Düşünce ve Kuram Dergisi

Ulus-Devlet Projesinde Göçertilme Sebepleri ve Öze Dönüş

Elif Çetinbaş

“Doğada bir kural vardır: Her şey kendi kökeni üzerinde yeniden doğar.” Kendi kökeni üzerinde yeniden doğma çabası, sürekli çeşitli sebeplerle (birlik olamama, iç ihanet) neticesiz kalan Kürtler tarih boyunca direnişini de devam ettirmiştir. Bu direnişler, fakirleştirmeye, dilinden-kültüründen edilmeye, göçertilmeye, hatta öldürülmeye sebep olmuşsa da direnişten hiçbir zaman vazgeçmemişlerdir. M.Ö 550’lerde Med İmparatorluğu’nun Perslere “armağan” edilmesiyle ülkede zincirleme bir şekilde günümüze dek istilaya uğramış ve çeşitli güçler tarafından sömürülmüştür. Her dönem kendi özünü korumak için direnen Kürtler İslamiyet’i kabul ettikten sonra ümmetçilik düşüncesini kendi Kürt kimliğinin önünde tutmuş, bu da kendi kökeni üzerinde yeniden doğmasının önündeki en büyük engellerden biri haline gelmiştir. Osmanlı devletinde bir nebze de olsa kendi dilini konuşma, kültürünü yaşama durumunun yanı sıra Osmanlı padişahlarının aynı zamanda İslam halifesi olması gibi durumlar Kürtlerin Osmanlı’ya bağlılığını arttırmıştır. Özellikle 1514 Çaldıran Savaşı’nda Kürtlerin savaşçılığıyla kazanılan başarının devamı Yavuz Sultan Selim ve döneminin âlimi olan Kürt İdris-i Bitlisi eliyle örülmüş ve Yavuz Sultan Selim’in söz verdiği gibi Kürt hükümetleri ve emirlikleri gerçekten de 19. yüzyıla kadar özerk konumlarını koruyabilmişlerdir. Birçok savaşı Kürtler sayesinde kazanan ve sınır hatlarını Kürtlerle koruyan Osmanlı, Kürtlerin İslam damarından olabildiğince faydalanmıştır. Fakat ne zaman ki Kürtler, bağımsızlık talebinde bulunmuşlarsa onları öldürmekten ve kendi topraklarından sürmekten geri durmamıştır… Bedirhan Bey (1842-1848) ve Şeyh Ubeydullah Nehri (1881) isyanları buna verilebilecek en güzel örneklerdir. Tarih boyunca isyanlar, hegemon güce karşı bir var olma, kendi olma (xwebûn) gayesiyle yapılmıştır. Lakin başarıya ulaşmamış her isyan hâkim güç tarafından sürekli olarak göçertilmeyle cezalandırılmıştır. Çünkü isyancılara verilebilecek en büyük cezanın, onların uğruna savaştıkları; dili, kültürü, toprağı ve insanıyla olan bağının koparılması olduğunu bilir. Yine de her hâkim gücün öncelikli hedefi isyanın çıkmasını engellemektir.

Politik olarak merkezi bir güç olması sebebiyle Kürtlerle baş etmenin zor olduğunu deneyimleyen Osmanlı hükümdarları, Kürt beylerini, aşiret ağalarını sürekli küçük ikramlarla yanında tutma ve birlik olmalarını engelleme çabası içerisinde olmuşlardır. Bu imtiyazların başında da Panislamist ve Pantürkist olan II. Abdülhamit’in 1891’de kurduğu “Hamidiye Alayları” gelir. Abdülhamit, Osmanlı’nın artık çökmekte olduğunun farkına varır ve dağılmakla yüz yüze olan imparatorluğu bir arada tutmak için “denge ve reform” politikaları uygulamayı planlar. Bu yüzden de Osmanlı İmparatorluğu sınırları içinde her açıdan eşitsizlik yaşayan (Kürt, Arnavut vb.) halklara bir nebze de olsa eşitsizliği dengeleyecek ayrıcalıklar tanır. Hâlihazırda Türk-Arap imparatorluğuna dönüşmüş olan sistemde Abdülhamit’in amacı, “İslam kardeşliği” argümanıyla merkeziyetçilik ve İslamcılığın yeni dünya düzeninde ömrünü uzatmaktır.

