Düşünce ve Kuram Dergisi

Liberalizmden Neoliberalizme Geçiş ve Bunların Reddi

Berfin Dilan Güven - Ahmet Doğan

 

“Avrupa’da bir hayalet dolaşıyor; kapitalizmin hayaleti.” [1]

Neoliberalizmi yani yeni-liberalizmi tanımak, tartışmak için klasik liberalizm hakkında birkaç veriyle başlayalım. Zira “Niçin Neoliberalizm?” sorusunun cevabı da burada olsa gerek!

18.Yüzyıl Avrupa’sında devletin elini ekonomiden çekmesini ve serbest piyasanın özgürlüğünü destekleyen yeni bir görüş belirdi. Bu yeni görüş, İngiltere gibi ülkelerin öncülüğünde Adam Smith gibi aydınlanmacıların “Bırakınız yapsınlar, bırakınız geçsinler!” şiarından çıkışla temel taşı olan liberalizmdir. Burada söz konusu ekonomi sistemi yönetimi şu şekilde formüle edilir;

*Ekonomik sahada bırakınız yapsınlar, bırakınız geçsinler yatırımcılar!

*Ekonomiye devlet müdahale etmemelidir.

*En önemli faaliyet arzdır (üretim). Her arz kendi talebini(alıcısını) oluşturur.

*Ekonomide dengeyi sağlama aracı faizler-artırmalardır.

*Ekonomide arzın miktarı, fiyat mekanizmasına göre belirlenir.

Liberalizm, bireyin hem ekonomi hem de sosyal ve politik alanlarda özgürlüğünü savunup devleti özellikle ekonomi alanında geri planda tuttu. Fransız Devrimi’nden sonra Jean-Jacques Rousseau gibi aydınlanmacıların “özgürleşme”, “toplumsal sözleşme” olarak öne çıkan ancak özü feodalizmden oligarşi sistemine geçiş olarak boy gösteren klasik demokrasi ve bunun paralelinde gelişen liberal devlet, toplumun eşitlik ve özgürlük güvencesi ile sağlanabileceğini varsaymaktaydı. Ancak bir süre bu durum devam ettikten sonra özellikle 1850 sanayi devrimi ile birlikte daha hızlı üretim-arz karşısında işsizlik-geçimsizliğin yarattığı talepsizlik nedeniyle liberal devletin ve kapitalist sistemin yarattığı sosyal-siyasal eşitsizliklere tepkiler çığ gibi büyümeye başladı. Bu durum bir yandan Paris komünü ve Marksist devrimlerin önünü açarken, diğer yandan kapitalist sistemde de yeni arayışların önünü açtı. Marksist ekonomiye göre gelişen sistem özet olarak şöyle öne çıkıyordu;

*Üretimi planlayanlara öncelik, üreticilere öncelik verilmesi

*Mülkiyetin-mülkleşmenin kamuya geçmesi

*Piyasanın devlet denetiminde olması

*Devletçilik

Piyasanın ve sermayenin tamamen devletin denetimine geçmesini sağlayan bu sistem karşısında en büyük tehlike bireyin tümden reddiydi. Tüm sermayenin-piyasanın devletin elinde olması ve bu şekilde artı ürünün devlet kapitalizmine yol açması; kendi içerisinde bir sorun haline gelirken, diğer yandan tümden yok sayılan birey de kendi yitmişliğinde, olmayan özgürlüğünün paradoksuyla kaldı…

