Düşünce ve Kuram Dergisi

Ortadoğu’da Kadın Devrimi

Aydın Söğüt

“Sistem reformla düzelme şansını çoktan yitirmiştir.
Gerekli olan, tüm toplumsal alanlarda yürütülecek bir kadın devrimidir.”
A. Öcalan

Herhangi bir toplumu “ırkçı, faşist veya soykırımcı” olarak tanımlamaktan imtina ederiz. Söz konusu toplum, kendi tarihinin herhangi bir döneminde bu suçlara ortak edilmiş olabilir. Yine de esas olarak sorumlu, toplumu dini, etnik veya sosyoekonomik manipülasyon ya da ideolojik yönlendirmeyle harekete geçiren siyasi, dini veya ideolojik iktidar odaklarıdır. Buna rağmen faşizm gibi yüz karası suçlara toplumun tümü ortak olmamıştır.

Ama konu gelip de toplumsal cinsiyetçiğe ve hem fiziki hem de sosyal alanındaki kadın kıyımcılığa dayandığında daha farklı bir analiz düzeyi gereklidir. Zira Öcalan’ın özce ifade ettiği gibi, “toplumsal cinsiyetçilik kadın-erkek ilişkilerindeki iktidarla sınırlı bir kavram değildir. Toplumun her düzeyine yayılmış bir iktidarcılığı ifade eder” sonuçta toplumsal cinsiyetçilik de bir iktidar yapımıdır. Ama bu gün cinsiyetçiliği ya da cinsiyetçiliğe dayalı iktidarcılığı sadece siyasi, askeri, dini ve bunlar gibi herhangi bir dış-üst otorite ile izah etmek kesinlikle yetersiz kalır. “Toplumun her düzeyine yayılmış” sözü çok şeyi ifade ediyor.

Kadın kıyımı, tüm insanlık için yakıcılığını koruyan bir sorun durumundadır. Ama toplumların yaşadıkları coğrafyalardaki ekonomik, siyasi şartlar; yönetim biçimi, tarihsel gelenek ve toplumda dinin etkinliği gibi etkenler itibariyle kadın kıyımının derecesi farklılıklar arz etmektedir. Birçok sebepten ötürü Ortadoğu coğrafyası gerek kültürel tarihinin derinliklerindeki kadının aktif ve yaratıcı rollü gerek devletli uygarlıkla at başı giden ve de aynı anlama gelen erkek egemenlikçi yapının doğuşu ile hâkim hale gelişi ve gerekse de kadının bugün içinde bulunduğu cendere itibariyle bir takım özgünlükler taşıyor. Uygarlık öncesindeki doğal toplumda kadının yeri ve rolü, toplumun kadın öncülüklü yapısı ve bunun gibi konular çokça tartışılmaktadır.

 

Toplumsal Cinsiyetçilik Toplumun ‘Olur’uyla Topluma İhanettir

Yılmaz Güney’in “yol” filmindeki bir sahne çok çarpıcıdır. Gün ortasında çarşı-Pazar gibi bir yerde kocasının dayağından kaçan kadın, iki genç tarafından yakalanıp, “babamızın dayağından kaçılır mı?” diye bu kez de onlar tarafından dövülmeye başlıyor. Sahnenin hafızalara kazınmasına neden olan, bu gençlerin bizzat kadının kendi oğulları oluşudur. Bu bir film sahnesi ama gerçek yaşamın bunun çok ötesinde daha kaba, ağır ve dayanılmaz olduğu aşikârdır. Günlük bir sıradanlığa dönüşen aile içi şiddet, sokakta şiddet, devletin şiddeti, taciz, tecavüz, ayrımcılık ve cinayetlerin haddi hesabı yoktur. Bazı yerlerde adeta kitlesel kampanya şeklinde cereyan eden katliamlar mevcuttur. Afrika ve bazı Müslüman ülkelerinde uygulanan kadın sünneti ve bunun sonucundaki fiziki ve işlevsel ölümler; Hindistan’da çeyizleri az geldiği gerekçesiyle katledilen kadınlar; Gana’da “kara büyü” yaptıkları gerekçesiyle cadı kamplarına kapatılanlar sadece birkaç örnektir. Ortadoğu ülkelerinde tanrı, kanun, devlet, yargı, yasak gibi olgular tanrı derecesinde kutsal, güçlü ve boyun eğilmesi gereken gerçeklikler olarak görülüyor. Devletler buralarda bireylerin en ufak itaatsizliklerini bile gaddarca cezalandıran bir bürokrasi, takip, yakalatma ve kapatma mekanizmasına sahiptir. Bir kuruşluk vergi kaçağını kapatmak için bir milyonluk adli ve idari takip masrafını göze alan devletlerden bahsediyoruz. Peki, o halde ifade ederken bile dehşet duyduğumuz bu kıyım nasıl gerçekleşiyor? Bir toplumu düşürmenin, zayıflatmanın ve köleleştirmenin ilk adımı kadınları düşürmek, zayıflatmak ve köleleştirmektir. Güçten düşürülen kadın güçten düşürülen toplumsallık, toplumsal vicdan ve toplumsal ahlak demektir. Tarihsel olaraktan bu böyle gerçekleşmiştir. Ama buradaki vurucu darbede toplumun kendisini (erkeği ve kadınıyla) toplumsal cinsiyetçiliğe inandırılmış ve ortak edilmiş olmasıdır. Yani topluma en büyük ihanet, yine toplumun “olur”u ile tamamlanmıştır.

