Düşünce ve Kuram Dergisi

Komitacı-Darbeci Gelenek ve Gladiocu Kontrol

Emran Emekçi

Toplum içinde değil devlet içinde gizli örgütlenme, komplo ve darbeyle iktidarı ele geçirmeyi esas alan komitacı-darbeci geleneğin tarihi eskilere, Osmanlı dönemine, Yeniçerilere kadar uzanır. Özellikle 19. Yüzyılın başlarında Batı’da gelişen milliyetçi akımların baskısıyla krize giren geleneksel Osmanlıya Nizam-ı Ceditle yeniden nizam vermek isteyen III. Selim’e karşı Yeniçerilerin ayaklanmasıyla başlayan komplocu ve darbeci gelenek, sık sık padişah deviren, sadrazam asan döneminin önünü açar. Yeniçeriler, III. Selim’i zorla tahttan indirip (29 Mayıs 1807) yerine IV. Mustafa’yı getirirler. Alemdar Mustafa Paşa da bir baskınla IV. Mustafa’yı tahttan indirir ve yerine de II. Mahmut’un getirir (28 Temmuz 1808). Aynı zamanda Alemdar Paşa, dönemin ayan ve derebeyleri ile Senedi İttifak (29 Eylül 1808) imzalar. Senedi İttifak sanıldığı gibi Magna Carta tarzı bir demokratikleşmeyi içeren adım değildi. İçeriğindeki maddelere bakıldığında Sultanın mutlak otoritesini özgürlükler lehine sınırlandırmaktan ziyade; ayan ve derebeylerin padişaha verdikleri sözler karşılığında bazı ayrıcalıklar elde ettiği görülür. Yani daha ziyade devlet içi iktidar paylaşımını amaçlayan; etkisi geçici olan, kısa ömürlü bir belgedir. Nitekim Yeniçeriler tarafından Alemdar Paşa’nın da öldürülmesi (15-18 Kasım 1808) olayı ardından II. Mahmut hem Senedi İttifak ve ayanları hem de Yeniçeri Ocağını kaldırdı (1826). Böylece II. Mahmut mutlak otoritesini kurar ve Senedi İttifakın bir hükmü kalmaz. Aynı şekilde Tanzimat Fermanı (1839), Islahat Fermanı (1856), I. Meşrutiyet (1876), II. Meşrutiyet (1908) hareketleri de halka dayanmayan, cılız, ilkesiz, darbeci niteliği ile Meşrutiyet, hürriyet, kanun söylemleri, demokratikleşmeden ziyade İttihat ve Terakki komitacılığının gizli örgütlenme komplo ve darbeleriyle devlet iktidarını ele geçirmenin kılıfı olarak kullanılmıştır. Nitekim 1913’te bir askeri darbe ile devlet iktidarı ve yönetimini eline geçirdikten sonra, adeta gelen gideni aratırcasına padişah otoritesinden bile daha geri tek parti diktatörlüğüne yönelmesiyle ne hürriyet ne de kanun kalmıştı. Meşhur “Hürriyet diye diye Hürriyet tepelendi”, “Kanun diye diye kanun tepelendi” deyimleri tam da bu süreci özetlemektedir.

İşte bu komitacı-darbeci geleneğin en önemli özelliği böyle ortaya çıkmakta, meşrutiyet, hürriyet, hukuk, anayasa, yasa, eşitlik, adalet ve demokrasiden en çok bahsederken, aslında ustalıkla bu kavramları da “tepelemekte”, içeriğini boşaltıp yozlaştırma ve karşıtına dönüştürme işlevini de yerine getirmektedir. Hatta bunun da bir adım ötesine giderek özü gereği özgürlükleri koruması gereken anayasa ve yasa kavramlarını da ters yüz ederek, tam zıt yönde özgürlükleri ortadan kaldıran “yasa” ve “anayasa” anlayışına dönüştürmeyi de başaracaktır. Gerek Osmanlının son dönemi gerekse cumhuriyet tarihine damgasını vuran bu anlayış, evrensel olması gereken insan hak ve özgürlükler kavramını da içeriğinden boşaltarak, sadece “Türklerin Hak ve Özgürlükleri vardır”a dönüştürebilmiştir. Mahmut Esat Bozkurt’un deyimiyle “Türklerin dışında diğer topluluklar da vardır ama bunların sadece bir tek hakkı vardır; o da Türklere kölelik etmek hakkı” gibi çarpık bir insan hak ve özgürlük anlayışına sahiptir. Bu anlayışa göre önemli olan hukukun üstünlüğü ve evrensel hukuk standartları değil, kendi tekçi, homojen ulus-devlet yaratma amacıdır.

 

İttihatçı Komplo ve Darbecilik

Kurucularının büyük bölümü Türk olmadığı halde Türk olmayanların Türkçülüğünü geliştiren İttihat ve Terakki Cemiyeti (1889), Osmanlı döneminde etkin olan Yahudi sermaye gücü ile ittifak kurarak, Siyonist Kongre (1897) ile aynı dönemde ilk toplantılarını yaparlar. İttihat Terakki’nin merkezi de Yahudi masonlarının almak istedikleri Selanik ve çevresiydi. Masonlar Sultan Abdülhamit’i yurt edinme projesine ikna etmek isterler ancak Abdülhamit, bunu kabul etmeyip karşı çıkınca hedef haline getirilir. Aynı süreçte İttihat ve Terakki Cemiyeti, daha ilk toplantısında Yahudilerin gizli Mason örgütlenme modelini esas alır. Bu temelde geleneksel Osmanlı devlet yapısı içinde gizlice paralel devlet tarzında örgütlenmeye yönelir. Osmanlı devletinin yönetim kademelerindeki asker kökenlilerden tutalım, önemli birçok bürokrata kadar kilit noktaları elinde tutanları kendi gizli örgütlenmesine katıp, paralel devletini oluşturduktan sonra, 1906 yılında silahlı komitacılığa yönelir. İlk silahlı eylemi, İttihat ve Terakki’yi sert şekilde eleştiren yazılarıyla bilinen gazeteci Hasan Fehmi Bey’in öldürülmesidir (6 Nisan 1909). Bu olayın yarattığı infialle başlayan 31 Mart Vakıası (13 Nisan 1909) denilen olayları bahane ederek, İttihatçı kadroların başını çektiği Harekât Ordusu harekete geçirilir ve Meşrutiyet adı altında Sultan Abdülhamit tahttan indirilir (27 Nisan 1909). Yerine kendilerinin kuklası V. Mehmet Reşat’ı getirirler. Nihayetinde askeri darbe (Bab-i Ali’ye baskın 23 Ocak 1913) ile iktidarı ve devleti tümüyle ellerine aldıktan sonra ne Meşrutiyet ne özgürlük ne de kanun kalır. Tek parti diktatörlüğü dönemi böyle başlar.

İttihat ve Terakki, iktidarı ele geçirdikten sonra hem devleti hem de toplumu yönetme tarzı baştan sona komplocu ve darbeci niteliktedir. Yine bu süreçte Enver Paşa tarafında kurulan Teşkilat-ı Mahsusa adlı gizli örgütlenmenin birinci görevi; İttihat ve Terakki’ye muhalif olacakları tehdit, baskı, kaçırma, suikast vd. her türlü yöntemle susturmaktır. İkinci görevi ise çeteci örgütlenmeleri geliştirerek Asuri, Süryani, Ermeni ve Rumları bu coğrafyadan silmek; mallarına konarak sermaye gücü haline gelmektir. Bu gaspın en büyük destekçisi İngiltere’yi arkasına alan Yahudi sermayesidir. İdeolojik gıdasını Yahudi kavmiyetçiliğinin kapitalist çağdaki biçimi olan, milliyetçilik ve ulus-devlet anlayışından almaktadır. Bunun felsefesini (Hegel Felsefesi) geliştiren ve hegemonyaya soyunan Almanya’nın yanında 1. Dünya Savaşına girmesi, pastadan daha büyük pay koparmak içindir. Ama savaş Almanya’nın yenilgisiyle sonuçlanıp İstanbul işgal edilince, bunlar boş durmayacak, bu sefer İngiltere hegemonyasına sığınarak Mondros Mütarekesini (1918) imzalamakla sadece Osmanlı devletini çöküşe götürmekle kalmaz, toplumu da açık işgalle karşı karşıya getirirler. İşgale karşı Antep (17 Aralık 1918), Maraş (23 Şubat 1919), Urfa (24 Mart 1919) da başlayan mücadeleleri yürütenler dağılmış devlet güçleri değil, yerel güçlerdi. Zaten bu mücadeleler Mustafa Kemal daha Samsun’a varmadan (19 Mayıs 1919) çok önce başlamıştı. Mustafa Kemal’in Samsun’a çıkışı, İstanbul’u işgal altında tutan İngilizlerin icazeti ve Sultan Vahdettin görevlendirilmesiyle gerçekleşmiştir. Bu yüzden Erzurum Kongresi (23 Temmuz-07 Ağustos 1919) başkanlığına getirilmesi tartışmalıdır. Delegeler itiraz etmektedir.

Kâzım Karabekir’in devreye girmesi ve delegeleri ikna çabaları sonucu Kongre başkanlığına getirilebilir. Ardından Sivas Kongresi (04-11 Eylül 1919) yapılıyor. Yine Doğu’dan başlayıp Karadeniz, Ege ve Trakya’ya kadar yerel örgütlenmelerin bir araya getirilmesiyle birlikte Amasya Protokolleri (20-22 Ekim 1919) imzalanır. Protokoller adeta toplumsal mücadelenin manifestosu niteliğindedir. Amasya Protokollerinin Birincisi, ittihatçı düşüncenin tehlikesine ve bu zihniyetin yol açtığı Ermeni tehcirinde rol alanların cezalandırılmasına vurgu yaparak başlamaktadır. İttihatçıların tepeden milletvekili seçilmesi doğru görülmemekte, milletvekili seçimlerinin halkın oyuna bırakılması ve özgürce yapılmasına karar verilmektedir. İkinci protokolde ise açıkça Misak-ı Milli; “Türklerin ve Kürtlerin ortak vatanı” olarak tanımlanır ve “Bununla beraber Kürtlerin gelişmelerini temin edecek şekilde ırki ve içtimai haklarına ulaşmalarının sağlanacağı” müştereken imza altına alınır. Üçüncü protokolde ise, toplanacak meclisin üyeleri arasında ittihatçıların kötülükleriyle ilgili-tehcir ve kıyım gibi-lekeli olan kimselerin bulunmasının doğru olmayacağı, bunla ilgili gerekli önlemlerin alınmasına ilişkindir. “Amaç, tarafsız kişilerin seçilmelerini tercih etmek, memleketimizde bulunan bütün siyasi partilerin ve gayri Müslümler de dâhil bütün halkın seçimlere katılmaları sağlanıp, toplanacak Meclisin temsil yetkisinin bütün ülkeyi kapsadığını ispat etmek” olarak belirlenmiştir. Bu temelde toplanan birinci meclisin (I. BMM), bileşimi de ağırlıklı olarak toplumun işgale karşı sahada mücadele veren güçlerini (Sosyalistler, Kürtler, Lazlar, Çerkezler vd.) içermektedir.

