Düşünce ve Kuram Dergisi

Göçertme Politikalarına Karşı Onurlu Direniş

Nûda Elefterya

 

Göçler Toplumsal Bir Gerçekliktir

Toplumsal tarih bize göçün iktidarlar ve devletler var olmadan önce de olduğunu ve sayısız topluluğun bu eylemi uyguladığını gösterir. Göç denilen kavram da az ya da çok bireylerin ya da grupların sembolik veya siyasal sınırların ötesine, yeni yerleşim alanlarına ve toplumlara doğru kalıcı hareketini içeren eyleme denir. Göç, aslında sadece insan canlısı için değil, hayvanlar için de kullanılır ve hatta insanlar ile hayvanlar için ortak göç sebepleri vardır.

Ayrıca bu doğanın kendi diyalektiği içinde var olan gelişime de aykırı değildir. Açlık, iklim değişiklikleri ve başka türlerin saldırı tehdidi gibi… Fakat sosyoloji denen insan türünün oluşturduğu anlam dünyası değişip geliştikçe göç sebepleri de farklılık gösterir. Artık savaşlar, fetihler, büyük salgınlar, ideolojik baskılar, tehcir, işsizlik gibi etkenler de göçe sebep olmaya başlar.

Akademi dünyasının konuya ilişkin ciddi çalışmaları olsa da ortaklaştıkları konular çok sınırlıdır. Bu konuların başında, göç çözümlemelerinde itici faktörlerin çekici faktörlerden geleneksel bir biçimde ayrılması vardır. İtici faktörlerin genellikle tutucu, güvenliği artırmaya yönelik bir göçe neden olduğu düşünülürken, çekici faktörlerin ise risk aldırıcı ve geliri artırmaya yönelik bir göçü özendirdiği söylenir. Ayrıca iç göç ve dış göç arasında da bir ayrım yapılır ve bu özellikle yeni kapitalistleşen ülkelerde kırdan kente göç üzerine dikkate değer bir literatürün gelişmesine sebep olmuştur.

İç göç olarak bahsedilen kavram ulus-devletlerin sınırları içinde, emeğin, ekonomide büyüme kutbunu oluşturan bölgelere doğru göç etmesini karşılayan nüfus hareketidir. Sanayisi yeni gelişen ülkelerde görülen bu göç türü özellikle 1950’lerden beri ciddi oranlara ulaşmıştır. Kentleşme süreçleriyle birlikte ilerleyen bir olgudur ve çoğunlukla köyden kente büyük çaplı olur. Avrupa’da 19. yüzyıl başlarında görülmeye başlanan iç göç, dünyanın geri kalanına sanayileşmenin transferiyle doğru orantılı gelişmiş, bugüne değin de devam etmektedir.

Dış göç ise ulus-devletlerin veya daha öncesindeki devlet türlerinin sınırları dışında çoğunlukla belli bir devlet olmaksızın yapılan göç hareketleridir. Bu göç, kimi zaman doğal felaketler karşısında alınan bir tedbir olarak uygulanmışsa da biraz sonra detaylıca anlatılacağı gibi çoğunlukla hakim devletlerin bir gruba, inanca veya etnik kimliğe zorla göçü dayatması sonucu gerçekleşmiştir. Herkesin de takdir edebileceği gibi kendi topraklarından kopup bilinmezliğe doğru sonsuz tehlikelerle dolu bir yolculuğa çıkmak gönüllü bir toplumsal eylem olmasa gerektir. İşte bu, zora dayalı, genelde hakim sınıfın veya etnisitenin, azınlıklara uyguladıkları dış göçe sebep olan politikalarına “göçertme” denmektedir.

 

Göçertme: Bir Devlet Zorbalığı

Toplumsal tarihi bize her ne kadar göçün canlı evrimi içinde doğal ve etkileyici bir gerçeklik olduğunu gösteriyorsa da “göçertme” denilen devlet politikaları için aynı değerlendirmeyi sunamaz. Ama evet, göçertme de toplumsal bir gerçekliktir, çünkü insanlar eliyle başka insanlara uygulanır.

