Düşünce ve Kuram Dergisi

Göç ve Kimlik Sorununda Çözüm: Demokratik Ulus

Erdal Ceylan

Botan’dan Garzan’a, Garzan’dan Serhat’a, Serhat’tan da Türkiye metropollerine dağılmış bir ailenin mensubu olarak göç konusuyla birlikte irdelenebilecek temel konunun kimlik konusu olacağını düşündüm. Böyle düşünmemin sebebi kuzenlerimin şimdiki halleri… Kuzenlerimin o insanlık tarihinin başlangıcından bugüne en çok sorulan soru karşısındaki durumları beni bu konuda düşünmeye yöneltti…

Kuzenlerimin çoğunun “Ben kimim?” sorusu karşısındaki duruşları gezdiğim birkaç ülkede gördüklerim, pek çok ülkeden gelmiş arkadaşlarımdan dinlediklerimle örtüşen birçok durumun olduğunu gösteriyor. Bu durumu çok normal görenler de var. Kuzenlerim gibi pek çok insanın yaşadığı sorunları sadece bireysel durum ekseninde ele alanlar var. Bunu böyle değerlendirmenin yeterli ve doğru bir şey olmadığını şimdi tüm dünyada yaşanan sorunlara baktığımızda rahatlıkla görebiliriz.

Türkiye’de yaşanan son seçim sürecine ve dünyadaki bazı siyasal hareketlerin söylemlerine baktığımızda göçmenler ve kimlik üzerinden pek çok tartışma yürütüldüğünü görüyoruz. Bu tartışmalarda tarihsel, bütünsel yaklaşımlardan ziyade güncel pragmatist yüzeysel yaklaşımlar hâkim. Alternatif tartışmalar da yeterli teorik pratik perspektiften yoksun.

Bir taraf göçmenleri cadılaştırmakta ve ötekileştirmekteyken, diğer taraf K. Marks’ın proleterlere verdiği misyonu göçmenlere vermekte; “Göçmenlerin hayaleti geziyor” demekteler. Roma’nın yıkılışında barbarların rolünü göçmenlere vermekteler.

Konuya böyle bir giriş yaptıktan sonra sorunu daha iyi tanımlayıp çözüm geliştirebilmeye çalışalım. Bunun için temel göç ve kimlik kavramları üzerine tanımlamalar yapmakla başlayıp, bunlara ilişkin yorumlamalar yapmaya çalışacağım. Göçle gelişen kimlik sorunlarını ele alıp çözüme ilişkin bazı yaklaşımlarla yazıyı tamamlamayı hedefleyeceğim.

 

Göçün Gizlenen Hakikati

Göç, insanlık tarihinin en eski ve sürekli eylemlerinden biridir. İnsanın birey ya da topluluk olarak çeşitli sebeplerden kaynaklı bir yerden farklı bir yere gitmesi olarak tanımlanabilir. Göç kavramı üzerine okurken bu kavramın birçok ön tanımlayıcı kelimelerle bir araya getirildiğini gördüm. Düzenli-düzensiz, zorunlu-gönüllü, transit göç gibi ayrıştırmalarla daha ayrıntılı bir tanımlama yapıldığı söylenebilir. Bu tanımlamaların aynı zamanda bazı gerçekleri perdelemenin bir aracı haline geldiğini de görebiliyoruz. Gönüllü göç bu tanımlamalardan biridir. Gönüllülük kavramının ne kadar kendi anlamında kullanıldığı tartışmalı bir konudur. İdeolojik hegemonyanın, özel savaşın had safhaya ulaştığı bir dünyada birileri mutlu mutlu yaşarken, sanki bir anda buradan sıkıldık gidip başka bir yerde yaşayalım demiş gibi bir algı yaratılmaya çalışılmaktadır. Bunun böyle olmadığını Meksikalı göçmen işçiler -ABD tarımı ve hizmet sektörü ya da Filistinliler, Pakistanlılar- Arap petrolü ikilemlerine bakarak çok iyi anlayabiliriz. Büyük hayallerle parlak ufuklara doğru harekete geçen kitlelerin “kayıtsız emekleri” olmaksızın, devasa üretim alanlarının böyle işleyebilmesi mümkün müdür? Son zamanlarda AKP’li bir bakanın göçmen tartışmalarına ilişkin “Göçmenleri gönderirsek ekonomimiz ciddi anlamda zarar görür!” itirafı, bunu kanıtlayan bir örnek değil mi? Bundan dolayı göç konusu tartışılırken devletleri nötr bir biçimde olarak değerlendirmek saflıktan öte bir durumdur.

