Düşünce ve Kuram Dergisi

Gizliyim, gizli değilim

Aslı Erdoğan

Peki, başlayalım. Bugün ve burada. Işıktan, günden, çocukluktan çok sonra… Bunca sözcükten, düşten, mevsimden… Görkemli, kadim, kayıp sözcüklerden, sessizliğe çarpıp duran öykülerden, ziyan olmuş kanın sessizliğinden sonra. İçinden çıkıp geldiğimiz yolun rastgele bir yerinde duralım. Anın ve binyılların kesiştiği bu kavşakta, derin bir soluk alıp her şeye yeniden başlayalım.

Vakti geldi çünkü, gelmiş olmalı, ‘ben’ demenin. İçimizdekilerden birinin öne çıkıp bu sözcüğü üstlenmesinin… Kendi hakikatinin tam ortasından konuşup sınırları belli bir çember çizmesinin… Binlerce imgeyi, binlerce yazgıyı, binlerce yarını tuttuğu bomboş ellerine bakıp ‘ben’ demesinin… Fırtınanın ortasındaki bir çiçeklenme, kendiliğinden, apansız bir kanatlanma, ani bir yarılma gibi.

Ama sanki bir şey daha vardı. İşitilmeden susturulmuş bir ses, bir mırıltı, bir çağrı… Uzaklar, yollar, balta girmemiş ormanlar vardı. Yan yana getirilmeyi bekleyen harfler vardı, uçsuz bucaksız görkeminde beyazın, içlerine üflenecek solukla canlanmayı… Henüz doğmamış olandan geriye kalan bir iz vardı, mor bir leke gibi beliren, dağılıp çözülen. Bize biçtikleri bir beden vardı, kanla düşlerin evliliğinden… Çırılçıplak, hacimsiz. Gökyüzü ve yeryüzü vardı, ikisinin arasında ağaçlar, yollar, yankılar, yarıda kesilen bir ezgi, uzanıp ölen biri vardı. Sanki bir ruhum vardı, kilden ve çamurdan ve suskunluktan yoğurdukları, ağır ağır, sabırla dünyanın renklerine bürünen…

 

Varlık

Bin ışıklı damlalardan oluşturulmuşum ben, toprağa akan kandan, çöle savrulmuş yıldız tozundan, boşluğa dağılan ezgisinden başlangıçların şarkısının… Bana verilmiş ve verilmemiş her şeyin toplamıyım ben, yitirdiklerimle yitireceklerimin, sözcüklerin kanıyla suskunlukların… Defalarca anlatılmış bir hikayenin gizlediği hiç anlatılamayanım ben, kumlara gömülü tohumun sabrıyım, çöl yağmurunu bekleyen, uzun bir bakışım, yokluğun bir ucundan ötekine, bir türlü ezgisini bulamayan şarkısıyım bütün sonların… Ve bugüne dek yüzümü peçesiz gören olmamıştır.

Bir daha, bir kez, bir sonsuz kez daha. Bir adım, bir duraksama, bir adım daha… El yordamıyla, sendeleyerek, kendime takılıp tökezleyerek… Bir sözcüğe, bir anıya, bir düşe tutunup ayağa kalkarak, şeyler, efsaneler, başlangıçlar, sonlar arasında, dimdik ve kıvrım kıvrım. Bir o, bir öteki çağrının yörüngesinde, beni kendi hakikatime düğümleyecek son ve mutlak imgenin peşisıra gitmem gerekiyor. Sözcük sözcük kendimden dışarı taşarak, herşeye çözülüp dağılarak, içinden geçtiğim herşeyin biçimini alarak… Yeraltı ırmakları boyunca, durmak bilmeyen akıntılarında kanın…Haznın ve hüznün cehennemlerinde, görünürle görünmezin sınırlarında çemberler çizmem gerekiyor. Tekrarı bitmiyor adımların, herbiri sınırsız bir vazgeçiş kendimden. İncecik, kesik kesik bir yankı, her yerde, herşeyde sessizce yinelenen… Yeniden bir araya getiriyorum parçalarımı, toprağın karanlığını geceninkine katıyor, gölgelerle, düşlerle, altın rengi ayışığıyla dolduruyor, kendi şafağıma doğru uzatıyorum. Ağ gibi geriliyorum imgelerin üzerine, sonsuza dek tutmak istediği görüntüyü arayan bir ayna gibi, ilmik ilmik dolanıyorum yüzeyleri boyunca varoluşun, çizgi çizgi, harf harf koparıp alıyorum hikayemi iç içe geçmiş çemberlerinden. Bir yazgıyı tamamlayabilmek, kimin suretinden yaratıldığımı görebilmek için. ‘Bugün’ ve ‘burada’ diyebilmek, şimdide var olabilmek için.

İşte bu benim yüzüm, ıssızlığın ortasında bir leke, bir yara izi gibi beliren, çok derinlerdeki bir çatlamanın belirtisi sanki. Çırılçıplak, en başlangıcındaki gibi çırılçıplak. Buruk bir yadsınması kendimin, bir aynaya bakarcasına bana bakıyor.

“Dünyaya gelince, ne olacak o, sen ortaya çıkınca?”