Ürdün kralı Abdullah BM sözleşmesinin 15. Maddesindeki “devletler erkeğe ve kadınlara kalacakları ya da yaşacakları yeri seçme ve serbestçe dolaşma konularında aynı hakları tanır” ilkesini imzalayınca, toplumdan büyük tepkiler geldi ve “fetva kurulu” toplanarak “şeriatta aykırı ve aile kavramını yok edici” kararını çıkardı. Bunu “toplumsal tepki” ye dayandırıldığına yeniden dikkati çekmek istiyoruz. Bir ara Erdoğan da ürkekçe “ulema”nın oluşturmasını önermişti. Diyanet İşleri Başbakanlığı da zaman zaman coşarak kendine böyle bir paye verebilmektedir. Mevcut hükümettin üç çocuktan kürtaja ve kadınların nasıl doğuracağına kadar aileye, özel ve kişisel alana el uzatması da yine “toplumdan gelen talep” in sonucudur. Veya toplumun bu yöndeki onay ve kabulleri o gücü veriyor ki, hangi dinde eğitim göreceklerinden, hangi dinin ibadethanesinin mubah olup olmayacağına kadar söz ve karar hakkını -yetkisinitakdirini kullanabilmektedir.

Dikkati çekmek istediğimiz husus, toplum kıyımını kadın kıyımı şahsında topluma içselleştirmesi olmasıdır. Bu yönüyle cinsiyet özgürlüğü mücadelesi toplumun büyük bölümünün yargılarına, geleneklerine ve düzenine karşı da bir mücadele olacaktır. Çünkü geleneksel yapı bir taraftan “kadına el kaldırılmaz” derken, aynı zamanda “karnından sıpayı sırtından sopayı eksik etmeyeceksin” gibi bir çelişkiye de düşmektedir. “Cennet anaların ayaklarının altındadır.” düsturunu kutsal addeden dine mensup bağnaz gençler, babalarının dayağından kaçıyor diye kendi analarını dövmekte bir sakınca görmemektedir. Kadın başındaki ak yazmasını çıkarıp atınca her türden kavgayı durduracak denli kadının sağduyusuna güvenen bu toplum, aynı zamanda kadının “sacı uzun, aklı kısa” diye de aşağılayabilmektedir.

Bu bir paradoks da değil. Bir gerçeğin iki yüzü diyebiliriz. Toplumsal tarihte nasıl ki biri egemenlikçi ve diğeri de demokratik-komünal olmak üzere ikili bir yapı varsa, kadın tarihi dediğimiz olgunun kendisinde de ikili bir durum vardır. Kadın tarihi derken, bir yandan egemenlikçi yapılar tarafından inkar edilmişlik, görmezden gelinmişlik, bastırılmışlık ve yok sayılmışlık kullanılmışlık kastedilirken; öte yandan özellikle de buna karşı tarihte iz bırakmış kadın direnişine, çokça bireysel bazda da kalsa tarihsel kadın duruşuna, kadın kişiliklerine ve özgürlük serüvenine vurgu yapılmak istenir. Bu kapsamda Amazonlar gibi siyasi-askeri olarak örgütlenmiş ve güç haline gelmiş örneklerinden tutalım, Atina-Sparta savaşını durdurmak için Hysistrata öncülüğünde seks grevine giren sivil toplumsal direnişlere; Zenüpya, Semiramis veya Fatareş gibi hanedan ailelerine mensup olup, yönetici soylu erkek yoksunluğunda idarenin başına geçen kadın karakterlerden, Hürrem ve Safiye gibi, İmpaparatorluk sarayına (haremine) cariye/köle gelip Sultan olarak çıkabilen kadınlara kadar, sayızca tarihi örnek sıralamak mümkündür.