Gönüllü şekilde göç edene göçmen, zorunlu göç edene mülteci ya da sığınmacı diyerek ayırsalar da yaşanan koşullar ve uygulanan politikalar, varoluşsal olarak göçmen-sığınmacı-mülteciyi aynılaştırmış görünmektedir.  Göçün birey ya da kitlelerin istemleri temelinde geliştiği algısının doğru bir algı olmadığını görmek lazım. Devletin ve sermaye güçlerinin ortak ittifaklarıyla yapılan toplumsal mühendislik çalışmalarının sonucu gelişen göçün hiç de söylendiği gibi olmadığını Nermin Abadan Unat’ın “Bitmeyen Göç” kitabında aktardığı bir saha çalışması açıkça ortaya koymaktadır:

“1950 yılının güzünde Massachussett Technology Institute ve Columbia Üniversitesinin işbirliği ile yedi Ortadoğu ülkesini içine alan bir araştırmanın verileri oldu. Daniel Lerner tarafından kaleme alınan ve sonraları sosyolojinin klasik bir yapıtı sayılan The Passing of Traditional Society (Geleneksel Toplumun Geçişi) adlı yapıtta Lerner’in ‘geleneksel’ olarak nitelediği deneklerine ‘Zorunlu olsa dünyanın hangi ülkesinde yaşamak isterdiniz?’ sorusuna Türk deneklerin yüzde 49’u ‘Yurttan ayrı yaşamaktansa ölmeyi tercih ederiz!’ yanıtını vermişlerdir.’

Yurttan ayrı yaşamaktansa ölmeyi tercih edecek bir toplum henüz bir asır bile geçmemişken yurttan ayrılabilmek için ölmeyi bile göze alabilecek bir duruma geliyor. Tabi bu sadece Türkiye ya da Ortadoğu’nun sorunu değil. Özelde son yüzyılda tüm kıtaları etkileyen milyonlarca insanı kapsayan bir durumdur.

 

Sorunsallıktan Kurtulmayan Kimlik

Ülke gündemi ve akademik tartışmaları takip ettiğimizde kimliğin nasıl tartışıldığı ve tanımlandığı gözümüze çarpıyor. Yöntem konusu tüm sosyal bilim dallarında olduğu gibi burada da karşımıza çıkıyor. Tartışmalarda sorunsallaştırılan kimlik çok ön plana çıkıyorken, kimliğin doğru tanımlanma sorusu arka planda kalıyor. Sorunun önemli bir parçasının da doğru tanımlamamaktan kaynaklandığını görüyoruz. Tanımlamalar çoğunlukla bireyin haklarıyla sınırlı kalan liberalizmin sınırlarını aşmıyor. Tartışanlar ulus devlet tanrısının milliyetçilik dininin öteki için ördüğü duvarlara dokunmuyor.

Kimlik; temelinde herhangi bir olguyu diğer olgulardan farklı kılan özelliklerini ortaya koyarak, varlık anlamını ortaya çıkaran, adlandırma ve anlamlandırmadır. Bunu insana uyarladığımızda insanın toplumsallıkla varoluşsal bağını hiçbir zaman unutmamamız gerekiyor. Kimlik konusunda tartışmalarımıza temel teşkil edebilecek birkaç temel noktaya değinelim.

Birey ve toplumlar canlı ve organik bir yapıdadırlar. İnsan-toplum, canlı ve organikken kimliklerinin farklı olması beklenemez. Kimlik, anlamlandırma, adlandırma ve kurumsallaşma eylem ve süreçlerinin sonucu sürekli bir yapılanma içerisindedir. İnsan kendini düşünen doğadır. Ve giderek insan kendisine ve çevresindeki her şeye anlam veren, ad koyan bir varlıktır. Bu insanı var eden şeydir. Bu, onu diğer canlılardan ayıran temel özelliğidir. Kimliğinin farkında olabilmek kimlik sahibi olabilmenin temel şartlarından biri olarak sayılabilir. Farkındalığını ve anlamını yitirmiş olan insanın yaşadığı bu sorun kimlik sorunudur. Göçmenlerin yaşadığı sorunların temelinde farkındalıklarını, anlamlarını arama noktasında yaşanılan yetersizlikler vardır. İnsan toplumuyla kültür ediniyor. Bu konuda kolektif kimliklerin varlığından da bahsetmek önemlidir. Liberal çağda görünmek istenmeyen şey kimliğin kolektif olanıdır. Bunu söylerken bireyin kimliğini inkâr etmemekle birlikte tarihsel ve toplumsal değer ve davranış kurallarından sıyrılmış bir bireysel kimlikten bahsetmekte çok mümkün değildir.

