve Türkiye’de askeri darbeyle işbaşına gelen iktidarlar da en yakın yardımcılarıydı. Latin Amerika toptan terörize edilmişti. ‘Yıldız savaşları’ ile devam ettirilen silahlanma yarışları Rusya’yı hegemonik güç olmaktan caydırmıştı. Çin’de Deng Siao Ping reformları sisteme verilen tavizlerdi. Ulusal kurtuluş savaşları ve refah devletiyle sağlanan tavizlere de son verilip, her alanda finans çağının terör rüzgârı estirildi. Clinton bunu daha yumuşak ama etkili politikalarla sürdürdü.

Tam fethedilemeyen bir Ortadoğu kalmıştı. O da uygarlık, radikalizm, terör ve din kaynaklı sorunların kördüğüm haline geldiği bir alana çevrilmişti. Sistem gerilemek istemiyorsa, şu veya bu yolla fethini tamamlamak durumundaydı. Ayrıca hayati petrol sorunu vardı. Petrol finans çağının üzerinde en çok prim yaptığı sektördü. Sistemin ona bir asır daha ihtiyacı olduğu tespitliydi. Arap-İsrail sorunu sistemin başında Demokles’in kılıcı gibi sallanıyordu. Şii İran büyük tehdit olmaya devam ediyordu.

Bölgenin büyük bir problem yumağı olması İngiltere ve Fransa’dan miras kalmıştı. Birinci Dünya Savaşı bölgede aslında bitmemişti. Darbe, isyan, iç savaş, gerilla hep bu bitmemiş halin göstergeleriydi. Sınırlar sırf problemleri çoğaltmak için cetvelle çizilmişti. ABD’nin bu sorunlar nedeniyle uzun süreden beri bir proje peşinde olduğu tahmin edilebilirdi. Soğuk savaş, SSCB, Latin Amerika ve Avrupa ile sorunlar olmasaydı bölgeye çoktan müdahale etmek zorundaydı.

Bahsi geçen sorunlar, tam olmasa da, 1990’ların başında sistem için nispi hal yoluna girmişti. Ortadoğu sorunu ise kangrenleşerek devam ediyordu. Ya tam vazgeçecek ya da tam müdahale edecekti. Vazgeçse petrol, İsrail elden gidecek, İran’a hegemon olma şansı doğacaktı. Saddam Hüseyin Arap Bismarck’ı olma hevesine kapılmıştı.

Ticaret çağı sömürgelerin büyük talan savaşlarıyla yürütülmüştü. Sanayi çağı iki büyük dünya savaşı ve kendi içinde sınıf savaşının yanı sıra ulusal kurtuluş savaşlarıyla dolu geçmişti. Finans kapital ise tüm toplumun toplumla iktidar savaşına dönüşmüştü. Uygarlık tekellerinin bu en sonuncusu, Ortadoğu’nun tümüyle yitimi karşısında yapısal kaosun dibini boylayabilirdi. Zaten yaşanan da buna yakın bir durumdu. Sistemin başarı şansı önemli ölçüde bölgedeki gelişmelerle bağlantılı hale gelmişti. Bundan dolayı kendine özgü koşulları nedeniyle yaşanan bir Üçüncü Dünya Savaşıydı. Sonraki gelişmeler bunu doğrulayacaktı.

Bu sürecin benimle olan kritik ve stratejik ilişkisi sanıyorum ilerde daha net anlaşılacaktır. Konu zaten giderek netleşmektedir. Suriye’nin etkili lideri Hafız Esad, ABD’nin etkili lideri Clinton’la iki sefer görüştüğünde, gündemin yarısının bana ilişkin geçtiğini duydum. Kilit bir konuma geldiğim anlaşılmıştı. Büyük Ortadoğu Projesinde Kürtlere uzun vadeli olarak stratejik bir rol biçilmişti. Bölgenin finans kapitalle olan sorunlarının çözümünde Kürtler ve Kürdistan koçbaşı olarak kullanılacaktı. Bir dönem Ermeniler ve diğerleri (Helenler, Asurîler, hatta Yahudiler, Arap ve Filistinliler) de bu tür amaçlar için kullanılmıştı. Statükocu, aşırı ulus-devletçi, sistemle sorunların çözümüne yardımcı olmak yerine köstek olan, bölgenin hegemonu olma sevdasını bırakmayan güçler üzerinde Kürt sopası çözücü etki yapabilirdi.