Bir Tepki Hareketi Olarak Feminizm ve Sonuçları; Tarihe yaklaşım güncele yaklaşımın bir türevidir. Şu an nerede durulduğuna ve nereden bakıldığına bağlı olarak kadın tarihi açısından da söz konusu ikili durumun herhangi bir boyutu öne çıka(rıla)bilir. İkili karakter aynı zamanda etki-tepki kanununu işletir. Çoğu feminist akımın birer tepki hareketi olarak doğuşu bunun sonucudur. Tepki hareketi olmak doğal olarak tek yanlılığı, darlığı getirir. “Kadın hiçbir şeydir” olarak özetleyebileceğimiz cinsiyetçiğin karşısına, “kadın her şeydir” olarak özetleyebileceğimiz bir çıkış olan tepki hareketi, söylemi ve eylemiyle yine de kadın tarihi açısından bir deneyim, bir kazanımdır. Kadın özgürlüğü ve eşitliği adına gelişen büyük bir eylemsellik mirası da mevcuttur. Cins eşitliği mücadelesinin, Olympe De Gouges’da ifadesi bulan “idam sehpasına çıkma hakkı bulunan kadının kürsüye çıkma hakkı da olur” dan, Fransız, İngiliz ve Amerikan devrimlerinin sloganı “temsil yoksa vergide yok”u kadının temel yurttaşlık haklarını, seçme-seçilme hakkını, çalışma ve emeğine sahip çıkma hakkını, yönetme katılma hakkını ve günümüzde ise bedenine sahip çıkma hakkını haykıran kadınlara kadar uzun ve zorlu bir mücadele tarihi vardır. Ama her dönem öne çıkarılan hedefler, çözümü getireceği sanılan bazı kazanımlar, sözünü ettiğimiz tepkiselliğe uygun olarak toplumsal cinsiyetçilik açmazını aşmaya yetmemiştir.

Tarih boyunca kadının yönetim ve katılım sahasından dıştalanmasının militarizm, iktidarcılık ve adaletsizliğin bir kaynağı olduğu doğrudur. Buna tepki olarak da kadının seçme-seçilme hakkını elde edip yönetim ve karar mekanizmalarına katılımının kendiliğinden militarizmi, iktidarcılığı, savaş ve adaletsizlikleri ortadan kaldıracağı varsayılmıştı. Nitekim özellikle Sovyetler pratiğinde kadının yaşamın siyasi, sosyal, ekonomik, askeri, akademik tüm alanlarına aktif ve engelsiz katılımı önemli gelişmeleri de beraberinde getirmiş; ama evde, sokakta ve yaşamın tüm diğer alanlarındaki cinsiyetçilik olduğu gibi devam etmiştir. Bunun ev-çocuk bakımına hapsolmasından kaynaklandığı düşünülerek, Kollantay’ında katkılarıyla ev işleri ve çocuk bakımı kolektifleri oluşturulmuştur. Bununla, kısmi iyileşmelerin yaşandığı bir gerçektir. Ama bunlar toplumsal cinsiyetçiliği çözememiştir. Zira artık sorun salt devlet ve devlet iktidarıyla ilgili değildi. Sovyet devriminin toplumsal ayağının eksik kaldığı bilinen bir gerçektir. Bu türden naif girişim ve gelişmelerde maalesef genel Sovyet politikalarının kurbanı olmuştur. Yeniden hortlayan militarizm, savaş ve silahlanma yarışı, kadını çocuk makinesine döndürmeyi gerektiriyordu. Kadın için idealize edilen yaşam bundan böyle yaşama eşit katılan bir yoldaş değil, “kutsal Anne” idi. Böylece kadın yine binlerce yıllık geleneksel rolüne kapatıldı.