Olası bir Ermeni ayaklanmasına karşı Kürt aşiretlerinden kurduğu, “Hamidiye Alayları”nın yanında bir de bu Kürt aşiret liderlerinin çocuklarının devlete ve hilafete bağlılık bilincini geliştirmek amacıyla gidebilecekleri “Aşiret Mektepleri”ni de tesis etmiştir. Asıl amacın olası isyanların önüne geçmek ve “ıslah” etmek olduğu anlaşılan Aşiret Mektepleri’ni dönemin bir tanığından dinleyelim.

Muşir Zeki Paşa’nın kendisi Aşiret Mektebi’nde görevlendirmesini anılarında yazan Selim Sırrı Tarcan, oranın bir tahsil yurdu olmaktan ziyade ıslahhane olduğunu vurgulayarak, şöyle özetler: “Ekseriya isyan halinde bulunan, derebeylik hayatının çerçevesi içinde yaşayan Arap, Kürt, Dürzi aşiret bireylerinin çocukları güya burada terbiye görecek ve medenileşeceklerdi. 18-25 yaşları arasında bulunan bu delikanlılara teğmen rütbesi verilmiş ve göz boyamak için de ‘Fahrî Yaver-i Hazret-i Şehriyarî’ sınıfına dahil edilmişlerdi. Kabataş’ta Çifte Konaklar’da bulunan Aşiret Mektebi, aşiret hayatının devamından başka bir şey değildi. Talimatname duvarda asılı kalmıştı! (…) Hiç unutmam, müdür kolağası Kâmil Bey’in ilk sözü, ‘Oğlum, bunlar aşiret değil haşerat’ demek olmuştu. Okul müdürünün size haşerat diye baktığı bir okulda, (Islahhane mi demeliyim?) kardeşliği öğrenme şansınız var mıdır? Kök ve gövde olma ayrıcalığını kendisine saklayıp size dal ve yaprak olma eşitliğini önerenlere siz güvenir miydiniz?”

Gerçekten de güven duyulmamış! Aşiret Mektebi’nden mezun olan Cibranlı Albay Halit Bey, verilen sözlerin tutulmadığını görünce kendi kökleri üzerinde var olma çabasına girişmiştir.

Birinci Dünya Savaşı sırası ve sonrasında Kürtlere sürekli kurucu güç olduğunu söyleyen, birlikte mücadelenin önemine dikkat çeken ve savaş sonrası birlikte ve eşit statüyü vaat edenlerin yüzde 100 çark etmesi ve Kürt inkârına girişmeleri, süreci kamçılamıştır. Zira Panistlamist, Pantürkist sistem yer değiştirmiş ve önce “Türklük sonra İslamiyet ülküsü”ne gidilmiştir.

Tam da denildiği gibi: Türkiye Cumhuriyeti aşağıdan yukarıya doğru kurulmuş bir ulus devlet değil, yukarıdan aşağıya kurulmuş (inşa edilmiş) bir devlet-ulus modeline dayanmaktadır. Bunun anlamı da şudur: Önce devlet kurulmuş, sonra ona uygun bir ulus aranmış, bulunmayınca da yeni bir ulus inşa edilmeye çalışılmıştır. O dönemin ulus-devlet modeline uymayan bu anakronik yapılanma birçok sorunu da beraberinde getirmiş ve sonradan ortaya çıkacak olan sorunlara da kaynaklık etmiştir. Milli iktisadın temel alınması başından beri Türk ve Müslüman bir burjuvazi yaratmaktır. Müslüman bir burjuvazi ülkenin gayrimüslimlerinden bir biçimde (daha çok göçertilme ve mübadeleyle) arındırılması anlamına geldiği gibi, Türk bir burjuvazi de Müslüman olan ama Türk olmayanların Türkleştirilmesi anlamını taşımaktadır. (…) Kürtler Müslüman’dı ama Türk değildi. Bu sebeple tek çare olarak Kürtlerin “ana unsur” içinde eritilmesi gerekiyordu.[1] Bunun anlamı da ret ve inkâr politikası uygulamak, asimile etmek, bu da olmazsa şiddete (katletme, göçertme vb.) başvurmaktır. İşte bu politikalar karşısında bir şeyler yapmak isteyen Cibranlı Albay Halit Bey 1924’te “Bağımsız Ülke” idealiyle Azadî Örgütü’nü kurar. Ve ülkenin (Amed, Mûş, Bedlîs, Sêrt ve Elazîz gibi) birçok ilinde örgütlenir.