Ulus-devletler öncesi de görülen göçertme politikaları özellikle ulus-devletler çağında vazgeçilmez bir politik öncelik halini aldı. 1649 Vestfalya Antlaşması ile temelleri atılan ulus-devlet sistemi yüzyıllardır sorun olan devletlerin sınırlarını ve etki alanlarını aynı ulusa bağlı insanların yaşadığı coğrafya ile sınırlandırdı. Avrupa’nın ulus sayısı kadar devleti bulunmuyordu. İmparatorlukların siyasi sınırlarının içerisinde birden fazla etnik kimlik vardı. Bu karmaşa ve her an büyük çatışmalara gebe olan çelişki alanı Büyük Fransa Devrimi ile birlikte farklı bir safhaya girdi. Devrim sonrası gelişen milliyetçilik fikri, İngilizlerin kendi güçlü rakiplerini parçalama niyetlerinin sağlam bir aparatına dönünce, büyük devletler bünyesinde bulunan farklı halklar devletleşme eğilimine girdiler. Her etnik kimlik, uluslaşma ve bu yolla devletleşme arayışında mesafeler katedip 19. yüzyılda onlarca ulus-devlet ortaya çıkınca ve dolayısıyla eskinin güçlü ulus-devletleri zayıflayınca, azınlıkta olan halklar ulus-devletlerin hedefi olmaya başladı. Ya bu azınlıklar bir şekilde tasfiye edilecekti ya da söz konusu devletler iyice zayıflayıp parçalanacaktı. Bu “azınlıklar sorununa” bulunan çözümlerden biri katliam ve soykırım iken, değeri ise bununla bağlantılı olan zorla göçertmeydi. Burjuvanın devlet modeli olan ulus-devletlerde hakim siyasi sınıf, toplumun üzerinde sonsuz tasarruf hakkını kendinde gördüğünden bu insanlık dışı uygulamaları benimsemeleri uzun sürmedi.

Bu saatten sonra ulus-devletler güçlü kalabilmek için kontrolleri altında olan nüfusu son derece homojen bir hale getirebilmeliydi. Asimilasyon uygulamaları ilk başvurulan yöntemdi ve eğer işe yararsa azınlıklar kendilerini benimseyeceğinden katliamlar ve göçertmeler gibi uluslararası toplumda teşhir edilebilecekleri zorbalıklara başvurmayacaklardı. Ama eğer işe yaramazsa sınırları içindeki tüm farklılıklar (etnik kimlik, inanç, mezhep vb.) katliam ve göçertmeye tabi tutulacaktı. Kültürleri güçlü olan halklar ve inançların sonu hep böyle oldu. Tarih bunun yüzlerce örneğiyle doludur. Bilinmesi gereken bir diğer nokta ise hiçbir devlet göçertme kararını alıp uygulamaya geçerken katliamın bu işin diğer yüzü olduğundan habersiz olmamasıdır. Çünkü hepsi de çok iyi bilir ki herhangi bir azınlık vatanından göçertilme tehlikesiyle karşı karşıya olduğunda direnç gösterir. Haliyle ortaya çıkacak olan direnme iradelerini kırmak ve kararlarına boyun eğdirmek için de katliama girişirler. Adeta göçertilmek istenilen topluluğa iki seçenek sunulur “gidersiniz veya ölürsünüz!”

Tarih bize ilginç bazı göçertme örnekleri de sunar. Yukarıda bahsettiğimiz ulus-devletlerin nüfuslarını homojenleştirme amacının dışında bir takım siyasi hedeflere hizmet olan göçertme örnekleri vardır. Son derece trajik örneklerinden biri İkinci Dünya Savaşı’nın hemen akabinde Sovyetler Birliği’nin Kırım Türklerine uyguladıkları göçertme politikasıdır. Sovyet istihbaratının özel görevli biriminin başında uzun yıllar görev yapan Pavel Sudoplatov’un anlatımlarıyla açığa çıkan zorla göçün hikayesi şöyledir: 1939’da başlayan ve 1945’te 50 milyona yakın insanın hayatına mal olarak sonlanan İkinci Dünya Savaşı’nın arifesinde, savaşın tarafları bu olağanüstü yıkımın mali faturasıyla karşı karşıya kaldılar. Bu son derece acı faturayı ödeyebilmek ve ülkelerini toparlayabilmek için büyük sermayeyi ikna çabalarına giriştiler. Büyük sermayedarlar da Yahudilerden oluştuğu için, onların binlerce yıllık vatan özlemlerine oynamak istediler. Stalin de Kırım’ı Yahudiler için vatan haline getiriyor, bu şekilde sermayeyi Sovyetlere akıtacaktı. Plan buydu. Bu amaçla Kırım’dan yaklaşık 150 bin Türk’ü Orta Asya’daki anavatanlarına zorla göçertme yoluyla sürdü. Lakin büyük sermaye güçleri ABD ile olan stratejik ortaklıklarını çok daha önceden kurmuşlar, savaş sonrası adımlarını belirlemişlerdi. Bu insanlık dışı girişimlerin tek kurbanı Türkler olmuştu.

Nihayetinde ne Kırım tamamen Türksüzleştirilebildi ne de Sovyetlerin kalkınması için sermaye transferi oldu.