İlk meclisin demokratik vasfı açıktır. Komünizme karşı düşman değildir. Lenin’in şahsında Komünist Enternasyonal’le dostluk içindedir. Kürt ve Kürdistanlılık doğal karşılanmaktadır, milletvekilleri kendi kimlikleriyle (Kürdistan milletvekili, Lazistan milletvekili) mecliste yer almaktadır. Bu meclisin çıkardığı 1921 anayasası da “halkın bizzat ve bilfiil kendi kendini yönetmesi”dir, der. Yani doğrudan demokrasiyi tanımlamaktadır. Yerelde vilayet ve nahiye şuralarını doğrudan demokrasinin, Meclisi de temsili demokrasinin adresi olarak göstermesidir. Yine vilayet ve nahiye şuralarının özerkliğini asıl, merkezi yetkileri istisna olarak düzenlemiştir. Bu durum demokratik cumhuriyet için en elverişli zemini sunmuştur. Birinci dünya savaşı yenilgisinden sonra kendini feshetse de İttihat ve Terakki kadroları, o dönemde hala İngiltere kontrolündeki İstanbul hükümeti ve devletinin kilit noktalarını elinde tutuyorlar. Örneğin Fevzi Çakmak İstanbul hükümetinin savunma bakanı, İsmet İnönü ise müsteşarıdır. İşgale karşı sahada mücadele edenler ise Doğu’da Kürtler, Ege’de Çerkez Ethem güçleri, Karadeniz, İstanbul, Ankara, İzmir’de Sosyalistler, Lazlar ve tüm ülke genelinde Ümmetçi Müslümanlar gibi güçlerdir. Bu mücadelenin ürünü olarak gelişen Erzurum, Sivas Kongreleri, Amasya protokolleri nihayetinde Meclisin ilanı (23 Nisan 1920) ile somutlaşır. Süreç, toplumsal güçlerin etkili olduğu bir demokratik devrim süreciydi. Tüm bu süreç boyunca sahada işgale karşı mücadeleden uzak, İstanbul hükümetindeki görevlerini sürdüren ittihatçı kadrolardan İsmet İnönü 9 Nisan 1920’de, Fevzi Çakmakta 27 Nisan 1920’de Ankara’ya giderler. Bu kadrolar hem İttihat ve Terakkinin tek parti diktatörlüğü döneminde hem de daha önceki komitacı-darbeci eylemlerin gerçekleştiği süreçte aktif görevlerde bulunmuşlardı. Komitacılık, komplo, darbe ve Teşkilat-ı Mahsusa konusunda deneyimli ordu kökenli ittihatçılardı. Şimdi bu “yeteneklerini”, İngiltere hegemonyası lehine, Birinci BMM olarak şekillenen Sosyalistlerin, Kürtlerin, Çerkezlerin, Lazların ve Ümmetçi Müslümanların demokratik ittifakını dağıtma ve 1921 anayasası ile demokratik temelde kurulan cumhuriyeti adım adım karşıtına dönüştürme rolünü oynayacaklardı.

Nitekim gelmelerinden hemen sonra Ege’de Yunan işgalini durduran Çerkez Ethem’e bir komplo (23 Ocak 1921) ile etkisizleştirdiler. Yine Sovyetlerle Ankara arasında köprü rolünü oynayan Mustafa Suphi ve arkadaşlarını Karadeniz’de boğdurma (28 Ocak 1921), İngiltere şartlarının kabulü temelinde imzalanan Lozan anlaşmasına muhalefetin etkili ismi Ali Şükrü Bey’i Teşkilat-ı Mahsusa çetesi Topal Osman tarafından öldürülmesi (27 Mart 1923). Yine Lozan anlaşmasını onaylamayan Birinci Meclisin feshi (1 Nisan 1923), merkezi liste usulüyle ittihatçı kadroların aday gösterildiği göstermelik seçim ile İkinci Meclisin bileşimi köklü değişime uğratıldı. İkinci Mecliste Lozan Anlaşmasının kabulü böyle gerçekleştirildi. Nihayetinde 20 Nisan 1924 tarihinde, cumhuriyeti kuran toplumsal ve siyasal konsensüsün ifadesi olan, yerelde doğrudan demokrasi ile genelde temsili demokrasi esaslarını düzenleyen 1921 anayasasının yürürlükten kaldırıldı. Antidemokratik, tekçi ve katı merkeziyetçi 1924 “anayasasına” geçildi. Peşi sıra Kürtlere yönelik Piran komplosu (13 Şubat 1925) gerçekleştirildi ve isyan bahanesiyle Şark Islahat Planı’nın devreye konuldu (15 Şubat 1925). Buna itiraz edip “Ben elimi Kürt kardeşlerimin kanına bulamam” diyen dönemin başbakanı Fethi Okyar hükümeti düşürüldü (02 Mart 1925). Yerine İnönü hükümeti kuruldu. İttihatçı kadroların tek devlet, tek millet, tek ülkü, tek parti ve tek şef iktidarının temelleri atıldı. M. Akif Ersoy ve Said-i Nursi’n sürgünü (1925) ve 1927 Komünist parti tevkifatı gibi adım adım cumhuriyetin kurucu müttefikleri komplolarla tasfiye edilerek sistem dışına atıldı. Alman yanlısı olmaktan İngiltere yanlısı olmaya kayan İttihat ve Terakkinin komitacı-komplocu-darbeci geleneğiyle zincirlenmesine bağlantılı karşıdevrim süreci olarak cereyan etti. Öyle ki gerek 1924 Anayasası gerekse CHF tüzüğünde demokrasiye kelime olarak bile yer verilmedi. Demokrasi sorununun alabildiğine ağırlaştığı “anayasa”, “yasa” ve “mahkemeleri” ile “hukukun” birer sopa olarak kullanıldı. 1924 Anayasası ile Takriri Sükûn, Sansür ve Sürgün Kanunları, İstiklal Mahkemeleri Kanunu, Türkleştirme genelgeleri, çarşı ve pazarda Kürtçe konuşmaya para cezası getiren düzenlemeler, Kürtçe köy, kent, ilçe, mahalle ve kişi isimlerini yasaklama, var olanları da Türkçe isimlerle değiştirildi. Mecburi İskân Kanunu, Sıkıyönetim, Dersim’in Türkleştirilmesi için özel olarak çıkarılan Tunceli Kanunu, Umumi Müfettişlikler Kanunları çıkarıldı. Bunlar, 1925-1938 yılları arasında Kürtlere karşı acımasızca uygulandı.

 

Türkiye’nin NATO’ya Girişi ve Gladio Dönemi

İkinci Dünya Savaşından sonra ABD hegemonyası altında, 1952 yılında NATO’ya da giren Türkiye Cumhuriyeti, İngiltere kontrolünden ABD kontrolüne geçer. ABD, bu kontrolü Gladio vasıtasıyla yapar. Daha NATO’ya girilmeden Türkiye’nin ilk subay grubu ABD’ye yollanıp eğitimden geçirilmiştir. 1948’de ABD’ye özel harp kurumları ve strateji eğitimi için gönderilen 16 subay, Seferberlik Tetkik Kurulu’nun da resmi çekirdeğini oluşturur. Aralarında Danış Karabelen, Turgut Sunalp, Ahmet Yıldız, Alparslan Türkeş, Suphi Karaman, Fikret Ateşdağlı gibi isimler de var. Gizli örgütlenmeyle komünist, sosyalist, demokratik hareketlere, lider veya üyelerine ve homojen ulus yaratma adına geriye kalan Rum, Kürt, Alevi vd. farklı toplumsal gruplara karşı cinayetler, komplo gibi eğitimler alırlar.Bu yıllardan itibaren örgüt, dal budak sarar. Ekonomik, sosyal, politik, askeri ve kültür dâhil tüm alanlarda gizlice örgütlenir. Bütün legal siyasi partileri kontrol altında tuttuğu gibi işçi sınıfını da denetime alır. 1952’de kurulan Türk-İş işçiler üzerinde kontrol mekanizması gibi oluşturulmaya çalışılır. Sovyet yandaşı Komünist Partisi ve sendikalar üzerinde amansız baskı uygulanır. Zaten temel gayesi en ufak bir komünist, sosyalist sızma olduğunda anında ezmektir. Sabahattin Ali cinayeti (2 Nisan 1948) ve 1954 komünist tevkifatı ilk icraatları olur. Kürtlük de komünizm bağlantılı sayıldıkça (49’lar davası) aynı akıbete maruz kalır. Yine Rumlara yönelik 6-7 Eylül 1955 olayları: Selanik’te Atatürk’ün evinin bombalandığı yalan haberi ile başlatılıp, İstanbul ve İzmir’deki Rumlara ait binlerce işyeri, fabrika, otel, restoran, ambar ve evler yağmalanır. Onlarca Rum öldürülür, yaralanır ve yüzlerce kadın tecavüze uğrar. Orgeneral Sabri Yirmibeşoğlu, “Özel Harp Dairesi’nin işiydi ve muhteşem bir örgütlenmeydi.” diye itirafta bulunur.

ABD’nin Gladiocu kontrolü, ilk başlarda NATO Gladio teşkilatının Türkiye kolu STK ile özdeşleşmiş enternasyonal gladio eliyle yapar. Daha sonra 1971 askeri darbesi ardından gerçekleşen anayasa değişiklikleri ile kurulan ve 1980 askeri darbesi ürünü 1982 anayasası ile iyice kurumlaşarak parlamentonun da üstünde yetkilerle donatılmış, MGK-Özel Harp Dairesi gladiosu olarak millileşir. Darbe ardından “parlamenter rejime” geçiş kararıyla gerçekleşen seçimlerde Özal Hükümeti (13 Aralık 1983) kurulur. Kürt hareketinin 1984 15 Ağustos Eruh ve Şemdinli eylemlerinin ardından Özal Hükümeti, Koruculuk sistemi ve OHAL ile yeni bir dönem başlar. NATO içinde Almanya’nın rolü öne çıkarılır. Yani Kürt meselesinde Almanya görevlendirilir. Yine 1985’lerde Cem Ersever’in kurduğu JİTEM adıyla gladio kurumlaşır. Aynı yıl Almanya’nın Kürtlere yönelik tutuklama ve “terörist” ilanı gündeme gelir. 28 Şubat 1986 Olof Palme suikastıyla da Kürt hareketinin bütün Avrupa’da “terörist” ilan edilerek tecrit edilmesi yoluna gidilir. Fakat Kürt hareketi içeride ve dışarıda NATO Gladiosu kuşatmasına rağmen gelişmesini sürdürerek, giderek kitleselleşme sürecine girer. Bu süreci yakından gözlemleyen ve özel savaşı bütün gücüyle yürütmesine rağmen bununla sonuç alınamayacağını gören Özal, 1988’den itibaren Kürt sorunun siyasi çözümü konusunda görüşlerini dile getirmeye başlar. Bu yaklaşımı Gladio’yu rahatsız eder ve Kartal Demirağ eliyle Özal’a suikast (18 Haziran 1988) düzenlenir. Ancak Özal, “Doğan Güreş ikili oynuyor ama Bitlis Paşa benden yana” diyerek kararlılığını sürdürür. 1990’larda Londra ziyareti dönüşünde Güreş, “İngiltere’den yeşil ışık aldık” der, Özal ve ekibinin (Eşref Bitlis ve diğerleri) tasfiye süreci başlatılır.