Mustafa Kemal Erzurum’a geldiğinde bu durumdan şüphelenir ve Cibranlı Halit Bey ile Yusuf Ziya gibi örgütün önemli isimleri için derhal tutuklama talimatı verir. Onların tutuklanması üzerine Azadî Örgütü 1925’te 2.Kongre’ye gitmek durumunda kalır. Kongreye katılan ağa ve şeyhler, örgütün darbe aldığını ve ayaklanmadan vazgeçilmesi gerektiğini söyler. Sadece Şeyh Said bu duruma itiraz eder ve asıl böylesi bir durumda geri adım atmamak gerektiğini savunur. Katılımcılar ikna olur ve 21 Mart’ta isyanın başlatılması kararı alınır. Bilindiği üzere içerdeki hainler sayesinde hükümet durumdan haberdar olur. Koçgiri’de yaptığı gibi bu ayaklanmanın da erken ve ölü bir doğum olması için planlarını devreye sokar. Şeyh Said’in attığı her adımdan haberdar olduğu için de onun Piran’a (Dicle) kardeşinin evine gittiğini öğrenince iki kaçağı yakalama bahanesiyle köyün etrafını askerler sarar. Bu provokasyon sonucunda çatışma çıkar dolayısıyla 21 Mart’ta başlatılması planlanan isyan aylar öncesinden başlamış olur.

Sonuç olarak; Cibranlı Albay Halit Bey ve Yusuf Ziya’nın idam edilmesinin moral bozukluğu, Milli Aşiret Reisi Mahmut Bey’in Amed’e söz verdiği halde gitmemesi ve demiryolunu tutmaması ayaklanmanın ana cephesi olan Amed cephesinin beş günlük bir zaman yitimine sebep olması, Kör Hüseyin Paşa’nın bir yandan Cibranlı Halit Bey’in kurtarması beklentisi, diğer yandan Said’i Nursi’nin etkisiyle serhildanın Serhat’a sıçramasının engellemesi, bunun etkisiyle de ayaklanmanın seyrini değiştirebilecek askeri potansiyeli güçlü olan Heyderon, Sipîkî, Celalî gibi birçok Serhat aşiretinin ayaklanmaya katılmaması, dolayısıyla oluşan büyük güç dengesizliği, Kürtlerin organize sorunu yaşaması ve tabi ki ayaklanmanın lideri olan Şeyh Said’in bacanağının iç ihanetiyle esir alınması ayaklanmanın bastırılmasına sebep olmuştur.

Kimilerinin dini motif, geleneksel önderlik hatta şeriat mahkemesi ve hilafeti geri getirme isteği olarak nitelendirmeye çalıştığı bu isyanın lideri Şeyh Said, İstiklal Mahkemesi Başkanı Mazhar Müfit (Kansu) tarafından “Kiminiz hasis şahsi menfaatlerinize bir zümreyi alet, kiminiz ecnebi kışkırtmasını ve siyasi hırslarını rehber ederek, hepiniz bir noktaya yani müstakil Kurdistan teşkiline doğru yürüdünüz” gerekçesiyle idama mahkûm etmiş ve bu ayaklanmanın gerçek amacını da tartışmaya kapatmıştır. Öyle ki Hindistan eski Başbakanı Cevahirlal Nehru, “Dünya Tarihinden Görüşler” adlı kitabında bu olaya dikkat çekerek, dönemin ikiyüzlülüğünü de ortaya koyar. Hükümet kurduğu özel İstiklal Mahkemeleriyle binlerce Kürt’ü acımasızca mahvetti; Şeyh Said, Doktor Fuat ve diğer bazı Kürt liderlerini idam ettirdi. Bu kahramanlar, Kurdistan’ın bağımsızlığı amacından bir an bile vazgeçmeden can verdiler. Son zamanlarda kendi özgürlüğü için çalışanlar, görüyoruz ki kendi özgürlüğünü savunan Kürtleri çiğnemekte çok zalim davranmaktadırlar. Kendi vatanının özgürlüğünü savunan bir toplum başka bir toplumun özgürlüğünü acımasızca gasp etmesi çelişkili değil midir?

