Düşünce ve Kuram Dergisi

Göç ve Sürgün, Devlet Geleneğinde Vatandaşlara Karşı Cihat

Sait Çetinoğlu

Üstünde yaşadığımız coğrafya göçe ve sürgüne yabancı topraklar değildir. Tehcir zincirinin halkaları Antik çağlardan başlar. Tehcirin ya da yerinden edilmenin bir nüfus mühendisliği gibi kullanılması Osmanlı’nın genel uygulamasıdır. Osmanlı’da tehcir tek bir kimliğe uygulanan bir komplo değil, genel politikanın uygulanma araçlarından biridir.

Fatih Mehmet döneminde imparatorluk büyük göçlere sahne olmuştur. 1453’ten sonra Rum nüfusunu dengelemek için Bursa Ermenilerinin İstanbul’a sürgünü ile 1461 yılında Trabzon’un fethinden sonra Trabzon’un Türkleştirme ve Müslümanlaştırılması çerçevesinde Pontus Rumlarının bir bölümünün tarihsel topraklarından kovulması ve bunu izleyen 1480’deki Karaman’dan büyük Ermeni göçü, imparatorluğa evrilme sürecindeki önemli kitlesel Hristiyan sürgünleridir.

16. yüzyıl sonu ve 17. yüzyıl ilk çeyreğindeki Celali isyanlarından etkilenen Ermeniler her şeylerini geride bırakarak uzun yolculuklara çıkarlar/çıkarılırlar. Merkezi iktidar gibi yerel güçlerin yarattığı dehşet göçleri tetikleyen, nüfusu sürgüne zorlayan unsurlardır.[1] 1603 yılında Şah Abbas Ermenileri bütün eşyalarıyla birlikte İsfahan’a sürmüştür. 1700’lü yılların başından itibaren Ermeni coğrafyası Osmanlı-Rus savaşlarına sahne olması Ermeni göçünü süreklileştiren etkendir. Ermenilerin sınır dışına göçü ikinci kez gerçekleşmektedir. 1827-28 savaşında 90 bin, 1877-78’de 10-15 bin Eleşkirt Ovası’ndan göç gerçekleşmiştir.[2]

Tanzimat’tan sonra ortaya çıkan çifte vergilendirme Ermeni köylülerini ödeyemeyecekleri bir vergiyle karşı karşıya bırakması da iki savaş arasındaki göç nedenlerinden bir başkasıdır. Vartabed Natanyan, “Palu ve diğer tüm kazalardaki Ermenilerin çoğu ailelerini yüz üstü bırakarak İstanbul’a gurbete gidiyorlar. Sebebi bu tahammülü zor sömürüye ve ağır vergilere dayanamamalarıdır.”[3]

Savaş sonrası 1879-80 yılları kıtlık ve açlık yıllarıdır. Bu zorlukları yaşayan Ermeniler çareyi göç etmekte bulurlar öyle ki; 1881 yılında bile Rusya’ya göç beklentisi vardır. Patrik Nerses Varjabedyan’ın Fransız diplomatik temsilcisi Mallet’e 29 Mart 1879 tarihli mektubundaki, “Bu halk açlıktan ölüm tehlikesiyle karşı karşıya… Ermeniler, birçok Kürt ve Çerkes beylerinin yağmaları, zaptiyelerle yerel idarelerin dolapları, son savaştaki doğrudan ya da dolaylı olarak orduya yardım gibi nedenlerle fakirliğe sürüklenmişlerdir”[4] sözleri Ermeni halkının karşı karşıya kaldığı durumu resmeder.

19. yüzyılın son çeyreği Vahakn Dadrian’ın yerinde adlandırmasıyla “nizam altında haydutluk” temelinde, yerleşik Ermeni nüfusuna karşı yapılan saldırıların sistematikleştirildiği yıllardır.[5] Hamid’in Birlik ve Selamet Projesi’nde ümmet tarifine giremeyen Hristiyanlar sonsuza kadar dışlanacaklardır. Bu politika sonucu Ermeniler bölgede devlet destekli taşeronlar olarak, yasal haydutluk yetkisi verilerek örgütlenen Hamidiyeler, yerel beyler ve şeyhlerin acımasız baskısı altında kalmışlardır.

Dönemin raporlarında bu aktörlerinin başında Şeyh Celaleddin’in[6] yanı sıra Ali Han, Fahim Efendi, Hacı Hasan Paşa, Musa Bey, Osman, Şeyh Paykar, Şeyh Ubeydullah… sayılır.[7] Süreç 1894-97 katliamlarına evrilecek toplamda 300 bin Ermeni’nin canına mal olacak birçok Ermeni topraklarını kaybederek göçe zorlanacaktır.

Rum toplumunun kırılma noktalarına gelirsek, sürecin en önemli dönüm noktası Bizans’ın ve Pontus’un yıkılışı ise bir diğer nokta Yunan İsyanı ve Yunanistan’ın kuruluşudur. 1821 Mora İsyanı sürecindeki katliamlar da Rum göçünü tetiklerken Pontus Rumlarının Rusya’ya doğru göçü başlar.

İttihat ve Terakki Cemiyeti (İTC), Balkan Savaşı sürecinde Trakya’da önemli bir etnik “temizlik” gerçekleştirir. “İki Balkan Savaşı’nın askeri olayları, 1912 yılındaki deprem felaketini tamamladılar, çünkü Doğu Trakya iki rakip Türk ve Bulgarların karşı karşıya geldikleri bu savaşların başlıca sahnesidir. Koca köyler ateş hattında bulundukları için, orduların ya taarruzları ya da ricatları esnasında ve de Türkler tarafından tekrar işgal edildikleri sırada yerle bir edildiler.”[8] Balkan Savaşı’nda, Doğu Trakya Rumları üzerinde hem Bulgar hem Osmanlı olmak üzere ikili birbirini tamamlayan bir zulüm örgütlenmiştir.

Aydın Mebusu Emmanuil Emmanuilidis, yönetim, polis ve jandarmanın, organize ettiği çetelerin hızlı ve koordineli eşzamanlı hareketleriyle Batı Anadolu ve özellikle İzmir çevresini bir iki ay içinde (Mayıs-Haziran) ayağa kaldırdığını, Erithrea-Çeşme yarımadası, Foça’nın sahil kesimi ve Bergama bölgesinin boşaldığı; bu yerlerin Rum halkı, panik içinde yerini ve mülklerini terk ederek, her şeyden yoksun ve çıplak bir vaziyette sahillerden Yunanistan’a kaçmak için panik içinde gemi bulmaya çalıştığını kaydeder. Sereköy, Foça ve İngiliz adasında olaylar katliama dönüşmüştür.[9]

Resmi tarih yazımında Ege Pogromu bir kahramanlık hikâyesi olarak anlatılmaktadır: “Tıpkı boykot hareketinde[10] olduğu gibi, tehcirde de hükümet, resmen eylemin içinde değildi. Tehcir, yani göç ettirme hareketi Batı Anadolu’daki İttihat ve Terakki Cemiyeti’nin örgütleriyle Teşkilat-ı Mahsusa tarafından el altından yönetilmekteydi. Çeşitli yollardan Rumlar rahatsız ediliyor, yapılan baskılarla göçe zorlanıyorlardı. Teşkilat-ı Mahsusa Reisi Kuşçubaşı Eşref Bey›in emrindeki Türk çeteleri; özellikle Söke dolaylarında Yunanistan›a ait Sisam Adası’yla sıkı ilişkileri bulunan Rum köylerine baskınlar yapıyorlardı.”[11] Aynı dil, 3. Cumhurbaşkanı Celal Bayar[12] ve Kuşçubaşı Eşref’in anılarında da kullanılmaktadır.Dönemi daha sonra CHP Genel Sekreterliğine kadar yükselecek Çeşme Kaymakamı Hilmi Uran anılarında Çeşme’den göçü resmeder. 45 bin kişilik Çeşme ilçesinin 40 binlik Rum nüfusu birkaç gün içinde her şeylerini bırakarak ilçeden ayrılmışlardır.[13] Ege’de bir başka zengin sahil kenti Foça’da, “11-12 Haziran 1914’ü müteakiben yaklaşık bir hafta gibi bir süre içinde Foçateyn’in bütün Rum sakinleri kazayı bir anda saran Müslüman çeteler tarafından kovuşturmaya uğramış, bir kısmı şiddet olayları sırasında hayatını kaybetmiş ve malları yağmalanmıştır.”[14] Foça’daki pogromu o sıralarda bölgede kazı çalışması yapan Fransız Arkeolog Felix Sartiaux objektifi ve kalemiyle belgelemiştir.[15]