Yine Hitler faşizmi vb. pratiklerinden de biliyoruz ki kadın ve kadın katılımı militarizme ve totalitarizme güç sağlamak amacıyla da değerlendirilebilmiştir, teşvik edilmiştir. Demek ki kadının etkin katılımı (kendi başına) çokta bir şeyi değiştirmemektedir. Bunu liberal demokrasilerde izlemekte mümkündür. Bireyciliğin yeni din bellendiği bu toplumlarda katılım, iş, boşanma, serbest dolaşım vb. haklar tüketim toplumunun birer sonucuydu. Genel olarak da kadının evden (ev ve çocuk bakımından ) bağımsızlaşması ancak ve ancak devasa bir hizmet sektörüne meydanı sonuna kadar açtığı için “hoş” görebilmektedir. Herhangi bir “eksiklik” baş gösterdiğinde kadının yeniden eve kapatılması için kullanılan “kutsal aile” söylemine kapitalizmin ekonomik buhran dönemlerinde buna sıkça başvurulduğunu biliyoruz.

İktidar kademelerinde yer almanın militarizmi gevşeteceği ütopyası İngiltere’de Thutcher ve Türkiye’de Çiler gibi örneklerle darbeyi yedi. Bu ülkelerin, bu kukla kişiliklerin başında olduğu iktidarlarla, en militarist dönemlerini yaşadığı kimse inkar edemez. İş ve siyaset yaşamına tam ve eşit katılımın taciz, tecavüz, ayrımcılık ve cinayetleri azalttığını da söyleyemiyoruz maalesef. Batılı bazı ülkelerde kadınların çalışma yaşamına katılımının %50’lerin üzerinde olmasına rağmen, aynı iş yerlerindeki yönetim organlarındaki kadın temsilleri %10’larda seyrediyor. Ücret işkencesi de bunun cabasıdır. Türkiye de son on yılda kadın cinayetlerinde dudak uçuklatacak düzeyde bir artış yaşandı. Önceleri “basının abartması” diyerek bu gerçeği inkâra yönelen hükümet, bundan sonra istese de pek bir şey yapabilecek durumda değil.

Feminist bir diğer tepkisel duruş ise kadının özgürleşme sorununu toplumun tüm diğer sorunlarından soyutlayan steril evrensel kız kardeşliği gibi girişimlerdi. Elbette toplumsal cinsiyetçiliğin evrensel bir kökeni, dallanıp budaklanması ve binlerce yılda oluşmuş ortak kod ve nitelikleri vardır. Ama sömürge toplumlarının, demokratik olmayan toplumlarının, dini otorite ve kanunlarla yönetilen toplumların ve ezilen sınıfların kadınlarıyla liberal demokrasilerdeki burjuva ve küçük burjuva kadınlarının sorunlarını bir görmek gerçekçi görünmemektedir. İran da birkaç yıl önceki rejim karşıtı gösterilerde katledilen 16 yaşındaki Nida isimli genç kızın ablası; “en büyük hayali saçlarını özgürce rüzgârda savrulabileceği günleri görmekti” diyordu. Bu haftalardaki bir gazete haberine göre, Suudi Arabistan’da, kadınların erkeklerin bulunduğu alanlarda görünmeleri yasak olduğundan, Hayfa el Masur isimli kadın yönetmen tüm süreç boyunca parklardaki çalılıklarda gizlenerek filmini telsizle yönetti. Ortadoğu’nun bazı ülkelerindeki resmi ve çoğundaki resmi olmayan recm uygulamasını hatırlatmaya bile gerek yok. Şimdi bu koşulları yaşayan kadınlarla büyük şirketlerin yönetim kademelerinde bulunan kadınların sorunları, çıkarları bir olabilir mi? Bunun yanı sıra ülkesi işgal altında bulunan, çevreleri tahrip edilen, kaynakları sömürülen kadınların özgürlük perspektifi, örgütlülüğü ve eylemliliğinde mücadelelerini cinsi sorunlardan soyutlamaları doğru da değil. Toplumsal dinamikleri ve muhalefet güçlerini birbirinden soyutlayıp parçalamak ancak bir devlet politikası olabilir. Cinsiyet özgürlüğü mücadelesinin toplumsal mücadeleden koparılması kadınların kendi sorunlarına yoğunlaşmalarını getirmez.