Tarih bu tarz göçertmelere konu alan onlarca trajik örneğe de sahiptir. Emperyalizmin gelişmesi, hem ham maddelere rahat ulaşma hem de toprağa yakın pazar alanlarını kontrol arayışları bu trajedilerin temel sebebi olmuştur. Özellikle Afrika ve Latin Amerika kıtası yaklaşık 100 yıldır bunun savaşının verildiği alanlardır. Zengin yeraltı ve yerüstü kaynaklara ev sahipliği yapan bu topraklar kapitalist güçlerin ağızlarını her zaman sulandırıyordu. Petrol, doğalgaz ve zengin madenler adeta bir an önce çıkarılıp işlenmeyi ve zengin pazarlarda satılmayı bekliyor sanıyorlardı. Bu kaynaklara sahip olabilmek için 19. yüzyıl boyunca yapılan işgaller, 20. yüzyıl boyunca direniş ve ulusal kurtuluş savaşlarına dönüşüp de sonuç alınca kapitalist-emperyalist güçler 20. yüzyıl ortalarından itibaren yerli işbirlikçiler eliyle bu kaynakları kontrol etme yöntemini devreye koydular. Böylelikle işgalcilikle yargılanmaktan kurtulup, kendi ülkelerindeki kısmi özgürlüklerle demokrasinin sembolü haline geleceklerdi. Nitekim bu yolda kayda değer başarılar da elde ettiler. Lakin bu topraklarda yaşayan, doğal kaynakların bulunduğu toprakların sahibi olan yerli halklar engel olmaya devam ediyorlardı. Onlar da yerli işbirlikçiler tarafından katliamlara ve göçertmelere tabi tutulup tasfiye edilecekti. Öyle ki antropologlar Thomas Sowell ve Pitirim Sorokin, “Son iki yüzyılda Afrika ve Latin Amerika’da katliama ve zorla göçe uğramamış neredeyse hiçbir yerli halk yoktur” diyerek trajedinin boyutunu gözler önüne serer.

Tabii biz yazımızın konusu gereği ulus-devletlerdeki göçertmelerin sebebini, nasıl geliştiğini ve karşısında ne gibi tepkilerin doğduğuna bakmak istiyoruz. Bu arzumuzu T.C. devleti özelinde biraz daha detaylı açarsak meramımız daha iyi anlaşılacaktır.

 

T.C. Tarihi Göçertmeler ve Katliamlar Tarihidir

19. yüzyıl, Osmanlı İmparatorluğu için iki yüz yıldır devam eden gerileme döneminin, artık parçalanıp dağılma evresini geçişinin başlangıcıydı. Büyük Fransa Devrimi’nden en çok etkilenen Osmanlı oldu. Belki de o dönemlerde bünyesinde Osmanlı kadar farklı etnik kimlik ve inanç barındıran başka bir devlet yoktu. Tam anlamıyla halklar ve inançlar mozaiğiydi. 18. yüzyıldan itibaren Osmanlı’nın yaşadığı gerileme ve buhran gün yüzüne çıkmış. Saray ve imparatorluk kurumlarının yozlaşması saklanamaz olmuştu. Toprak kaybettikçe fetih üzerine kurulan ekonomi büyük darbeler alıyor ve küçülen pastadan payını almak isteyenlerin kavgası içeride daha da şiddetleniyordu. Yeni fetihler yapacak orduda düzen ve disiplin kalmadığından ekonomideki açık, halklara yeni vergilere ve baskılara ve zorla el koymalara dönüşüyordu. Öncenin haklara ve inançlara saygılı Osmanlı’sı gitmiş, Balkanlardan Ortadoğu’ya bünyesindeki halklara düşmanlaşan Osmanlısı peydah olmuştu. Nitekim Osmanlı’nın bu soygun ve zorba düzeni başta Balkan halkları olmak üzere sınırları dahilindeki halkları ve inançları da kendisine karşı sert direnişleri sevk etti.

Böylesi bir siyasi ve sosyal atmosferde cereyan eden Fransız Devrimi ile yayılan milliyetçilik ideolojisi kendine Balkan halkları arasında taraftar bulmakta zorlanmadı. Osmanlı’nın rakibi olan Hristiyan otoritelerince de desteklenen halklar 1821’de Yunanlılar ile başlayıp peyderpey Bulgarlar, Romanyalılar ve Arnavutluklar ile devam ederek, 50 yıl içinde bağımsızlıklarını ilan ederek Osmanlı’dan ayrıldılar. Osmanlı birbiri ardına yediği büyük darbelerin karşısında durabilmek ve bu ayrılıkları engelleyebilmek adına “Osmanlıcılık” denilen tüm kimliklere saygılı yaklaşıma politik olarak önceledi. Tanzimat Fermanı ile demokratikleşeceğini dünyaya duyurmak istedi. Tutmayınca Balkanlarda ve Ortadoğu’da bulunan Müslüman halkların ayrılmasını engellemek adına İslamist bir siyaset izlemeye karar verdi. Lakin 19. yüzyıl sonu ile 20. yüzyıl başı bunun da tutmayacağının işaretini önce Balkanlardaki Müslümanların kendisine sırt çevirmesiyle, sonra da Arap halkların büyük güçlerle olan ilişkisiyle görmüş oldu.