Meclis-i Mebûsan Reisi Halil Menteşe anılarında; İzmir civarından 200 bine yakın Rum’un Yunanistan’a gittiğini yazar. Elebaşılar için “Onlar ne metin, ne vatanperver, ne fedakâr insanlardı…”[16] sözlerini kullanmaktan çekinmez. Ege’de bu vahşeti uygulayarak, etnik “temizliği” yapan kişileri terfien Ermeni Soykırımı’nda gördüğümüz gibi, Ermeni Soykırımı’na katılan aktörlerin bir bölümünü de Pontus Soykırımı’nda görmek de mümkündür.

Savaşın başında Yunanistan’ın en azından savaş dışı kalmasını teminen başta, Rumlara karşı tavır değişikliği biraz yumuşama görülür. Almanya, Yunanistan’ı yanına kazanmak için yaptığı girişimlerin Anadolu’da Rumlara yapılacak kötü muamele nedeniyle tehlikeye girmesini istememekledir. 17 Kasım 1914 tarihli raporunda Alman askeri ataşesi Humann, Talat’ın kendisine, ülkedeki Rumlara karşı son derece yumuşak davranılacağı sözünü verdiğini ve tüm devlet dairelerine Yunanlılara karşı her türlü kötü muameleden sakınılması doğrultusunda kesin emir gönderdiğini aktarır.[17]

Kasım 1915’te tüm bölgelere yollanan bir belgede, politika değişikliğinin nedenleri çok açık olarak anlatılır. Bu politika değişikliğine rağmen bazı yörelerde Rumlara yönelik saldırı ve öldürme eylemleri devam etmektedir.

Ege bölgesinden Rum sürgünleri savaş yılları arasında da devam eder. İkinci sürgün dalgası daha çok askeri nedenlere dayandırılmıştır. “Fakat bu da ‘… büyük bir vahşetle yürütülmüştü.’ Örneğin Ayvalık’tan 12 ile 80 yaş arasındaki nüfus Anadolu içlerine sürülmüştür. Önemli olan bu ikinci sürgün dalgasının Alman General Liman von Sanders tarafından organize edilmiş olmasıdır.”[18]

 

Ermeni Tehciri ve Ermeni Soykırımı

Birinci Dünya Savaşı içinde gerçekleşen Ermeni Soykırımı’nı bir olayın ötesinde, 1878-1915 süreci içinden okuyarak Ermenilere yönelik katliamlar ekseninde bir süreç içinde ele almak gerçekçidir; “Ermenilere yapılanlar, imparatorluk içindeki genel Hristiyan nüfus için geçerli politikaların bir parçası olarak ele alınırsa daha iyi anlaşılabilir. Bu bağlamda 1878-1923 arası dönemi, Hristiyan soykırımı süreci olarak tanımlamak yanlış olmayacaktır. 1894-1897 ve 1915-1918 dönemlerinde Süryanilerin katledilmesi, 1912-1913 yılında Balkan Savaşları ve bunu takip eden yıllarda Anadolu Rumlarının etnik temizliğe tabi tutulması, 1921 ve 1922 yıllarında Karadeniz Pontus Rumlarına yönelik soykırım, 1922 İzmir katliam ve yangını, 1924 Türk-Yunan nüfus mübadelesi, bu sürecin en çok bilinen olayları arasındadır.”[19] Akçam’ın listesini güncelleyip, 1929 Kasım ayında başlayan Ermenilerin yaşadığı topraklarda sürdürülen terör sonucunda Ermenilerin hat altına (Suriye) ve İstanbul’a sürülmesi, 1934 Trakya pogromu[20], 1939 yılında Hatay’ın ilhakı sonrasındaki Ermeni göçü. Müslüman olmayanları kapsayan 1941-42 yıllarındaki 20 Kur’a Nafia Askerlik[21] ve devamındaki 1942 Varlık Vergisi[22], 6/7 Eylül 1955 pogromu[23], 1964 İstanbullu Rumların Sürgünü[24], 1974 Kıbrıs Olayları nedeniyle “Ya Kıbrıs’ın yarısı, ya Bedros’un karısı!” nidaları ve Kıbrıs Cumhuriyeti Cumhurbaşkanı Makarios’un maketlerinin idam seanslarıyla sokaklarda yaratılan terör, İstanbul’dan birçok Rum Ermeni’yi tarihsel topraklarından kaçırılmasına neden olmuştur. Son olarak Hrant Dink’in 19 Ocak 2007’de 17 yaşındaki silahlı saldırgan tarafından öldürülmesi ve Sevak Balıkçı’nın askerde katledilmesi olayını da ekleyerek süreci günümüze uzatabiliriz.

Taner Akçam, Osmanlı belgelerini kullanarak süreci tek cümleyle özetler: “Eldeki tüm Osmanlı kaynaklarının bize gösterdiği gerçek şudur: İttihat ve Terakki, uygulanmasına Birinci Dünya Savaşı’ndan önce Ege bölgesinde başlamak üzere Anadolu’nun, kendi ifadeleri ile ‘gayrı-Türk unsurlardan arındırılması’ doğrultusunda bir plana sahip olmuş ve savaş yıllarında bu planı tüm Anadolu sathına yayarak hayata geçirmiştir.” Bu politikanın iki ayağı vardır: Gayrimüslimlerin özellikle Hristiyanların tasfiyesi ve Türk olmayan Müslümanların asimilasyonu. 1913 yılından itibaren bu politika gittikçe artan bir şiddetin eşliğinde hayata geçirilmiştir.[25]

Batı ile doğu bölgesindeki uygulamalar farklılık arz eder, batıda Müslüman nüfusun yüzde 5-10 gibi oran uygulanırken doğuda hiç Ermeni bırakılmaması esastır. “Mayıs ayında Erzurum’a çekilen bir telgrafta bu durum açık olarak ifade edilir; ‘takip olunan nokta-i nazar-ı vilâyetin Rus hududunda bulunması dolayısıyla orada hiçbir Ermeni bırakmamak esasına müstenittir’.”[26]

Nasıl ki, 1915 Soykırımı esas olarak Osmanlı devletinin Hristiyanların reform isteklerine cevap ise, bu politikanın devamı olarak; Cumhuriyet dönemindeki pogromlar ve sürgünler/kovulmalar hak taleplerine verilen cevaplar olduğunu söyleyebiliriz: “Daha sonra tutuklanıp öldürülecek olan Ermeni milletvekili Vartkes Serengülyan’ın, yakın dostu olduğu Talat Paşa ile 12 Mayıs 1915’te yaptığı görüşme, bu konuya verilebilecek önemli bir örnektir. Ziyaret sırasında Talat, Vartkes’e şöyle der: ‘Bizim zayıflığımızdan istifade edip… boğazımızı sıkıp reform istediniz. Şimdi de biz aynı şeyi size yapacağız… içinde bulunduğumuz durumu kullanıp, sizin milleti öyle bir ezeceğiz ki elli yıl reform fikrini aklınıza bile getiremeyeceksiniz.’ Vartkes, bunun üzerine 1894-1896 katliamlarını kastederek, ‘Abdülhamit’in yaptıklarına devam mı etmek istiyorsunuz?’ diye sorar. Talat’ın cevabı kısadır: ‘Evet’.”[27]