Kimlik ve kültür birbirinden ayrılamayacak iki temel kavramdır. Kapitalist modernitenin iktidarını yaymasının bir aracı olarak kültür endüstrisi ile birlikte kimlik konusu büyük bir sorunsallık yaşamaktadır. Hızla küreselleşen, yaygınlaşan yapay kültür öğeleri toplumsal iradenin dışında dayatılan üretilen bir kültür inşası kimlik olgusunu da paralelinde bir çıkmaza sürüklemektedir.

Klanlardan başlayan tüm toplumsallıkların kimlik sorunları vardır. “Ben nasıl bir toplumum veya topluluğum” sorusunu sormuşlardır. Her insanın nasıl bir ad ve kimliğe ihtiyacı varsa, her topluluk için de bir ad ve kimlik ihtiyacı vardır. Toplumsal farklılıklar paralelinde toplumsal çokluklar, kimlikler mevcuttur. Tarihten günümüze tüm toplumlarda bu böyleydi ve halen böyle. Ancak kapitalist modernite ulus devleti kullanarak bu gerçeği değiştirmeye çalışmaktadır. Pek çok toplumsal olguyu “tek” ön ekiyle tanımlayarak toplumda kültürel soykırımı meşrulaştırmaya çalışmaktadır. On binlerce yıldır kimlik kazanan pek çok tekillik ve çokluğu son iki yüzyılda yok etmeye çabalamaktadır. Ulus-devlet bunu herkesi teklik kotasında eriterek yapmaktadır. Özellikle Ortadoğu, binlerce yıllık derin bir tarihsel gerçekliğe sahip toplumsal gerçeklikler-kimlikler, kültürler mozaiğiyken, kapitalist modernite güçlerinin son iki yüzyıldaki politikalarının sonucu olarak bu mozaik büyük tahribatlara maruz kalmıştır. Köklü bir tarihe sahip bu kimlikler, geliştirilen politikaların sonucu olarak parçalanıp varoluşlarına yabancılaştırıldılar. Araplar, Kürtler bu konuda en çarpıcı örnekleri teşkil etmektedirler. Bu yabancılaşma ve parçalanmanın temel nedeni kimlik olgusunu tanımlamadaki sorunlardır. Kimlik olgusu tarihsel olarak sürekli bir oluşum halinde olmasından kaynaklı katı, ucu kapalı ve tekli olması mümkün değildir. Ancak son birkaç yüzyılın sosyal bilimcilerinin ve “siyasetçilerinin” yaptığı temel yanlışlardan biri de, kimliklerin tanımlanmasında yaşanılanıdır. Bu tanımlamalar ulus devletin iktidarını ve uygulamalarını meşrulaştırmak için yapılmıştır. Ulus devletin bir asrı aşkın bir süredir yaptıklarının sonucunu Demokratik Konfederalizm Önderi Abdullah Öcalan çarpıcı bir şekilde dile getirmektedir:

“Kapitalist modernite Ortadoğu toplumlarını ulus-devletle sadece güçlü bir kazığa bağlamadı; Hiroşima’ya atılan atom bombasından onlarca kat daha fazla etkili olan ulus-devletçiklerle bombaladı. Denilebilir ki, binlerce yıldan beri oluşan ortak kültürel değerler, son iki yüzyılın ulus-devlet bombardımanıyla paramparça edildi. Hiçbir fiziki silahın gösteremeyeceği etkinlikte bir dağılma ve parçalanmaya yol açıldı. Ne devletli uygarlık sistemleri ne de karşıtlarınca yaşanan komünal sistemler olarak, Ortadoğu toplumları, tarihlerinin hiçbir döneminde kapitalist modernitenin hegemonyası altındaki kadar kimliklerinden ve bütünselliklerinden soyundurulmadılar, parçalanıp birbirlerine ve varoluşlarına yabancılaştırılmadılar. Britanya İmparatorluğu bu en etkili sistemi (gerçek atom bombası) sadece Ortadoğu’da değil, dünyanın her tarafında uygulayarak hegemonyasını sürekli kılabildi.”