Bu çelişkinin temel sebebi kapitalist modernite çağında demokrasi ve özerk yönetimler için en büyük tehdidi ulus-devletçi iktidarın oluşturmasıdır. “Demokrasiyi kendine kılıf yapan çoğu ulus-devlet, en katı merkeziyetçiliği sağlayarak toplumun yönetim haklarını tamamen ortadan kaldırmaktadır.”

 

Şark Islahat Planı

Çiçeği burnunda Türkiye Cumhuriyeti ulus-devleti de tüm katı kurallarını Şeyh Said Ayaklanması (öncesi) sonrası Kürtler üzerinde uygulamış ve ayaklanmanın hemen sonrasında 8 Eylül 1925 tarih ve 2536 sayılı Bakanlar Kurulu kararı ile İçişleri Bakanı Mehmet Cemil Uybadın, Genelkurmay İkinci Başkanı Kazım Orbay ve “Türkler bu ülkenin tek yetkili sahipleridirler, saf Türk olmayan hiç kimsenin bu ülkede hiçbir hakkı yoktur! Onlar sadece hizmetçi ve köle olma hakkına sahiptirler” söylemiyle hafızalara kazınan dönemin Adalet Bakanı Mahmut Esat Bozkurt’un katılımıyla “Şark Islahat Kurulu” oluşturulur. Bu kurul, başkanlar kurulunca 25 Eylül 1925 yılında yürürlüğe konulan ve binlerce Kürdü mağdur ve yok eden “Şark Islahat Planı”nı hazırladı.

Bu planın konumuzla ilgili birkaç maddesini sıralarsak Kürtlere uygulanan çok yönlü yok etme politikasını bir nebze de olsa anlatmış oluruz.

Doğu illerinde yürürlüğe konulan askeri yönetim, aşağıdaki programın uygulanması son buluncaya kadar devam edecektir.

Türkiye dört Genel Müfettişlik bölgesine ayrılmıştır. Beşinci Genel Müfettişlik bölgesi şu illerden oluşmaktadır: Hakkâri, Van, Muş, Bitlis, Siirt, Genç (o zaman vilayet) Elazığ, Dersim, Malatya, Ergani, Beyazıt Vilayeti ile Pülümür, Kığı ve Hınıs kazaları programın uygulanmasına kadar geçici olarak Beşinci Müfettişlik emrinde bulunacaktır.

Olağan mahkemelerde ve sıkıyönetim mahkemelerinde asker ve sivil yerli hâkim bulunmayacaktır. Sıkıyönetim mahkemeleri kararı Şeyh Said İsyanı’ndaki gibi uygulanmaya devam edecektir.

İsyanda cezalandırılmayanlar da cezalandırılacaktır.

Van şehri ve Midyat arasındaki hattın batısında Ermenilerden kalan araziye, Türk göçmenler yerleşecektir. Bunun için sıkıyönetim bölgesindeki illerde bulunan Ermeni malları satılmayacak ve hatta Kürtlere kiraya bile verilmeyecektir. Yugoslavya’dan gelmekte olan Türk ve Arnavutlar ile İran ve Kafkasya’dan gelecek Türkler, öncelikle Elazığ-Ergani-Diyarbakır-Elazığ-Palu-Kığı, Palu-Muş arasındaki Murat Vadisi, Bingöl Dağı’nın doğu ve güneyi, Hınıs, Murat Vadisi, Muş Ovası, Diyarbakır-Garzan-Bitlis hatlarında iskân edilecektir.

Bunlardan başka Rize, Trabzon illeri ile Erzurum ilinin kuzeydoğu kazalarında yoğunlaşan halktan isteyenler, Hınıs Vadisi’ne ve Van Gölü’nün kuzeyine yerleştirileceklerdir. Yerleşim masrafları devletçe karşılanacak ve bu konuda her yıl bütçeye ödenek konacaktır.

