Düşünce ve Kuram Dergisi

GÖÇ-ERTME-LER

Suat Bozkuş

Tarihin ilk günlerinden beri insanlık var olanla yetinmeyip hep daha iyi bir yaşam düşünerek-düşleyerek sürekli bir arayış içinde olmuştur. Bu arayış olmasaydı insanlık hala mağaralarda diğer canlılar gibi yaşıyor olurdu. Ne yazık ki, bu daha iyi bir yaşam arzusu ve kavgasının bedeli hiç de az olmamıştır.

Başlangıçta zaten göçebe olarak yaşayan kabileler, hem avcılık-toplayıcılık yaparak geçiniyordu hem de diğer kabilelerle savaşarak onların varlıklarına el koyuyordu. Vahşet dönemi denen bu aşamada bilinçli bir üretim yoktu. İlk kabilelerin tarımı öğrenmesi ve bilinçli üretime başlamasıyla birlikte barbarlık aşamasına geçildi. Literatürde “ilkel komünal toplum” denilen ve Abdullah Öcalan’ın, küçümseyici ve aşağılayıcı görülen “ilkel” yerine “doğal” kelimesini kullanarak, “doğal komünal toplum” olarak düzelttiği bu aşamada ne devlet ne sınırlar ne de sınıflar vardı. Bu aşamanın sonunda yerleşik yaşama geçilmesiyle anaerkil aile dağılırken kadın köleliği ve köle ticareti de başladı. Yerleşik toplumla birlikte üretimdeki artış ve üretim fazlası (artık üretimle) birlikte toplumda zenginleşme ve bu artık üretimi paylaşma kavgası da başladı. Bu süreçte köleliğin ortaya çıkması ve zenginleşen köle sahiplerinin yerleşik yaşama geçmesiyle şehirleşme ortaya çıktı. İlk çağlarda hemen her yerde görülmeye başlanan şehirleşme ve şehirlerdeki zenginliğe göz dikenlere karşı savunma amaçlı yapılan surlar gündeme gelmiştir. Birçoğunun hala kalıntıları görülmektedir. Bu surlar bütün Ortaçağ boyunca da güçlendirilerek sürdürülmüş, topraksız köylülere karşı etrafı hendeklerle çevrili olan derebeyliklerin şatoları kurulmuştur.

Gene de uzun yıllar ve yüzyıllar boyunca, ta ki ulus devletler-sınırlar ortaya çıkıncaya kadar pasaport-vize gibi konular gündeme gelmemiştir. Herkes her istediği yere gitmiştir. Ancak şehirlerde zenginliğin birikmesi sonucu, dış saldırılar gündeme gelmiştir. Bu dönemde şehirleri ve yerleşik yaşam bölgelerini göçebe-barbar akınlarından korumak için çok büyük surların yapılması gündeme gelmiştir. Zaten bu surların adı da “city wall” yani şehir duvarıdır. Yani şehirlerde yaşayan zenginliği ve zenginleri korumak için büyük surlar yapılmıştır. Babil’den Eski Yunan’a ve Çin’den Avrupa kentlerine kadar her yerde aşılmaz duvarlar yükselmiştir. Zaten şehir “medeni” demektir. Şehirde oturanlar da şehirli-medeni sayılmaktadır. Şehir dışında, göçebe ve yarı göçebe yaşayanlar da barbarlar olarak adlandırılır. Barbarlar aslında komünal toplumu sürdürürken kendilerini “medeni” ilan eden şehirliler kadını ve birbirlerini köleleştirip köleci topluma geçmişlerdir. Bu dönemde Babil, Mısır, Antik Yunan ve Roma’ya kadar yayılan köleci medeniyet yeni bir çığır açmıştır. Babil medeniyeti M.Ö. 7000’e kadar giderken yeni ortaya çıkarılan Göbeklitepe medeniyeti M.Ö. 12 bin yılına kadar uzanmaktadır. Şüphesiz ki, bilimsel araştırmalar sonuç aldıkça tarihin bu ilk dönemleri daha da aydınlanacaktır. Ama şimdiden görünen odur ki, tarih boyunca insanlar daha iyi bir yaşam uğruna sürekli olarak bir arayış ve daha iyi bir dünya arayışıyla göç çabası içinde olmuşlardır. Göç edenler gittikleri yerlerde asla hoş karşılanmadığı için daima silahlı bir güç desteğiyle gidebilmişlerdir. Tarihte iz bırakan Orta Asya’dan batıya doğru kavimler göçü, Moğolların Mezopotamya’yı-Babil’i işgali bu çerçevede anlaşılabilir. Yine göçebe kavimlerin Çin şehirlerine saldırması sonucu zamanın Çin kralları da meşhur Çin Seddi’ni yaptırmışlardır. Çin ile Moğolistan arasında kalan Çin Seddi›nin birçok kaynakta Hun istilalarına karşı korunmak amacıyla yapılan bir yer olduğu belirtilse de, Çin Seddi hem birbirlerinden hem de Moğollardan Tatarlara kadar çeşitli milletlerden korunmak amacıyla yapılmıştır.