Ermeni Soykırımı’nın başlangıcı olarak, İstanbul’da 250 civarında Ermeni politikacı ve aydınının tutuklanma tarihi olan 24 Nisan 1915 tarihi, simgesel başlangıç tarihi olarak kabul edilir. Taner Akçam eldeki belgelere dayanarak, “Ermenilere yönelik katliamlar, özellikle kuzeydoğuda Kafkasya ve Doğuda İran sınırı civarında, Eylül-Ekim 1914’te, Osmanlıların resmi olarak savaşa giriş tarihi olan 11 Kasım 1914’ten dahi önce başlamıştı. Ermenilerin imhasına yönelik ilk karar, savaş bölgesindeki çelişmelerin bir sonucu olarak, 1 Aralık 1914 tarihinde alındı. Alınan karar Van ve Bitlis vilayetleriyle sınırlıydı. Nihai-toptan imha kararının ise 15 Şubat 1915 ile 3 Mart 1915 arasında bir tarihte alınmış olduğunu tahmin ediyoruz”[28] bilgilerini verir.

Osmanlı Orduyu Hümayunu Başkumandanlığı vekâletinin Dahiliye vekaletine yazdığı 19.2.31[1915] gün ve 2049 M numaralı yazıda tehcir önerilmektedir.[29]

“Gayet Mahremdir.

Van Gölü etrafında ve Van vilayetince bilhassa malum olacak mevaki-i muayyenedeki Ermeniler isyan ve ihtilal için daimi bir ocak halindedirler. Bu halkın oradan kaldırılarak isyan yuvasının dağıtılması fikrindeyim.

Üçüncü ordunun verdiği malumata nazaran Ruslar 7 Nisan›da hudutları dahilindeki müslüman ahaliyi çıplak bir halde hududumuz dahiline sürdüler. Hem buna bir mukabele-i bilmisil olmak ve aynı zamanda yukarıda söylediğim maksadı hasıl etmek üzere:

Ya merkum Ermenileri ve ailelerini Rusya hududu dahiline sürmek yahut merkum Ermenileri ve ailelerini Anadolu dahiline, muhtelif yerlere dağıtmak lâzımdır. Bu iki şıktan münasibinin intihabı [seçimi] ile icrasını rica ederim. Bir mahsur yoksa ussat ailelerini isyan merkezlerini hudut haricine sürmeyi ve onların yerine hudut haricinden gelen İslâm halici yerleştirmeyi tercih ederim. Olbabda.

İsmet”[30]

24 Nisan ve öncesinde Ermeni tehciri devam ederken İTC, “Tehcir Kanunu” olarak bilinen 30 Mayıs 1915 tarihli Vakt-i Seferde İcraat-ı Hükümete Karşı Gelenler İçin Ciheti Askeriyece İttihaz Olunacak Tedabir Hakkında Kanun-u Muvakkat[31] ile Ermenilerin sürgününe ve her türlü menkul ve gayrimenkullerine el konulmasına gerekçe bulur. 15 maddelik geçici kanun her şeyi ayrıntılı düzenlemesine rağmen gerek bu geçici yasa gerek sonrasında çıkarılan kanun ve yönetmeliklerde, “Ermenilerin yeni yerlerine nasıl yerleştirilecekleri konusu hemen hemen hiçbirinde yer almaz. Ermeniler yerlerinden sürüldükleri andan itibaren yok sayılmışlardır. Yok sayılan bir şey için herhangi bir düzenleme yapmak da gereksizdir.”[32]

Teşkilat-ı Mahsusa Şefi Bahaeddin Şakir’in 4 Temmuz 1915’te Erzurum’dan Mamuret-ül Aziz Valisi Sabit Bey’e (Sağıroğlu) çektiği ve Cemiyet’in vilayetteki delegesi Boşnak Nazım Bey’e (Resneli) iletmesini istediği şifreli bir telgraf, Teşkilat-ı Mahsusa siyasi büro şefinin ne tür işler yaptığını açıkça gösterir: “No. 5, Nazım Bey için. Oradan tehcir edilen Ermenileri yok etmeye başladınız mı? Tehcir ya da sürgün ettiğinizi söylediğiniz zararlı şahısları öldürüyor musunuz yoksa sadece yerlerini mi değiştiriyorsunuz? Bana ayrıntılı bilgi verin sevgili kardeşim.” Teşkilat-ı Mahsusa’nın yaptığı arşiv temizliğinden kurtulan bu belge teşkilat liderinin bütün operasyonları meşhur ‘özel otomobili’ ile bir yerden diğerine giderek yönetemediğini arada sırada iletişim kurmak için şifreli telgraflar da kullandığını gösteriyor.[33] Şakir’in telgrafı açıktır. Ermenilerin sürgünü katliama dönüşmüştür. Katliamda Teşkilat-ı mahsusa çeteleri ön plandadır, “Çetelerin oluşturulmasında üç önemli kaynak kullanılmıştır: Birçok Kürt aşireti, hapishanelerdeki mahkûmlar ile Kafkas ve Rumeli göçmenleri.”[34] Bu süreçte 1 milyon 500 bin Ermeni katledilmiş, Ermeni nüfusu 100 bin seviyesine indirilmiştir.

 

Pontus Soykırımı

Savaşın başlamasıyla Rumlara yönelik politikalarda belli değişiklik olmakla birlikte, köy boşaltmalar devam etmiştir; fakat bu boşaltmalarda, genel olarak askeri ve güvenlik kaygıları öne sürülür, başta belli yörelerle sınırlı olup, tüm Rumları kapsayan genel bir politikanın söz konusu olmadığı izlenimi vardır. “25 Nisan 1915’te Konya Vilâyeti’ne çekilen bir telgraftan, sadece sahil bölgelerinde şüpheli görülen Rumların yerlerinden kaydırılması konusunda 23 Ocak 1915’te alınmış bir Başkumandanlık kararı olduğunu anlıyoruz, Konya Vilâyeti’ne çekilen telgrafta, bu kararın iç bölgelerdeki Rumlara uygulanmaması gerektiği bildirilmekte ve merkezden habersiz olarak Isparta’dan sürülmüş olan 30 civarında Rum’un tekrar çıkartıldıktan yerlere iadesi istenmektedir.”[35]

Oysa Patrikhane raporlarında gerçeği farklı olduğu görünüyor. Patrikhane raporu Kara Kitap, şiddet, cinayet, köy boşaltma ve sürgün olayları ile doludur.[36]

Mütarekeden sonraki ihlaller Ekümenik Partikhane’nin yayınladığı Kara Kitap’ın ikincisinde 1920 yılının sonuna kadar olan ihlalleri kapsayan raporda Rum coğrafyasındaki pogromlara dair önemli bilgiler içerir.[37]

Kara Kitap’ın üçüncüsü Atina’da 1922 yılında yayınlanmıştır. Fransızca ve İngilizce olarak yayınlanan rapor, Pontus’a dair ayrıntılı istatistiki bilgiler yazında, 1914-1922 dönemine ait ihlaller, baskılar ve pogromlardan soykırıma uzanan bir yelpazede bilgiler içermektedir.[38]

İttihat ve Terakki Cemiyeti, kurduğu diktatörlüğünün daha ilk yılında milli duygular taşıyan Rumların fişlenmesinin istendiği bir tamimi ülke sathına yollamıştır. Kişilere, cemiyetlere ve yöneticilerine tutulacak dosyalarda istihbaratların toplanması, çeşitli istihbarat bilgilerinin bu dosyalarda birleştirilmesi Dahiliye Vekaleti tarafından 10 Mayıs 1916 günlü yazıda Emniyet Umum Müdürlüğünden istenir.