“Topyekûn imha” konsepti çerçevesinde Özel Harp Dairesi’ni lağvederek doğrudan kendisine bağlı Özel Kuvvetler Komutanlığını kurulur. Yargısız infazlara karşı çıkan Eşref Bitlis 17 Şubat 1993 günü ve JİTEM’in kurucusu Cem Ersever ise 4 Kasım 1993 günü öldürülür. Bu süreçte Abdullah Öcalan ile demokratik ve siyasi çözüm için dolaylı diyaloglarını sürdüren Özal ise, 17 Nisan 1993 tarihinde şaibeli bir şekilde ölür. Çiller, Güreş ve Ağar dönemi başlar. Bundan sonrası sınırsız yetkilere sahip Arif Doğan, Veli Küçük, Mahmut Yıldırım (Yeşil) ve Ağar gibilerinin kontrolündeki JİTEM dönemi olur. Doğrudan Doğan Güreş’e bağlı çalışırlar. 6 Mayıs 1996’da Öcalan’a yönelik bombalı saldırı başarısız olur. Bu başarısızlık Başbakan Çilleri gözden düşürür.

9 Ekim 1998 tarihinde koordinatörlüğünü ABD Başkanı Clinton’un yaptığı Öcalan’a dönük devletlerarası komplo başlatılır. 9 Ekim 1998 ile 15 Şubat 1999 tarihleri arasında Öcalan, Yunanistan, Rusya, İtalya, tekrar Rusya ve tekrar Yunanistan’ın Korfu Adasından CIA’ya ait bir uçakla Kenya’nın Başkenti Nairobi’ye kaçırılır. Öcalan Nairobi’de Yunana Elçiliğinde tutulur. Ve buradan kaçırılarak 15 Şubat 1999 günü Türkiye’ye teslim edilir. Bu gelişme üzerine JİTEM’in işi biter ve yerine Ergenekon geçecektir. Ardından bir dizi Ergenekon operasyonlarıyla M. Altan Öymen CHP başkanlığından düşürülür, yerine de Baykal geçirilir. Erbakan’ın partisi kapatılır ve kendisine de siyaset yasağı getirilir. Yine Başbakan Ecevit hastalık bahanesiyle tasfiyesi gerçekleştirilir. AKP’nin iktidar olmasının şartları hazırlanır. Böylece 2002’de yapılan seçimlerde AKP iktidar olur. AKP’nin tek başına iktidar olmasında en büyük rolü de yüzde 10 seçim barajının olmasıdır. Bunun sonucu AKP yüzde 34 ile neredeyse anayasayı tek başına değiştirebilecek milletvekili sayısına ulaşır.

Türkiye’de gladio, 1950’lerden itibaren günümüze kadar esas yöneticidir. Tüm askeri-siyasi yapı Gladio’nun denetimindedir. On yılda bir darbe veya balans ayarlarıyla burjuva anlamda demokrasiye bile şans tanımamış, ancak hegemonik çıkarlarıyla uyumlu olduğu sürece göstermelik, kontrollü ve güdümlü bir demokrasiye izin vermiş, vermektedir. Ama kontrolü dışına çıktığında darbelerle bu göstermelik yapıları dahi tasfiye etmekten, balans ayarı adı altında kendisiyle uyumlu hale getirmekten çekinmez. Örneğin Başbakan Menderesi ve bakanlarını ABD politikaları dışına çıktığı için 1961 gladio darbesiyle tasfiye edilir. Menderes’e askerlerin darbe yapacağı istihbaratı verildiğinde “Benim ordum darbe yapmaz” diyecek kadar gladio yapılanmasından habersizdir. 1960 Darbe açıklamasını yapan Alparslan Türkeş’in ABD’de özel savaş eğitimi alan bir subay olduğu biliniyor. Sadece o değil, darbeyi yapan Milli Birlik Komitesi üyelerinin Cemal Gürsel dâhil hemen hepsi ABD’de eğitim gören subaylardır. Buna rağmen 1961 anayasasının Kürtleri dışarıda tutarsak, sınırlı anlamda sola dönük yüzü ile yarattığı elverişli ortam oluşturmuştur.

Demokratik-sosyalist hareketler (TİP ve ’68 Devrimci Gençlik Hareketi gibi) örgütlenme zemini bulur. Buna karşın, 12 Mart 1971 askeri darbesi demokratik ve sosyalist gelişmeyi önlemeye yönelik bir gladio darbesidir olmuştur. Bunun sonucu Denizler idamı edilir ve yine sırf programında Kürt sorununun çözümüne yer vermesi nedeniyle Türkiye İşçi Partisi (TİP) kapatılır. Ancak darbe demokratik-sosyalist gelişmeyi engelleyemez. 1970 sonrası devreye konulan 1 Mayıs 1977 katliamı, Maraş ve Çorum olayları, yine Ülkü Ocakları üzerinden geliştirilen sola yönelik cinayetlerde binlerce genç öldürülmüştür. Tüm bunlara rağmen solun yükselişinin önüne geçilemeyince sıkıyönetim ilan edilir. 12 Eylül 1980 Faşist Askeri darbeyle ezilen sosyalist-sol hareket, günümüze kadar kendini bir türlü toparlayamadı. Bu dönemde (1960-80 arası) geliştirilen milliyetçi ve İslamcı örgütlenmelerin (Komünizme Karşı Mücadele dernekleri, Milli Talebe Birliği, Ülkü Ocakları gibi) anti-komünist gladiocu taktiklerle bağlantıları barizdir. Öyle ki, 1950’lere kadar İttihat ve Terakki komitacılığının hedefi olan İslami ümmetçiler, 1950 sonrasında DP kanatları altında sistem içine alınarak gladiocu örgütlenmelere eklenir. 1970’lerden itibaren ABD’nin Yeşil Kuşak projesiyle demokratik-sosyalist harekete karşı konumlandırılır. 1980’lerde Türk İslam Sentezi adı altında sisteme entegre edilir, 2002’lerden itibaren “Ilımlı İslam” modeli adı altında iktidara getirilir. Ve nihayetinde Ergenekon ardından Yeşil gladio ve son olarak tek adam rejimine bağlı özel gladio koalisyonu eliyle halkların demokratik-sosyalist birliğine karşı konumlandırılmıştır. HDP’ye yönelik saldırılarda kullanılan hegemonik aygıta dönüştürülmüştür.

 

12 Eylül Faşist Darbesine Doğru …

Cumhuriyetin kuruluş müttefiki Kürtlerin içine düşürüldükleri durum ittihatçı, komitacı-darbeci gelenek ve gladiocu kontroldür. Hayli karanlık ve birçok komplo, provokasyon ve tenkil hareketiyle bağlantılıdır. 1925-1950 dönemi Anadolu Rumları ve Ermenilerinin yaşadıklarına benzer bir Kürtsüzleştirme politikasının yaşatıldığı, 1925-1938 inkâr, imha, tenkil ve asimilasyon sürecinin bu politikayla bağlantılı olduğu anlaşılırdır. 1945’lerden sonra Kürt sorununa bitirilmiş gözüyle bakılmıştır. En ufak bir kıpırtı, ölü sanılanın canlandığı anlamına yorumlanıp hemen ezilmiştir. 1950 sonrası Kürt aydınlarına yönelik 49’lar davası, 1960’lar sonrası Sivas Toplama kampı (1 Haziran 1960), 2510 Sayılı Mecburi İskân Kanunu’na ek olarak çıkarılan 105 sayılı kanunla sürgün yetkisinin eklenmesi(7 Ekim 1960), 14 Şubat 1967’de Kürt hareketliliğinin bastırılmasına yönelik “anayasal” ve “yasal” dayanakları takviye etmek üzere 6/7635 No’lu kararname ile “Her ne biçimde olursa olsun-yazı, plak, teyp bandı vb.- ülke dışında Kürtçe olarak hazırlanmış her türlü malzemenin Türkiye’ye sokulması ve ülke içinde yayılması” yasaklanır. Kürtlerin, kendi kimlikleriyle dernek kurmalarına izin verilmediğinden, “Kürt” yerine “Doğu” kavramı kullanılarak Devrimci Doğu Kültür Ocakları (DDKO) adı altında dernekleşmeye bile tahammül edilmez. DDKO’nun Hakkâri, Mardin, Siirt, Diyarbakır, Bitlis, Erzurum gibi yoğun olduğu yörelerde Kürt halkına yönelik komando terörü estirilir. Yine rapor hazırlayarak 15 Mayıs 1970 tarihinde Cumhurbaşkanı Cevdet Sunay’a sunulur. Sunay’ın yanıtı, dernek yönetici ve üyelerinin tutuklanır (16 Ekim 1970) ve Ankara Ağır Ceza Mahkemesi’nde yargılanmaları olur. DDKO iddianamesi baştan sona Kürt diye bir ulusun olmadığını kanıtlamaya çalışılır. Savunmalar da Kürtlerin varlığını kanıtlamaya yönelik olur. Yargılama devam ederken 12 Mart 1971 askeri darbesi olur ve DDKO, mahkeme kararı beklenmeden sıkıyönetim komutanlığı bildirisiyle (26 Nisan 1971) süresiz olarak kapatılır.