Bu durumun sonucu olarak Ortadoğu toplumunda ve bireyinde büyük bir yabancılaşma yaşanmaktadır. Kendini inkar eden, apolitik, kendini bilme arayışını durdurmuş, tükenmiş kişilikler yığınına dönmüş insanların toplumsal kutsalları ve estetik değerleri büyük bir darbe yemiştir. Bundan dolayı Avrupa’da en kötü koşullarda bir çalışma ve yaşam bile olsa orayı tercih etmektedir. Vebadan kaçar gibi denizlerde, çöllerde, kamyon kasalarında, botlarda ölümü göze alabilmektedirler. Bu durumun en kötü yanı binlerce yıllık büyük tarihsel değerlere sahip bir toplumsal gerçekliğin üyelerinin bu hale gelmesidir. Bunun temel nedeni de kimlik ve özgürlük kavramlarını tanımlama konusunda yaşanılan yanlışlardır. Özgürlüğü, kimliği tanımlamada yaşanan yanlışlar, çarpıklıklar, bireysel, toplumsal özgürlük ve kimlik arasındaki bağa anlam verememe yaşadığımız acılı gerçeğin önemli sebeplerindendir.

Göç ve kimlik kavramlarını tanımladıktan sonra bu kavramlarla ilgili göçmen-vatandaşlık-ulus devlet-kültür politikaları kavramlarını iç içe ayrı bir başlık olarak tartışalım.

 

Modernitenin Çıkmazı

Göç, moderniteyi düşünsel-siyasal-sosyal vb. pek çok boyutta etkilemiştir. Bu durum da devam etmektedir. Ulus devlet eksenli olarak yaratılmış yurttaşlık, hak-hukuk-vatan gibi kavramlar, göçün yarattığı koşullarla birlikte her şeyi yeniden düşünülmesi gereken bir duruma dönüştürmüştür. Yurttaş olmayana göçmen ya da sığınmacı diyerek ve mülteci hukuku diye bir hukuk dalı yaratarak sorunların çözülmediği günbegün ortadadır. Toplumundan ve tarihinden soyut bir şekilde ele alınan mültecileri Roma İmparatorluğunun yıkılışına sebep olan barbarlara benzetenler, o rolü verenler var. Göçün mevcut sistemi hangi konularda çıkmaza koyduğunu biraz daha açımlama gereği var.

Agamben, “Homo Sacer” adlı kitabında önemli yorumlar geliştiriyor. Aslında kitabın ismi olan Homo Sacer bile bu konuda önemli bir katkı sayılabilir. Homo Sacer, Wikipedia’da şöyle tanımlanıyor: “Homo sacer (Latince, ‘kutsal insan (adam)’) Roma hukukundaki bir figürdür; herhangi bir kişinin öldürebileceği fakat dinî ritüellerde kurban edilemeyecek yasaklanmış bir kişi. Bu kişinin vatandaşlık hakları elinden alınmıştır, ne vatandaştır ne de hak sahibi bir öznedir. Yaşamı negatif bir şekilde ‘takdis edilmiştir.”

Mülteci ya da göçmen artık kendi eski yurdunun vatandaşı değildir. Mülteci ya da sığınmacı diye tanımlansa da tüm tarihsel-sosyal kimlikleriyle birlikte hem modernite aydını hem de iktidarının önünde “yalın bir insan” olarak durmaktadır. Çokça bahsedilen İnsan Hakları Bildirgesi ve daha pek çok kanun bu insana ne yapılacağı konusunda halen netleşmemiştir.

Çok uluslu şirketler, “devletler üstü” kuruluşlar ve dünyanın dört bir yanından sınırları aşarak gelen mültecilerin baskısı altında kalan ulus devletin eskisi gibi kalamayacağı kesindir. Geleneksel ulus devletlerde kutsallaştırılan sınırlar, malların, fikirlerin ve farklı insanların akınıyla eski anlam ve misyonlarını yitirmiştir. Gelişen teknolojiyle ticarette, eğitimde, insan ilişkilerinde yaşanan değişimler ve bununla bağlantılı olarak oluşan toplumsal-siyasal yapılanmalar eski vatandaşlık teorilerini yeniden düşünmeye itmektedir.

Ulus devletin vatan sınırları, tarih birliği, dil birliği gibi pek çok birlikle inşa ettiği ulus gerçeği bu göçmeni ne yapacaktır? Ne yapmalıdır? Buna milliyetçi çevreler kısa bir cevap veriyor: “Kovalım ya da kendimiz gibi yapalım.” Yani “Asimile edelim” diyorlar. Bu politikayı pek çok devlet uygulasa da göç akını durmamaktadır. Denizden, karadan milyonlar hareketine devam ediyor. Duvarları yükselterek, kovarak, mülteci kamplarına balık istifi doldurarak ya da tüm yaşam alanlarında ötekileştirerek bu soruna çözüm bulunamadığı açıktır.