İsyan dolayısıyla yapılan masrafın, isyan alanındaki Kürt halkına yüklenmesi kararlaştırılmıştır.

Kürt isyanını yönlendiren ve yönetenlerle bunların yakınları, yandaşları ve aşiret reislerinden, hükümetin Doğu’da kalmalarını uygun görmediği kişi, aile ve gruplar Batı’da hükümetin göstereceği yerlere gönderileceklerdir.

Şarka mefkûreli (idealist, ülkücü) ve muktedir Türk görevliler gönderilecek, ikinci derecedeki memurluklara bile Kürt memur atanmayacak. Bölgede görev yapacak tüm (Türk) görevlilere zamlı ücret ödenecektir.

Silahlar, Kürtlerden toplanmalı ve taşınması yasaklanmalıdır. Evlerinde ve üstlerinde bulunduranlar sıkıyönetim mahkemelerine sevk edileceklerdir.

Malatya, Elazığ, Diyarbakır, Bitlis, Van, Muş, Urfa, Ergani, Hozat, Erciş, Adilcevaz, Ahlat, Palu, Çermik vilayet ve kaza merkezlerinde, hükümet ve belediye dairelerinde ve diğer kuruluşlarında, okullarında, çarşı ve pazarlarda Türkçeden başka dil kullananlar hükümet ve belediyenin amirlerine aykırı davranmakla suçlanacaklar ve cezalandırılacaklardır.

Dersim Kürtlerinin, Sivas’ın batısındaki alanlara kaydırılması istenmektedir.

Fırat’ın batısındaki illerin batı bölümlerinde dağınık biçimlerde yerleşmiş olan Kürtlerin Kürtçe konuşmaları mutlaka yasaklanmalı ve kız okullarına önem verilerek, kadınların Türkçe konuşmaları sağlanmalıdır.

Görkemli hükümet binaları ve jandarma karakolları yapılabilir.

İstihbarata çok önem verilmelidir Kolluk kuvvetleri önemli yetkilerle donatılmalıdır.Nüfus yazımı yapılan yerlerde en kısa zamanda askerlik şubeler kurulacak ve askere alınanlar bölgenin dışına gönderileceklerdir. Askere alınan Kürt gençlerinin bir süre için “silahsız hizmetlerde bulundurulmaları uygundur.”[2]

 

Yok Etme Politikası: 7T

Özet olarak aldığımız bu maddelerde bile anlaşıldığı üzere; psikolojik, ekonomik, sosyal, siyasal baskılar kurularak Kürtlerin iradeleri teslim alınmak istenmiştir. “Ne kadar yetenekli olursa olsun, bir Kürt bireyi hâkim ulus devletin her türlü kültür politikalarını gönüllüce benimsemedikçe, kişisel ve kurumsal gelişmenin önündeki tüm kapılar birer birer kapanır. Ya gönüllü teslimiyeti seçip Cumhurbaşkanı olmaya kadar giden kapıların kendisine açıldığını görecek ya da teslim olmayıp direnişi seçtiğinde soykırıma varana dek başına gelebilecek her türlü bela ve felakete katlanmasını bilecektir.” Zira asimilasyon, fiziki ve kültürel soykırımlarla halkların tasfiyesi hiçbir zaman ulus-devletlerin gündeminden düşmeyecektir. Şark Islahat Kanunu ile başlayan, Takrir-i Sükûn Kanunu (1925), Bazı Eşhasın (şahsın) Şark Mıntıkasından Garp Vilayetine Nakline Dair Kanun (1927) ve İskân Kanunu (1934) ile devam eden yasalar üzerinde o kadar ustalaşmıştır ki, bugünkü “Tek dil, tek bayrak, tek devlet, tek millet” yaratıcılığı o günlerden feyz almaktadır. 7T olarak tarihe geçen yok etme politikası buna örnekti: 1- Tedip (terbiye etme, edepleştirme), 2- Tenkil (uzaklaştırma, cezalandırma), 3- Taktil (katletme öldürme), 4- Tehcir (hicret ettirme, göç ettirme), 5- Temsil (asimile etme). 6- Temdin (medenileştirme), 7- Tasfiye (etkisizleştirme, temizleme, ortadan kaldırma).