Sanayi Devrimi’nden sonra, devletin piyasaya müdahalesinin oldukça kısıtlı olduğu 19. Yüzyılın sonlarında liberalizm ve beraberinde gelen küreselleşme hat safhadayken 1929’da yaşanan büyük krizle başta ABD (emlak krizi vb.) olmak üzere Avrupa yıkıcı bir ekonomik bunalıma girmiştir. Özellikle 1929 bunalımından sonra çareyi ulus-devlet temelinde ilerleyen sosyal refah devletinde bulan Avrupa -ki, bu bir tarafta 1929 Ekonomik Buhranı olarak tarihe geçen ve kapitalizmin en büyük uzun süreli krizi,  diğer tarafta Sovyetler Birliği’nin planlı ekonomi deneyi sayesinde Sovyet halklarının bu kapitalist bunalımdan etkilenmemesi ve SSCB’nin sınırlarına yeni ülkeleri dâhil etmesi- kapitalist ekonominin sürdürülebilirliğini imkansız hale getirmiştir. Yukarıda da belirttiğimiz gibi bu durum beraberinde kapitalist sistemde de bir arayışı getirmiştir. İngiliz iktisatçı John Maynard Keynes böylesi bir dönemde tarih sahnesine çıkmıştır. Klasik liberal görüşe bir karşı çıkış gibi gösterilmek istenen Keynes’in görüşleri, özünde tıkanan kapitalist sistemin sürdürülmesi için geliştirilen teoriden başka bir şey değildir.

Kapitalizmin son 40 yılını “neoliberalizm” olarak tanımlarsak soğuk savaşın kızıştığı 1970-1980 arasında geçiş süreci olarak kabul ederiz. “Neoliberalizm genellikle devlet müdahalesinin zıttı bir şekilde piyasa ve özel kesimin ideolojisi olarak tanımlanır”.  Dünyadaki ekonomik krizlerin derinleşmesi kapitalizmin kan kaybetmesinin ardından kurtarıcı ideoloji olarak yöneticiler, sermaye sahipleri tarafından desteklenen yeni bir toplumsal düzen oluşturmak adına şaha kaldırılan ideolojidir. Yeri geldiğinde müdahaleci yeri geldiğinde sözde özgürlük destekçisi olarak kullanılır. İkinci Dünya Savaşının ardından 1960’lara gelindiğinde Avrupa devletlerinin toparlanması, Doğu bloğunun güçlenmesi ile ABD’de uluslararası ticaretinde açıklar ortaya çıktı. Diğer ülkelerde biriken doların altına çevrilme tehdidi artıyordu. Bu noktada doların değerinin düşürülmesini kaçınılmaz kılıyordu. ABD önlem olarak doların konvertibilitesini sonlandırarak dalgalı döviz kuruna geçti. Görünürde ABD ekonomik olarak zayıfladığı düşünülse de özünde neoliberalizme atılan ilk halka olacaktı. ABD 1974’te sermaye akışını serbestleştirdi ve bu tarz adımların devamı geldi. İngiltere 1979’da bu harekete katıldı. Ardından Avrupa ülkeleri ardından bu dinamiklerin güçlenmesi ile Keynesçi politikalar eleştirilmeye başlandı.

Bunun için de, John Maynard Keynes, 1936 yılında yayımladığı “İstihdam, Faiz ve Paranın Genel Teorisi” adlı çalışmasında, Arz ile talep dengesizliğinde; talep yanlı politikalarla kapitalist işleyişin devamı için şu çıkış yollarıni önermiştir.

*“Devlet özel girişimciye zarar vermeden ekonomiye

etkili bir müdahale yapmalıdır.”

*“Ekonomide her talep kendi arzını yaratır.”

*“Ekonomide dengeyi devlet, kamu hizmetlerini attırıp vergileri azaltarak ayarlar.”  diyen Keynes, devletin hâkim otorite olarak parayı denetime tabi tutarak, toplam talebi arttırıcı yönde para ve maliye politikası uygulaması gerektiğini ifade eder. Bu şekilde kapitalist sistemin aksayan yanlarının onarılabileceğini ileri sürer. Ekonomik krizin 2. Dünya paylaşım savaşıyla beraber iyice sürdürülemez olması nedeniyle, başta ABD ve İngiltere olmak üzere, hemen hemen bütün kapitalist ülkelerde Keynesçi sosyo-liberal politikalar hayata geçirilmek istenmiştir. Bu süreç, aynı zamanda, (Sovyetler Birliği’ne yakınlaşmayı engellemek için) işçi sınıfına bazı sosyal ve ekonomik hakların verildiği bir dönem olmuştur.