1977’de DDKD (Doğu Devrimci Kültür Dernekleri) ismiyle yeniden dernekleşmeleri de aynı akıbet ile sonuçlanır. Darbe zoruyla gerçekleştirilen anayasa değişiklikleriyle 1961 anayasasının özgürlüklerle ilgili her bir maddesine tek tek “devletin ülkesi ve milletiyle bölünmez bütünlüğü”, “milli güvenlik” ibareleri eklenerek ve bu gerekçelerle tüm özgürlüklerin sınırlanabileceği kuralı getirilir. Bununla uygulamada bu hak ve özgürlüklerin Kürtler lehine yorumlanabilme ihtimalinin bile önüne geçilmek istenir. Örneğin anayasadaki değişikliklerle siyasi partilerin programlarında Kürt meselesine yer vermeleri, Kürtlerden söz etmeleri kapatılma nedeni sayılmıştır. Yine Kürtlerin kendi kültürel kimliklerini koruma ve geliştirme amaçlı dernek kurmaları kapatılma nedeni sayılmıştır. 1972 yılında 1587 sayılı Nüfus Kanunun 16/4 maddesi yürürlüğe konulur. Buna göre çocuklara verilecek adların “milli kültüre aykırı olamayacağı” düzenlemesi getirilir. Bununla çocuklara isim verilmede sadece Türk kültürünün esas alınmasını ve Türkçeden başka dillerde isim (örneğin Kürtçe isimlerin Kürt çocuklarına) verilmesi yasaklanır. Bunun gibi asimilasyon uygulamalarıyla iç içe geleneksel “tenkil” amaçlı komando operasyonları ile askeri şiddet de arttırılarak sürdürülür. Darbe ardından “demokratik parlamenter rejime” geçilen süreçte de komando operasyonları devam eder. On binden fazla komando Ekim’den Aralık 1975’e kadar Hakkâri ilinin sınır mıntıkasında devriye gezer. Yine şehirlerde polis ve faşist milisler, 31 Mart 1975’ten 10 Nisan 1976’ya kadar 60 yurtsever, demokrat ve sosyalist Kürt insanını katletmişlerdir. 1978’in sonlarında devlet destekli sağ kanat milisler ve silahlı gruplar, Kürdistan’da her gün 20, 30 kadar sol-sosyalist Kürt’ü etkili bir şekilde tasfiye etmiştir.

CIA eğitimli ve donanımlı Milliyetçi Hareket Partisi ve Ülkü Ocakları eliyle ölüm mangalarının saldırıları 1979 sürecinde daha da şiddetlendirilmiştir. Türkeş tarafından organize edilen bu ölüm mangaları ideolojik olarak “Hitlerin Nazi Örgütlenmesiyle akraba” olduğu, Türk İçişleri Bakanlığı ve Emniyet Müdürlüğü raporlarına bile yansımıştır. Böylece binlerce kişi özel savaş aygıtının yarattığı kaos ortamında katledilir. Bu katliamlar 1 Mayıs 1977 tarihinde Taksim katliamı, Maraş (19-26 Aralık 1978) ve Çorum katliamlarıyla (Mayıs-Temmuz 1980) zirveye ulaşır. Hedef alınan Kürt, Alevi ve Sosyalist kimliktir. Bütün bunlar sıkıyönetim ve 12 Eylül darbesine zemin hazırlamak için özel savaş aygıtı tarafından tasarlanmış ve uygulanmıştır. Nitekim Maraş katliamı bahane edilerek 13 ilde sıkıyönetim ilanına gidilir. Baskı ve şiddet doruğa tırmandırılır. Buda yetmez, 12 Eylül 1980 askeri darbesi ile demokratik-sosyalist hareketler, Kürt hareketi tamamen bastırılmak istenir. ABD yetkilileri bu darbeyi övecek “Bizim çocuklar iyi iş yaptı” diyecekti. 12 Eylül 1980 darbesiyle Türkiye Cumhuriyeti gladiocu kontrolün en koyu uygulandığı ülke haline getirilir. Türkiye’deki tüm demokratik-sosyalist hareketler, bir daha belini doğrultamayacak hale getirilir. Burjuva partiler bile kapatılır. Kürtler üzerindeki “kökünü kazıma” eylemleri daha da şiddetlendirilir. Ordunun toplam gücünün üçte ikisi Kürdistan’a kaydırılır. Büyük baskı ve gözaltılar başlar. Eylül 1980 ile Eylül 1982 yılları arasında 81.000 Kürt gözaltına alınır. Birçoğu PKK üyesi oldukları savıyla 1790 kişi tutuklanır. Gözaltına alınanlar işkence ve dayaktan geçirilir. 500’den fazla insan işkence nedeniyle gözaltında hayatını kaybeder. Bir o kadarı da gözaltında kaybolur. 1.683.000 kişi polis dosyalarında şüpheli diye fişlenir. 34.800 demokrat ve sosyalist Kürt ve Türk’e yurtdışına çıkış yasağı konulur. 15.509 kişi politik nedenlerden dolayı işinden atılır. 114.000 kitap (çoğu da Kürtlerle ilgilidir) alıkonulur ve yakılır. Kürtçe video, müzik, film ve yayınlara el konulur. 937 film (birçoğu Kürtleri konu alan veya ilgili olan) yasaklanır. 2.729 yazar, çevirmen, gazeteci ve oyuncu, sırf kendi görüşlerini açıkladıkları için yargılanır! Bu süreçte gözaltına alınan bütün Kürtlere en acımasız işkenceler uygulanır, çoğu zaman bu işkenceler üç ayı aşkın bir zaman dilimini aşar. İşkence altında alınan ifadeler, mahkemelerde delil olarak kabul edilir. Cezaevi duvarlarına büyük harflerle yazılı olan “Türkçe konuş, çok konuş” yazıları altında tutsaklara aile görüşü yaptırılır.

Diyarbakır cezaevine görüşe gelen ve Türkçe bilmeyen anneler, on dakikalık görüş süresince sadece çocuklarına bakmakla yetinerek, tek kelime söylemeden görüş sürelerini doldururlar. Hiç Türkçe bilmeyen sanıkların da kendilerine yüklenen suçları anlayabildikleri bir dille öğrenmek ve çevirmen sağlanması hakları olmasına karşın, 12 Eylül mahkemeleri bu yönlü talepleri reddeder. Hakeza Türkçe savunma olanakları da ortadan kaldırılmıştır. Tutsakların bütün savunma materyalleri, kitapları, kaynakları ellerinden alınmıştır.

Savunma için gerekli araç olan kâğıt, defter, kalem verilmediği gibi, adeta bir işkence laboratuvarı rolünde Kürt tutsaklar, işkence ile itirafçılığa zorlanır. Buna karşı kendini yakma ve ölüm oruçlarında onlarca tutsak hayatını kaybeder. Diyarbakır başta olmak üzere cezaevlerinde Kürt tutsaklara yönelik bu insanlık dışı uygulamalar sürdürülürken, darbenin Generali Kenan Evren, 19 Ekim 1981 tarihinde Der Spiegel Dergisine verdiği demecinde şöyle diyordu; “Kürtler mevcut ama ülkeyi parçalamalarına müsaade etmeyeceğiz. Onlar bizden bir şey almayı başaramayacaklar. Bu sorunu kökten kazımak için gerekli olan her şeyi yapacağız.” Ardından 7 Kasım 1982’de yürürlüğe konulan darbe anayasası ile tarihte eşi görülmemiş “dil yasağı” (m.26-28-42) açıkça anayasa maddesi haline getirilir; Kürtlerin kendi ana dilleriyle düşüncelerini açıklaması, eğitimi yasaklanır. Kürtler kendi imkânlarıyla bile olsa Kürtçe eğitim veren herhangi bir okul veya kurs açamazlar. 1983 yılında Kürtçeyi yasaklayan 2932 sayılı yasa çıkarılır. Bu yasaya göre Kürtlerin anadili Kürtçe değil Türkçedir. Bu yasalara göre Kürtçe, Türkiye’de konuşulan bir dil değildir. Daha doğrusu yabancı bir dildir. Kürtlerle ilgili kitap, dergi, gazete vb. de yasaklanır. İçerideki yasal sınırlamalar yüzünden, yurtdışında basılmış ve Kürtlerle ilgili olan yabancı yayınların yurt içine sokulması da yasaklanır. Bir suç teşkil etsin veya etmesin, Bakanlar Kurulu, Türkiye içinde Kürtlerle ilgili olan yabancı yayınları yasaklayabilir. Kürtlerin varlığını ve haklarını savunan bir siyasi parti kurulamaz. Ayrıca Kürtçe afiş, yayın ve bildiri yazılamaz. Kürt aydınlarının yurtdışına seyahat etmeleri (5682 no’lu Pasaport Kanunu m.22/1) ve kendi çocuklarına Kürtçe isim vermesi yasaklanır. Kürtler, şehirleri ve köyleri için Kürtçe isimler kullanamazlar. Bu anayasa ve yasalara göre tiyatro çalışması, video kasetleri, müzik faaliyetleri, filmler vb. yasaklanır.

Kürtçe TV ve radyo istasyonları kurulamaz. Tüm bu yasaklamalarda “Devletin ülkesi ve milletiyle bölünmez bütünlüğü” kavramı kullanılır! Bu yasaklara aykırı davranan Kürtleri “yargılamak” için de, 1980 öncesi dönemde Anayasa Mahkemesi tarafından iptal edilen Devlet Güvenlik Mahkemeleri (DGM) yasası, anayasa maddesi (Madde.143) haline getirilir! Kürtlerin uluslararası hukuktan kaynaklı her türden demokratik talebi, örgütlenmesi, eylemi “bölücülük” olarak değerlendirilir. 1991’den itibaren de “terör” adı altında DGM’lerde yargılanırlar! Diyarbakır Devlet Güvenlik Mahkemesinin yetki alanına Olağanüstü Hal Kapsamında 11 il girmektedir. Sadece Diyarbakır DGM’de, 1984 yılından 31.12.1996 tarihine kadar toplam 15.679 dava görülmüştür. Aynı yıllar arasında dava açılan toplam sanık sayısı 49.453’tür. Bu mahkemelerde 1994-95-96 yıllarında 11-17 yaş arası toplam 1154 çocuk yargılanmıştır. 1989 yılından 1.4.1997 tarihine kadar, 11-14 yaşları arasında toplam 70, 14-17 yaşları arasında ise toplam 596 çocuk çeşitli ağır hapis cezalarına çarptırılmıştır (OHAL Bölgesinde İnsan Hakları, Diyarbakır Barosu Başkanı’nın 12.04.1997 tarihli raporu).