Son birkaç on yılda mevcut sorunları aşmak için ulus devlet içinde de tartışmalar gelişmiştir. Tartışmalar sonucunda çözüm için üç ana yöntem ön plana çıkmıştır.

Asimilasyon politikası; şimdi dünyanın pek çok yerinde uzun vadeli bir planlama olarak hem göçmen hem de farklı alt kimliklere dayatılan bir uygulamadır. Resmi dili öğretme, kültürel entegrasyon için çeşitli eğitim programlarıyla uygulanan asimilasyon politikaları günümüzün topluluklarına karşı yürütülen en büyük savaşlardan biri olarak tanımlanabilir. Her yıl on binlerce yıllık birikimlerin sonucu olan pek çok kültür bu politikaların sonucu olarak yok olmaya doğru gitmektedir. Tabi buna karşı direnen topluluklardan kaynaklı bu sistem ve uygulamalar istenilen sonuca ulaşamamıştır. Pek çok devlette tartışma konusu olmuştur. Bunun sonucu olarak bazı devletler, entegrasyon politikaları adı altında uzun vadeye yayılmış asimilasyon denilebilecek uygulamalara başvurmuşlardır. Felsefik özü net olan bu politikalarda diğer politikalara benzer sonuçlar vermektedir.

Sistemin varlığını sürdürmesini sağlayabilmek için çok kültürlülük adı altında kültürel kimliklerin tanınması ya da alt gruplara da saygı gösterme adı altında çeşitli uygulamalar görülmektedir. Bu uygulamalarda, düşüncede-ruhta ve kurumsal yapılarda doğru bütünsel yaklaşımların uyumlu bir şekilde gösterilmemesi sonucu yeni kutuplaşmalara da neden olmuştur.

Bu konuda sorunların çözümünde dile gelen diğer önemli bir kavram da kültürel çoğulculuktur. Birbirinden farklı renklerin, kimliklerin hoşgörü atmosferi içinde kendi kültürel ihtiyaçlarını karşılayarak birlikte yaşamalarıdır. Kapitalizm öncesi imparatorluk sistemlerinde çeşitli grupların birlikte yaşayabilmeleri bu sistemle olmuştur. Uygulamalar salt bireysel ya da grupsal kültürel haklar temelinde ele alınıp uygulanmıştır. Bu politikalar toplumun ve bireyin tüm ihtiyaçlarına cevap verememesinden kaynaklı eksik ve yetersiz kalmıştır. Bu eksikliğin çözümü birey ya da grupların siyasete katılmasında kamusal alanda imkan yaratılmasında bulunmuştur.

Günümüzde Avrupa’da yüksek sayıda göçmen barındıran devletler kimlik konusunda farklı politikalar izlemektedirler. İngiltere, Belçika ve Hollanda gibi devletler dinsel kimliğe dayalı siyasal kurumların, okulların kurulmasını desteklemekte, parasal destekte bulunmaktadır. Diğer ülkeler de farklı yöntemlerle, göçmenleri sistemlerine entegre etmeye çalışmaktadır. Bununla birlikte kimlik sorununa da farklı ülkelerde farklı çözümler geliştirilmeye çalışılmaktadır:

Son yaşanan gelişmelerle birlikte siyaset, sosyoloji ve hukuk bilimleri vatandaşlık-toprak bağı ve sınırlar kavramını tekrardan ele alma ihtiyacı duymuşlardır. Günümüzde çifte vatandaşlık benzeri uygulamalarla bazıları hem kaçtığı ülkenin hem de sığındığı ülkenin vatandaşı olarak kabul edilmekte, her iki vatandaşlığın verdiği haklardan yararlanmaktadır. Günümüzde Avrupa’da İsveç, Hollanda, Belçika ve daha başka pek çok devlet çifte vatandaşlık uygulamasını kabul ediyor.

Pek çok sosyal bilimde yurttaşlığın tanımlamasına dayanak olan birçok şey değişmiştir. Sınırları içinde olmak klasik ulus devletin vatandaşlık hukukuna uymaktaydı. Klasik ulus devlet anlayışına göre yasa koyma yetkisinin tek sahibi ulus devlet makamlarıydı. Ancak son elli yılda yapılan uluslararası antlaşmalar, sözleşmeler ulus-devletin bu hakkına ortak kurum ve kanunlar yaratmıştır. Böylece bireyin, yurttaşı aşan bir konuma ulaştığı söylense de bu, küçük bir azınlık için uygulamaya geçmekte büyük bir çoğunluk için teoride kalan ve yanıltıcı-spekülatif tarafları olan bir durumdur. Tüm devletler ulus devletin vatandaşlık anlayışını köklü bir sorgulama ve değiştirme gerçeğinden uzaktır. Halen dünyanın dört bir yanında göçmen ve yurttaş arasında ciddi farklar ve bu farklardan kaynaklı ciddi çatışmalar vardır.