20. yüzyıla sınırları içerisinde kontrolünü kaybetmiş, yüzyıldan fazla bir süredir aralıksız bir şekilde küçültülerek, ekonomik krizlerle boğuşarak, İslam coğrafyası üzerindeki etkinliğini yitirmiş olarak giren Osmanlı’da büyük değişimlerin eli kulağındaydı. Eski görkemli günlerden uzaklaşmanın tüm mesuliyetini padişaha bağlayanlar, ordu ve bürokrasi içerisinde gizlice örgütleniyordu. Bu kesime, Doğu’ya açılma politikasına uygun düştüğü ve İngiliz karşıtı bir İslam birliği kurulabilir düşüncesiyle Almanlar, Kutsal topraklara kavuşma ve ileride olası bir tehlikeye karşı topraklarını Müslüman Araplardan Türkleri kullanarak koruma düşüncesi ile Siyonistler sınırsız destek veriyordu. Etkili bir güce ulaşan bu kesim de önce zorla 1908’de İkinci Meşrutiyetin ilan ettirdiler daha sonra Bâb-ı Âlî’yi basıp Harbiye Nazırı’nı öldürdüler. Padişahı etkisiz kılıp tüm iktidarın kendilerine geçirebilmeleri 1913’teki ikinci darbeleriyle mümkün oldu. İttihat ve Terakki Cemiyeti böylelikle tüm dizginleri ele almış ve tüm ideallerini hayata geçirmek için uygun fırsatı yaratabilmişlerdi. Avrupa’da ayak sesleri duyulan büyük savaş da tüm süreci hızlandırmaya yaramıştı.

20. yüzyılın başında daha önceki büyük darbelere Selanik’in de eklenmesi İttihatçılar açısından duygusal olarak telafisi mümkün olmayan bir kayıp anlamına geldi. Çünkü Selanik hem onların Mason localarında eğitildikleri ve Siyonistlerle iş tuttukları merkezdi, hem de manevi olarak önemi büyüktü. İttihatçılarda bu kayıplardan kritik bir ders çıkarmıştı. Buna göre Makedonya ve Batı Trakya bile heterojen nüfus yapıları nedeniyle yani Hristiyan halklarının varlığı nedeniyle kaybedilmişti. İttihatçılar da aynı hatayı bir daha asla yapmamaya karar verdiler. Böylelikle ilk hedef Anadolu’da yaşayan gayrimüslim halklar olacaktı. Diğerlerine sonra sıra gelecek zaten.

Birinci Dünya Savaşı’nın başlaması ve tüm gözlerin Avrupa’ya çevrilmesi İttihatçılar için “Allah’ın lütfu” idi. Savaşın başlamasından aylar sonra ilk hedefe, yani Ermenilere yönelim oldu. Ermeniler Osmanlı bünyesinde bulunan en kalabalık Hristiyan nüfusu ve uluslararası bağlantıları Ortodoks kiliseleri üzerinden Rusya ile temasları vardı. Anadolu’yu Türkleştirme operasyonları çok vahşice bu koşullarda başladı. Tarihte eşine ender rastlanan bir tehcire girişildi. Nisan 1915’te milyonlarca Ermeni’nin göçüne ve katliamına başladığı tarih oldu. Bu öyle bir katliam ve göçertme idi ki Hitler bile Yahudilere dönük soykırımlarında bundan esinlenip örnek aldığını söyleyecekti. Ama T.C. ara vermeye hiç niyetli değildi. Hemen bir yıl sonra 1916 yılında Süryaniler hedef alındı. Bununla da yetinilmedi, bu süreçte devletle birlikte hareket etmeyen yaklaşık 700 bin Kürt de sürüldü.

Her ne kadar bu operasyonları başlatan İttihatçılar idiyse de bu partinin çekirdeğini “Merkezi Umumi” denen küçük bir grup oluşturuyordu. Asıl kararlar da bu merkezde alınıyordu. Bu küçük grubun asıl belirleyicileri Talat, Enver ve Cemal paşalar ile Dr. Nazım, Dr. Bahaeddin Şakir ve Selanikli Avukat Emanuel Karasu’dan oluşuyordu. Bu gruba sonradan Ziya Gökalp da eklendi. İTC içindeki bu merkez tamamen Alman yanlısı ve Mason localarında yetişmiş insanlardı. Bu yüzden Fransızlar, Ermeni tehciri için “Alman aklı, Türk işçiliği’ diyordu.