“Toplumu oluşturan bireylere ve ailelere asgari bir gelir güvencesi getiren, toplumsal tehlikelere karşı koruyan, sosyal güvenlik olanakları sağlayan, toplumsal konumları ne olursa olsun tüm vatandaşlarına eğitim, sağlık, barınma gibi sosyal hizmetler alanlarında belirli bir standart getiren sosyal devlet kavramının, Sanayi Devrimi ile doğan sosyal sorunlara çözüm getirmekte yetersiz kalan liberal devlet anlayışındaki değişim sonucu ortaya çıktığı kabul edilmektedir.”[2] Fakat bir süre bu sistemle devam ettikten sonra ekonominin yeniden kötüye gitmesinin ardından yeni bir yol arayışına girildi. İşte kapitalizmin dallanıp budaklanmalarından biri olan neoliberalizm, böyle bir ortamda boy gösterdi. Ancak bu, ulus-devletin tekçi sorunsallığına takılmasıyla kriz halinden tam olarak çıkamadı. Zira ulus-devletlerde sermaye-paranın devletin kontrolünde olması; her şeyi belli zümrede topladı. Bu da zengini daha zengin fakiri ise daha fakir yaptı. Ulusal pazar etrafında şekillenen bu durum sınırları daha katı hale getirirken, küresel sermayeninse vergilendirmeler vs. ile yükünü ağırlaştırdı. Bu da beraberinde adı konulmayan ancak özünde “ulus-devlet ”in bir sorun haline gelmesiydi. Ancak “Ulusların Kendi Kaderini Tayin Hakkı” üzerinden gelişen ve ulusal kurtuluş mücadeleleriyle yayılmaya devam eden Marksist devrimler varken, ulus-devletin; küresel sermayenin serbest girişimcilik-serbest yatırımı için bir sorun olduğunu ve artık ulus-devletin miadını doldurduğunu belirtmek mantıklı değildi. Bunun için öncelikle SSCB tehdidinin ortadan kalkması gerekiyordu. Dolayısıyla farklı arayışlara girilerek neoliberal politikalarla mevcut kriz aşılmaya çalışıldı.

Neoliberalizm

Özgürlük, düşünen insan için çok büyük bir yük ve yaşama uyarlamak için büyük bedel gerektiren bir kavramdır; düşünmeyen için ise basit şekilde kullanılan bir illüzyon ve bireycileştirilen, toplumun büyük çoğunda siyasi amaçlar için kullanılan kartlardan biridir.

11 Eylül’ün yıldönümünde George Bush “özgürlüklerin geliştiği barışçı bir dünya” dedi ve ardından “özgürlük Tanrı’nın bu dünyadaki her insana armağanı” diyerek şovunu taçlandırdı. Dünya kamuoyu ikna olunca harekete geçirmek için de “özgürlüğün yayılmasına yardım etmek dünyadaki en büyük güç olarak bizim yükümlülüğümüzdür” diyerek stratejiyi ve düşmanlarını belirledi.

Neoliberalizm özünde vahşi bir sistemdir, bireycidir, bencildir ve karşı devrimcidir. Liberalizmden pay almasına  rağmen “yeni liberalizm” ya da “neoliberalizm” gibi farklı şekillerde adlandırılmasının ortaya çıktığı dönemin doğasının farklı olmasıdır. Neoliberalizm, liberalizm gibi muhafazakar değildir, ekonomiyi “asıl din” olarak görür, fakat istemleri ve vaatleri konusunda liberalizmle paraleldir.