Tarih boyunca doğudan batıya olduğu kadar batıdan doğuya da göçler ve saldırılar olmuştur. Ünlü Büyük İskender’in Asya’yı fethetmeye çıkması ve uzak doğudaki zenginliklere ulaşmak için yapılan Haçlı Seferleri tarihe mal olmuştur. İlk çağlarda Roma’nın Yahudileri sürmesinden sonra Orta Çağ boyunca din ve mezhep kavgaları içinde yuvarlanan Avrupa kıtası Rönesans çağıyla birlikte kapitalizme geçerken, geliştikçe de Avrupa’ya sığmayan kapitalizm Avrupa dışına taşmaya başlamıştır. Böylece denizaşırı ülkelere uzanan Avrupa kapitalizmi, kanlı bir sömürgecilik dönemini başlatmıştır. Amerika’nın keşfi ve Amerikan yerlilerinin soykırımı, Afrika ve Asya kıtalarının işgali ve insanların köleleştirilerek satılması kapitalist metropoller için yeni sömürü ve zenginlik kaynakları olmuştur. Aynı zamanda kapitalizmin eşitsiz gelişimine ek olarak, dünyada halen süren eşitsiz gelişmenin ve kanserojen büyümenin de temeli atılmıştır.

Süren egemenlik savaşlarının bir alanı-aracı da soykırım ve sürgünler olmuştur. 20. yüzyılda Ermeni ve Yahudi soykırımlarına ek olarak Kürt soykırımı ve sürgünlerinin acısı hala sürmektedir. Bölgemizde süregelen Filistinli soykırımı da iz bırakmıştır. Latin Amerika, Afrika ve Asya’nın birçok yerinde kısa ya da uzun süreli soykırımlar ve sonrasında büyük göçler yaşanmıştır. Ruanda hala unutulmayan canlı olan bir örnektir. Kafkaslardaki Çerkes soykırımı, Kırımlı Tatarların soykırımı ve sürgünü halen hatırlardadır.

Osmanlı’nın çöküşünden sonra yaşanan mübadele ile milyonlarca insan Türkiye ve Yunanistan arasında yer değiştirmiştir. Bu esnada ölenlerin sayısı bilinmese de ancak tahmin edilebilir. SSCB ve Doğu Avrupa’daki reel sosyalist devletlerin dağılmasından sonra başlayan kargaşa ve çatışmalar da büyük göçlere neden olmuştur. Daha bu kargaşa bitmeden, derinlerdeki çatışmanın bir belirtisi olarak başlayan Rusya-Ukrayna savaşı da yeni göçlerin fitilini ateşlemiştir.

SSCB’nin dağılmasıyla büyük sevinç yaşayan ve “Şeytan imparatorluğu yıkıldı” diyerek savaş tehlikesinin kalmadığını, ebedi barış döneminin başladığını ilan edenlerin en büyük kargaşa ve savaş döneminin başladığını gizleme çabaları çok çabuk iflas etmiştir. O günden beri dünyanın her yeri ateş içindedir ve bu durum artık Üçüncü Paylaşım Savaşı olarak adlandırılmaktadır. Bu savaş sürecinde yeni ve geçmişte görülmemiş boyutlarda bir göç dalgası yaşanmaktadır.

Dünyanın her köşesinde ekonomik, sosyal, siyasal baskılar sonucu yaşamını tehlikede gören on milyonlarca insan, daha iyi bir yaşam için göç hazırlığı içindedir. Bunun sonucunu denizlerde boğulan, sınırlarda kurşunlanan binlerce insanın haberleri her gün medyada görülüyor. Emperyalist metropoller bir yandan ucuz işgücü ihtiyacından dolayı bu göçlere ihtiyaç duyuyor ama bir yandan da kendi düzeni tehlikeye girmesini engellemek için göçleri kontrol altına almak istiyor. Kontrol edemediği göç dalgalarını “düzensiz göçmen” ilan ederek durdurmak istiyor.

Zamanında feodalitenin dağılması ve yoksul köylülerin işçileşmesi için yıktığı derebeylik şatoları ve surlarının yerine yenilerini yapıyor.