 

Sonsuzluğa Dair

Bizler, kentin öldürülmüş kadınları, incecik, şeffaf cinayetlerde delik deşik edilmiş, bizim için kurulmuş görkemli sarayın bodrumunda toplanmışız. Sıkış tıkış, yan yana, omuz omuza, karşı karşıya… Bir türlü açılamayan kanatlarıyla olduğu yerde çırpınan, dans eden sarhoş melekler gibiyiz. Öylesine yakın duruyoruz ki birbirimize, birimizin gözyaşı, diğerinin yüzünden akıyor, yaşam rengi izler bırakarak… Rimelle, pudrayla, çamurla karışık. ‘Sonunda biz uçabiliyoruz’, diyoruz, ‘yola koyulduk artık, gökyüzündeyiz işte!’ Gün gelip de dönmeye karar verdiğimizde, bütünüyle silinmiş olacak yüzlerimiz. Çizgi çizgi, harf harf dağılacağız. Sözcükleri, kadehleri doldurup koyulaştıracağız, tohumlar gibi çöle savrulacak, yağmura dönüştüğümüzde, sonzuluğa dair bir mitosu oynayacağız.

Duman, gölge, ağıt, altın rengi unutuluş. Suskun, yitirilmiş ormanı kadınlığımın. Önümde, arkamda, dışımda, her yerde… Sıkı, bitimsiz, içinden çıkılmaz orman. Yıllarla, mevsimlerle, fırtınalarla halkalanmış ağaçlar, çıplak, kırılgan dallar, yaşamın anısı ve tohumlarıyla yüklü. Islak, yosunlu hüzün. Saç örgüleri gibi çözülüp dağılan, dalgalanan, iç içe akan biçimler, ışık girdapları. Yol yol soyulan yüzü ormanın, zamanın sıyırıp attığı derisi gibi,çatlaklarla dolu. Gövdemi dal budak saran, keskin tırnaklarıyla bendeki görünmezi oyup çıkaran, kendi dokusuna katan binlerce el…Canlı, tedirgin, kıpır kıpır. Yalnızlığın renklerine bürünmüş binlerce göz, sonsuza katılma arzusuyla çiçek açan… Ve bu gözlere dolup yoluna devam eden yağmur.

Altın rengi bir ışık, parıldayan çamur, korlar, kıvılcımlar. Yabani güller gibi kokan bir kan. Yanmış, çiğnenmiş, tel tel olmuş ormanı kadınlığımın. Binyılların sabrıyla, suskunluğuyla mayalanmış, yepyeni bir dünyayı doğurmak için. Her şeyin ona seslendiği,onda bütünlediği bir başka dünyayı… Dağılan sesler, uçuşan yüzler, parçalanarak büyüyen, bir mumyanın sargıları gibi çözülen biçimler. Sırt sırta vermiş, silinen, silinirken canlanan gövdeler. Birbirini yankılayan, yadsıyan, yineleyen imgeler… Sıkı dokunmuş bir ağ, görünürün yüzeyine atılmış, derinleri, en derinleri tarıyor, bulup çıkarıyor toprağın ve ölülerin düşlerini, gökyüzüne katıyor. Sonsuz, sonrasız maviye…

Sonsuz, sonrasız boşluğa doğru uzanıyor bir el. Zaman, bu ele doluyor ve bir bedeni olsun istiyor, yaşam bu bedene doluyor ve sayısız dünyayı çağırıyor. Bu çamurdan, bu kandan, bu suskun bekleyişten oluşmuş bir dünyayı; saf ışıktan, titreşimden, düşlerden doğan bir başkasını… Aynanın üzerine kapanırcasına kapanıyor bir el, son ve mutlak hakikatinin peşinde, yalnızca bir anın, bir yankının, bir yadsımanın sonsuzluğunda yakalıyor onu, kendi imgesinin çatlaklarından sızıp giden bu dünyayı… Boşluktan koparıp aldığını boşluğa iade ediyor.

Zamanlar, mevsimler, biz…

 

Madem

Madem, zamanın uç verdiği bedendim, gizlerle dolu belleğiydim suların ve karanlıkla birleşen ilk ışığın, her şeyi başlatan ezgiydim, rahimdim, sütle dolu göğüslerdim, en derin uykulardan uyanan topraktım, öyleyse neden bir türlü doğamıyorum? Madem, ben hem bütün bunlardım, hem de kendimdim, neden içimdeki hiçbir şey, acı bile bana ait değil? Binyıllar sürmüşse oluşturulmam, efsanelerden, imgelerden, kavramlardan, dillerden, neden içinde var olabileceğim bir yer, bir sözcük bile bulamadım bugüne dek? Gökyüzünün altında söylenecek yeni bir şey yoksa eğer, her cümle, her dize, her öykü defalarca seslendirilmişse, ben hangi çığlığın yankısıyım? Hangi suskunluğun? Sonsuz kez ölüp dirilen, hiçlikten doğan ve büyüyen, okyanusun sularını peşisıra sürükleyen ay olsaydım ben, nasıl böylesine iyi tanırdım uzaklarla sonları?

Madem gücüm cehenneme yetiyordu… Neydi peki beni yenen?

Bunları da beğenebilirsin

Yoruma kapalı.