1916 yılında Pontus’ta başlayan sürgünlerin hızlı olması, başta toplumun önderlerini, zenginlerini ve tanınmış kişilerini kapsaması, 1921 yılında başlatılan sürgünlerin de aynı karakterde olması elde hazır olan bilgilere dayandığını ve kolaylaştırdığını söyleyebiliriz

Dahiliye Nezaretinin Trabzon Vilayeti ve Canik Mutasarrıflığına gönderdiği 23 Ağustos 1914 günlü şifre telgraflarıyla Pontus bölgesi sahilinde Rumların mallarının da tespiti istenmiştir. Pontus’ta ilk dönem sürgünleri, Dahiliye Nezaretinden Nazır Talat imzalı Trabzon Vilayeti’ne gönderilen 28 Nisan 1916 günlü gizli ve özel şifrede sürgünlerin askeri nedenlerle yapılacağı, yerlerinde kalmaları kesinlikle sakıncalı olan köylerin sakinlerinin sevki kararlaştırılmıştır.[39] Yunanistan ile ilgili endişelerin ortadan kalkmasıyla sürgünün rengi değişecektir.

İttihat ve Terakki dönemi tehcirleriyle ilgili arşiv bilgileri Kasım 1916 tarihinden itibaren kesiliyor. Aralık başında Ermeni Soykırımı’nın mimarı Dr. Bahaeddin Şakir Samsun’a gelmiştir. Bu tarihten sonra da tehcirlerin var olduğunu en azından 1918 sonrası dönüş belgelerinden anlıyoruz.

Pontus Rumlarının sürgünü sürecinde ölüm oranları yüksektir. En yakın mesafede resmi rakamlara göre sürgünlerin yaklaşık dörtte biri yollarda vefat etmiştir. Samsun mutasarrıflığının Dahiliye Nezaretine yazdığı 18 Ağustos 1918 yazıda sürgünlerin ancak üçte ikisinin dönebileceğini tahmin etmekte, diğerlerinin yollarda hayatını kaybettiklerinden üçte ikisi için ödenek istenmektedir. Resmi tarihçi Yusuf Hikmet Bayur’un Türk Tarih Kurumu yayınları arasında yayınlanan Türk İnkılap Tarihi adlı çalışmasında; 200 bin Rum’un katl ve tehcir yüzünden veya amele taburlarında ölmüş olduğunu kaydeder.[40]

 

Pontus Soykırımı’nın İkinci Safhası

Pontus Rumlarının kaderinde mütareke ile birlikte olumlu yönde bir değişiklik olmamıştır. 3. Kolordu Komutanlığının 14 Mayıs 1919 günlü raporunda, halkın terörize edilmiş olduğunu görüyoruz. Rum halkı askeri gördüğü anda köyünü terk ederek dağa çıkmaktadır.[41] Henüz Anadolu’da Türk Milliyetçi Hareketi etkin değildir. Kontrol İstanbul Hükümeti elindedir ve dahiliye, hariciye ve harbiye nezaretleri koordineli olarak çalışmakta ve “Pontus Meselesine” dair istihbarat bilgilerini birbirleriyle paylaşmaktadırlar.[42]

Mustafa Kemal’in 19 Mayıs 1919’da Samsun’a ayak basmasıyla birlikte Pontus’un kaderi sistemli ve programlı olarak değişip Soykırımla sonuçlanacaktır. Pontus’taki ilk günlerinde 7 Haziran 1919 günlü Havza’dan verdiği raporda, “… Rum ve Ermenilerin yaptıkları terörist eylemlerin bizzat yabancı subaylar tarafından hazırlandığı ve desteklendiği ortadadır. Bu subaylar köylerdeki Hristiyanlara Müslümanlar tarafından eziyet edildiği gibi yalan iddialarla da onları devamlı kışkırtıyor ve koruyorlar. Bu noktalar üzerinde meselenin çözümlenmesi amacıyla İngiliz subaylarıyla açıktan açığa tartışılması, içinde bulunduğumuz şartlar ve zaman açısından uygun değildir, ama yapılanları da bilmek ve böyle kabul etmek lazımdır. Gerekli tedbirlerin alınmış olduğunu arz ederim”[43] sözleri İngiliz subaylarından şikâyet ederken Rumları suçlar niteliktedir.

İstihbarat raporlarında, “Pontus Mesele”sini ya da Pontus’taki direnişi olduğundan çok fazla ve isyan gibi göstererek müdahale ve yok etmeye zemin hazırlanmak istendiği anlaşılmaktadır. Raporlarda söylendiğinin aksine İtilaf devletlerinin müdahalesi değil, devlet müdahalesinin zemini döşenmekte, Müslümanların silahlanmasına zemin hazırlanmaktadır. 10 Ağustos 1919 günlü Dahiliye vekaletinden Trabzon’a yazılan şifrede: “Rum Muhâcirîn ve Fukara-perver Cemiyeti namı altında teşekkül eden cemiyetin depolarında on beş bini mütecâviz seri Rus tüfeği ve yirmi bine yakın revolver, bomba ve sair ateşli ve patlayıcı madde mevcut olduğu ve bu hale vâkıf olan İslamların da karşı tedbir almakta bulunduğu bilgisi alındığı; bu konudaki yapılacak gizli inceleme sonucu elde edilecek bilgilerin bildirilmesi istenir.”[44]

Dr. Rıza Nur’un 20 Mayıs 1922 günlü Trabzon’dan Meclis Başkanlığına gönderdiği Samsun’a dair şifre telgraf raporudur; Rıza Nur, asayişin Rum çetelerince ihlal edildiğini, can ve mal emniyetinin kalmadığını, bir isyanın var olduğunu, 800 kadar çetenin örgütlenmesiyle isyanın ortadan kaldırılmasının mümkün olacağını bildirmektedir.[45]

Dr. Rıza Nur anılarında çetelerin bileşimini, uygulamalarını ve Topal Osman’la Maliye Bakanlığında karşılaşmalarını naklederken uygulamaları ve sistematiğini özetler gibidir.[46]

9 Aralık 1920 tarihinde Merkez Ordusunun kurulması ve Komutanlığa Nurettin Paşa’nın getirilmesi, Pontus’ta sonun başlangıcı olarak okunabilir. Paşa’nın zihniyetini, Paşa’nın Meclise savunmasından iki paragrafa[47] dikkat edersek, daha iyi anlayabiliriz; Nurettin Paşa’ya göre; “Memleketimizdeki Rumlar bir yılandır ve bu yılanların zehirleri kadınlardır.” Kadınlar, “Pontusçuluk emeli güden erkeklerine fikren, bedenen ve malca yardım etmişlerdir. Ayrıca İstiklâl Mahkemesi’ne verilenler arasında eşkiyaya yataklık, cinayete teşvik ve muhbirlik yapmakla suçlanan kadınlar da vardır. Bu yüzden kadınlara da erkeklerle aynı şeyi yaptık” diyen Nurettin Paşa, gönderilen kadınları çocuklarından ayırmamak için hepsini birden tehcir ettirmiştir.