1970’lerden beri hazırlandığı anlaşılan bu planın içine ben beklenmedik ama kilitleyici bir unsur olarak dahil olmuştum. Ya tam dediklerine uyacak bir askerleri olacaktım ya da bertaraf edilecektim. Yapım sistemin askeri olmaya elverişli değildi. Dolayısıyla ilk ve en kolay bertaraf edilecek unsur olarak görülmem anlaşılır bir husustur. Birinci Dünya Savaşı Avusturya Veliahdının bir Sırp militan tarafından vurulmasıyla başlamıştı. Ama savaş Ortadoğu’da devam ediyordu. Daha da şiddetlenerek devam edecekti; ancak Üçüncü Dünya Savaşı olarak. Kurban ise, bu sefer tam tersine, sistemin tüm örgütlü güçlerinin planıyla ben olacaktım. Bu noktada benzerlik ve tarihin yenilenerek tekerrürü çok çarpıcıdır. Atina İstinaf Mahkemesindeki davamla ilgili savunmamda, “Tanrı Zeus ve yardımcısı Tanrıça Athena, Hades ve Ares’in el ele vererek, Prometheus’u bağlayıp Kafkasya kayalıklarına zincirlemeleri gibi, onların insan torunları da beni tutsak edip Kör Hücreli Ada kayalıklarına zincirlediler” demiştim. Bu değerlendirmemin biraz eksik kaldığı anlaşılıyor.

Bu çözümlememle daha iyi anlaşılıyor ki, beni gerçek bir tanrı zincirledi. Tarihin dehlizlerinde gizlice büyüye büyüye palazlanan, paralanan bu küçük tanrı yavrusu, kapitalist çağla toplumda gün yüzüne çık mıştı. Kendini öyle kabul ettirdi ki, daha önceki çağların bütün tanrıları ortadan kayboldu. Krallar yerlerde süründü, kelleleri koparıldı. İnsanlığa en kanlı zamanları ve iliklerine kadar sömürüyü dayattı. Yerin altını ve üstünü kirletti, birbirine kattı. Gerçekten insanı ve gayrısı sınırsız canlıyı yok etti. Paranın tanrısallaşması, gerçeğinden daha dehşetli bir olgudur. Dayandığı ve sürüklediği sistemin karakterini eğer bu satırlarla biraz dile getirebildiysem, bu adına mutluluk denilen olgunun belki de bana nasip olan tek mükâfatı olacaktır. Spinoza, “Anlam özgürlüktür” demişti. Onun dışında özgürlük olmadığına ben de inanıyorum. Anlayabildiğim kadar özgürleşmem yaşam için en büyük kuvvetimdir. Neoliberalizm Finans çağının en büyük tanrısı, tüm yardımcıları ve yardakçılarıyla birleşip beni Kör hücreli Ada’nın kayalıklarına bağladı. Ama karşılığında tarihin tüm kutsal tanrıları ve tanrıçalarının tahtının kurulu olduğu Zagros ve Toros dağlarında bir daha asla sönmeyecek özgürlük meşalesini tutuşturanları karşısında bularak.

Apollon ışık ve savunma tanrısıydı. Ondan biraz hoşlanırım. Dionysos dağların aşk, neşe, şarap tanrısıdır. Onun kültüründen de hoşlanırım. Toros-Zagros kökenli daha eski tanrıların Anadolu’ya taşmış suretleridir ikisi. Açık ki, halkların binlerce yıl boyunca süzülüp gelen kimliklerini ifade ediyorlar. Işık ve neşe yaşamın en güzel ifadesidir. Bölgemizin iki kadim tanrısı Gudea ve El-Lah’a gelince, onların üzerinde de yoğunlaşıyor ve çözümlemeye çalışıyorum. Halklarımızı Parallah karşısında neden ışıksız ve savunmasız bırakıp kan ve acı içinde kalmalarına razı olduklarını öğrenmek istiyorum. Bölgenin âşık bir çocuğu olarak halklarımızı hileli, madrabaz ve kör para tanrısının insafına terk etmediğim için mutluyum. Dostlarımın ve ait oldukları toplumların da benimle sonsuza dek mutlu kalacaklarına hep inanırım.

 

 

 

Bunları da beğenebilirsin

Yoruma kapalı.