Ekonomi-politik bir sistem olan neoliberalizm, sosyal refah devletinin amaçlarını yerine getirmekte yetersiz kalmasıyla ortaya çıkmıştır. Bireysel çıkarı kamunun yararına yeğlemek, işgücü maliyetlerini düşürmek, ticareti ve sanayiyi serbestleştirmek, sendikalı-örgütlü işgücü üzerinde sıkı denetim sağlamak… gibi pek çok temel amacı olan bu yeni sağ politika elbette ilk örneklerini bir sömürge devleti olan ve yine Adam Smith’in ülkesi olan İngiltere’de göstermiştir. Özet olarak; “Serbest girişimcilik ve serbest seçim, Özel mülkiyet, Rekabet, Piyasa ekonomisine güven ve bireycilik” olarak öne çıkan bu ekonomik sisteme, dönemin başbakanlarından Margaret Thatcher öncülük etti. Neoliberalizmin ilk savunucusu ve uygulayıcısı olarak bilinen Thatcher, başa geçtikten sonra, sosyal refah devletini ve işçi sınıfını hedef alan bir saldırıya geçti. Maden ocaklarını kapattırdı, insanları greve sürükledi ve sonunda ölümler, kayıplar yaşandı. Sovyet ekonomik sistemine alternatif yaratma iddiasıyla yenilenmiş bir sistem olarak ortaya çıkan neoliberalizm böyle kanlı bir başlangıç ve gelişim oluşturdu, farklı olması beklenemezdi zira kapitalizmin bizzat merkezinden türemişti. Bu yalnızca devletin silahlı gücüyle yapılmadı kuşkusuz. Neoliberalizm, 21. yüzyıla kadar 1973 Şili’de, 1980 Türkiye’de vb. birçok ülkede askeri kanlı darbelerle hâkim kılınmak istendi. Sovyet Sosyalist Cumhuriyetler Birliği’nin dağılmasından sonra, 21. yüzyıla girişte sivil toplumculuğun gelişmediği statükocu Irak gibi ve sorun halinde olan ulus-devletlere askeri müdahaleyle girmeye devam ederken, sivil toplumculuğun geliştiği yerlere sağ ideolojilerin, yanı sıra, postmodernizmin yansımaları olan sahte çevrecilik, sahte organikçilik-GDO karşıtlığı, sahte hümanizm ile de başarılı kılınmak istendi.  Kapitalizmin sirayet ettiği sistem içindeki bütünsel sıkıntıyı görmeyip bunu yine aynı sistemin sunduğu çözüm yollarına, kuruluşlara destek vererek çözmeye çalışmak ancak var olması gereken öfkeyi dinginleştirir ve bu da tam olarak kapitalizmin yararına olur. “Kapitalist sistemin vahşi evresi diyebileceğimiz döneminde doğan sosyalist, sosyal demokrat ve ulusal kurtuluş akımları sonuçta sistem bağlantılıydılar. Ondan doğmuşlardı. Şüphesiz tümüyle sistemin yedek akımları olarak hazırlandıklarını söylemek gerçekçi olmaz. Ama sistemin rasyonalitesini, yaşam tarzını aşma diye bir sorunları olmadığını, olsa da söylemde kaldığını bugün rahatlıkla söyleyebiliriz. Eşitlikçi, özgürlükçü ideolojilerin kökeni sınıflı ve hiyerarşik toplumun dışındadır. Komünal ve demokratik duruş özleminden doğarlar. Fakat sürekli sınıflı ve hiyerarşik toplumca ya zorla ya tavizler karşılığında özlerini yitirmeye dek yozlaştıklarına dair birçok tarih örneğini de bilmekteyiz. Bugün reel sosyalist ülkelerin çözülüşünü, ulusal kurtuluş mücadeleleri sonrası devletlerin içine düştüğü bunalımı ve sosyal demokrat hükümetlerin muhafazakarlardan pek farklı bir yanları kalmadığını göz önüne getirdiğimizde, bu akımların sistemin birer mezhebi olmaktan öteye gitmediğini daha rahatlıkla

belirtebiliriz.”[3]

Neoliberlizmin tahribat ve yıkımı gelişmekte olan ülkelerde ilk defa ikinci dünya savaş bloğu krizi ile görünüre geldi. Soğuk savaş döneminde bu ülkelere borç verilmesi kararı tamamen siyasi karardı. Komünizmle mücadele adı altında gerçekleştirilen faiz artırımı ile kapitalist ülkelerin yapısal krizleri ile çevre ülkeler yeni üçüncü dünya ülkeleri için ihracatlarını büyük ölçüde etkilemişti 1980’lere gelindiğinde petrol fiyatlarının siyasi amaçlar uğruna değişmesi ile ham madde ve enerji fiyatlarındaki düşüşle iş olarak Meksika bayrağını çekti ve borç ödeme yükümlülüklerin gerçekleştiremeyeceğini ilan etti. Ardından iki yıl içinde 27 ülke ödemelerini yeni bir takvime bağlamak zorunda kaldı.