 

Modernist Reçete ve Yarattığı Kaos

Modernleşme uzun yıllar boyunca Ortadoğu kadınlarına bir çözüm reçetesi olarak sunuldu. Kapitalist modernite mayası genel olarak Ortadoğu’da tutmadı. Bugün yobazlığın adresi olarak gösterilen İran ve Afganistan’ın son 50-60 yılda üstten bir modernleşme sürecini geçirdiklerini unutamayız. Cumhuriyet modernleşmesi de üstten dayatmaydı ve iliklerine kadar militarist karakterdeydi. Toplum dışı-üstü bir elitler dayatmasıydı. Cumhuriyet kadınları denince akla militarist hezeyanların gelişi boşuna değil. Militarizm ile cinsiyet özgürlüğünün yan yana duramayacağını zaten herkes kabul eder. İran ve Afganistan’daki gibi çok keskin olmasa da Türkiye’deki sürecin aynı yöne doğru gittiğini tahmin etmek zor değil. Keskin geçişleri Mısır ve Libya gibi güncel örneklerde de görüyoruz. “Özgür dünya”nın siyasi, maddi ve askeri desteğiyle kısmen modernleştirici diktatörlüklerden dini diktatörlüklere geçiş yaşanıyor. Bu süreç aynı zamanda narin İslami feminist akımın da sonunu hazırlıyor. Şahlık rejimine karşı örgütlenen İran devrimi ve günümüzün popüler hareketi Müslüman kardeşler başta olmak üzere, kadın hareketlerinin bunların gelişip güçlenmesinde katkısı büyük olmuştur. Ortadoğu’da İslami kültür ve tarihi değerlere dayalı bir toplum kurmanın (mevcut değerleri korumanın) gerçekte daha özgürleştirici olacağına kadın hareketi modernizme bir tepki olarak inandı. Kadınların günümüzdeki ayaklanmalara da hala aynı saiklerle canlabaşla katıldıklarını da görüyoruz. Ama gelen yönetimlerin ilk icraatı kadınları kapatmak ve şeriat yasalarını getirmek oluyor. Ortadoğu’daki bu dini ve yobaz akım kapitalist modernitenin toplumsal bozgunculuğuna bir tepki olarak taban buluyor.

Bu şartlarda tepkinin yönünün geriye dönük olması doğaldır. Modernleşmeyi çok daha örgütlü, bilinçli, hazırlıklı ve tabandan gerçekleştirmeye çalışan Kürt özgürlük hareketinde yaşananlar da buna kısmen benziyor. Kadını evden ve toplumsal baskıdan çıkarmayı bir dereceye kadar başaran hareket; reel sosyalist bloğun çöküşü, felsefede postmodernist savrulmanın hâkim hale geldiği bir süreçte ve henüz kendi alternatifini demokratik modernite formülasyonuna tam kavuşturmamışken, öz savunma savaşımını da askıya aldığı 2000’lerde içten “sosyal reform” tasfiyeciliğiyle yüz yüze kaldı. Yıllarca özgürlük idealiyle eğitilmiş, örgütlenmiş, silahlanmış öncü düzeyindeki sayısı azımsanmayacak bir kitlenin “Kurtuluş”u küçük burjuva beraberliklerinde araması, alternatif ütopyasızlık ve programsızlık durumunda geriye savrulmanın yaşanabileceğini ibretle gösterdi. Hareket bir modernleşme hareketi olarak doğmuştu. Ama daha 1990’ların başından itibaren bu modernleşme taklitçiliğinin ne ulusal, ne sınıfsal ve ne de toplumsal sorunlara çözüm getirebileceği bizzat Öcalan tarafından anlaşılmış ve tespit edilmişti.

 

Ne Yapmalı?

O halde ne yapmalı, nasıl yapmalı? Bugün çok avantajlı bir konumdayız. Çünkü ne yapılmaması gerektiğini biliyoruz. Ne yapılmayacağını bilmek, ne yapılması gerektiğini bilmenin yarısıdır. Söz konusu tüm deneyimlerin ışığında konuşabiliyoruz. Bugün, en azından tek yanlılık tuzağından kaçınma şansına sahibiz.