T.C.’nin kendi nüfusunu yaratma serüveninin kanlı başlangıcı 1915-1916 Ermeni-Süryani-Kürt tehciri ile olmuştu. Fakat büyük savaşta Alman yanlıları yenilgi dolayısıyla tasfiye olunca, savaşın galiplerine yani İngiliz yanlılarına alan açıldı. Bu yeni hakim sınıf da yeni devletin kurucuları oldu.

M. Kemal ve arkadaşlarının da elbette yaşananlardan çıkardıkları sonuçlar vardı. Bunlar da 1908’den sonra İTC’nin hakimiyetini ele geçiren Türkçü bir kuşaktan geliyorlardı ve hepsi birer milliyetçilerdi. Bu yeni sınıfın devletin Müslümanlık ortak paydasında bir arada kalamayacağını, diğer etnik grupların yok edilmesi gerektiğini düşünüyorlardı. Zaten dönemin neredeyse bütün Türkçülerinde iki farklı Türkçülük anlayışı vardı. Biri tüm dünya için geçerli olan Turan ütopyasıydı ve bunlar çoğunlukla Alman yanlılarıydı. Diğeri ise daha minimalist denilebilecek, özellikle Anadolu’da yaşayan Müslümanları Türklük çatısı altında toplamayı hedefliyordu. Fakat ikinci hedefin gerçekleşmesi zordu. Çünkü ortada birtakım aydın, siyasetçi ve bürokrat dışında bir Türklük bilinci ve duygusu yoktu. Türk tarihi ve kültürü vardı ama ortada bunlarla gurur duyan, bunlar için savaşmaya hazır bir Türk milleti yoktu. İşte onu yaratmak gerekecekti, İTC’nin ikinci kuşağı da derhal bu minvalde işe girişti.

“Milli Mücadele” sürecinde Müslüman Türkler ile “gâvurlar” karşısında “İslam kardeşliği” motivasyonu ile ortaklaşan Kürtler, savaş sona erer ermez tasfiye girişimiyle karşılaştılar. Buna ilk tepkiyi veren Koçgiri aşiretleri Sivas, Erzincan ve Dersim’e kadar uzanıyordu. Bu başkaldırının diğer bir kolu Elazığ, Malatya, Adıyaman ve Maraş’a kadar gidiyordu. Bu isyan Kemalistlere iki açıdan ders oldu. Birincisi Kürtlerin tasfiyesinden gecikilmeyecekti. İkincisi ise nereden başlanacağıydı. Dolayısıyla Tokat’tan başlayıp, Sivas, Erzincan ve Malatya Kürtleri tasfiye edilmek üzere zorla göçe tabi tutuldu. Bugün bile o hat neredeyse Kürtsüz kalmış durumda.

Lakin Kürt sosyolojisi ve coğrafyası Ermeniler ile aynı olmadığı için tedbirler farklılaşmak zorunda kaldı. Göçertme fikri işe yaramıyordu çünkü göçertebilecekleri toprakları kalmamıştı. Mondros Mütarekesi ile koca Osmanlı’dan Anadolu’ya sıkışmış bir Türkiye kalmıştı. Sürebileceği çöller Suriye ve Irak’ta kalmıştı. Haliyle Türkleşmeye direnenler mecburen imha edilecek ya da asimile olarak eriyecekti. Peşi sıra gelişen Şeyh Said, Zilan ve Dersim isyanlarında devletin politikası tamamen soykırım uygulamaları oldu. Son Dersim isyanı ile görünürde Kürtlüğe ait hiçbir şey bırakılmamıştı.

Kemalistler Türk-ulus devletini canhıraş bir şekilde kurmaya çalışırken sadece TC toprak u yerlerden biri Kurdistana Sor idi.