Diyarbakır cezaevine ve mahkemelerine düşmeyenlere ise, darbecilerin “kılıç artıkları” dedikleri Öcalan ve sınırlı sayıda arkadaşının yurtdışına çıkmayı başarabilenlerdi. Bunların yeniden toparlanıp 12 Eylül faşizmine karşı mücadeleye yönelmeleri (15 Ağustos 1984 Eruh ve Şemdinli eylemleri), darbe ile bekleneni boşa çıkardığından, 1985’lerden itibaren koruculuk sistemi, OHAL ilanı ile birlikte gladiocu kontrol, direkt NATO gladiosunun Türkiye’deki uzantısı JİTEM dönemine geçilir. NATO-Gladio’nun Türkiye’deki örgütlenmesi olan JİTEM elemanların maaşlarını da Amerika veriyordu. JİTEM’in, Genelkurmay’ı, Emniyet ve Jandarma’yı aşan çok daha geniş NATO’ya bağlı olarak çalışan bir örgüt olduğu, Ergenekon İddianamesi, Tuncay Güney’in açıklamaları, Veli Küçük ’ün ifadeleri ve Aygan’ın itiraflarıyla da kanıtlamıştır. Örneğin Abdulkadir Aygan itiraflarında anlatıyor; “JİTEM, Jandarma, Emniyet ve güvenlik teşkilatından ayrı olarak ama onların da içine dâhil edildiği bir örgütlenmedir.” diyor. Bu temelde 1985’lerden itibaren devreye giren JİTEM, sadece Jandarma İstihbaratı değildi, Emniyet istihbaratı da değildi, MİT istihbaratı da değildi; bunların da içine nüfuz eden özel, özgün, kapsamlı bir örgütlenmeydi. Partilerin içlerine kadar müdahale ettikleri anlaşılıyor. Türkiye’de yüz bin elamanları, çalışanları olduğu söyleniyor. Ancak 1988’lere gelindiğinde Özal’ın bilinen siyasi çözüm söylemi var. Bu yaklaşımı Gladio’yu rahatsız etmişti ki, Kartal Demirağ tarafından Özal’a suikast düzenlendi. Ancak Özal yılmadı, yine de cesaretle sorunu çözmek istiyordu. Buna ilişkin çıkan tartışmalar yeni bir genelkurmayın (Doğan Güreş) devreye girmesine sebep oluyor. Daha genelkurmay başkanı olmadan 1990 başlarında Londra’yı ziyaret eden Doğan Güreş, dönüşte “İngiltere’den yeşil ışık aldık” der ve bu temelde, Genelkurmay Başkanı olan Necip Torumtay, daha görev süresi dolmadığı halde, 3 Aralık 1990 tarihinde istifaya zorlanarak yerine Doğan Güreş, 4 Aralık 1990’da Genelkurmay Başkanlığına getirilir. Görev süresinin dolduğu 30 Ağustos 1993 tarihinde ise, ordu geleneğine göre yerini Orgeneral Muhittin Fisunoğlu’na bırakması gerekiyordu. Ancak dönemin başbakanı Tansu Çiller tarafından ordu geleneği bir tarafa bırakılarak, Doğan Güreş’in görev süresi uzatıldı ve Fisunoğlu ekarte edildi. Bu bir ordu içi darbeydi. JİTEM de bu dönemde ikiye ayrılır; yargısız infazlar yerine yargılayalım diyen Cem Ersever ve ekibinin tasfiyesi ardından Doğan Öz, Veli Küçük ve Yeşil ekibiyle bilinen yargısız infazlar dönemine geçilir. Bunlar emir-komuta hiyerarşisi içinde doğrudan Doğan Güreş ve T. Çiller’den emir alıyorlardı. Konseptin arka planında ise İngiltere ile ortaklaşan CIA ve NATO gladiosu vardı. Aynı zamanda bu dönem Kürt hareketinin kitleselleştiği Serhıldanlar dönemine tekabül ediyordu.

26 Eylül 1992 tarihli Milliyet gazetesine verdiği demeçte Güreş, Kürt sorununun olmadığını, Güneydoğu sorunu olduğunu ve dönemin hükümeti (Demirel ardından Çiller hükümeti) ile işbirliği içinde topyekûn mücadele döneminin başladığını ilan etmişti. Daha sonraları Fikret Bila’ya verdiği röportajında Güreş (Aksiyon, 18 Ekim 2010), dönemin Cumhurbaşkanı Turgut Özal ile Başbakan Süleyman Demirel’e danışmadığını, hatta MGK’da görüşmediğini ve o dönem, her istediğini yapabilecek konumda olduklarından askeri darbeye de gerek duymadıklarını söyleyecekti. Güreş’in “Eskisi gibi askeri darbeye gerek yoktu, istediğimizi yapıyorduk” sözleri ile İngiltere ziyareti ardından dönüşte söylediği “Yeşil ışık aldık” söylemi ve ardından gelişen pratikler her şeyi açıklar niteliktedir. ABD ve İngiltere’den aldığı icazetin gücünü gösteriyordu.

Bu temelde Doğan Güreş’e bağlı özerkleşen Gladio, önünde engel gördüğü herkesi, hatta devlet adamlarını (Özal, Eşref Bitlis, Bahtiyar Aydın, Rıdvan Özden, Cem Ersever vd.) bile rahatlıkla tasfiye edebiliyordu. Elbette bu sürece ‘Özal gidicidir’ diyen Demirel de dâhildir. Bunlar Kürt sorununu demokratik çözümü için girişimlerde bulunan Cumhurbaşkanı Özal’a bile suikast (17 Nisan 1993) düzenleyebilecek gücü ele geçirmişlerdi. Özal suikastı neden aydınlatılamadı? Çünkü doğrudan ABD-NATO bağlantılı Gladio eylemiydi. Ardından Demirel-Erdal İnönü hükümeti (17 Nisan1993) sonrasında Çiller-Karayalçın hükümeti (25 Haziran 1993) ile devam eden süreç; faili meçhul cinayetler, gözaltında kayıplar, binlerce köyün boşaltılarak milyonlarca Kürt köylüsünün yerinden edilmesi uygulamaları, bir özel savaş taktiği olan “Suyu kurut balığı yakala” uygulamasıydı.

5 Temmuz 1991’de HEP Diyarbakır İl Başkanı Vedat Aydın, evinden bir gece polis kılıklı JİTEM’ciler tarafından alındı ve iki gün sonra işkence edilmiş cenazesi bulundu. Diyarbakır’da, 10 Temmuz’da düzenlenen cenaze törenine katılanlara otomatik silahlarla ateş açılır ve onlarca kişi ölür veya yaralanır. Sürecin devamında on bini aşkın faili meçhul (belli) cinayet, öldürdükleri binlerce Kürt yurtseveri, milletvekili, işinsanı, sivil toplum aktivisti ve diğerleri gelir. Bunu gözaltında kayıplar, dört bini aşkın köyün boşaltılması, dört milyonu aşkın Kürt köylüsünün yerinden edilmesi ile Cizre, Lice, Varto ve Şırnak gibi il ve ilçelerin harabeye çevrilmesi takip eder. Örneğin daha önce 1974 yılında Kıbrıs’ta Genelkurmay Özel Harekât Dairesi Komutan Yardımcılığı görevinde de bulunan Tuğgeneral Mete Sayar, 1991 yılında atandığı Şırnak Tugay Komutanlığı sırasında adı Şırnak’ta yapılan katliamlarla anılır. Şırnak’ta 1992 Newroz’unda onlarca kişinin öldürülmesi, 18-19 Ağustos 1992 tarihleri arasında Şırnak’ın ağır silahlarla dövülerek ölümlerin yaşanmasına ve yüzlerce kişinin gözaltına alınarak tutuklanması emrini veren yine Tuğgeneral Mete Sayar idi.

Bu suçları nedeniyle hakkında hiçbir yasal işlem yapılmayan Tuğgeneral Sayar, aksine 1992 Ağustos’unda Şırnak’ın yakılıp yıkılması ardından dönemin Genelkurmay Başkanı Orgeneral Doğan Güreş tarafından takdirname ile ödüllendirilmiş ve Moskova askeri ataşeliğine atanmıştır. Çiller’in de yargısız infazlar için “Elimde liste var”, “Devlet için kurşun atan da yiyen de şereflidir” sözleri de nasıl bir özel savaş ekibi olduklarını ele verir. Daha 1995 yılında DGM Başsavcısı Bekir Selçuk, 12 Ocak 1995 tarihinde kendisiyle görüşen cumhuriyet gazetesi Diyarbakır muhabiri Nizamettin Kaplan’a faili meçhullerle ilgili şu bilgiyi verir; DGM’lerin kurulduğu 1984 yılından bu yana kendi yetki alanına giren Diyarbakır, Batman, Bitlis, Bingöl, Hakkâri, Mardin, Muş, Siirt, Şırnak, Şanlıurfa ve Van illerindeki toplam faili meçhul sayının 10 bin 31 olduğunu belirttir. Yalnızca 1995 yılı ocak ayı başı itibariyle verilen bu sayılar bile yaşanan faili belli cinayetlerin ne kadar ürkütücü bir boyuta vardığı hususuna dikkat çeker. Yine sivil toplum kuruluşları raporlarına göre; 1994 yılında 292, 1995 yılında 99, 1996 yılında 78, 1997 yılında 109, 1998 yılında 192 kişi faili meçhul siyasi cinayetlere kurban gitti. 31.12.1995 tarihi itibariyle Diyarbakır DGM Başsavcılığının derdest faili meçhul soruşturma dosyası 11.599’dur. 1996 yılında 1050 faili meçhul soruşturma dosyası daha DGM Cumhuriyet başsavcılığına intikal ederek bu sayı; 12.649 rakamına ulaşmıştır. Devam eden yılları da dikkate alarak en son 16 Aralık 2014 tarihli İHD Diyarbakır Şubesi açıklamasına göre faili “meçhul” cinayet sayısı 17 bin olarak ifade edilmiştir. Diğer bir örnek de gözaltında kayıplar olgusudur. Türkiye “gözaltında kayıplarla” esasen 1987’den itibaren tanıştı. Ancak 1990 yılına kadar “münferit bir olay” denilen kayıpların sayısında özellikle OHAL bölgesinde yoğunlaşan artış olmuş ve 1993’lerden sonra neredeyse “sıradan” bir olay haline gelmiştir. İnsanların en temel hakkı olan yaşam hakkı böylelikle sıklıkla ortadan kaldırılıyordu. 1990’dan 1998’e kadar yapılan resmi “kayıp” başvurularına bakıldığında yıllara göre şöyle bir tablo ortaya çıkmaktadır; 1991 yılında 4, 1992 yılında 8, 1993 yılında 36, 1994 yılında 229, 1995 yılında 121, 1996 yılında 68, 1997 yılında 45 ve 1998 yılında 19 kişi “resmi anlamda ve gözaltında” kaybolmuşlardır. Özelde Diyarbakır ve çevresinde kayıplar yoğunlaşmış, genel toplam içinde ağırlığı giderek belirginleşmiştir. 1990 yılında 1, 1991 yılında 1, 1992 yılında 2 olan kayıp sayısının 1993 yılında 32’ye, 1994 yılında 136’ya, 1995 yılında 72, 1996 yılında ise 24 olarak gerçekleştiği görülmektedir. Bölgede binlerle ifade edilen kayıp, toplu mezar ve faili meçhul cinayet olayları aradan geçen onlarca yıla rağmen hala aydınlatılmamıştır! Her cumartesi günü İstanbul, Diyarbakır başta olmak üzere çok sayıda kentte kayıplarının akıbetine ulaşma mücadelesi veren ailelerin adalet çağrılarına, devlet ve yargısı kulaklarını tıkamıştır. TBMM Araştırma Komisyonu ile Başbakanlık Teftiş Kurulu’nun raporlarında da, özellikle OHAL bölgesinde işlenen faili meçhul cinayetleri devlet adına çalışan özel tim, korucu, itirafçı ve JİTEM elemanlarınca işlendiği tespit edilmiştir. Örneğin, TBMM Faili Meçhul Cinayetler Araştırma Komisyonu Raporunda “faili meçhul siyasi cinayetler” başlığı altında yapılan yorumda, “Güvenlik güçlerinin adli olaylarda işlenen cinayetleri ve faillerini kısa sürede tespit etmesi ve yakalamasına rağmen siyasi içerikli cinayetlerde failleri yakalayamaması, vatandaşlar tarafından bu cinayetlere devletin göz yumduğu şeklinde algılanmaktadır. Vatandaştaki inanç devlet isterse, istediği an bu cinayetlerin faillerini tespit edebilir veya yakalayabilir. Silopi gibi küçük bir ilçede ve Batman ve Silvan gibi en işlek caddelerinde bu cinayetler işleniyor ve failleri bulunamıyorsa, devlet bunları istemediğinden dolayı tespit etmemektedir, … Devletin koruma şemsiyesinden istifade eden ve hatta Diyarbakır il merkezinde devletin polisler için satın aldığı lojmanlarda ikamet ettirilen itirafçılar, devletin bunlar üzerinde yeterli disiplin sağlayamamasından istifade ederek suç örgütleri kurmaları, silah kaçakçılığı, adam öldürme, uyuşturucu kaçakçılığı gibi olaylara karışmışlardır. Bu suçlardan ötürü yakalanan birçok itirafçının suçlarının ise bazı üst düzey kamu görevlilerinin devreye girmesiyle kapatıldığı komisyonumuzca tespit edilmiştir.” Yine Susurluk Raporu dikkatle incelendiğinde özellikle 1993’ten sonra ilgili resmi birimlerin hemen hemen tümünün tamamen yasadışı biçimlerde birçok olaya karıştıklarını bütün açıklığıyla görmek mümkündür. Daha sonra Susurluk raporunu hazırlayan Kutlu Savaş, MİT kaynaklarından olayla ilgili aktarmalarda bulunuyor. Ve bu kaynaklar da Yeşil kod Mahmut Yıldırım’ın bilgilerine yer vererek; Vedat Aydın ve Musa Anter’in öldürülme olaylarını da bizzat kendisi tarafından planlayıp icra edildiğini ifade etmiştir (Kutlu Savaş, Susurluk Raporu sh.37.) Yine aynı raporda; “Nitekim Musa Anter’in öldürülmesinde -tüm olayları tasvip edenlerin dahi- pişman olduğu tespit edilmiştir. Musa Anter’in silahlı bir saldırı içinde olmadığı, daha çok işin filozofisi ile meşgul olduğu, öldürülmesinin yarattığı etkinin kendisini geçtiğini ve öldürülmesinin hatalı olduğu” belirtilmektedir. Bu yargısız infaz ve cinayetleri işleyenler, aynı zamanda Hizbul-kontrayı da kullanan ve destekleyenlerdir. Abdulkadir Aygan’ın beyanlarında geçiyor; “Hizbullah’ı kuran da JİTEM’dir” diyor. JİTEM’in kurduğu Hizbullah, binlerce Kürt insanını katletti. Bu dönemde JİTEM’e, kontraya, itirafçılara sınırsız yetki verilmişti; sokak başlarında, her yerde adam öldürme yetkisini kullanıyorlardı. Gündüz ortasında, Diyarbakır’ın birçok sokağında ve diğer birçok şehirde sivil, yurtsever, demokrat Kürt’ü öldürüyorlardı. Bu dönem Türkiye Cumhuriyeti’nin en karanlık dönemidir. Bu, post-modern Güreş-Çiller darbesidir. Dört bin köyün yakılması, boşaltılması ve milyonlarca Kürt’ün göçe zorlanması, onbinlercesinin katledilme gelişmeleri yaşandı.