Kapitalizmin savunduğu serbest dolaşım sadece sermayenin değil işgücünün de serbest dolaşımıdır. Ama onlar sermaye dolaşımında sınır tanımazken işgücü dolaşımını sınırlamak ve kontrol altına almak istiyorlar. Bu nedenle modern çağın surları-duvarları hızla yükseliyor. Geçmişte Berlin duvarı nedeniyle Doğu Avrupa’yı şiddetle suçlayan kapitalist metropoller, şimdi her yere duvar örmekle meşgul. ABD güney sınırlarına, AB ve Yunanistan ise doğu sınırlarına, İsrail Filistin’e karşı, Türkiye ise Irak ve Suriye yani Kürdistan sınırlarına tel örgü-hendek ve duvar örmekle meşgul. Bir de görünmez duvarlar var. Çağımızın teknolojisiyle örülen bu elektronik duvarlar göçmenleri ilk çıktığı noktalarda takip altına alıp engellemeye çalışıyor. Ama hiçbirisi kar etmiyor, etmez.

Bir kere göç şartları oluştu mu, hiçbir güç ve yasa bunu durduramaz. Yollarda hastalıktan, kurşunlanarak, boğularak ya da başka biçimlerde bazı göçmenler katledilse de, bütün bu engelleri aşan büyük bir çoğunluk göç eder.

Tarih boyunca ne kadar zor ve acılı olursa olsun, ne kadar çok can kaybına yol açarsa açsın hiçbir engel göçleri durduramamıştır. Dün yoksul-aç Avrupalılar her yere saldırırken, bugün de dünyanın dört köşesindeki yoksullar Avrupa’ya akın etmektedir. Kapitalizmin yükseliş ve sömürgecilik devrinde bu göçleri savunan, temel insan hakları olarak insanların seyahat, istediği yerde ikamet ve çalışma özgürlüklerini, düşünceye ve bilime ulaşma özgürlüklerini savunan Avrupa ve ileri kapitalist ülkeler şimdi kendi koydukları kantarda tartılmaktadır.

20. yüzyıl boyunca özellikle Varşova Paktı üyesi devletlere karşı “insan hakları avukatı” kesilen NATO devletleri, bugün insanların yaşama, göç etme, istedikleri yerde çalışma haklarına karşı saldırı içindedir. Eskiden Batı Avrupa’ya göçün köprü ülkesi olan Yunanistan AB devletlerinin kararı ve teşviki ile Türkiye ile kara sınırlarını duvarlarla kapatıp deniz sınırlarını da sıkı denetime almış, “geri itme” denen yöntem sonucu birçok göçmenin denize dökülerek ölümüne yol açmıştır.

Afrika’dan Akdeniz üzeri İtalya’ya geçmek isteyenlerin başına gelenler tam bir insanlık faciasıdır. BBC’nin haberlerine göre, Akdeniz’de 2015’ten bu yana her yıl her yıl yüzlerce göçmen ölüyor. İnsan hakları savunucuları Akdeniz’de artan katliamlara dikkat çekmek için açtıkları kampanyada, “Turistler! Avrupa’nın en büyük göçmen mezarlığının içinde yapacağınız gemi seyahatinin tadını çıkarın” diyor.

 

Göçlerin Sebebi ve Sonuçları

BM anlaşmaları, insanların savaş, doğal afet, her türlü ayrımcı baskılar karşısında göç etme ve sığınma hakkı olduğunu kabul eder. Dünyadaki belli başlı göç bölgeleri ve yolları tam da bu kapsamdadır. İnsanlar kendi başlatmadıkları ve kendilerinin bitiremeyeceği sadece kurbanı olduğu savaşların bedelini ödemekten bıktıkça, ilk fırsatta savaş olmayan başka bir ülkeye göç etmeye çalışmaktadır. O zaman bundan ötürü göç edenleri suçlamak insafsızlık ve vicdansızlık değil midir? BM üyesi devletler birbirlerini suçlamak ve yükü-suçu birbirlerinin üstüne atmak yerine hepsi de elini taşın altına koyup çağdaş insan haklarına uygun ve hukuki bir çözüm yolu bulmak zorundadır. Sorun çözümsüz kaldıkça göçler çok kanlı da olsa sürecektir.

 

Göçler ve Türkiye

Türkiye kendi sisteminin ve politikasının sonucu olarak bir göçmen sorunu içindedir. T.C. kurulduğundan beri bir yandan eski Osmanlı topraklarından göç almakta bir yandan da Kürt katliamları sonucu büyük bir iç göç yaşamaktadır. Son yıllarda Bulgaristan’dan, İran, Irak ve Afganistan’dan, Suriye’den gelen büyük göçlerin esas sorumlusu Türkiye’nin Yeni Osmanlıcı, hilafetçi, yayılmacı dış politikasıdır. Zaten Türkiye yöneticileri bu durumdan hiç şikâyetçi olmamış, göçleri hep teşvik etmiş ve böylece ucuz işgücü ve tetikçi piyasası sürekli olarak canlı tutulmuştur. Bugün ise bu durumdan çok yönlü karlıdır. Hem ucuz işgücünün üstüne oturmakta hem de Batı’ya şantaj yaparak adeta haraç almaktadır. Eskiden komünizme karşı NATO’nun ileri karakolu olarak Batı’nın gözdesiydi. Şimdi de göçe ve sığınmacılara karşı oluşturulan cephede batının ileri karakolu olarak gene gözde müttefiktir.