Özgürlük arayışı bir hakikat arayışıdır. Hakikat arayışının başta dini, mitolojik, mistik, felsefi, bilimsel ve sanatsal olmak üzere çok çeşitli yolu yöntemleri olagelmiştir. Arayış yöntemleri aynı zamanda bir yaşayış ve geleceği tasarlayış ve kuruş anlamına da gelmektedir. Yani her arayış bir mücadele ve yaratıştır da. Dini, mistik, mitolojik ve edebi yöntemlerin tarihteki rolü yadsınamaz. Doğal toplumların, devletli uygarlık çağında devlet-dışı kalmış toplulukların ve çoğu muhalif devrimci hareketlerin hakikat dili dini, mitolojik ve edebi olmuştur. Egemen yazılı geleneğin yanı başında ve karşısında her zaman bir sözlü gelenek de var olagelmiştir. Kadın tarihi, kadının düşürülüş öyküsünü ve özgürlük arayışını mitolojik ve sanatsal geleneğe bakarak izleyebilmekteyiz. Toplumsal tarihin büyük bölümünde bu dil ve yöntem etkilidir. Günümüzde de bilimsel-felsefi dilin, arayışın ve yöntemin yetmediği noktalarda buna başvurmak yaygındır. Ama din, mitoloji ve sanat aynı zamanda egemenlikçiliğin, yani kadın düşürülmüşlüğünün de dili olmuştur. İktidarcılık ideolojik hegemonyasını böyle sağlamıştır. İhsan Eliaçık’ın da dediği gibi, dinin isyan karakteri kadar afyon karakteri de vardır. Din ve mitolojiye, verili toplumsal (gerçekte siyasal-sınıfsal) düzeni koruma ve besleme işlevi yüklenmiştir. Bu nedenle toplumsal cinsiyetçilik konusunda dini ve mitolojik bakışın çözümleyici olamayacağını söylememiz lazım. Çünkü dinin dayandığı mitoloji (kutsal söylem-hikâyeler) bugün toplumsal cinsiyetçi ahlak, kalıp, düşünüş ve yargılar beslenmekte en etkin silah olarak kullanılmaktadır. Mevcut yargılar egemen olduğu müddetçe (bunu besleyeni bir tarafa bırakalım) edebisanatsal yaklaşım ancak bir umutsuzluk çığlığı olabilir. Tek başına felsefi yaklaşım da spekülasyonun, elit tartışmanın ötesinde bir rol oynayamaz. Kuru bilimcilik ve toplum mühendisliğinin tahribatlarına özce vurgu yapmıştık. Doğru yöntem belki de tarihin ve toplumun bünyesinde yer etmiş ve rol oynamış dini, mitolojik, edebi yöntem ve bakışlara da hakkını verip onları bilimsel analiz ve felsefi duyuş ve çıkarımla buluşturan bir toplumsal eylem ve pratik olabilir.

Bu nasıl yapılabilir? Öcalan, “Aslında negatif bir duruş gerekiyor. Sistemin hakikat rejimine her cepheden olumsuz davranmak! Kuru bir cephe alıştan bahsetmiyorum. Onu çözerek karşı duruşun sergilenmesi gerektiğini belirtiyorum” diyor. Karşı duruşun iki temel boyutu göze çarpıyor: çözümleme (felsefi-bilimsel muhalefet) ve pratik eylem. “Kadın doğulmaz, kadın olunur” sözüyle belki de toplumsal cinsiyetçiliğin teorik çözümlemesini en özlü şekilde ifade eden Simone De Beavoir’in de mücadelesinin ileriki aşamalarında kanaat getirdiği gibi, sadece çözümlemek yetmiyor, eyleme geçmek gerekiyor.

Öcalan’ın negatif yaklaşımını, reformla düzelme şansını yitirmiş sisteme karşı devrimci duruş olarak değerlendirebiliriz. Reformla düzelme şansını yitirmiş sistemi sadece kapitalizm olarak değil, toplumsal cinsiyetçilik olgusunun yerleştiği toplumun zihinsel yapısı ve kültürel şekillenişi olarak daha derinlikli değerlendirmeliyiz. “Kadın doğulmaz, kadın olunur”un ifade ettiği şey bu toplumsal sistemdir. Din ve geleneklerin yanı sıra, devletin finanse ettiği eğitim, bilim ve enformasyon ağıyla mevcut kod ve kalıplar, “biyolojik farklılık, fiziksel güç farklılığı, kadın doğası, iş bölümü ve eksik cins” gibi argümanlarla gerekçelendirilmiştir. Bu, bir zamanlar ataerkil propagandayla kadınların ve kölelerin aklı olmadığının insanlara kabul ettirilmiş olmasına benziyor. Psikanalizde bir manipülasyon olan “eksik cins, fallus yoksunu” gibi tanımlamalar aslında iktidarcı kültürlenme, aşamasındaki sapıncı gösteriyor. Biyolojik farklılıklar ancak bu kültürle, sosyal çevre ve eğitimle beslenip yönlendirilince kadın aleyhine birer faktör gibi görünüyor. İktidarcı müdahalenin binyılları bulan çarpıtmasını aradan çıkardığımızda cinsiyet farklılığı belki de esmer veya sarışın olmak, siyah veya mavi gözlü olmak gibi detayların çok da ötesinde bir anlam ifade etmez. Bu, erkekliğin veya kadınlığın inkarı değildir, tersine biyolojik farklılıklardan lehte veya aleyhte sonuç çıkarılamayacağının ifadesidir.