“Kimlik Bedenin Hapishanesidir” adlı makalelerinde Reyda Ergün ile Cemal Bâli Akal şu soruları sorarlar: “Foucault’da denetim, beden teknikleriyle sağlandığına göre, denetimi engellemenin yolu bedenlerin sınırsız dolaşıma açılması mıdır? Ve kimlik toplu olana ilişkin olduğuna göre tekillik denetimi kırar mı?” Bu soruları genel tartışmalarda etkili olan bir bakış açısını yansıttığı için değerlendirmek önemlidir.

Biyo-iktidarın sadece ulus devlet tarafından uygulanmadığı biliniyor. Dünyada ulus devletler bir iktidar olarak var olsalar da uluslararası sermaye güçleri mevcut sistemde belirleyici bir iktidar gücüdür. Ulus devlet bile bu güçlerle iktidarını paylaşmak ve onların iktidarının kendi sınırları içine sızmasına razı olmuştur. Böyle bir durumda bir ulus devletin sınırları dışına çıkmanın denetimden çıkma anlamına gelmediğini şimdi herkesin cebinde taşıdığı akıllı telefonlarda bile görebiliriz. Ayrıca bir ulus devlet sınırı aşılıp ayrı bir ulus devletin sınırlarına dahil olunduğundan dolayı ve her ulus devletin de kendine has denetim ve iktidar aygıtları ve yöntemleri olduğuna göre göç etmekle iktidardan kurtulabileceğini sanmak bütünsel ve derin bakamamanın bir sonucu olabilir. Hatta şimdi herkesin göçmek istediği ülkelerdeki tüm vatandaşlar, devlet yapılarındaki derin ve ideolojik hegemonyayla perdelenmiş iktidarla yüz yüzedir.

Diğer bir soruda dile gelen kimliğin toplu olana ilişkin olma durumu ve topluluktan kopmanın tekil olarak kalmanın denetimi kıracağı beklentisi de liberalizmin etkisiyle geliştirilmiş bir soruya benzemektedir. Öncelikle kimliğin toplu olduğu kadar bireysel yanları da vardır. Ulus devlet sınırının dışına çıkılsa bile topluluğun izlerini taşıyan kimlik bireyde varlığını, etkisini devam ettirir. Eğer bahsi geçen şey tüm toplumsal kimliklerden soyunmak ve sıyrılmaksa bunu tam anlamıyla kimsenin başaramayacağı kesindir. Ve toplumsal kimliklerden soyunmak veya sıyrılmak insanı iktidardan azat etmez. Hatta toplumsal kimlikten alınan güçten yoksun kalan birey daha güçsüz kalacak, iktidarın denetiminden çıkmış olmayacaktır. Denetime girebilmeye daha müsait hale gelecektir.

Çifte vatandaşlık, çok kültürlülük, kültürel çoğulculuk gibi kavramlarla çözüm bulunmaya çalışılan sorunlar göçmenlerin yaşadığı pek çok sorunu da görmezden gelmektedir. Kimlik bunalımı kültürel çoğulculuk ya da çok kültürlülükle ne kadar çözümlenebilir? Toplumsal köklerinden, tarihinden koparak girilen “yeni yaşam”, yaşanan kimlik bunalımının asıl nedenlerinden biri olarak sayılabilir. Bir göçmenin yaşamının karnını doyurmak için çalışmaktan başka hiçbir sosyal-manevi şey içermemesi kimliksizliği açığa çıkaran temel etkenler arasındadır. Yedi yaşında geldiği yabancı topraklarda, okulda konuştuğu dil ile evde ailesiyle konuştuğu dilin farkından kaynaklı kim olduğu konusunda düşülen durum kimlik parçalanması değil de nedir? Büyüdükçe ve sisteme entegre oldukça anne-babasıyla akraba çevresiyle ilişkilerde yaşadığı sorunların kaynağında kimlik reddini görebiliriz. Göç- göçmen-mülteci-sığınmacı tartışmalarını yürütürken üst sınıftakinin bakış açısından kurtulmak gerekir. Yürütülen tartışmalar genelde o kutsal devletin vatandaşları ve siyasetçilerinin menfaatleri ve gözüyledir.