Pontus ile ilgili resmi tarih ve onun papağanlarının yayınları birbirinin tekrarı yalanlarla doludur. Gerçeği saklamak ve halkın dimağını iğdiş etmek için bunun gerekliliğini M. Kemal’in biyografi yazarı Falih Rıfkı Atay söyler: “Osmanlı tarihi, bu sebeple, bir yalan âlemi olmuştur. Yalan, Şark’ta ayıp değildir.”[48] Sözünün bu gibi durumların açıklamasına denk düştüğünü düşünüyorum.

Merkez Ordusunun kurulmasıyla birlikte, Rumların askere alınması, Rumlardan silahların toplanması 12 Şubat 1921 tarihinde başlatılır Erkan-i Harbiye’nin görüşü “Merkez Ordusu Mıntıkası’nda köylü nezdinde hiç silah bırakmamaktı. Yalnız İslamların tabancalarına izin verileceği de ayrıca belirtilmişti[r]”[49] ve dağa çıkanların bir hafta süre içinde teslim olması kararları yürürlüğe konulur. Trabzon ve Samsun Metropolitlikleri, Merzifon Koleji ile hastanede aramalar yapılır. İçişleri Bakanlığının Genelkurmay Başkanlığına yazdığı 9 Ocak 1921 günlü çok ivedi yazısında, “Canik sancağındaki Elmalıköy’de oturan Rumlardan suç işleyenlerin, haklarında takibat yapılmaması ve güvenliklerinin sağlanması şartıyla silahlarını teslim fikrinde oldukları”[50] bildirilir. Sonuca dair arşivlerde bir bilgiye rastlayamadım.

Pontus’ta ikinci safha sürgünlerinin kararı 12 Ocak 1921 tarihinde alınmış,[51] 3 Temmuz 1921 tarihindeki de hükümet kararnamesi ile Pontus bölgesi savaş bölgesi ilan edilmiştir. Paşa’nın 12 Temmuz 1921 tarihli kararı: “Merkez Ordusu sahil ve savaş bölgelerinde bulunan Samsun ve Ordu sancaklarındaki Rumların yerlerinde bırakılmalarında askeri açıdan sakınca görüldüğünden Samsun ve Ordu sancaklarındaki şehirler ve kasabalar ve köylerde oturan Rumlar istisnasız aileleriyle birlikte iç kısımlara taşınacak ve kıyıdan uzaklaştırılacak.”[52] Sürgünler iç bölgelere, Ergani, Malatya, Maraş bölgelerine gönderilecektir. İlk sürgün Samsun’dan 50 kilometre mesafesindeki Kavak ilçesinde çetelerin saldırısına uğrar.[53]

Birinci safhadaki sürgünlerin sayısı bilinmediği gibi ikinci safhadaki sürgünler de bilinmemektedir. Belgeler gizlidir, her araştırmacıya açık değildir. Atase Arşivine girebilen ender araştırmacılardan Mustafa Balcıoğlu, sürgünlere dair şu bilgileri verir: “Çeşitli bölgelerden Sivas, Tokat, Yozgat, Çorum ve Karâhisar-ı Şarkî›ye gerçekleştirilen sürgünlerde, Kasım 1921’e kadar Merkez Ordusu kayıtlarına göre göçe uğrattırılan kadın, erkek sayısı şu şekildedir; Samsun’dan 27.955, Amasya’dan 14.000, Sivas’tan 1448, Ordu’dan 4910, Tokat’tan 1000, Çorum’dan 571, Sinop’tan 550, Giresun’dan 8500 Mülkiye memurları kontrolünde ve büyük bir titizlikle gerçekleştirilen bu tehcirde toplam 63.844 Rum başka yerlere sevk edilmiştir.”[54] Ancak Balcıoğlu’nun verdiği sayılar sadece birkaç bölgeye ilişkindir. Merkez Ordusunun lağvedilmesi ve komutanı Nurettin Paşa’nın azledilmesinden sonra Pontus ile ilgili olarak yetki Dahiliye vekaletine geçer. Dahiliye nazırı Ali Fethi Bey harekâtı bizzat koordine etmek için gittiği bölgeden gönderdiği şifre telgraflar önemlidir. Cumhurbaşkanlığı Arşivinde bulunan bu belgeler günümüze kadar araştırmacılarca incelenmemiştir.

Ali Fethi Bey’in 7.2.1338 günlü telgrafı, ilginç olmanın ötesinde bir önem taşır. Bakan, soğukkanlı bir şekilde Cobi Deresi’nde silahsız insanların katliamını nakletmektedir. Ali Fethi Bey, endişesi Cobi Deresi mıntıkasında iki fasılda 1200 silahsız insanın öldürülmesi değildir. “Silahsız Rumların bilâ-istisna itlâf edilmeleri haberi Avrupa’ya aksı” bu şekilde duyulması tehlikesine işaret etmektedir. Şu ifadeler ona aittir: “Buraya gelmeden önce Merkez Ordusunca tertib edilen takip harekâtı sonucunda Cobi Deresinde bir defasında sekizyüz [800] ve diğer defasında dörtyüz [400] şakinin ölü elde edildiği bildirilmekte ise de alınan silah miktarından ve düşmandan vâki‘ olan bu kadar kayba karşılık askerimizin zayiatından hiç bahs olunmaması ve eşkıyadan kimsenin canlı yakalanmamış olması öldürülenlerin hiç olmazsa büyük çoğunluğunun silahsız olduğu zannını vermektedir. Silahsız Rumların istisnasız öldürülmeleri haberi Avrupa’ya aksettiği takdirde, özellikle bu sırada milli davamız üzerine ne derece muzır tesîrât yapacağı ayrıca bildirildiğinden silahsızlarla ve kadın ve çocuklara kat‘iyyen ilişilmemesi emrinde mezkûr Ordu Kumandanının dikkatinin çekilmesinin uygun olacağı arz edilir. 8 Şubat 1922”[55]

Ali Fethi Bey Samsun’dan yolladığı 6.3.1922 günlü bir başka telgrafta genel bir bilanço çıkarır ve toplamda birkaç gün içindeki çatışmalarda 2145 kişi ölü ele geçirildiğini bildirir.

Öldürülen direnişçi sayısının fazlalığı yanında, ele geçirilen silah ile ilgili herhangi bir bilgi yoktur. Bu durum silahsız halkın katledildiğine işaret etmektedir.

Ali Fethi Meclisin 10 Haziran 1922 günlü gizli toplantısında “…Bu millet [dağlara çekilmiş Pontus Halkı] kamilen açtır ve bunlardan teslim olup gelmiş olanların ifadeleri bunu tamamıyla teyit etmektedir. Bunlar dahilde uzun müddetten beri otla ve yabanî pancarlarla yaşamaktadırlar. Hatta teslim olanlar sıcak çorba Amerikan muavenet heyeti tarafından Samsun’da veriliyor. Bunlar hayli zamandır otla yaşamaya alıştıkları için çorba, ekmek vesaire yediklerinde telef oluyorlar ve günde teslim olanlardan 30-40 kişi ölüyor… Samsun livası dahilinde seksen beş bin kadar Rum vardı. Şimdi ahalii islâmiyenin nispetinin yüzde beşine indiğini yazıyor. Demek ki vaki olan takibat verimli neticeler vermiştir, bu itikaddayım… ve inşallah bu suretle devam edecek olursa bunları kamilen imha edeceğiz…”[56] Ali Fethi’nin, Pontuslu Rumların kamilen imha edileceğini söylediği bu sözlerinin bugüne kadar dikkat çekmemesi ilginçtir.

Mustafa Kemal, Meclisteki Pontus tartışmalarına son noktayı 13 Ağustos 1923 günlü II. Dönem Meclisin ilk toplantısındaki konuşmasında koymuştur: “Şimalde Karadeniz’in en güzel ve en zengin sahilleri üzerinde tesis edilmek istenilen Pontus hükümeti, taraftarları ile beraber tamamen bertaraf edilmiştir.”(Alkışlar)[57]

Soykırım süreci, 353 bin Osmanlı vatandaşı, Pontuslunun hayatını kaybetmesiyle noktalanır.