Demirel bile Çiller için “Bu karıyı tutamıyorum” dedi. Susurluk olayı ortaya çıkınca Mehmet Ağar, “Biz devleti böyle yönettik”, “Bin operasyon yaptık”, “Ben konuşursam yer yerinden oynar” dedi. Uğur Mumcu cinayetinin aydınlanmaması konusunda “Bir tuğla çekilirse duvar yıkılır” sözü de Ağar’a aittir. Bu ekip her şeyi biliyor. Güreş, Çiller, Ağar ekibi, İngiltere ve ABD’nin çözümsüzlük konseptine bağlıydı.

 

Kürt Sorununda Çözüm Arayışları ve Komplolar

İngiltere daha 1921 Konferansı’nda Kürt sorunun çözümsüz bırakarak dört ulus-devlete karşı kullanılmasını karara bağlamıştı. Bu politikayı 1945’lerden sonra ABD hegemonyası devralıp sürdürüyordu. Kürt sorunun Türkiye, İran, Irak ve Suriye ile demokratik çözümü, Ortadoğu için belirledikleri stratejilerine aykırı olduğundan; Özal’ın kendi inisiyatifiyle geliştirdiği demokratik siyasi çözüm ve barış siyasetine karşı Güreş-Çiller konseptini yürürlüğe koymaları bundandı. Doğan Güreş’in Londra dönüşü ziyaretindeki meşhur sözü, “Londra bize yeşil ışık yaktı.” Her şeyi açıklar niteliktedir. Bu, demokratik çözüm siyasetine yönelik ölüm fermanıydı. Ki bu temelde devlet içinde çözüm yanlılarının tasfiyesi oldu. Kürt sorununa çözüm raporu düzenleyen Adnan Kahveci’nin şüpheli ölümü (5 Şubat 1993), ardından Öcalan ile demokratik siyasi çözüm için dolaylı görüşmeler yürüten Özal’ın etkisizleştirilmesi (17 Nisan 1993) var. Özal’ın tasfiyesinden sonrada demokratik siyasi çözüm çabalarını sürdüren Öcalan, tek taraflı 1995 ateşkes denemesi yaptı. Buna verilen yanıt Öcalan’a yönelik bombalı suikast (06 Mayıs 1996) olacaktı. Suikastı dönemin başbakan yardımcısı Tansu Çiller’in örtülü ödenekten finanse ettiği, Susurluk çetesi diye tabir edilenler Çatlı ve Bucak ile Yeşil kod Mahmut Yıldırım’ın, Suriye istihbaratından bazı kişilerin ve dönemin Viranşehir Belediye Başkanı’nın rolünün olduğu daha sonra aydınlanacaktı. Patlamanın olduğu anda Washington ve Londra basınının Öcalan’ın öldüğüne dair haber yapmaları da manidardı. İsrail’in de telefon-telsiz izleme tekniğini kullanıldığı bu olay, İngiltere, ABD ve İsrail eksenli çözüm karşıtı blokun işi olduğu ve bunu kendilerine bağlı gladionun Türkiye koluna (JİTEM’e) yaptırdıkları anlaşılıyor. Suikastın başarısızlıkla sonuçlanmasından Çiller, “Mesut Yılmaz ihbar etti” diyerek, Yılmaz’ı sorumlu tuttu. Yılmaz ise, “Ben yapmadım” diyecekti. Ardında Doğan Güreş’in yerini Çevik Bir aldı.

Erbakan hükümeti (28 Haziran 1996) Öcalan ile diyalog çabalarına girdi. Amacı, Kürt sorununu diyalogla çözme istemiydi. Ancak ikinci “post-modern darbe”ye muhatap olacaktı. Dönemin ikinci Genelkurmay Başkanı Çevik Bir, Sincan’da tankları yürüttü ve buna “Sincan’da demokrasiye balans ayarı yaptık” diyecekti. Ardından 28 Şubat MGK toplantısında Başbakan Erbakan’a nota verildi. Bu temelde adına “post modern darbe” denilen 28 Şubat süreci ile Erbakan istifa etmeye zorlandı. 21 Mayıs 1997’de Yargıtay Cumhuriyet Başsavcılığı, Erbakan’ın başkanı olduğu Refah Partisinin kapatılması için Anayasa Mahkemesi’ne dava açar. Dava devam ederken Erbakan, 18 Haziran 1997’de Cumhurbaşkanı Süleyman Demirel’e istifasını sundu. NATO’nun Türkiye’deki Gladio örgütlenmesi JİTEM, 1985’ten itibaren, özellikle de 90’lardan sonra Türkiye’de infazlara hız verdi. İnfaz kararlarının çoğunun Amerika tarafından verildiğini; Talabani’nin ‘90’larda “savaşı bırakın, teslim olun” mealindeki açıklamalarından da anlamak mümkün. Talabani, Gladio’nun bu yargısız infaz kararını ve işini Amerika’nın yürüttüğünü biliyordu. Bunların birbirleriyle ilişkileri vardı. Örneğin 1991’de Avusturya’da Talabani-Hikmet Çetin arasında PKK’yi “terörist sayma” ve ortak mücadele konusunda gizli anlaşmaları var. Yine Barzani’nin PKK itirafçısı Aygan ile dönemin Yedinci Kolordu Komutanı Necati Özgen ile birlikte çektikleri fotoğraf biliniyor. Aygan, itiraflarında “Diyarbakır’da yedi yüze yakın infaz yapıldı” diyor. Korucular da bu işlerde kullanılmıştır. Örneğin Kamil Atak’ın beyanları var, Cizre’de birçok yurtseveri katletmişler.

 

Öcalan’ın Tutsaklığı ve Yeni Dönem

‘90’larda, Barzani ve Talabani’ye Kuzey Kürtlerinin özgürlük mücadelesinin tasfiyesi karşılığında Güney’de küçük bir ulus-devlet sözü veriliyor. Bu planı Türk devletine de kabul ettirirler. Bu plan, o dönem İngiltere’ye giden Genelkurmay Başkanı Doğan Güreş’e de onaylatılır. Mehmet Ali Kışlalı’nın kitabında da var; Güreş, o dönem İngiltere’ye gidiyor ve dönüşünde “İngilizler bize yeşil ışık yaktı” diyor. Bunun anlamı şuydu: Kuzey Irak’ta kendilerine bağlı bir Kürt oluşumuna izin verilecek, karşılığında PKK tasfiye edilecek ve Türkiye’nin PKK’ye karşı yürüttüğü kirli savaşa ses çıkarılmayacaktı. Anlaşma buydu. Türkiye’ye Barzani ve Talabani’yi tanı, Kuzey Kürtlerine ne yaparsan yap dediler. Sadece Türkiye değil, İran ve Suriye Kürtlerini de Güney’deki bu küçük devlete sürme temelinde anlaştılar. Bu pazarlık ‘90’larda başladı. Sonuç, Öcalan’ın uluslararası-devletlerarası bir komployla 15 Şubat 1999’da Yunanistan’ın Kenya büyükelçiliği bahçesinden kaçırılarak, idam cezasıyla arandığı Türkiye’ye teslimi oldu. Barzani-Talabani’ye devlet verdiler, Öcalan şahsında Kuzey Kürtleri ise darağacı gölgesine alındılar. Nitekim doksanlardan itibaren ‘Ankara Anlaşması’yla (Daha sonra Dublin süreci ve Washington otonomi anlaşması var) Kuzeydeki Kürt özgürlük ve demokrasi hareketini tasfiyesi karşılığında Güneye tüm desteklerini sundular, birçok imkân verdiler. Bu temelde ‘90’lı yıllarda Özgürlük Hareketine karşı Gladio içindeki ittifaka Barzani ve Talabani de dâhil edilmişti. Özgürlük Hareketi ve Öcalan’ı tasfiye etme planları ardından, 1992’de Barzani ve Talabani güçlerinin de dâhil edildiği sınır ötesi operasyonlar (1992 ve 95) var. Karşılığında Türkiye’nin Barzani ve Talabani’ye kırmızı pasaport verdiği biliniyor.