Tartışmalarda geçen ve akıllara takılan bazı konularda netleşmelere gitmek gerekiyor. Göç çağımızın temel sorunlarından biridir. Sistemin yaşadığı çok yönlü sorunların sonucudur. Sebepleri görmeden sadece sonuçları sorun olarak değerlendirmek yeterli bir yaklaşım değildir. Şimdi Afganistan’dan dünyanın dört bir yanına yayılan yüzbinlerce kişinin gittikleri ülkelerle yaşadığı sorunlar çözüldüğünde ne olacak? Sorunlar bitecek mi? Yüzbinlerin göç etmesinde hangi güçlerin menfaatleri var, kimler faydalanıyor sorularını sormadan ve cevap vermeden ve göçün önünü alabilecek politikalar üzerinde düşünmeden bu soruna köklü bir çözüm bulunmayacağı açıktır. Bunun dışındaki tüm çözümler palyatif çözümlerdir.

Göçün zorunlu olanı kadar gönüllü olanı da değerlendirilmesi gereken bir durumdur. “Amerikan Rüyası”, “İstanbul’un taşı toprağı altın” sloganlarının yaratıcıları bu göçten kar eden sermayedarlar ve ulus devletlerdir. Bunlar gibi ortak toplumsal mühendislik çalışmaları sonucu “gönüllü” göçler gerçekleşmektedir. Zorunlu göçler normal savaşların sonucuyken, gönüllü göçler özel savaşların sonucudur. Zorunlu, gönüllü, düzenli-düzensiz ya da farklı adlandırmalarla da olsa göç onu yaşayan birey ve toplumda çok ciddi sorunların kaynağıdır. Yürütülen bu özel savaş politikalarının temel hedeflerinden biri kimliktir. Yapay, “pembe” bir kimlik yaratılmaktadır. Bu kimliğe ulaşmanın yolu da göç olarak gösterilmektedir. Tabi yaşanan göç ulus devlet çağının aşılması ve kutsallaştırılan sınırların ve ulusal kimliğin anlamsızlaşması gibi farklı bir etkide de bulunmaktadır.

 

Yeni Bir Paradigmayla Bakmak

Göçle meydana gelen sorunlara ulus devletin, modernitenin zihniyet kalıpları ve paradigmasıyla çözüm bulunamayacağı her gün biraz daha açığa çıkıyor. Toplumun doğasının dışında bir iktidar olarak topluma dayatılan ulus devlet çıkmazdadır. Sınırlar, kimlik ve daha pek çok şey tekrardan düşünmeyi dayatmaktadır. Ancak sorunu çözme arayışı sebeplerin tahliliyle birlikte olduğu müddetçe çözümler üretebilir. Sadece sebeplerin tahlili değil, çözüm içinde bin yıllardır zihinlerimize empoze edilmiş devletçi paradigmanın etkisinden kurtulması gerekmektedir. Yürütülen göç ve kimlik esaslı tartışmalarda çözümü Demokratik Konfederalizm Önderi Abdullah Öcalan’ın “Demokratik Ulus” kuramında bulmak mümkündür. Tarihi yeniden yorumlamaya dayanan ve tarihin-güncelin organik bağını koparmayan çağımızda önümüze çıkan her sorunda olduğu gibi bu sorunda da ufuk açıcı perspektifler vardır. Kimlik sorununu tek boyutlu ve güncel kalıplarla sınırlı ele almayan demokratik ulus çözümü konusunda konuyla ilgili temel hususları açıklayıp yazıyı sonuçlandıralım.

Göçmen sorununda dile gelen vatandaşlık eksenli çözümleri ele aldığımızda yaşananın kişilikli, kimlikli ve komünlü toplumun çökertilmesiyle kişiliksiz ve kimliksiz bireylerden oluşan yığın toplumu olarak ulus-devletçiliğin yurttaş tipi olduğunu görmekteyiz. Binbir çaba ve riskle aşılıp kaçılan bir ulus devletin sınırından girilen öteki bir ulus devlet sınırı içinde yaşanan insanın mülkleştirilmesi, metalaştırılması, istenildiği gibi kullanılması ve işçi ya da asker ordusunun birer elemanı haline getirilmesidir. Ve kaçılan devletten farklı da olsa ayrı yöntemlerin uygulandığı bir hapishaneye giriştir yaşanan.