Mülteciler haftasında 700 kadın çocuk ağırlıklı insanlar battı. Ne kadarı kurtuldu belli değil. Korkunç görüntüler ve can pazarını TV’de (çok fazla haber değeri olmadı her zamanki gibi) izledik. Kurtarılan insanların çoğu da gönüllü ekipler sayesinde kurtarılıyor. Bir kaç ülkede küçük protestolar oldu, ne hayal ve umutla bu yolu seçip kaçanların umutları denize gömüldü, olay da kapandı gitti. Günlerce çok sıcak olarak, tüm dünyanın ayağa kalkıp yardıma koştuğu TV’lerde ilk haber olan Titanik haberi damgasını vurdu. 250 bin dolar ödeyen 5 meraklı zengin insandan haber alınamıyor. Herkes oksijenin yetip yetmeyeceğini konuşuyor. İnsani bir olay umarım ki kurtulurlar, içimizi sızlatan bu insanlar (sonuçta kendi istekleri ve paraları olduğu için) isteyerek bu geziye katılmış, diğer yandan 700 insan daha iyi yaşam ya da canlarını kurtarmak için ölümü bilerek kaçmışlar ama 700 kişinin 5 kişi kadar değeri olmamıştır. Sahtekâr ikiyüzlü insanlar arttıkça bu dünyada nefes almak çok zor. Çok az da olsa bu dünyayı güzelleştirmeye çalışanlar sayesinde nefes alabiliyoruz ancak.

 

Mülteci ve Göçmen Katliamları

Cenevre’de 1951 tarihinde imzalanmış olan Mültecilerin Hukuki Durumuna Dair Sözleşmeye göre; bulunduğu ülkede baskı altında olan insanların bir başka ülkeye iltica hakkı vardır. Bu hak BM anlaşmalarıyla güvence altına alınmıştır. Böylece iltica etme hakkı evrensel ve temel insan hakları arasına girmiştir. Bu hakkı tartışmak bile abesle iştigal etmektir. Zaten tarihin her döneminde değişik gerekçelerle yığınsal göçler yaşanmıştır. Bazıları zorunlu sürgün de olsa sonuçta kitlesel göçler yaşanmıştır. Soykırım amaçlı katliamlar dışında göç eden-ettirilenler gittikleri yerlerde yerleşerek yaşama hakkına sahip olmuşlardır. Tarih boyunca yaşanan birçok büyük göç boyunca bunu engelleyecek bir devlet gücü olmamıştır. Şehir devletleri ve derebeylikler kendi surları içine kimseyi almamak ve kendilerini savunmak dışında göçü engellemek durumunda olamamışlardır.

Şimdi, Üçüncü Dünya Savaşı günlerinde, bütün büyük devletler kendi imzaladıkları tüm anlaşmaları da çiğneyerek demografiyi değiştirme ve kendi çıkarlarına-politikalarına göre göç hareketini yönetmeye çalışmaktadır. Ukraynalı göçmenlere yardım için uluslararası kampanyalar yapılırken, Asya ve Afrika’dan gelen göçmenlere karşı her türlü zorluk çıkarılmaktadır. Örneğin yıllardır süregelen mülteci katliamları son aylarda artan biçimde sürmekte ve bir facia haline gelmektedir. Yıllar önce Ege Denizi’ne dökülen, Yunanistan sınırında kurşunlanan mülteciler son günlerde Türkiye ve Yunanistan arasında “geri itme” oyunlarıyla ölüme itilmektedir. Yıllar önce dünyayı ayağa kaldıran Alan bebek gibi nice bebek ve çocuk denizlerde boğulup kaybolmaktadır. Bu konuda Türkiye, Yunanistan, Macaristan, Polonya kadar onları ileri karakol haline getiren AB de sorumludur.

Türkiye yöneticileri, ülkeyi yıllardır Avrupa’ya yönelik her türlü göç, uyuşturucu, kaçak göçmen ticareti ve yasadışı işlerin merkezi haline getirmiştir. Öyle ki, Asya’nın ve Afrika’nın her yerinden gelen insanlar Türkiye üzerinden her yolla Avrupa’ya aktarılmaktadır. Bu işi organize eden mafya bu işin kaymağını yemektedir. Bu mafyanın devlet ile iç içe olduğu ve Türkiye’ye kayda değer gelir kaynağı yarattığı uzun yıllardır herkesin bildiği bir sırdır. Ayrıca AB devletleri, mülteci akınını kontrol etme ve durdurma karşılığında Türkiye’ye büyük yardım yapmaktadır. Türkiye yöneticileri hem mülteciler sırtından büyük gelir elde etmekte hem de mülteci akınıyla şantaj yaparak birçok konuda AB devletlerini özellikle Kürtlere karşı kolaylıkla kendi yanına çekmektedir. Bu insanlık dışı şantaj siyaseti, Akdeniz’i kana bulamakta ve Akdeniz’i en büyük mülteci mezarlığına çevirmektedir.