 

Asuri-Süryani-Keldani-Nasturi Soykırımı

Hakkari dağlarını mesken tutan Nasturileri ayırırsak, Süryaniler başlığı altında toplanan Asuri-Keldani ve Süryaniler, yoğun olarak Sivas, Malatya-Adıyaman, Mardin, Siirt, Urfa, Diyarbakır gibi ilçelerde yaşamaktaydılar. Bunların bir kısmı mezbaha vilayet Diyarbakır’a bağlı iken, bağlı olmayanların da yollarının Diyarbakır ile kesiştiği mezbaha kazalar ve vilayetlerdir. En kesif nüfusa sahip oldukları Mardin’in Midyat ilçesi[58], Botê[59] ve Ayn Wardo[60] köylerinde gerçekleştirdikleri silahlı direnişlerle[61] tehcire ve soykırıma silahlı direnişle karşılık vermişlerse de soykırımdan geçirilmelerini önleyememişlerdi. Süryaniler bu mezbaha vilayet ve kazalarda katledilmişler ve soykırıma uğratılmışlardır ancak sürgün edilmeleri “düşünülmemiştir.” Keldanilerin Siirt’te katledilmeleri Nasturiler, olacakları hissederek, önderleri malik Kamber öncülüğünde savaşın ilk yıllarında Rusya’ya toplu olarak göç ederler. Göçleri meşakkatli olur, çok zayiat verirler.[62]

Mübadele Kovulma

Yunanistan ile nüfus mübadelesi ilk olarak Nisan 1914’te gündeme gelmiştir. Osmanlı, Ege’deki Rumlarla Makedonya’daki Müslümanların mübadelesini gündeme getirmiş ancak savaşın çıkması bu işlemin gerçekleşmesini önlemiştir. Osmanlı Balkanlardan çekildikçe yeni kurulan ulusal devletler arasında yoğun göçlerin başlanması, Balkan savaşlarından sonra kitleselleşerek daha da hızlanır. “Rumların Türkiye’den göçü 1912 Balkan Savaşı ile başlamış ve bu tarihlerden sonra sürekli olarak yaşanmıştır. Göç hareketi, ilk olarak 1914-15 yıllarında Jön Türklerin Ege kıyılarını askeri nedenlerle Türkleştirme politikasının bir sonucu olarak en üst noktasına ulaşmış, daha sonra 1922-23’de, Yunan ordularının Anadolu’da felaketle sonuçlanan yenilgileri sonunda bir kez daha çok büyük boyutlarda yaşanmıştır. Terk ettikleri ülkenin ekonomik yaşamında önemli bir rol oynayan bu Rumların yerlerinden ayrılışları da acele ve telaş içinde olmuştur. Bu Rumlar, mallarının büyük bölümünü geride bırakarak muzaffer bir ordunun önünde kaçmaya çalışan insanlardır.”[63]

Savaş içinde ve sonunda ve özellikle Türk-Yunan savaşında Yunanistan’ın yenilgisi Rum göçünü Yunanistan’ın kaldıramayacağı bir boyuta uzanmıştır: “9 Eylül 1922 tarihinde İzmir’in düşmesi ile 11 Ekim 1922 tarihinde Mudanya Mütarekesi’nin imzalanması arasında geçen yaklaşık bir ay içinde, Anadolu Rumlarının büyük bir kısmı Türkiye’yi terk etmiştir. Eski Amerikan Büyükelçisi Morgenthau, anılarında bu süreci şöyle anlatır: ‘750.000 insan birkaç hafta içinde Selanik, Atina ve diğer büyük Yunan adalarındaki limanlara sığır sürüsü gibi dökülmüştü’.”[64]

Kısacası Lozan’a gelindiğinde gayrimüslim nüfusun büyük bölümü Anadolu’dan sürülmüş olduğunu görüyoruz. Yunanistan bu ağır sorunla başa çıkabilmek için uluslararası bir destek düşünerek Milletler Cemiyeti’ne başvurması sonucu mübadele fikri ortaya çıkarak taslaklar hazırlanır.

“Milletler Cemiyeti’nin görevlendirdiği Nansen, her iki ülke görüşünü de dikkate alarak, şekillendirdiği raporu 1 Aralık 1922’de, Lozan’daki barış konferansında okur.

Öneri Türk Hükümet için etnik “temizlik”te yararlanılacak altın bir anahtardır ve büyük bir sevinçle karşılanır: “Rıza Nur: ‘Türkiye’yi asırlardan beri kendisine zaaf sebebi olan, isyanlar yapan, ecnebi devletlere alet olan unsurlardan kurtarmak, yeknesak bir Türk yapmak en mühim şeydi… Ağır ve emsalsiz iş. Kabul ettirilmesi, hatta teklifi bile pek güçtü. Allah’tan onlar teklif ettiler’.”[65]

Öneri olumlu bulunmakla birlikte Türk Hükümeti birtakım düzeltmelerle daha derinleştirilmesinde ısrarlıdır. Mübadelenin isteğe bağlı olmasını değil, zorunlu olmasını ve İstanbul Rumlarının mübadele kapsamına alınması, Batı Trakya Müslümanlarının kapsam dışı tutulmasını ister. “Nüfusu savaş ve göçler nedeniyle bir hayli azalmış, dolayısıyla bir hayli işgücü açığı olan 1923’ler Türkiye’sinde, üstelik etnik ve dini homojenizeye bu kadar önem verildiği bir sırada, siyasal elitin Batı Trakyalı Müslümanların ülkeye gelmelerine karşı olmaları İlginç bir soru işaretidir. Bizce bu yaklaşımın nedeni Batı Trakya’nın geleceğine ilişkin beklentilerdir.”[66] 6-7 Eylül 1955’e gelindiğinde Batı Trakya’nın istisna edilmesindeki ısrar anlaşılacaktır.

Sonuçta tarafların kabul etmek zorunda kaldıkları bir metin metin oluşturulacak ve 30 Ocak 1923 tarihinde imzalanacaktır.

Mübadeleye konu Rum vatandaşların göçü düzenli bir şekilde değil, pogromlar eşliğinde kaçırılma veya kovulma şeklinde gerçekleştiğinden, mübadele öncesinde Rum nüfus çoktan ata topraklarını terk etmiş ya da kayıptır. “1914 yılında Anadolu’da 2 milyon Rum yaşamakta. 1922 yılında Yunanistan’a Anadolu’dan göç eden Rum sayısı 1 milyon kişi, 1914’ten 1922 yılına dek Rum nüfusunda hiçbir artış olmadığı kabul edersek, 1922 yılında yaşanan göç olayından sonra geride 1 milyon kişilik bir nüfusun kaldığı anlaşılır. Bunların 192.356’sı mübadele antlaşmasıyla 1925 yılının sonuna dek Türkiye’yi terk etmişler, 120 bini ise mübadele dışı tutulup İstanbul, İmroz ve Bozcaada’da kalmışlardır. Bu rakamlara göre, gidenler ve kalanların sayısı göz önünde bulundurulduğunda 687.644 Hristiyan Rum Anadolu’yu terk edememiştir… Ülkeyi terk edemeyen nüfusun büyük çoğunluğunu erkeklerin oluşturduğunu gösteriyor. Bu erkeklere ne olmuştur? Bizce, bir kısmı a- beyaz ölüm yollarında, b- amele taburlarında, c- savaş esnasında ölmüşlerdir. Diğer kısmı, a- çeteler tarafından, b- doğrudan doğruya askerler tarafından katledilmişlerdir. Diğer bir kısmı ise yakınlarıyla birlikte İslamlaşarak Anadolu’da kalmış olmalıdırlar. Bunlar bazı ücra köylerin sakinidirler.”[67]

Mihri Belli, komisyon raporlarından anlaşma çerçevesinde ayrılan Rum sayısı olarak 189 bin 916 sayısını verir.[68] Mübadeledeki pürüzler ve orantısızlıklar 10 Haziran 1930’da Ankara’da imzalanan anlaşmayla sıfırlanmıştır.