Günümüzün yaşam koşulları ve teknolojik gelişimi göz önüne alındığında artık cinsiyete dayalı bir işbölümünün “gerekliliği” ve zemini kalmamıştır. Hala kadını siyasetten, karar mekanizmalarından ve tartışma süreçlerinden uzaklaştırmaya çalışmanın argümanlarından biri de “kadın doğası”dır ve yer yer kadına empatiyle yaklaşılıyormuş gibi bir ikiyüzlülükle de bu alanların kadına yakışmadığı ifade edilebilmektedir. Oysa gerçeğe daha yakın tarihsel verilerden de biliyoruz ki devletçi uygarlık aşamasına kadar (ki toplumsal tarihin ancak %5’ini ifade eder) kadın tüm bu süreçlerde aktifti. Kadına özgü farklılıklar elbette vardır. Bozulmaya uğramışsa da kadının duygusal yanının doğurganlığı sebebiyle ön planda olduğu, bunun da savaşa ve militarizme karşı dayanılabilecek en önemli değerlerden biri olduğu doğrudur. Buna dayanarak” kadın doğası”nın bir avantaj teşkil etmesi gerekirdi. Ama bunun kadının ötekileştirilmesine, inkârına ve kapatılmasına vesile edilmesi, kabul etmeliyiz ki iktidarın bir başarısıdır. Tüm uygarlık sisteminde bu böyledir. Ama uygarlığın kadını kapatması ilkin Ortadoğu’da başladığından ve yine toplumsal cinsiyetçilik bugün en tahammül edilemez boyutlarıyla burada yaşandığından dolayı, sistemin bir kadın devrimiyle parçalanmaya başlanmasına da en çok burada ihtiyaç vardır. Yapılacak ilk iş öğretilmiş bir yalan olan bu kadınlığı reddetmektir. Bu yalanı ortaya çıkarmak ve teşhir etmek zorunludur. “Erkek egemen ideolojiye kadın özgürlük ideolojisiyle feminizmi ve kaynaklandığı kapitalizmi aşarak silahlanıp mücadele edilmelidir (…) Erkek egemen iktidarcı zihniyete karşı kadının özgürlükçü doğal zihniyetini yetkin kılıp öncelikle ideoloji anlamda kazanmayı iyi bilmek, tam sağlamak gerekir(…) unutmamak gerekir ki geleneksel kadınsı teslimiyet fiziki değil toplumsaldır, içerilmiş kölelikten gelir. O halde öncelikle ideolojik anlamda teslimiyet düşünce ve duygularını yenmek gerekir.” Öcalan

Negatif yaklaşımın bu birinci boyutu gösterilirken tepki hareketlerinin darlık ve tek yanlılık yanlışlarına düşmemek de ikinci boyutunu ifade edecektir. Zira toplumsal cinsiyetçilik sadece kadını değil erkeği de öğüten bir değirmendir. Bu nedenle de çıkış toplumsal zeminde olmak durumundadır. Kapitalist modernitenin kar amaçlı üretimine, tahripkâr endüstriyalizmine ve homojenleştirici ulus-devletçiğine karşı, kar amacı gütmeyen bir pazar örgütlenmesi ile, ekolojik bir endüstri ve çoğulculuğa dayalı demokratik ulus perspektifli demokratik modernite toplumuyla karşı koyacak bir teorik ve pratik bir mücadele geliştirilmelidir.