Demokratik ulus özgürlük ve eşitlik arayışı olan tüm topluluklar gibi göçmenler için de şimdiye kadar öne çıkan önerilerden farklı çözüm yolunu göstermektedir. Demokratik ulus, ulus devlet milliyetçiliğinden kaynaklanan tüm sorunlara karşı alternatif çözüm geliştirebilecek ucu açık kimlik anlayışına dayalı, demokratik siyaset anlayışıyla, konfederal yapılanma ve kurumlarla tüm grupların kendini örgütlemesini esas alır. Devletin şu ya da bu imkanına ulaşmakla değil, halkın kendini demokratik örgütlülüğe kavuşturarak kendi kendine yetebilen, kendi kendini yöneten şekilde örgütlenmesini esas alır. Eğer göçmenler şematik ve devletçi anlayışlardan kurtulabilir, toplumun kendi öz tarihsel siyasal deneyimlerini esas alırlarsa yürütülen pek çok tali tartışmadan kurtulup çözüm yoluna girebilirler. Tabi önemli olan öncelikle bunun için doğru paradigmaya ulaşabilmektir. Türkiye siyaset sahnesinde sık sık gördüğümüz örneklerden de anlaşılacağı gibi devlet ulusçuluğunun parçaladığı ilişkiler, demokratik ulus modeliyle farklı kimliklerin, grupların “farklılık içinde birlik” anlayışıyla hoşgörülü bir şekilde yaşayabilmelerini mümkün kılar. Bu anlayışı bir anda yaşamsallaştırmak zor olsa da esas ilkeler üzerinde uzlaşıldığında çıkacak sorunları çözmek zor olmayacaktır.

Demokratik ulusu ulus-devlet anlayışından ayıran en temel özelliklerden biri de farklı kolektivitelerden oluşma gerçeğidir. Yaşamın, doğanın, toplumun bunca rengine rağmen ulus devlet bu renklerin tek renge dönüşmesini dayatır. Tornadan çıkmış tek tip vatandaş toplumun doğasına terstir. Zaten ulus-devletin istediği vatandaş robot-işçi-memurdur. Her şeyin tek renk olduğu bir yerde varlıktan bahsetmek de zordur. Teklik değişimin reddi anlamına gelir. Bundan dolayı demokratik ulus kuramı dil, kültür, vatan, yönetim gibi olgulara ulus devletin gözlüğünden bakmaz. Bu ve buna benzer pek çok konuda demokratik ulus anlayışında tüm toplumsal sorunların çözümünde ulus-devleti kutsallaştırma, tanrısallaştırma yaklaşımı yoktur. Bu, egemenlerin halklara iktidarlarını kabul ettirmelerinin yoludur.

Konumuz yalnız başına demokratik ulus kuramı olmadığı için göçmen ve kimlik tartışmaları konusunda yaşanan tartışmalara ayrı bir gözle bakmanın yolu olarak ana hatlarıyla bu kadarını vurgulamak yeterlidir.

 

Sonuç

Dünyanın dört bir yanında göçmenler ve yaşadıkları kimlik sorunları tartışılıyor. Bu yazı yürütülen bu tartışmaya katkı sunmak istemekte ve göç sorununun mevcut ulus-devletçi kapitalist sistemin uygulamalarının bir sonucu olduğunu iddia etmektedir. Göç sorunu kadar göçmenler ekseninde yürütülen tartışmalarda da aynı zihniyetin etkilerinden dolayı doğru bir tartışma yürütülmediğini görüyoruz. Doğru bir paradigmayla meseleye yaklaşılmadıkça var olan sorunları tekrar tekrar yaşayacağımızı biliyoruz. Bu nedenle, öncelikle yeni bir paradigmatik bakışa ihtiyaç vardır. Çözümün adresi buradadır.

 

 

Yararlanılan Kaynaklar
  • Abdullah Öcalan Demokratik – Uygarlık Manifestosu 4.Kitap Ortadoğu’da Uygarlık Krizi ve Demokratik Uygarlık Çözümü
  • Abdullah Öcalan – Demokratik Uygarlık Manifestosu 5. Kitap Kürt Sorunu ve Demokratik Ulus Çözümü – Kültürel Soykırım Kıskacındaki Kürtleri Savunmak
  • Kimlik Bedenin Hapishanesidir – Spinoza üzerine yazılar ve söyleşiler – İstanbul Bilgi Üniversitesi Yayınları Reyda Ergün – Cemal Bâl’ı Akal
  • Bitmeyen Göç Konuk İşçilikten Ulus-Ötesi Yurttaşlığa – İstanbul Bilgi Üniversitesi Yayınları – Nermin Abadan Unat
Bunları da beğenebilirsin

Yoruma kapalı.