Mübadeleye dair Kazım Karabekir başka bir ilginç hikâye anlatır; İngilizlerin/kolonyalizmin, Kemalistlerin istediği etnik temizliğin gerçekleştirilmesi ve etnik homojenliğin sağlanmasına destek verileceği Rawlinson tarafından küstah bir tavırla 1919 Kasım ayında bildirilmiştir: “Sulh olunca İslâmları dâhile alınız Hristiyanları da def edin gitsinler.”[69] Mübadele adı altında bu istek de Lozan’da gerçekleşerek, coğrafyanın kadim Hristiyan halkların tarihsel topraklarından kazınması tescil edilmiştir.

 

Sonuç

Etnik temizlik sonrası Cumhuriyet devleti, eski klasik Osmanlı devletinin adeta yeniden dirilişidir. Kurucu eliti, İTC’den gelen Osmanlı askeri ve idari bürokratlarıdır. Gayrimüslimlerin tasfiyesiyle Osmanlı’nın burjuvazisiyle profesyonel orta sınıfını oluşturan tabaka yok edilmiştir. Osmanlı işçi sınıfının da tehcir ve mübadeleyle tasfiyesi direniş potansiyelini tamamen ortadan kaldırmıştır.[70] Mübadeleden gelen işçi sınıfı da şiddetle sindirilmiştir. Bu durum bürokrasiyi dizginleyecek gücü ortadan kaldırmış, bürokrasiyi rakipsiz bırakmış, bir anlamda toplumun dinamizmini yok etmiş, ceberut yönetim kalıcılaşmıştır.

Hiçbir şekilde hesap vermeyecek bürokrasi için toplumu şekillendirmek için elinde her türlü maddi imkânı da tasfiye ile elde eden eski Osmanlı bürokratları tepeden toplumu şekillendirmeye başlarlar. Bu onlara kendilerini ticaret ve sanayi burjuvazisine dönüşme imkânı verdiği gibi, oluşturdukları burjuvaziyi kendilerine sonsuza kadar bağımlı kılmıştır.

Yeni iş insanları kendilerini devlete hep borçlu hissettiler ve çeşitli açılardan devlete bağımlı hale geldiler. Yeni burjuvazi devlet olmadan bir hiçtir ve bu nedenle, devlete muhalefet veya politik örgütlenme için otonom bir taban oluşturmaları söz konusu olmaz.

Toplumun ortalamasının katılımcı olmaktan çok uzak ve tam anlamıyla onaylayıcı olması, toplumu köylülükle eşitlemiş, İTC’nin uzantısı askeri ve idari bürokrasinin istediğini yapmakta elini serbest bırakmıştır. Yeni Türkiye Cumhuriyeti’nin kurucu ideolojisini de, yukarıdan aşağıya dışlayıcılık temelli Türk milliyetçiliğine indirgendi. Devletin cumhuriyet olarak yeniden örgütlenme sürecinde milliyetçilik, bir elit söylemi olmaktan çıkarak devlet ideolojisine dönüştürdü. İçeriği de, devletin yeni kazandığı merkezi konuma ve bunun ortaya çıktığı özgül biçimin gereklerine uygun olarak yeniden yapılandırıldı. Bugün hala bu zinciri kırabilmiş değiliz…

 

 