Nasıl Bir Ekonomi Olmalı?

“Sermayesiz Ekonomi Mümkündür, ama ekonomisiz sermaye mümkün değildir”[4]

Toplumsal ilişkileriniz ahlaki-politik temelde ise ve bunun yarattığı Komünal bir paylaşımcılık varsa, para-sermaye olmadan da bir ekonomiye sahipsiniz demektir.

Zira para, altın gibi nesneleri biz insanlar icat ettik. Ancak onlar olmadan önce de besin ve temel ihtiyaçlarımızı karşılayan alışverişlerimiz vardı. Ekonominin özü bu iken; icat ettiğimiz ve ekonominin temel taşı yaptığımız Altın ve para gibi nesneler bizim kontrolümüzden çıkarak bizi kontrolüne aldı. Yani etken iken edilgen olduk ne yazık ki. Şimdi bu kriz halinden nasıl kurtulmalı sorusuna teorik olarak yaşamda karşılık arıyoruz. Şimdiye kadar yaptığımız okumalar bize gösterdiği en güçlü perspektifin Demokratik, Ekolojik, Kadın özgürlükçü bir inşanın gerektiğidir.

Böyle bir perspektifle, yok olmaya sürüklenen Ahlaki-politik toplumu inşa ederek; olması gereken bir ekonomi sistemi oluşturabiliriz. Pek çok alan gibi ekonomi de kadından bağımsız düşünülemez. Bu, Sümer mitolojisinde Nanşe örneğiyle çok güzel mitleştirilmiştir. Nanşe bir insanın kendi emeğiyle üretemediğini yemesini yargılıyordu. “Nanşe’den öğrendiğimiz gerçeklik; yaşamın onsuz olamayacağı ekonomik faaliyetlerin kadınların öncülüğünde ve bilgelikleri sayesinde geliştiğidir.”[5]

Ekonomik ilişkilerdeki temel kaynak olarak bilgenin geliştirdiği ana-emek teorisi baz alındığında, kadının ev içi emeği daha görünür olacak, kadının annelik emeği üzerinden yeni bir emek-değer teorisi üzerinden ekonomik ilişkiler belirlenecek, her toplumun kendine yetebilen ve yardımlaşma temelinde kolektif bir ekonomi kültürü canlanacak…

Kapitalist ekonomi bir ekonomi değildir ve kadın ekseninde şekillenen ana-emek teorisiyle gerçek bir ekonomik düzen geliştirilecektir. Bizim ekonomimiz bireyci değildir ancak bireyi de yok saymamaktadır; topluluk eksenlidir, sahte çevreci değil; gerçek anlamda ekolojiktir,  yalnızca bir tarafın çıkarlarını gözetip diğer tarafı olabildiğince sömüren bir emek ile değil; ticari verimlilik esaslarına bağlı olarak örgütlenmesi gereken bir ekonomidir. Ekonominin temelinde para değil,  etik-politik doğal toplumun komünal ilişkileri vardır. Ahlaki-politik temelde evrensel doğal döngüde eko-endüstriye dayalı üretim esas alınırken, toplumsal ilişkiler, alışverişler böyle şekillenir. Kadını ekonomiden dışlayan ve emeğini sömüren kapitalizme karşı bizler ekonomimizi geliştirirken gücümüzü; geçim ve paylaşımın eşit koşullarda yapıldığı neolitik çağdan, direniş ruhunun toprak üzerinde olduğu kadar; toplum ve ekonomide de olduğu Kuzey Suriye’deki kadın kooperatiflerinden alacağız!

 

 

 

 

[1] Karl Marx, Friedrich Engels – Komünist Manifesto ve Komünizmin İlkeleri, Sol Yayınları, Giriş Cümlesi
[2] Eray Acar, Neoliberalizm ve Sosyal Refah Devleti Ekseninde Üçüncü Yol Yaklaşımı, s. 249
[3] Ali Fırat, Bir Halkı Savunmak s. 356-357
[4] Ali Fırat, Demokratik Uygarlık Çözümü 3 s. 147
[5] Jineolojiye giriş, s. 226
Bunları da beğenebilirsin

Yoruma kapalı.