Kapitalizm sermayenin ve işgücünün serbest dolaşımı demektir. Kapitalizm ortaya çıkarken özgürlük-eşitlik çığlıklarını yüksek perdeden boşuna atmıyordu. Gelişen kapitalizmin kölelere, serflere değil, işgücünü satmakta “özgür” olan işçilere ihtiyacı vardı. Kırsal kesimden kopup aç-biilaç şehirlere akın eden işsizler yollarda yatıyor, ekmek ve su fiyatına yani boğaz tokluğuna çalışmaya hazır olarak iş arıyordu. Aradan geçen zamanda sermaye her istediği yere gerekirse askeri zorla gitti, her yeri işgal edip sömürgeleştirdi. Kapitalizmin metropolleri olan Avrupa devletleri dünyanın geri kalanını sömürge haline getirdiler. Oraların hem maddi kaynaklarını hem de insan kaynaklarını zorbaca sömürdüler. Oralardan zorla getirdikleri kölelerin emeği ve köle ticaretiyle hızla zenginleştiler. 20. yüzyıl hem emperyalist devletlerarası pazar kavgalarının sonucu olarak iki büyük paylaşım savaşına hem de sömürgelerin ulusal kurtuluş savaşlarına tanık oldu. Bu savaşlar sonucu yorgun düşen eski dünyada işgücü sıkıntısı yaşanırken sömürge dünyasında da sermaye sıkıntısı görülüyordu. 20. yüzyılda kapitalizm emperyalist aşamaya ulaşırken bir yandan her yere sermaye ihracına başladı, bir yandan da 1950’lerden sonra eski sömürgelerden işçi göçüne şahit oldu. Teknolojik olarak geri olan, sermaye birikimi olmayan eski sömürgelerden metropollere işsiz yığınların akın halinde göçleri başladı. Başlangıçta iki taraf da memnundu. Sermaye, çok ucuza hazır işgücüne kavuşuyordu. Yoksul yığınlar ise aş-iş buluyor ve eskisinden daha iyi yaşam koşullarına kavuşuyordu. Kapitalistleşme aşamasında her ülkede görülen kırlardan şehirlere göç hareketi, şimdi de çok daha yığınsal olarak, dünya kırlarından metropollere doğru akıyordu. Bazı sorunlara yol açsa da genelde metropoller bu işsiz yığınlarını emiyor ve ucuz işgücü deposu olarak kendi toplumunun bir parçası haline getiriyordu. ABD ve Avrupa devletleri kendi yaşlı nüfuslarını böyle dengeliyordu. Ama göç arttıkça ve metropol ülkeler de krizlerin yükünü taşıyamaz hale gelince işgücü arzını kontrol etmek için yabancı düşmanı ve göç karşıtı akımlar artmaya başladı.

Bütün bu gelişmelerin üstüne Varşova blokunun çökmesiyle eski Varşova Paktı ülkelerinden batıya büyük göçler yaşandı. Önce Polonya, şimdi de Ukrayna’dan kalifiye işgücü göçü teşvik ediliyor ve hızla işe yerleştirilip üretime sokuluyor. Problem olan ya da problem olarak görülen Orta Doğu ve Afrika’dan gelen çoğu da Müslüman asıllı olan halklardır. Cenevre Sözleşmesi’ne göre, ulusal, dini, sınıfsal, siyasal baskı altında olan, her türlü ayrımcılığa uğrayan ya da savaş, doğal afet, salgın hastalık, kıtlık vb. nedenlerden dolayı her insanın iltica hakkı vardır. Bu temel bir insan hakkıdır. “(2) 1 Ocak 1951’den önce meydana gelen olaylar sonucunda ve ırkı, dini, tabiiyeti, belli bir toplumsal gruba mensubiyeti veya siyasi düşünceleri yüzünden, zulme uğrayacağından haklı sebeplerle korktuğu için vatandaşı olduğu ülkenin dışında bulunan ve bu ülkenin korumasından yararlanamayan, ya da söz konusu korku nedeniyle yararlanmak istemeyen; yahut tabiiyeti yoksa ve bu tür olaylar sonucu önceden yaşadığı ikamet ülkesinin dışında bulunan, oraya dönemeyen veya söz konusu korku nedeniyle dönmek istemeyen her şahsa uygulanacaktır.”