Kurdistana Sor, Ekim Devrimi’nin yarattığı pozitif atmosferle birlikte halkların kendilerini dile getirme şansı buldukları dönemde bugünkü Azerbaycan ve Ermenistan arasındaki Laçîn bölgesinde 7 Temmuz 1923 yılında otonom bir statüde ilan edilmişti. Sovyetlerin halkların kendi kaderini tayin hakkına gösterdiği saygının bir tezahürü olarak görülüyordu. Lenin hayatını kaybedip de yerine Stalin’in geçmesi sonrası Sovyetler önce Birinci Dünya Savaşı ardından da içeride karşı-devrimcilerle yürüttükleri savaşın yaralarını sarmaya çalıştı. Bu uğurda devletlerarası sistemde tanınmak, ekonomik ilişkiler geliştirmek, yeni ittifaklar kazanmak istiyordu. Sıcak denizlere inmek, yani Kemalist rejimi kendi yanına çekmek amaçlı zaten Şeyh Said İsyanı’nı Komitern’de feodal ve gerici olarak nitelendirmişlerdi. Böylelikle Kemalistlerle arayı bulan Sovyetler, bir kez daha geliştirdikleri ilişkiler dolayısıyla 1929 yılında “Kurdîstana Sor” özerk yönetimine son verdiler. Lakin Kemalistlerin gönlünü hoş etmek hiç de kolay değildi. Sovyetlerden bu bölgedeki Kürtlerin varlığının -ilelebet tehdit olduğu için- sona erdirilmesini talep ettiler. Sovyetler de bu zorla göçe “Sosyalizmin anavatanını korumak amaçlı” diyerek onay verdi. Yaklaşık 200 bin Kürdü sistematik olarak Sovyet coğrafyasına sürdüler.

T.C. 20. yüzyılın ikinci yarısına içerde ve yakın coğrafyalarda (Mahabad Kürt Cumhuriyeti’nin ortadan kaldırılıp, liderlerinin idamları ve ordularının sürülmesinden sonra) Kürt tehdidi olmadan giriyordu. Tüm bu zorla göç ve katliamlar sürecinde evrenselci ideolojilerin meseleye yaklaşımları da ibret vericidir. Marksistler, Kürt ve Ermeni meselesini yeterince ciddiye almıyor, bunlar için “Emperyalizmin oyununa gelmişler” ya da “Sınıf mücadelesi değil kimlik mücadelesi yapılıyor” diyebilmektedirler. İslamcılar “Kürtlerin kavimcilik yaparak ümmeti böldüğünü”, “Ermeniler ise hak ettikleri sonu buldular” diye düşünüyorlardı. Kemalist aydınlar zaten Kürtleri feodal ve dincilikle yaftalamışlardı. Bu düşünceler suçu başkasına atarak duyarsız kalma ve haklı olma imkanı sağlıyordu. Sayılan tüm bu ideolojik unsurlar, Türk tarihindeki şiddeti ve kahramanlığı neredeyse eş zamanlı kullanırken, şiddet içeren olayları (fetih, savaş vb.) sürekli kutlarken ve en savaşçı komutanlara hayranlık beslerken, Türk ve Müslüman olmayan halklar söz konusu olduğunda şiddetlerine ve direnişlerine hep düşmanca yaklaşıp, şiddet karşıtı unsurları öve öve bitiremiyorlar.

T.C. bu yönüyle de İsrail’e örnek teşkil etmiştir. Aslında zaten proto İsrail olmaları hesabıyla Kürtler ve gayrimüslim halklar üzerinde yaptıkları, İsrail’in Filistinliler üzerinde uyguladıklarının da bir öncülü olmuştur. İsrail de resmen kurulduğu 1948 yılından bu yana Filistin üzerindeki stratejisi buna dayalıdır. Bir MOSSAD ajanı olan fakat sonradan daha fazla dayanamayacağını söyleyerek MOSSAD’ın tüm icraatlarını deşifre eden Victor Ostrovsky, “Hile Yolu” adlı kitabında İsrail’in MOSSAD eliyle Filistin halkını parça parça nasıl göçe zorladığını anlatır. İkinci Dünya Savaşı sonrası kazanan “demokrasi” zorla göçü, soykırımı vb. insanlık dışı uygulamaları mahkum edince zorba ulus-devletler göçertme politikalarını inceltip zamana yayarak uygulamaya başladı. Daha önce Stern ve Haganah adlı iki paramiliter örgütü ile bu işleri yapan İsrail, MOSSAD’ın kuruluşuyla daha kurumsal bir şekilde iki temel görevi ifa eder oldu. Birincisi kutsal topraklar dışındaki Yahudilerin bazen kaçırılarak, bazen bulundukları devletlere rüşvet vererek, bazen de gönüllülere rehberlik ederek İsrail’e getirmekti. İkinci görev ise “Kutsal Topraklar” üzerindeki Arap halkını göçe zorlamak. Bunu da çoğunlukla terör faaliyetleriyle yapmak. Hala devam eden bu zorla göç politikasına uluslararası toplumda ciddi bir direnç oluşmuyorsa bunu kurdukları istihbari ve ekonomik ilişkilere borçlular. 60 yıl içerisinde yaklaşık 1 milyon Filistinli Arap topraklarından göçertilmişti. Ve bu sayı her geçen gün de artmaya devam etmektedir.

Yakın tarihin bize gösterdiği bir diğer gerçeklik ise ulus-devletlerin zorbalığına karşı özgürlükleri için direnen halkalara ve inançlara karşı iradelerini ve mücadele azimlerini kırabilmek amacıyla uygulanan zorla göçtür. Özellikle 20. yüzyılın ikinci yarısı bu tarzda örneklerle doludur.