Barzani ve Talabani’nin de dâhil edildiği Güreş-Çiller etrafında kümelenen özel savaş koordinasyonu, ‘97’ye kadar etkili olur. Ondan sonra Çevik bir dönemi geliyor. Güreş-Çiller döneminde Torumtay’ın istifası, Fisunoğlu’nun ekarte edilmesi ardından Özal ve ekibi suikastlarla tasfiye edilir. Demirel bu süreçte ikili oynar, İnönü ve Mesut Yılmaz korkudan çekilir. Ortam Güreş, Çiller, Ağar kliğine kalır. Bu klik Hizbullah’ı ve Türkeş’i de yanına çekerek bir ekip oluşturuyor. Bu ekip Türkiye’yi kasıp kavurdu. 1990 sonrası on bini aşkın faili meçhul (belli) cinayetleri, öldürdükleri binlerce Kürt yurtseveri, işinsanı ve diğerleri (Muammer Aksoy, Bahriye Üçok, Uğur Mumcu, Adnan Kahveci, Özal ve Sabancı cinayetleri) var. Bu cinayetlere hedef seçilenlerin ortak özelliği Kürt sorunun demokratik çözümünden yana olmalarıdır. Kürt siyasetinde veya sivil toplum örgütlerinde yer almış olmaları veya bir biçimde Kürt sorunun demokratik çözümü ile ilgili aktivite göstermiş olmalarıdır. Örneğin Adnan Kahveci Kürt sorunun çözümüne ilişkin rapor sunduğu, Özal sorunun demokratik siyasi çözümü yönünde girişimlerde bulunduğu için, yine Sabancıların sorunun çözümü yönündeki görüşlerine tepki gösteren Türkeş’in “Çizmeyi aşıyorsun” tehdidi ardından öldürülmüştür (9 Ocak 1996).

Yine Vedat Aydın, Musa Anter, Mehmet Sincar başta olmak üzere Kürt siyasetçi, işinsanı, insan hakları aktivisti, sendikacı, gazeteci, yazar, milletvekilleri de demokratik çözüm ve barış yönünde siyaset yürüttükleri için hedef seçildiler. Ölüm timleri yurt dışında da aktifti. Örneğin öldürülen Rus Milletvekili Gallina ile Foruhar (İran’da Millet Partisi’nin başkanıydı), Öcalan’ın Suriye’den çıkışta gidebileceği yerlerle ilgili çalışmalar yapmışlardı. Bu nedenle 20 Kasım’da 1998’de öldürülüyorlar. Bu öldürme olayı Gafur adında birisinin vasıtasıyla Mustafa Özbek’e rapor ediliyor. Mustafa Özbek, bir sendikanın başkanıdır. Bir sendika başkanının bu işlerle ne ilgisi olabilir? Aslında bu bir sendika değil, sendika adı altında örgütlenmeler yapan gladio bileşenidir. Bu raporda, 98’de Öcalan’ı ‘etkisizleştirmek için İtalya’ya yirmi altı kişiyi nasıl soktuklarını da anlatıyor. Kaldı ki, bu öldürme olayları sadece bir aylık programlarıdır. Eğer araştırılırsa çok daha kapsamlı olaylar ağı ortaya çıkar.

Ergenekon, JİTEM’in deşifre olması nedeniyle yeni isimle 1999 yılında kuruldu. Yani 1985-90 arası JİTEM’i lağvedilerek yerine Ergenekon geçirildi. Geçmişte JİTEM’in yaptıklarını 1999’dan sonra Ergenekon örgütlenmesi devam ettirir. Bu tarihten sonra, örneğin Mustafa Kemal’in “Demokrasi sistemiyle yönetilmesini arzuladığı cumhuriyet” fikrini dile getiren ve Kemalizm’in demokratik yorumunu öne çıkararak; demokratik cumhuriyet temelinde Kürt sorununun çözümünü savunan Ahmet Taner Kışlalı cinayeti (21 Ekim 1999), Hizbullah’a yönelik operasyonlarıyla bilinen (Hüseyin Velioğlu’nun İstanbul Beykoz’daki villasına yapılan baskında ve Hizbullah’ın çökertilmesinde çok önemli rolü vardı) Gaffar Okkan Suikastı(24 Ocak 2001) gibi faili meçhul cinayetler, Ergenekon’un dinci kanadı eliyle gerçekleştirildiği söyleniyordu. Bunlar AKP’nin 2002’de iktidara gelmesinin zeminini hazırlayan operasyonları da yapanlardır.

1999-2002 arası Öcalan’ın CHP ile demokratik cumhuriyet ittifakı önerisinin muhatabı CHP Genel Başkanı M. Altan Öymen’in genel başkanlıktan düşürülüşü (30 Eylül 2000) ve açıkça Ergenekon’un avukatı olduğunu dillendiren Deniz Baykal’ın CHP’nin başına getirilişi de bu kapsamdadır. Baykal’ın CHP’nin başına getirilmesi ardından, Erbakan’a siyaset yasağı getirilir ve partisi kapatılır. HADEP, yüzde onluk seçim barajıyla denklem dışına atılır. Böylece alternatifinin olmadığı ortamda girilen seçimlerde 2002’de AKP iktidara getirilir. Baykal-Erdoğan’ın Beylerbeyi köşkündeki gizli görüşmesi ardından Erdoğan’ın başbakanlığa getirilir. Gelir gelmez kendisini ABD’nin Büyük Ortadoğu Projesinin eş başkanı olarak ilan eder. Öcalan ile diyalog yolunu kapatması, tecrit, ABD ile birlikte hareketi içeriden bölme ve pişmanlık yasası çıkarılır. Yine Şemdinli olayı (9 Kasım 2005), “Terörle” mücadele yasasının çocukları, yazar ve akademisyenleri de kapsayacak şekilde genişletilmesi ardından, Büyükyanıt-Erdoğan gizli görüşmesi (5 Mayıs 2007) ve 5 Kasım 2007 tarihli Bush-Erdoğan görüşmesine kadar süren süreç, Ergenekon’un etkili olduğu dönemdir. Bu tarihten sonra yargısız infazlar yerini ağırlıklı tutuklama konseptine bırakır.

5 Kasım 2007 Bush-Erdoğan zirvesinden sonra ABD, açıkça desteğini Ergenekon’dan çekip AKP’yi desteklemeye başlar. Ergenekon davası da bunun sonucu olarak gündeme gelir. Daha sonra ABD’nin kendilerini sattığını söyleyen Veli Küçük, 5 Kasım Erdoğan-Bush görüşmesini kastederek “Biz o gün satıldık” demekle, aslında başlarına geleni ifade ediyordu. Ergenekon davasında yargılananlar, ABD’nin 5 Kasım kararına karşı gelenlerdi. Ayrıca deşifre olduklarından tasfiyelerine karar verildi. Yerlerine “Ilımlı İslam Projesi” ve “Dinci Ergenekon” ikame edilir. Ergenekon’un dinci kanadını da 1970’lerden itibaren Yeşil Kuşak Projesi, 1980’lerden sonra ise “Ilımlı İslam projesi” adı altında ABD hazırlamıştı. Afganistan’da Sovyetlere karşı Yeşil Kuşak Projesi ve El-Kaide onların eseridir. Türkiye’de de Hizbullah’ı JİTEM dolayısıyla ABD kurdurttu. İlimciler, Menzilciler ve bazı tarikatlar, bunların hepsi Hizbullah’tır. Bunlara birçok faili meçhul cinayet işlettirdiler. AKP’nin iktidara getirilişiyle laik-ulusalcılık hegemonya yerine, milliyetçi İslamcı hegemonya geçirildi. “Ilımlı İslam” bir proje olarak Türkiye’ye dayatıldı. Bugünkü iktidarın İslam anlayışı ABD’nin, kapitalizmin eseri, kapitalizmin ürettiği İslam anlayışıdır. Ve bunlar daha sinsi ve daha tehlikeli hareket ediyorlar. Çünkü arkalarında muazzam bir güç var ve paralar aktarılıyor. Bunların kökleri dışarıdadır. Bunun için dışarıdan büyük para ve güç desteği sağlanmaktadır. Uğur Mumcu ‘Rabıta’ adlı eserinde bunların bağlantılarını deşifre ettiği için öldürülmüştür (24 Ocak 1993). Daha önceki Muammer Aksoy cinayeti (31 Ocak 1990) ve Bahriye Üçok cinayeti (6 Ekim 1990) de Dinci Ergenekon’la bağlantılıdır. Bunlar bir yandan cumhuriyetin tarikatlara teslim edilmesine karşı çıkan laik, demokrat cumhuriyetçileri hedef alırken diğer yandan da Kürt sorunun demokratik cumhuriyet temelinde çözümünü isteyen özgür ve demokrat Kürtleri ve Alevileri hedef alacaktı. Sivas katliamı (2 Temmuz 1993) ile Gazi olayları (12 Mart 1995) demokrat Alevi aydınların hedef alınması bu anlayışın ürünüdür. Gülen okulları ardından bölgeye on bin imam kadrosunun gönderilmesi, Hizbullah tutuklularının serbest bırakılması tesadüfi ve rastgele olaylar değildi. Bölgede kendi kontrollerindeki imamları halkı kandırmak için kullanmaları da bununla bağlantılıydı, bölgede de örgütleniyorlardı. JİTEM döneminde silahla, Yeşil Gladio döneminde ise bu tip örgütlenmelerle varlıklarını devam ettiriyorlar. Bugün bölgede yapılan örgütlenmeler Hizbullah’ın silahsız halidir. Din, para getiren bir şey değil ama bölgedeki tüm cemaatlerin ciddi para harcadıkları biliniyor. Bütün bunların altyapısı 5 Kasım 2007 Washington anlaşmasıyla oluşturuldu. Bush-Erdoğan arasındaki Washington anlaşmasıyla Bush ikna edildi, AKP ile anlaşmaya gitti. Öncesinde AKP ve ordu arasında yapılan Mayıs 2007’deki Büyükanıt’la gizli Dolmabahçe anlaşması var. Bu temelde Kürtlere yönelik her türlü operasyon konusunda anlaştılar. Bunun karşılığında AKP’nin kendi gladiosunu oluşturmasının yolu açıldı ve Yeşil Gladio yapılanmasına gidildi. Bu süreçte Muhsin Yazıcıoğlu Ergenekon’dan çıkmak istiyordu, gırtlağına kadar içindeydi ama nereye gideceğini, nasıl çıkacağını bilmiyordu. Çatlı ve diğerleri gibi o da bir dönem kullanılmıştı ama o, bunun biraz farkına vardı ve bunlardan uzak durdu. Bunun acısını da kendisi çektiği için farkına vardı. Abdullah Çatlı’yı da uyarmaya çalışmış, ama Çatlı onu dinlememiş. Yazıcıoğlu, önce tereddüt geçirir, nerede yer alacağını kestiremez. Daha sonra Ergenekon davasını onaylar ve AKP’nin kanatlarının altında, yeniden örgütlenmeye çalıştığı için Ergenekon yapılanması onu affetmez, öldürülür (25 Mart 2009).