Avrupa devletleri şimdi bu anlaşmayı fiilen geçersiz hale getirmek için her yola başvurmaktadır. Sınırlara yapılan duvarlarla, tel örgülerle, hukuk dışı “geri itme” yöntemleriyle denizin ortasında toplu ölümlerle göçü durdurmaya çalışmaktadırlar. Bütün bu engelleri aşanları da geri göndermek için yeni yollar aramaktadırlar. Bu amaçla bir yandan ABD, İngiltere gibi gelenleri geri göndermek için yollar aranmaktadır. İngiltere mültecilerin hepsini toplayıp Ruanda’ya göndermeye kalkışmakta, AB ise Yunanistan, Tunus ve Türkiye’ye adeta rüşvet vererek mültecileri tutması için maddi yardım ve baskı yapmaktadır.

Türkiye uzun yıllardır uyuşturucu ve kaçak insan ticaretinin köprüsü olmuş, bu sayede ekonomisini ayakta tutmuştur. Tayyip Erdoğan ise hem sıcak para ihtiyacı hem de kendisine tanınan şantaj-tehdit imkanı nedeniyle AB devletlerinin mültecileri tutma ve geri alma teklifini havada kapmış ve ensar kılıfıyla iç politikada bunu da maniple etmiştir. Zaten güncel olan Suriyeliler dramının esas sebebi de Erdoğan’ın Sünni İslam’a dayalı Yeni Osmanlıcı hilafet devleti oluşturma hevesleridir. Bu hevesleri kursağında kalmış ama milyonlarca Suriyeli de yadigâr kalmıştır. Erdoğan’ın bu iş karşılığı aldığı paranın miktarı, mültecilerin gerçek sayısı, hangi şartlarda ve nerelerde çalıştıkları, ne kadarının vatandaş yapıldığı ayrı ayrı değerlendirilmesi gereken konulardır. Ama bütün bunlar mülteci düşmanı politikaların yanlışlığını ortadan kaldırmaz. Hele Ümit Özdağ’ın önerdiği gibi “Ülkelerine geri göndermek” hiç de makul bir çözüm değildir. Çünkü zaten sorun bu insanların bir ülkesinin-vatanının olmamasıdır. Kemal Kılıçdaroğlu’nun bu öneriye sarılması da ibret-i âlemlik bir yanlıştır.

 

‘İnsanlık Ölüyor’

Bunca yıllık demokrasi, insan hakları, özgürlükler nutuklarından ve yapılan sayısız uluslararası anlaşmalardan sonra geldiğimiz düzeye bakın: İnsanlar temel insan haklarından yoksun bırakılıyor. Herkes istediği yere yerleşme, istediği yerde yaşama, çalışma, bilime ve sanata ulaşma-yayma haklarından mahrum bırakılıyor. Daha doğrusu bu haklar devletler tarafından ortaklaşa gasp ediliyor. Bunu temin etmek için de insanların canına kıyılıyor. Yıllar önce iklim, doğa ve çevre üzerine yapılan bir konferansta, doğa ve çevre ölüyor diye çırpınan konuşmacılara karşılık olarak, Fidel Castro “İnsanlık ölüyor beyler, esas tehlike budur” demişti. Şimdi tam da o dönemi yaşıyoruz. İnsanlığın bugüne kadar yarattığı hak, hukuk, adalet, insan hakları, insan onuruna uygun yaşama hakkı gibi temel hak ve özgürlükler ayaklar altına alınıyor.

Eskiden ırkçı, faşist dikta rejimleri tarafından insan hakları çiğnenir ve buna karşı direnenler çıkar, onları da bütün dünya desteklerdi. Son yıllarda bütün kapitalist ülkelerde gelişen yabancı düşmanlığı, ırkçılık ve neofaşist akımların yükselişi bir tesadüf değildir. Hitlerciliğin-Mussoliniciliğin ezilmesinden sonra, bir daha dirilmez zannedilen faşizmin ve ırkçılığın dünyanın her yerinde yeniden yükselen baş tehlike haline gelmesi ciddi bir durumdur. Bu durum kendisini en çok mülteci sorununda göstermektedir. Avrupa ve Kuzey Amerika devletlerinin en büyük derdi mülteci göçünü durdurmak, kendilerine gelen göçü her yolla “geri itmek” ya da başka yere yönlendirmektir. Bunun için kullanılan yol ve yöntemlerin uluslararası hukuka uymaması, hatta tam tersine suç teşkil etmesi hiçbirinin umurunda bile değildir. Kendi hukuklarını ve kendi yaptıkları anlaşmaları çiğnemeleri, mülteci akınını durdurmak için denizin ortasında toplu katliamlara girişmeleri günümüzün utanç vesikalarıdır.