Bu 7T’nin tamamı hatta daha fazlasına maruz kalan Kürtler, özelde de aşiret liderleri yönünü başka bir isyan için Ağrı’ya çevirdi. Bunların başında tarihe adını yazdıran Biroyê Heskê Têlî gelir. Bu kahramanın ismi çeşitli kaynaklarda İbrahim Paşa, İbrahim Ağa, Hesekizade İbrahim Bey, Birho ve Bro Heski Tolu olarak da geçmektedir Babasının adı Heskê annesinin adı da Têlî olduğu için genel olarak İbrahim’in adı, Biroyê Heskê Têlî olarak bilinir.

Kendisi Celalî Aşireti’nin Hesesorî koluna mensuptur. Birinci Dünya Savaşı’nda Rusya İmparatorluğu ordusuna karşı hem de Osmanlı ordusundan hiçbir yardım almadan savaşmış ve Doğubayazıt’ı onlardan alarak Osmanlı’ya hediye etmiştir. Yaptığı bu “güzelliğin” karşısında hükümetin kendisine asla karışmayacağına inanır. Fakat büyük yanılır. Zaten devlet onun gücünden dolayı onu özellikle sürgün etmek, köklerinden koparmak ve gücünü zayıflatmak ister. Bu gerçeklikle yüz yüze kalan Biroyê Heskê Têlî, “Rusya ile savaşıp onu yenen benim, sizi hayli hayli yenerim” diyerek isyan eder. Ve 1926’da Hesenen, Celal ve Heyderan aşiretlerini komuta ederek I. Ağrı İsyanı’nı başlatır. Aynı süreçte göçertilmenin mağduriyetini yaşayanlar ve hak etmedikleri bir muameleye maruz kaldığını düşünenler, Celadet Bedirxan öncülüğünde kurulan Xoybûn Cemiyeti’ne üye olmaktadır. İntikam için de isyana katılma yolları ararlar. Çünkü bunların çoğu tanınan, bilinen aşiretlerdir ve öyle bahane edildiği gibi de Şeyh Said İsyanı’na katılmamışlar bile. Şeyh Said İsyanı’nın başarsız kalmasının sebeplerinden biri hatta en önemlisi olan bu durum, şimdi hepsinin aklını başına getirmiş ve bir öze dönüş, kendi kökleri üzerinde yeniden yeşerme umudunu doğurmuş. Bazıları Ağrı İsyanı’na katılmayı, Şeyh Sait İsyanı’nın özeleştirisi olarak görüyor, bu yüzden bu fırsatı kaçırmak istemiyordu. Onlardan biri Kör Hüseyin Paşa’ydı. Daha önce belirttiğimiz gibi Kör Hüseyin Paşa, bölgenin en güçlü aşiretlerinden bir olan Heyderanların lideridir. Şeyh Said İsyanı’nı tersine çevirecek güçte olan ama bunu hem Said Nursî’nin istememesi üzerine hem de Osmanlı’ya olan bağlılığından dolayı yapmayan, buna rağmen bağlı olduğu kişiler tarafından önce cezaevine konan sonra da sürgün edilen pişman bir paşadır. Aydın’a sürgün edilen paşa orada başka bir sürgün mağduru olan arkadaşı Hacı Musa’yı görür. Tanıdık birini görmek ona iyi gelmiştir. Çünkü sürgün edilenler tek başına bırakılacak şekilde yerleştirilirler. İki eski dost kendi durumlarından ve yapılan haksızlıklardan konuşurlar, umut olarak gördükleri Ağrı İsyanı’na katılmaya karar verirler. Sürgünden kaçıp Suriye’ye giderek, Xoybûn üzerinden isyana katılmayı planlarlar. Fakat Musa Bey rahatsızlığından dolayı daha yoldayken ölür.

Kör Hüseyin Paşa da hükümetin eliyle planlanan bir iç ihanetle damadı tarafından öldürülür. İkisi de isyana katılamazlar. Fakat Kör Hüseyin Paşa’nın çocukları Ağrı İsyanı’na katılır hatta büyük bedeller de öderler.