 

AKP İktidarı ve Kürt Sorunu

Gelinen aşamada MGK’nin 2014 Ekim’in de karara bağladığı Çöktürme planı, 2015 yılında tahliye edilen Ergenekon tutuklularını da içine alarak özelleştirilen özel gladio koalisyonu eliyle, özgür ve demokrat Kürtlüğü bitirmeye çalışıyorlar. Bu temelde Kürtlere karşı Ergenekon ve Yeşil Gladio koalisyonuna dayalı özel gladio devrededir. Kökeni, AKP’nin iktidara getirildiği 2002’lere kadar geriye gider. AKP, bu tarihte iktidara gelir gelmez ilk iş olarak Öcalan’ın Ecevit hükümetiyle olan diyaloglarını keser. Zaten Ecevit Haberal’ın hastanesinde sözde tedavi oluyordu ama aslında Haberal’ın hastanesinde bilinçli şekilde felç edilerek, çökertildi. Öte yandan orduda da Kıvrıkoğlu ekibini de tasfiye ettiler. Ecevit ve Kıvrıkoğlu’na yapılan da aslında bir nevi post modern darbeydi. Böylece siyaset arenasında AKP ön plana çıkarıldı. Aynı politikaları uygulamak için orduda Özkök ve ekibi ön plana çıkarıldı, Büyükanıt ve Başbuğ’la bu çizgiyi sürdürdüler. AKP’nin iktidara gelmesiyle bilinen 2002-2004 arası (Özgürlük Hareketi) tasfiye süreci yaşandı. O dönem AKP böyle bir tasfiye politikası yürütüyordu. Başarılamayınca bu sefer ‘Zamana Yayarak Çürütme’ politikasını devreye koydular. AKP’nin geliştirdiği Kürt imhasıdır. Bütün kesimlerle bu yönde ittifak yapmaya çalışmaktadır. Askerle ve daha sonra Ergenekon tutukluları ile pazarlığı da bu temeldedir. Tarihi Dolmabahçe görüşmesi (Erdoğan-Büyükanıt gizli görüşmesi-5 Mayıs 2007-) bir dönüm noktasıdır. Erdoğan bu görüşmenin içeriğine ilişkin olarak bir açıklama yapmayacağını, bu görüşmede konuşulanların kendisiyle mezara gideceğini belirtmişti. Erdoğan’ın bu görüşmede Şemdinli olayı sanıklarını savunan Genelkurmay başkanı Büyükanıt’la uzlaşarak, Kürt imhası karşılığında iktidarını sağlama almaya çalıştığı anlaşılıyor. Aslında son üç genelkurmay (Özkök, Büyükanıt, Başbuğ) başkanıyla da bu yönlü mutabakatları olduğunu, basını takip edenlerin gözlemlemesi zor değildir. Yine Ergenekon tutuklularıyla da pazarlık yaparak, tavizler koparıp, tavizler vererek kendi varlığını sürdürerek; sorunların demokratik çözümünü gerçekleştirme şansını tümüyle yitiriyor. 5 Kasım 2007 ABD-Bush görüşmesinden sonra tercihini hegemonyadan ve ona bağlı olarak yenilenen özel gladio koalisyonundan yana yapmıştır. Zaten sonrası diktatörlüğünün (tek adam rejimini) ilanı olacaktır. Bu temelde içine girilen dönem tek adama bağlı Ergenekon ile Yeşil Gladio koalisyonunu ifade eden özel gladio dönemidir. Hizbullah tahliyeleri, SADAT, Türkiye’de İŞİD kampları, Diyarbakır, Suruç, Ankara katliamları, kent kuşatmalarında duvarlara yazı yazan Esaddullah, JÖH, POH gibi yapılar, özel ordu, Suriye’de El Kaide uzantısı çetelerin desteklenmesi bu kapsamda gelişti. Bir yandan geçmişte yurtsever ve demokrat Kürtlere karşı canice cinayet işleyenler bırakılırken, diğer yandan Kürtlere karşı siyasi tutuklamalar bütün hızıyla sürdürüldü, sürdürülüyor. Ergenekon davasıyla yerine ikame edilen Yeşil Gladio döneminde iki yöntem kullanıyordu: Bir yandan özgürlük mücadelesinde vazgeçmeyenleri, legal siyaset yapıp teslim olmayan Kürtleri, özgürlük mücadelesini sürdürenleri tutukluyorlar. İkinci yöntem olarak da ‘Taviz Politikası’ denilen yöntemi kullanıyorlardı. Her iki yöntem iç içe birbirine paralel uygulanıyor. Birinci yöntem olarak siyasi tasfiye yöntemi KCK tutuklamaları ardından 2015 sonrası HDP tutuklamaları tarzında sürdürülüyor. Geçmişte JİTEM’in uyguladığı yöntem olan faili meçhuller yerine “hukuku” kılıf olarak kullanarak siyaseten tasfiye yöntemine geçilmiştir. Demokratik siyaset yapma hakkı tanımıyorlar. Hukuku sopa gibi kullanıyorlar. Kürtlere karşı hukuk kırım, Yeşil Gladio yöntemidir. Bir yandan özgür ve demokrat Kürtlüğü tasfiye için her tür şiddet ve hukuk kırım uygulanırken diğer yandan da ikinci yöntem olan taviz (havuç) politikasıyla sözde atılan küçük adımlarla, Kürtçe kurslara, Kürtçe türkü şarkıya izin vererek, TRT-6’i kullanarak sorunu çözdük imajı yaratılıyordu. Ama kolektif haklara hayır diyorlar. Nasıl ki cemaatinden kopuk Müslüman olunmazsa, toplumundan kopuk Kürtlük de olamazdı, sahteydi, yanıltıcıydı. Bunun adı yumuşak imhacı çözümdür. Bu aynı zamanda bir toplum kırımdı. Bununla iç içe yasal mücadele veren özgür ve demokrat Kürtlere yönelik tutuklamalar bir siyasal kırımdı.

 

Sonuç olarak; 

İngiltere’nin dünya çapında hegemonyasının temel aracı olarak geliştirdiği tekçi, katı merkeziyetçi ulus-devlet anlayışını hayata geçirme rolü verilen ittihatçı ve komitacı gelenek eliyle Osmanlı devletinin çöküşe götürüldü. İngiltere hegemonyası lehine cumhuriyetin kurucu müttefikleri Sosyalistleri, Kürtleri, Lazları, Çerkezleri ve Ümmetçi Müslümanlar da dâhil tüm farklı toplumsal kesimleri sistemden dışlandı. Bu karşıdevrim süreci, ikinci dünya savaşından sonra hegemonyayı devralan ABD ve NATO’nun gladiocu kontrolü eliyle gerçekleştirildi. 1961, ‘71, ’82 darbe anayasaları ve tek adam rejimine bağlı özel gladio koalisyonu tarzında sürdürülüyor. Bu özelliğiyle komitacı-darbeci gelenek ve gladiocu kontrol, cumhuriyetin demokratikleşmemesinin, çözülüşünün, devasa problemlerinin, sürekli krizlerinin, her on yılda bir başvurulan askeri darbelere yol açtı. Ve Gladio ile yürütülen bir özel savaş rejiminin içine çekilerek, Osmanlının son dönemine benzer çöküş sürecine girmesinin ana nedeni olmuştur. Rejimi Kürt sorunun çözümsüzlüğü üzerinden var eden bu hukuk dışı geçmişten, gizli-örtülü yapılar günümüzde adeta açık yapılara dönüştürüldü. İttihat ve Terakki parti diktatörlüğünden tek şef diktatörlüğüne, 1960, ’71, ’80 darbelerine gelindi. 1990’lardan itibaren de Özal’a yönelik Güreş-Çiller darbesi (1993), Erbakan’a yönelik Çevik Bir darbesi (1997), Ecevit’e yönelik darbeler (2002) mekaniği işledi. 27 Eylül 2006 tarihli tek taraflı ateşkes ve demokratik çözüm denemesine yönelik Başbuğ darbesi (2007) yapıldı. Oslo sürecine yönelik Cemaatin müdahalesi ve İran ile gizli anlaşma ile Kandil’e saldırı ile boşa çıkaran Erdoğan darbesi (2011). Demokratik Kurtuluş ve Özgür Yaşamı İnşa Süreci olarak adlandırılan çözüm sürecine karşı MGK darbesi (2014) ve Erdoğan’ın ‘Dolmabahçe Mutabakatını tanımıyorum” açıklaması (22 Mart 2015) ardından, yıllardır demokratik çözüm ve barış için çaba gösteren Öcalan’ı düşman ilan ederek mutlak tecritte alma ve çözüm süreçlerini sabote etmeyi kendilerine görev bellemişlerdir. Öcalan’a mutlak tecrit (2015’ten bugüne) ile derinleştirilen bu süreç, kent kuşatmaları, sınır ötesi operasyonlar, Diyarbakır, Suruç, Ankara katliamlarının yapılması. Anayasa değişikliğiyle tek adam rejimine geçiş temelinde; 1913-18 arası İttihat ve Terakki’nin tek parti diktatörlüğü ile CHP’nin 1925-45 arası tek şef rejiminin Siyah, Beyaz ve Yeşil renk ortaklığına dayalı diktatör bir yapı inşaya çalışması. Bu durum tek adama bağlı özel gladio koalisyonuna dönüştürülerek güncelleştiriliyor. Yine seçilmiş belediye başkanları ve milletvekillerinin tutuklanması, OHAL ve KHK’ler, Kayyımlar, HDP’ye kapatma davası vb. demokratik ittifak blokunu tasfiye etme tarzında uygulamalarıyla cumhuriyeti, ekonomik, sosyal, siyasal ve hukuk olmak üzere her alanda kriz ve kaosa sürükleyerek çöküşün eşiğine getirmiştir. Öcalan’a göre bundan çıkışın yolu, ancak cumhuriyetin kuruluş dönemi müttefiklerinin demokratik ittifakının (Radikal, muhafazakâr ve liberal demokratların Demokratik Anayasa İttifakı) ve 1921 anayasasının baz alınarak evrensel hukukun ve demokrasinin geldiği aşamanın gereklerine göre güncellenmesiyle mümkündür.

Bunları da beğenebilirsin

Yoruma kapalı.