Batı dünyası, yıllarca Berlin Duvarı’nı diline doladı ve oradan kaçışları teşvik etmek için 1952 Cenevre Sözleşmesi’yle mülteciliği güvence altına aldı. Ama şimdi mültecilere ve göçmenlere karşı Berlin Duvarı’nın yüz katı yeni duvarlar örmekle kalmıyor. Devletlerarası anlaşmalarla görünmez duvarlar örüyor. AB devletleri bu nedenle Schengen Anlaşması’nı gözden geçirmek istiyor. Böylece vize yoluyla gelenleri engellemek istiyor. Türkiye’ye para yardımı yaparak mültecileri ülkede tutmalarını istiyor. Tunus yönetimi kendisine yapılan baskıları “Biz Avrupa’nın bekçisi değiliz” diyerek reddetti. Bu durumdan ne AB ne de T.C. yöneticileri utanç duyuyor. İnsan hayatı üzerinden pazarlık yapmayı marifet sayıyorlar. Şimdiden sınırlar mülteci kanına bulandı. Ege, Akdeniz ve Atlas Okyanusu mülteci mezarlığına dönüşüyor. Rusya-Ukrayna savaşını kışkırtan NATO devletleri, Ukrayna’nın kalifiye işgücünü transfer etmek için göçü teşvik ederken, diğer ülkelerden gelen göçü ise durdurmak için her yola başvuruyor. DAİŞ, Şengal’de Êzidî halkı kırımdan geçirirken, kadınlarını köle pazarlarında satarken seyreden Batı âlemi, bugün Ukrayna yönetimini desteklemek için Ukraynalılara hemen sığınma ve iş önceliği veriyor. Ama diğer ilticacılar sınırlarda, denizlerde harap ve perişan vaziyette.

Türkiye’nin Mültecilere-Göçmenlere Bağımlılığı

Türkiye ilk günden beri göçmenlere ve göçertilenlere bağlı oldu. Böylece en ucuz işgücü kaynağına kavuştu. Bu ucuz işgücünü geçmişte olduğu gibi bugünde yerli ve yabancı sermayeye açıkça peşkeş çekiyor. Bu sayede ekonomik sistemini ayakta tutuyor. Yoksa açıkça kabul ve ilan ettikleri gibi, ucuz göçmen işçiler olmasa ekonomi çökecektir. Aslında Osmanlı’dan beri Anadolu hem göçmen hem de ilticacı ülkesidir. Erdoğan’ın ensar edebiyatı boşuna değildir. Türkiye Cumhuriyeti de ilk günden beri bir ensar devleti olmuştur. Osmanlı’nın duraklama ve çöküş dönemi boyunca savaşlardan yorulan ve kıtlıklar-kırımlar içinde nüfusu azalan Anadolu’nun genç nüfusa ihtiyacı vardı. Bu ihtiyaç, en başta Balkanlardan ve Kafkaslardan gelen göçmenlerle karşılandı. T.C. tarihi boyunca da, iç ve dış göçler hiç durmak bilmedi.

T.C. kurulduktan sonra Kürt isyanları bahane edilerek yapılan tehcir, tenkil ve temdin harekâtları sonucu büyük bir nüfus köle gibi Anadolu’nun batısına dağıtılmıştır. Daha sonra da Balkan göçleri, orta doğu ülkelerinden bitmeyen göçler devam etmiştir. Erdoğan’ın Yeni Osmanlı, hilafeti geri getirme, bakiye topraklar edebiyatı boşuna değildir. Sadece Osmanlıcı bir hayaller bütünü de değildir. İttihat ve Terakki’den beri gündemde olan Turan hayalinin şartlara göre değişen bir uyarlanmasıdır. Buna 12 Eylül öncesinden beri Türk-İslam sentezi denmekte ve devletin temel politikasını oluşturmaktadır. SSCB’nin dağılmasıyla canlanan Turancı hayallerle “Türki milletler” kavramı uydurulmuş ama bu yolda ciddi bir gelişme sağlanamamıştır. Elde kalan Azerbaycan ile ilişkiler sürse de, Ermenistan ilişkilerinin düzelmesi halinde bu ilişki de tartışmalı olacaktır. Buna rağmen Ermenistan’dan da önemli sayıda kaçak göçmen geldiği biliniyor.

Yıllar önce iltica yolunda canını veren Alan bebek unutulmazken bugünkü durumda her geçen gün daha da kötüye gitmektedir. Basına yansıyan son haberler şöyledir:

“Mültecilerin ülkesi neresi?