Devrim sadece yıkıcılık değil aynı zamanda yapıcılıktır da. Öcalan’ın negatif sistem yıkıcı perspektifinin bir tamamlayanı olarak demokratik modernite toplumunu oluşturucu pozitif perspektifi de vardır. Aslında zaten yıkıcı perspektifin içindeki pratik-eylemsel karşı duruş bir karşı-yapıyı inşa etmeyi de içeriyordu. Tarihte eşi-benzeri görülmemiş bir kadın serhildanı, kadın örgütlülüğü, kadın politizasyonu, kadın ordulaşması, kadın öz savunma örgütlenmesi, kadın partileşmesi ve topyekün bir kadın hareketinin, yani ender bir deneyimin şahidiyiz ve içindeyiz. Üstelik bu sadece güncel politik taleplere dayalı bir hareket değil. Cinsiyet özgürlükçü bir toplum paradigmasına dayanan teorik, ideolojik bir donanım ve gelecek tasavvuruna da sahiptir.

Çözümleme ve örgütlenme, teori ve eylem bir arada ve birbirini beslerken, bu kadın hareketi bir toplumun ulusal demokratik özgürlük mücadelesinin öncülüğünü de yürütmektedir. Sokak siyasetinden, meclis kürsülerine kadar, kota uygulamasından eşbaşkanlık ilkesine kadar ülkede ve tüm bölgede kadınlar, devrimin kendisini yaşıyor ve yaşatıyor. Kuşkusuz bu gelişmeler de tek başına yeterli değil. Kadın politizasyonu ve kadının askeri güç haline gelişi, eğer doğru bir ideolojinin eylemsel-yaşamsal ifadesine delalet değilse, militarizm veya totalitarizme de hizmet edebilir. Yine her gün sokakta, eylemde, direnişte gördüğümüz kadının evde, işte aynı sosyal düzeyi ve iradi gücü kazanıp kazanamadığından, gösterip gösteremediğinden emin olamıyoruz. Binlerce yıllık bir gelenekten bahsediyoruz. Ulusal-toplumsal bir topyekün mücadele yürütüyor olmanın öncelikler sıralaması gibi ihtiyaç ve gerekçeler (Sovyetlerin savaşı bahane edip kadını geleneksel anne-ev rolüne geri çağırmasına değinmiştik) ciddi endişe kaynaklarıdır. Cins özgürlüğü, günü gününe eğitim, örgütlenme ve yaşamsallaştırma çalışmasının gerekliliği demektir; liberal dejenerasyon ve manipülasyonlara kapılmadan eşitlikçi toplumsal yaşamın öncü örgütlerini ve kadrolarını oluşturmak ve çoğaltmak demektir; en az kadın kadar ve belki ondan da önce ve fazla erkeğin eğitilmesi ve çözümlenerek dönüştürülmesi demektir. Demokratik toplumu gerçekleştirmekle onun öncü prototiplerini oluşturmak farklı şeylerdir. Prototipler bir çeşit deneysel girişimlerdir de. Öncü örgüt ve kadrolar şahsında başarıldığı ölçüde topluma taşırmak mümkündür ve doğrusu da budur. Buda ancak ideolojik-politik birliğin olduğu yapılar için geçerlidir. Özgürlükçü komünal toplumu önce kendi ortamlarımızda, kendi kişiliklerimizde yaşatacağız; ruhumuza ve beynimize yedirerek binlerce yıllık kalıntılardan arınacağız; sonra da topluma kendi pratiğimizle göstererek yayacağız. Bunun kolay bir iş olmadığı malum. Kürt kadınını ataerkil din, töre ve sosyal kapatma cenderesinden çıkarıp ulusal özgürlük mücadelesinin söz ve karar gücüne dönüştüren Kürdistan Devrimi bu özelliğiyle bir Kadın Devrimi’dir. Kadının katılımı, güçlenmesi, mücadelesi ve bugün de öncülüğüyle büyüyen Kürdistan Devrimi’nin bugün toplumsal düzeyde deneyimleme ve yeni yaşamı gerçekleştirme koşulları da oluşmuş durumdadır. Başarısı bunu yaymayı, yetmezlikleri ise daha doğrusuna ulaşmayı sağlayacaktır.

Tarih ve özgün deneyimimiz bize bir şeyi daha göstermiştir=öncü parti ve kadro yapısındaki sapmaların, dejenerasyonun, iktidarcılığa kapılmanın ve karşıtına dönüşün panzehiri aktif kadın katılımı, bilinçli kadın öncülüğü ve kitlesel kadın gücüdür. Toplumsal mücadelenin aktif ve öncü bileşeni olmak kadın hareketini güçlendirmekte, kadın hareketinin varlığı ve öncülüğü de toplumsal mücadeleyi temiz ve sağlıklı tutmaktır.

Bunları da beğenebilirsin

Yoruma kapalı.