Fransızların kendi işgal bölgelerinde direnen Cezayir ve Vietnam halkına uyguladıkları ve neredeyse her ailenin göçertileceği yerleri dahi belirleyerek yaptığı zorla göç en öne çıkanıdır. Cezayir’in şehirlerinin varoşları direnişçileri sakladığı gerekçesiyle 100 bin Cezayirli Arap halkı Cezayir’in dört bir tarafına sürüldü. Vietnam köylüleri sömürgeci işgalcilere karşı direniyor ve gerillalarına sahip çıkıyor diye on binlerce köy Fransızlar tarafından yakılarak, köylüler zorla göçe tabi tutuluyor. Bu göç esnasında 100 bine yakın insan katledildi. Fransızların tam olarak başaramadığını ABD daha sonra Vietnam’da yapmaya devam etti. 13 binden fazla köyü de onlar yakıp, köylüleri sürdüler. Bu politika, gerilla mücadelesini tasfiye edebilmek amacıyla son derece bilinçli uygulanıyordu. “Bataklığı kurutmadan sivrisinekleri yok edemeyiz” ünlü sözü Vietnam’da görevli Fransız görevlisinin sözüdür. Daha sonra NATO üyesi ülkeler de devrimci gerilla mücadelelerine karşı bu doktrini mücadelenin yükseldiği her yerde temel politika olarak benimsedi.

Kurdistan Özgürlük Mücadelesi de Kuzey’de baş gösterip dalga dalga büyüyünce ve sayıları on bini geçen gerilla ordusuna ulaşınca, T.C.’de tüm tarihsel reflekslerini hem de NATO doktrinini hatırladı. Dönem kalıcı bir nüfus mühendisliğine ve demografik değişimlere ancak “terörle mücadele” adı altında meşruiyet biçiyordu. Hukuki olmasa da meşruydu ve hiçbir uluslararası tepkiyle karşılaşmıyordu. T.C’de JİTEM ve Hizbul-kontra hamlelerinden sonuç alamayınca geniş çaplı zorla göç için icazet peşine düştü. 1993 yılında “yeşil ışık” yakılınca da önce gerekli hükümet ayarlamalarını yaptılar (Özal öldürülüp yerine Çiller-Demirel ikilisi geldi) sonra da Kuzey Kurdistan’da on binlerce köyü boşaltıp (çoğu da yakıldı) halkı göçe zorladılar. Yaklaşık 3 milyon Kürt başta İstanbul, İzmir, Bursa, Adana, Mersin ve Antalya olmak üzere Batı’daki metropollere göç ettirildi. “Kaynağı kurutmak” adına yapılan bu insanlık suçuna neredeyse dünyadan tek bir ses bile çıkmadı.

Elbette her zorunlu göç kendi içinde birçok trajedi taşır. Bunları anlatmak ve işlemek, kamuoyunu daha duyarlı bir hale getirebilir. Lakin faşizmin hüküm sürdüğü T.C. gibi ülkelerde bundan çok daha fazlası gereklidir. Göç ettirilen yerlerde örgütlenip, anavatanına yani öze dönüştür…

 

Öze Dönüş: Onurlu Direnişin Temeli

Kurdistan Özgürlük Mücadelesi’nin dayandığı sosyoloji neredeyse diğer tüm devrim hareketlerinden farklıdır. Kürtler hem vatanlarının dışında olanlar  hem de vatanlarında oldukları halde vatansızdır. Kürtler hem dünyanın her yerinde hem de vatanlarının içinde bulunduğu dört ülkeye dağılmıştır. Kürtler hem kendi topraklarında yoksuldur hem de bulundukları tüm ülkelerdeki en ucuz işgücüdürler. Yani Kürtler, Rojava ve Şengal hariç dünyanın her yerinde ya sığınmacı ya da ikinci sınıf vatandaş bile olmayan paryalardır. Ne Yahudiler gibi sermaye ve istihbarat gücü olabilmişler ne de Ermeniler gibi diasporalarının diplomatik gücü vardır. Göç ettirildikleri her şehrin varoşlarında karın tokluğuna yaşayan ve ömürleri her türlü baskıya ve zora tahammül ile geçen bir halktır. Buna rağmen Kurdistan’dan özellikle Batı’ya göç devam etmektedir. Savaşın ve baskının arttığı dönemlerde daha sık karşılaşılan bu göç hiç kuşkusuz ideolojik mücadelenin zayıflığıyla yakından bağlantılıdır. Kurdistan Özgürlük Mücadelesi dünya üzerinde Kürtlerin bulunduğu hemen her yerde örgütleme çalışması yürütmektedir. Buna rağmen ülke dışında yaşayan Kürtlerin öze dönüşleri sömürgecilerin göçertme politikalarını boşa çıkaracak düzeyde değildir.