Mültecileri durdurmak ve geri göndermek için sert tedbirler alınıyor. Ama sorun şu ki bu insanların zaten ülkesi yok ve iş onlara bir ülke bulmak. Göç yollarındaki durum oldukça vahim ve can pahasına… Akdeniz’den geçen yol tehlikeli. Ama insanların vahşi bir ormanın ne kadar tehlikeli olabileceği hakkında hiçbir fikri yok. Polonya ve Beyaz Rusya arasındaki sınırda, Avrupa’daki son ilkel-vahşi ormanlardan biri olan Belowescher Ormanı yer almaktadır. Birkaç yıldır mülteciler bu ormanda sınır polisinden saklanıyorlar. AB’ye giderken bataklıkları ve nehirleri geçiyorlar. Bu insanlar çoğu zaman kayboluyorlar ve bazen günlerce ormanda konaklamak zorunda kalıyorlar. Polonya Hükümeti göçmenlere insani yardımı yasakladı. Yine de gönüllüler kaçaklara yardım ediyor.” – Kaçak insanlara aylarca eşlik eden foto muhabiri Hanna Jarzabek- (Göçmenlere yardım etmek isteyen gönüllüler, çantalarına ekmek ve su doldurup askerlerden gizlenerek böyle bir yolculuğa çıkıyorlarmış; bunlar arasında çok sayıda avukat da var -önceden çığlıklarını aktarmıştım-. Cezai bir işleme maruz kalmamak için isimlerini bile saklı tutarak kurumlara rapor veriyorlarmış…)

 

Kapitalizmin Krizinin Düğümü

Günümüzde açık olarak görünüyor ki kapitalist-emperyalizmin krizi ne petrolde ne savaşlarda ama göçmenler, ilticacılar ve ırkçı-ayrımcı saldırganlıklar, işgaller konusunda düğümleniyor. Krize giren kapitalist sistem debelendikçe yeni sorunlar üretiyor. İşsizlik, açlık, savaşlar gibi gelişmelerin hazin sonu göçler ve göçertmelerdir. Avrupalılar Putin’e karşı savaş propagandasını bile unutup ilticacı patlamasına karşı alacakları tedbirleri konuşur oldular. Bütün engellemelere, duvarlara rağmen dünyanın her köşesinden Avrupa ve Amerika’ya göç dalgaları durmuyor. Avrupa ve Amerika’da ise göçler ve göçe karşı alınması önerilen önlemler bütün ülkelerde en önemli gündem maddesi olmaya devam ediyor. Bu da ülkelerin istikrarını bozuyor ve iç politikalarını da etkiliyor. Ortak önlem alınmazsa dünyada esen ırkçı fırtına bütün hukuki, insani değerleri silip süpürecek gibi.

AB, fiilen Schengen Anlaşması’nı uygulamıyor. Almanya bazı konularda uzlaşma olmazsa bu anlaşmadan çekileceğini ilan etti. Hollanda hükümeti, bu konudaki farklılıklar yüzünden çöktü. BM Genel Sekreteri soruna ortak çözüm bulunması gerektiğini söylüyor. Zaten bu sorunun çözümü hukuk ve insan haklarına saygı temelinde ortak bir çalışmayla bulunabilir. Yoksa sınırlarda vurulma, denizlerde boğulmalarla insanlık dışı bir trajedi sürecek demektir. Şu anda sınırlardaki durum budur. Polonya en azından daha önce Belarus sınırındaki göçmenlere yardım eden insan hakları örgütlerine karışmıyordu. Şimdi sınırlarda püskürtülen göçmenlere yardım etmek dahi yasal olarak cezaya tabii. İtalya, yine bir sivil kurtarma ekibini, ekibin kurtardığı 70 kişiyle birlikte 35 saattir bekletmekteymiş. Akdeniz’de botlarda olan insanlar var. Ekip kurtardığı insanları karaya bırakamadığı için diğerlerini kurtarmaya girişemiyor. Başka bir ekip denize açılma izni istemiş; ona da henüz yanıt gelmemiş: “Avrupa’nın yeni-açık ırkçı politikalarının aynası” demişler.

Göç sorunu yüzlerce yıllık birikimin ve kapitalizmin krizinin bir sonucudur. Hiçbir polisiye tedbirle, tel örgü ve duvarlarla, hendeklerle, denizlerle bu sorun çözülemez. Bunlar sadece dökülen kan ve gözyaşını arttırır ve daha büyük sorunlara yol açar. BM gözetiminde uluslararası bir konferansla bu soruna ortak çözüm bulunmalı ve paralar Türkiye, Yunanistan, Tunus gibi devletlere bekçi parası olarak verileceğine göç edenlerin yerleştirilmesi ve ev-iş-güç-okul sahibi olması için harcanmalıdır.

Sorunun köklü çözümü ise savaş ve çatışma bölgelerine silah satarak savaşı kışkırtmak yerine uzlaşmayı-çözümü teşvik ederek huzurun sağlanması ve insanların kitlesel olarak göç etmek zorunda kalmaması, buna ihtiyaç duymamasıdır.

 

 

Bunları da beğenebilirsin

Yoruma kapalı.