Göçertilmenin ardından öze dönüşü gerçekleştirmeyi amaçlayan Xoybûn üyeleri 1927’de Ararat Cumhuriyeti’nin bağımsızlığını ilan eder. İhsan Nuri, Osmanlı’da başarılı bir paşadır ve verilen hiçbir vaade aldanmayıp kendini “Bağımsız Kurdistan” idealine adamıştır. Xoybûn tarafından “Savaş Generali” olarak atanmış Biroyê Heskê Têlî de şehrin valisi olur. Müthiş bir direniş sergilenir. Yıllarca bütün ordu gücüne rağmen direnişçilere bir adım bile geri attırmayan hükümet çareyi hilede arar! Daha küçük bir yerinden etme göç etme politikasıyla direnişçilerin ailelerini yine Kürt olan (hükümetle iş birliği içinde olan) diğer aileler aracılığıyla rahatsız edip, ailelerini çoluk-çocuk dağa sığınmaya zorlarlar. Direnişçilerin yeme içme lojistiğini sıkıntıya sokmak ve savaş alanını daraltmak için yapılan bu hamle amacına ulaşır. Top, tüfek, bombayla yapamadığını iç göçertmeyle başarır.

 

Zîlan Katliamı

Ağrı Dağı İngilizlerden alınan savaş uçaklarıyla bombalanır, Sovyetlerden alınan cephaneyle vurulur-kurşunlanır ve İran’dan alınan Küçük Ağrı Dağı sınırlarıyla da lojistiği kesilir. Böylece sayıları 200-300’ü geçmeyen direnişçiler ile 4 büyük ülke bütün gücüyle savaşır. Güçler arası dengesizliğin uçurumu yaşanan bu durumda bile Türkiye Cumhuriyeti Ağrı’ya 3. Büyük Hareket düzenler. Sonunda (1930) direniş kırılır ve 1930’un Temmuz ayında Zilan Katliamı başlatılır. Tarih yeniden tekerrür eder, 7’den 70’e isyana katılmış, katılmamış herkese 7T ve fazlası uygulanır. Tarihin görüp görebileceği en zalim yok etme politikası Zilan’da hayata geçirilir. İnsanlara, “Devlet size kimlik verecek düğüne gider gibi en güzel kıyafetlerinizi giyin, takılarınızı takıp da gelin” dedikleri toplama yerlerinde onları ağır makineli tüfeklerle öldürüp sağ kalanların üzerinden süngülerle geçilir. Ölen insanların üzerlerinden “ganimetler” toplanır, evler ateşe verilir hayvan ve topraklara el konulur. Katliam yerleri sonradan ölüm şekliyle anılıp “Utanç Deresi, Kayıplar Adası, Erkekler Tepesi” gibi isimler alır. Fakat dönemin 5 kuruşluk[3] Cumhuriyet gazetesi, “Zeylan Deresi kana bulandı en az 15 bin şaki öldürüldü” diye sivil katliamları çarpıtarak ballandıra ballandıra manşetine taşır. Cenazeler köpekler tarafından yenir. Sağ kalanlar için ise “insan avına” çıkılır. Böylesi bir cehennemden geriye kalanlar da göçertildikleri yerlerde en aşağılık işlerde çalışmak zorunda kalırlar. Başta dil sorunundan dolayı ekonomik, sosyal ve psikolojik birçok baskıya maruz kalırlar. Kimileri Erciş’in işbirlikçilerine verilen kendi hayvanının çobanı bile olmak zorunda kalır.

Cesetlerin altından çıkanların tanıklıklarıyla öğrenilen bu insanlık dışı uygulamalar ebetteki özel seçilmiş kişilerin elleriyle yapılmıştır. Örneğin Zilan’da bu katliamı gerçekleştiren Ahmet Derviş, Mustafa Kemal’in silah arkadaşı Koçgiri Katliamı’nı gerçekleştiren Sakallı Nurettin’in damadı, Dersim Katliamı’nı gerçekleştiren Abdullah Alpdoğan’ın hem ideolojik ağabeyi hem de bacanağıdır. Zilan’a albay olarak gelen Ahmet Derviş “üstün hizmetleri” nedeniyle generalliğe terfi ettirilmiştir. Üstelik katliamın hemen ardından 1931’de isyan bölgesinde işlenen ef’alın (fiilin, eylemin) yok sayılacağına dair kanunun yürürlüğe konmasıyla ne Ahmet Derviş ne de onun gibiler suçlu sayılmamıştır. Hatta 5 Mayıs 1932’de Zilan’a özel iskân kanunu bile çıkartılmıştır. Bu kanun ile Zilan “yasak bölge” ilan edilmiş, Türkiye’deki nüfus yoğunluğu bir program dahilinde tekrar düzenleme yetkisiyle içişlerine bırakılmıştır. Muhacir alınacaklara ise bazı koşullar getirilmiştir:

a) Türk köküne bağlı olmayanlar,

b) Anarşistler,

c) Casuslar,

d) Göçebeler, çingeneler,

e) Memleket dışına çıkarılmış olanlar (yani yurt dışına sürülmüş Ermeni ve Kürtler).

İşte bu iskân kanunuyla Zilan yıllarca “yasak bölge” ilan edilerek gerçek sahipleri olan Kürtlere kapatılmıştır. Hükümet Zilan’a verdiği ismin yani “Süpürge”nin hakkını vermiş, ölümden kurtulmaları resmen süpürmüştür. Yıllar sonra Zilan’a Afganistan’ın kuzeyindeki Pamir yaylalarından gelen Kırgızlar yerleştirilmiş her taraf haralar yapılmıştır. Sovyetler Birliği’nin 1979’da ülkelerine girmesiyle Pakistan’a geçmiş fakat sıcak iklimine dayanamadıkları için kardeş dedikleri Türkiye’ye gelmişler. Kenan Evren ve Turgut Özal kararlarıyla da binlerce Kırgız, Van ve Malatya’nın bir bölümüne yerleştirilmiştir. O zamana kadar Zilan’a “Zeylan (Altın Dere)” diyen devlet Kırgızların ricasını kırmayarak, Zilan’ın ismini Ulu Pamir olarak değiştirir. Süvari birliklerinde kullanılan bu güçler için devlet bütün imkanlarını seferber etmiştir. Hemen yanı başındaki birçok köyün sağlık ocağı, okulu yokken, Ulu Pamir’in yolları bile asfalttır!

Velhasıl Zilan’ın önce halkı sonra da ismi tarihten silinmek istenmiştir. Görüldüğü üzere yok etme, bitirme ve tarihten silme çabası hep olmuş ve olacaktır. Bahse konu her iki isyanda eğer birlik olunsa ve gerçek bir öze dönüş yaşansaydı. Bunca zulüm günümüze kadar taşınmayacaktı! Yine de bunca baskıcı politikaya rağmen yok olmamak önemlidir. Hatta kendi kökleri üzerinde ilk defa bu kadar iddialı yeniden doğma mücadelesi ortaya koymak mucizedir. Yapılması gereken geçmişteki hataları görüp yeni inşada tarihe olan borcu ödemektir.

“Uygarlığın şafak vaktine beşiklik etmiş Kurdistan coğrafyası, bu sefer demokratik konfederalizm, radikal ve gerçek demokrasinin şafak vaktine beşiklik etmektedir.” Dedik ya; “Doğada bir kural vardır: Her şey kendi kökeni üzerinde yeniden doğar.” Artık öze dönmenin yeniden doğmanın zamanıdır.

 

 

Kaynaklar:
  •  Demokratik Modernite
  •  Aşiret Mektep Devlet-Alişan Akpınar\Eugene L. Rogan
  •  Kürtler ve Kürdistan Tarihi-Muhammed Emin Zeki Bey
  •  Kürdün Zemya Yarası-M. Nuri İşler
  •  Zilan Dosyası 1,2 – İrfan İşler
  •  Kürtler ve Türkler – Ahmet Özer
  •  Kürt Tarihi Dergisi

 

[1]     Beş Büyük Tarihi Kavşakta Kürtler ve Türkler / Ahmet Özer
[2]     Özer. y.a.g.e. (s. 298,299)
[3]     Zibn haberlerinin çıktığı o dönemin gazetesi Cumhuriyetin fiyatı 5 kuruştur.
Bunları da beğenebilirsin

Yoruma kapalı.