[1]     Hrant Andreasyan, bir Ermeni Kaynağına Göre Celali İsyanları, https://dergipark.org.tr/tr/pub/iutarih/issue/9591/119676 son erişim 06.07.2023
[2]     Arsen Yarman, Palu-Harput 1878, I. Cilt Adalet Arayışı, Belge Y. 2015, s 160
[3]     Arsen Yarman, Palu- Harput… s 89-90
[4]     Bilal Şimşir, İngiliz Belgelerinde Osmanlı Ermenileri, çev Şinasi Orel, Bilgi Y. 1986, s.240-241. Bilal Şimşir’in çevirisi sansürlü çalışmasında Ermenilerin karşı karşıya kaldığı zorluklara ilişkin birçok rapor bulunmaktadır.
[5]     Vahakn N. Dadrian, Ermeni Soykırımı Tarihi, Balkanlardan Anadolu ve Kafkasya’ya Etnik Çatışma, çev. Ali Çakıroğlu, Belge Yayınları, 2008, s. 92.
[6]     Şeyh Celaleddin ailesi günümüzde de siyaseten en etkin ailelerin başında gelmektedirler. Soyadı kanunundan sonra İnan ve Gaydalı olarak ikiye ayrılan aile mecliste sürekli temsil edilirler. Aileden Şeyh Kamran İnan en uzun süre görev yapan dışişleri bakanları arasındadır.
[7]     Arsen Yarman, Palu-Harput 1878… s 146-147
[8]     Vasiliki Çakoğlu, Doğu Trakya Rumlarına Uygulanan İlk Zulüm, Selanik 2010, s 24 Çakoğlu’nun eseri Türkçede yayına hazırlanmaktadır.
[9]  Emmanuil Emmanuilidis, Osmanlı İmparatorluğu’nun Son Yılları, çev. Niko Çanakçıoğlu, Belge, 2014, s 84
[10]    İttihat ve Terakki dönemi ile 1908’de başlayarak Kemalist dönemdeki 1924 yılı kovulmalarına kadar devam eden Hıristiyanlara karşı ekonomik boykotlar, Hıristiyanların mülksüzleştirilerek tarihsel topraklarından kazınma operasyonudur. Bu operasyonlar devlet politikası olarak Jöntürkler eliyle yürütülmüştür Ama ortada gözükmezler. Operasyonların ikinci önemli işlevi ve amacı milli duyguları yükselterek Türk kimliğinin inşa edilmesidir. Boykot operasyonları,  sadece mülk sahibi sınıfların mülksüzleştirilmeleri ve mülkiyet gaspını kapsamamaktadır. Emekçilerin iş güçlerinden başka satacak bir şeyi olmayan sınıfların da işlerinin kaybettirilmeleriyle sonuçlanmıştır. https://www.saitcetinoglu.com/kucuk-asya-hiristiyanlarina-uygulanan-ittihatci-teror/
[11]    Nurdoğan Taçalan, Ege’de Kurtuluş Savaşı Başlarken, Aksoy Y. 1998, s 51
[12]    Celal Bayar, Ben de Yazdım-V, Sabah, 1997, s 100-126
[13]    Hilmi Uran, Meşrutiyet, Tek Parti,Çok Parti Hatıralarım (1908-1950) T.İş Bankası Kültür Y. 2007,s 66
[14]    Emre Erol, Eski Foça’nın ‘Kara Haziran’ı, Toplumsal Tarih, 248, Ağustos 2014.
[15]    Felix Sartiaux, Le Sac DE Phocé et L’expulsion des Grecs Ottomans D’asise Minor en Juin 1914, Extrait dela Revue des Deux Mondes, ju 15 decembre 1914
[16]    Osmanlı Mecli-i Mebusan Reisi Halil Menteşe’nin Anıları, Hürriyet Vakfı Y. 1886, s 65-66
[17]    Taner Akçam, Ermeni Meselesi Hallolunmuştur, İletişim, 2008, s 110-111
[18]    Taner Akçam, İnsan Hakları… s 189-190
[19]    Taner Akçam, Ermeni Soykırımı’nın kısa Bir Tarihi, Aras Y. 2021, s. 28-29
[20]    Rıfat N. Bali, Bir Türkleştirme Serüveni,[1923-1945] İletişim, 2005, s 243-265
[21]    Rıfat N. Bali, 20 Kur’a Nafıa Askerleri, Kitabevi,2008
[22]    Sait Çetinoğlu, Varlık Vergisi 1942-1944, Ekonomik ve kültürel Jenocid, Belge, 2009
[23]    Vasilis Kiratzopulos, Kayıt Olunmamış Soykırım, İstanbul Eylül 1955 çev Sonya Özzakar, Pencere, 2009
[24]    Hülya Demir&Rıdvan Akar, İstanbul’un Son Sürgünleri, Belge,1999
[25]    Taner akçam, Ermeni Meselesi Hallolunmuştur, İletişim, 2008, 37.
[26]    Taner akçam, Ermeni Meselesi Hallolunmuştur, İletişim, 2008, s 57
[27]    Taner Akçam, Ermeni Soykırımı’nın Kısa Bir Tarihi… s 37
[28]    Taner Akçam, Ermeni Soykırımı’nın Kısa Bir Tarihi… s 41
[29]    Askeri Tarih Belgeleri Dergisi, Aralık 1982, Yıl 31, sayı 81 s 141
[30]    İsmet, II. Cumhurbaşkanı İnönü
[31]    Salahaddin Kardeş, “Tehcir” ve Emval-i Metruke Mevzuatı, Astana Y.2016,s 31-42
[32]    Taner Akçam & Ümit Kurt, Kanunların Ruhu, İletişim, 2012, s 25
[33]    Raymond Kevorkian, Ermeni Soykırımı, Çev. Ayşe Taşkent İletişim, 2015, s 291
[34]    Taner Akçam, İnsan Hakları ve Ermeni Sorunu, İttihat ve Terakki’den Kurtuluş Savaşına, İmge, 2002, s 235
[35]    Taner Akçam, Ermeni meselesi Hallolunmuştur, İletişim, 2008, s 116
[36]    The Black Book of persecutions anda Martyrdom Sufferen By Hellenizm in Turkey, Athena, 2021, s 235
[37]    Kara Kitap Mütarekeden 1920 Sonuna kadar Türkiyedeki Rum Halkının Çektiği Acılar, Alexander Papapadopulos, Resmi Belgelerle Avrupa Savaşından Önceki Türkiyeli Rumlar Üzerindeki Zulüm içinde, çev Adnan Köymen, Percere y. S 215- 326
[38]    Puntus Trajedisi, 1914-1922, Atina, 1922, Alexsandır Papadopulos, Kara Kitap içinde s 167-214
[39]    BOA DH.ŞFR., 64/29
[40]    Yusuf Hikmet Bayur, Türk İnkılap Tarihi, TTK yayınevi, cilt III, kısım IV, s. 787
[41]    Genelkurmay Başkanlığı, Arşiv belgeleriyle Rum Faaliyetleri, Genel Kurmay Basımevi 2009, s 13
[42]    Atase 102-49
[43]    Genelkurmay Başkanlığı, Arşiv belgeleriyle Rum Faaliyetleri, s 26
[44]    BOA DH.ŞFR. 102/88
[45]    BCA 30-10-0-0_104-676-9
[46]    Dr. Rıza Nur, Hayat ve Hatıratım C.3, İşaret Y. 1992, s 163-164
[47]    Mustafa Balcıoğlu, Bir Paşa İki İsyan, Babil Y.2003, s 275
[48]    Falih Rıfkı Atay, Zeytindağı, Remzi Kitabevi, s 2
[49]    Mustafa Balcıoğlu, Bir Paşa İki İsyan, s 212-213’te iki Atase belgesine referans verilir; Silah toplama;Atase arş.kls.730, ds 17, fhr.18, aynı dosyada fhr 21islamların istisnasına ilişkin olduğu kaydedilir.
[50]    GenelKurmay Başkanlığı, Arşiv Belgelerinde… s 207
[51]    Pontus Meselesi, Haz.Yılmaz Kurt, TBMM 1995, s 398
[52]    Pontus Meselesi … s 400
[53]    Aynı yerde s 405
[54]    Mustafa Balcıoğlu, Belgelerle milli Mücadele… s 109
[55]    CBA 574221
[56]    https://www5.tbmm.gov.tr/tutanaklar/TUTANAK/GZC/d01/CILT03/gcz01003051.pdf s 373
[57]    https://www5.tbmm.gov.tr/tarihce/ataturk_konusma/2d1yy.htm
[58]    Medeni Ferho, Seyfo, Gebro İsa Zette Çelma Anlatıyor, Yay, 2022
[59]    https://tarihvetoplumlar.com/sait-cetinoglu-bote-1915-turabdin-suryani-soykirimi-ve-direnis/,Beder Abraham Garis, Bote, 13 günlük Cehennem, Belge ,2017
[60]    Gabriel Grigo, Sayfo In Wardo,Ebroyo Verlag 2022 Gello Grigo’nun direniş anıları İngilizce, isveççe, Almanca ve Türkçe olmak üzere çok dilli yayınlanmıştır.
[61]    David Gaunt, katliamlar, Direniş, Koruyucular,çev. Ali Çakıroğlu, 2007, Yves Ternon, Mardin 1915, çev. Naringül Tateosyan, belge,2013, https://hyetert.org/2013/04/22/soykirimi-laboratuvarinda-incelemek-mardin-1915/
[62]    Sam Parhad, Görevin Ötesinde, çev. Vedii İlmen, Yaba Y, 2009
[63]    Mihri Belli, Türkiye-Yunanistan Nüfus Mübadelesi Çev. Müfide Pekin Belge y.2004 s 23
[64]    Ayhan Aktar, Varlık Vergisi ve Türkleştirme Politikaları, İletişim, 2006, s 35
[65]    Pervin Erbil, Anadolu Ağlıyordu… s 44
[66]    Pervin Erbil, Anadolu Ağlıyordu… s 45
[67]    Pervin Erbil ,Anadolu Ağlıyordu…s 94-95
[68]    Mihri Belli, Türkiye-Yunanistan Nüfus Mübadelesi … s 31
[69]    Kazım Karabekir, İstiklal Harbimiz, Türkiye Yayınevi 1960, s 416 https://westernarmeniatv.com/tr/12364/turkish-sait-cetinoglu-lozan-kolonyalizmin-bogaza-bir-vasal-gorevlendirmesinin-kisa-hikayesi
[70]    Yunanisdan’da  sol politikanın tabanı Anadolu göçmenleri olduğu unutulmamalıdır. Komünist lider Dimitris Parcalidis, 1905 Trabzon doğumludur.  Uzun yıllar Yunanistan Komünist Partisi liderliğini yürüten Komünist Lider Nikos Zachariadis 1903 Edirne,  Yunanistan Demokratik Ordu Komutanı (1946-49) Markos Vafiadis 1906 Erzurum, Komünist Parti Teorisyeni Dimitris Glinos  1899 İzmir, Yiannis Tamtakos 1908 Foça,  Serafim Maksimos 1899 Geziköy Trakya,  Zacharias  Vezestenis ve gençlik yıllarımızda kitapları elden ele dolaşan Cornelius Castoriadis  İstanbul doğumludur. Tehcirden sağ olarak kurtulan birçok Ermeni de Yakındoğu’da ve Avrupa’da devrimci hareketlere omuz vermişlerdir. https://www.saitcetinoglu.com/uluslar-arasi-devrimci-hareketti-ermeni-devrimciler/

 

 

Bunları da beğenebilirsin

Yoruma kapalı.