Aslında öze veya ülkeye dönüş zihniyet ve yaşamda başlar. Öncelikle ülkeden kaçış psikolojisinden kurtulmak gereklidir. ülkede tutulacak alanlar vardır. Bunun en başında da tarihsel geçmişe dayalı olarak yaşanan direniş, oluşan bilinç ve Kürt varlığının kendi farkına varmasıdır.  Kolay değil, elli yıllık büyük direnme sonucu toplumsal varlık bilincine varıldı. Ağır ve büyük bedeller ödenmiştir, ödenmeye de devam edilmektedir.  Özgürlüğün değer ve büyüklüğünün farkına varılmıştır. Kurdistan parçalarında tutunulacak özgürlük alanları oluşmuştur. Burala tutunmak temel olabilmelidir. Öncelikle psikolojik olarak ülkeyi terk etmek yöneliminden çıkılmalıdır. Öze dönüş bilinçte oluşturulmalı, başarılabilecek farkındalığa ulaşma  yurtsever olmanın, özgürlükçü olmanın gereği olduğu bilinmek durumundadır. Bu pencereden bakıldığında çok şeyin aşılabileceği, kendine ve özgüce güvenin açığa çıkacağı tartışma götürmezdir. İnsan olmak ait olduğun toplumun özgürlüğü ile bireysel özgürlüğün esası olduğu, özgürleşen toplumun özgürleşen toplum olduğu gerçeğinden hareketle dünyanın neresinde olunursa olunsun her Kürdün öncelikle bilinçte ülkesine dönebilmeli ve bulunduğu yerde özgürlük saflarında yer almakla başlamak gerektiği ortadır.

Başta özgürlük mücadelesine gönül veren çalışanların mülksüzleşme pratikleri son bulmak zorundadır. Yurtdışında sığınmacılığı asla kabul etmeyip ülkeye dönüşleri, mücadelenin ihtiyaçlarına sırt olmayı en birinci görev olarak kabul etmeleri lazımdır. Böylelikle yurtdışındaki Kürt halkı için öze dönüşün kimliksel ve kültürel varoluşları için ne kadar hayati olduğu anlatılabilsin. Çünkü yurtsever Kürt halkına yapılan ülkeye dönüş çağrıları, sürekli olarak “Bize diyorsunuz ama tüm siyasiler buraya yerleşip duruyor” cevaplarına çarpmaktadır. Bu durum yurtdışındaki ve metropollerindeki tüm çalışmaların stratejik hedefinin halkın kendi özüyle, toprağıyla yeniden buluşturmak üzerine inşa edilmesi ile aşılacaktır. Tüm ama tüm pratikler bu amaca hizmet etmelidir.

Bunun dışında boşaltılan köylere yurtsever Kürt halkı geri dönmelidir. Asla siyasi konjonktürü buna gerekçe haline getirmemelidirler. Kendi toprakları dışında yaşamak zaten yeterince zor ve her türlü aşağılanmaya açıkken, şimdi bir de büyük ekonomik kriz metropolleri terk ederek öze dönüşün, kendi toprağında kendi işinin başında olmanın tüm zeminini sunmuştur. Özellikle Avrupa’da bulunan Êzidî Kürtler Şengal’e her zamankinden daha fazla sahip çıkmalı ve topraklarına dönmelidir. Şengal onlar için iki kat fazla bir öneme sahiptir. Şengal Êzidîler için hem bir anavatan hem de dinlerinin kutsal toprağıdır. Êzidî Kürtlerin özü Laleş’tedir. Rojavalı halk da bu süreçte kendi ülkesinin yeniden inşası için dönüşü acilen gündemine almalıdır. En şanslı olan onlardır, çünkü artık özgür Kürdün var olduğu ve var olacağı topraklar Rojava’dır. Hem savunulmaya hem de kalkınmaya ihtiyacı vardır.

21.yüzyıl Kürtlerin yüzyılı olacaksa Kurdistan devriminin temelinde öze (ülkeye) dönüş olmalıdır. Geri kalan her çalışma bunu beslemek ve bunun üzerinde yükselmek durumundadır.

 

 

Yararlanılan Kaynaklar:
1- Victor Ostrovski, Hile Yolu
2- Pavel Sudoplatov, Özel Görevler
3- Kasım Engin, Tarih Şimdidir
4- Barış Ünlü, Türklük Sözleşmesi
5- Abdullah Öcalan, Demokratik Uygarlık  Manifestosu-DUM

 

Bunları da beğenebilirsin

Yoruma kapalı.