Düşünce ve Kuram Dergisi

Kürtler, Göç ve İskân Kanunları

Nesimi Aday

Göçler, bireylerin ve toplulukların iç dünyalarında, yaşam tarzları ve alışkanlıklarına negatif ve pozitif etkide bulunur. Gerek doğal, ekonomik, kültürel ve gerek zorunlu yer değiştirmelerin, insanın anlam ve değer dünyasında derin izler bıraktığı biliniyor. Tarih ve psikoloji disiplini bize göçebe insanların daha özgür ruhlu olduklarını imler. Mekânsal olarak özgür olan insanların, daha otonom hareket ettikleri kabul edilir. İnsan-çevre-davranış üçgeninin değer ve anlam üretimine katkısı azımsanmayacak düzeyde olduğu ve yerleşik insanın, dogma fikre daha yakın, karakter olarak da daha uysal, göçebe olanın ise dogmadan daha uzak, daha “asi” bir karakterde olduğu kabul görür. Yine göçebe olmaktan kaynaklı, farklı kültür ve ideolojilerden beslenen insanların, yerleşik olandan daha yenilikçi, hatta devrimci olduğu da anonim bir görüştür. Bu yönüyle insanın mekânla ilişkisinin ideolojik formasyona etkisi de çoğunlukla ilgiye mazhardır. Dolayısıyla coğrafyanın insan ruhu ve belleği üzerindeki etkisi sosyoloji, psikoloji ve sosyal antropoloji gibi disiplinlerin de ilgi odağı olmuştur. İbn Haldun’un “Coğrafya kaderdir!” sözü benzer olgular ışığında kavramlaşır. Ama Haldun, kır-kent diyalektiği analojisinde, kenti medeniyetle kavramlaştırmış ve göçebe yaşantıya oranla daha ilerici bulmuştur. Ona göre şehir kurmak ve bina yapmak medeniyet ve refahın ölçütüdür.

El-Mes’ûdî, göçmenlerin “göçer yaşayarak özgürlük, cesaret, beden ve karakter sağlamlığı, şiir sanatı, onur ve akıl keskinliğine sahip olduklarını” söylediğini; “şehirlerin kendileri için eziyet ve yoksunluk anlamı taşıdığını, binaların hem hava akımını engelleyip insan sağlığına zarar verdiğini, hem de toprağı kapatarak, insanların üstündeki gıdalardan yararlanmasını engellediğini, dolayısıyla özgür ve sağlıklı bir yaşam için yeni yerler seçmeyi bir gereklilik olarak gördüklerini” aktarır. Bu yaklaşıma göre; göçmenlerin medeniyetle özdeşleştirilen kentlere karşı ekolojik yerleşke tercihi yapması, İbn Haldun’un analojisine paradoks oluşturduğu söylenebilir.

Mes’ûdî’nin Kürtlere dair yorumu da şöyle: “Yaban tabiatlı Kürtler ve dağlarda yaşayan diğerleri; eziyet edici ve yerleşim alanları dünyanın alçak yerleri ve bataklıkları olan diğer topluluklardan uzak dururlar. Dağlarda ve vadilerde yaşayan bu milletlerin huyları, iniş çıkışlılık bakımından yaşadıkları yerlere benzer.’’[1]

 

Çevrenin İnsan Davranışı Üzerindeki Etkileri

Deneysel çalışmalar, mekânın fiziksel özelliğinin, insan davranışları üzerinde majör etki bıraktığı, teritoryal olanın sahiplenilmesi, işaretlenmesi, korunmasının kişi, grup ve toplumsal norm oluşumuna katkıda bulunduğunu, davranışsal ve çevresel bileşenlere konsolidasyon sağladığını göstermiştir. İnsanın, fizik mekânla olan ilişkisi değerlendirilirken, mekânın, karakter üzerinde yoğun etki bıraktığı çok kez izlenmiştir. Örneğin insanın, yüksek dağlarla olan sosyal, bilişsel ilişkisi ile alçak, düzlük alanlarla olan ilişkisi farklıdır. Fiziksel çevreyi işaretleyen, kontrol altına alan insanların güçle olan ilişkisi ile çevresel kontrolü, gücü olmayan insanın güç ilişkisinin barem farkları görülür. Bağlamı daraltırsak; yüksek dağlarda yaşayan insanların yaşamsal tutkuları, özgüvenleri, özgürlük anlayışları gibi özellikleri ile düzlük alanlarda yaşayan insanların özellikleri arasına karakteristik farklar majör düzeydedir. Yüksek dağ, derin vadi ya da ormanlık alanlarda yaşayan canlılar ile düz alanda, hatta çölde doğal korunaklardan görece yoksun olan canlılar arasında özgüven makası da açıktır.

“Dağlı halk” olarak tabir edilen Kürtlere dair karakteristik özellikler birçok araştırmacının ve antropoloğun ilgisini çekmişidir. Kurdistan dağlar ülkesi[2] olarak birçok tarihi kaynakta tarif bulur. Dağları ve derin vadileriyle ünlü Kurdistan coğrafyasının topoğrafik özelliklerinin, canlı varlık karakterleri üzerindeki yoğun etkisi gözlenmiştir. Sert doğa koşullarında yaşayan Kürtlerin hem fiziki hem de ruhsal açıdan sert yapıda oldukları genel kabuldür. Sıcak havalarda rakımı yüksek yaylalarda ve soğuk havalarda da rakımı düşük vadilerde (germiyan) yaşayan Kürtlerin, ani ısı değişimine de sebep olan bu iklimsel koşullara bağlı olarak ruhsal yapıları da ani değişim gösterir. Kurdistan’ı gezen seyyahların çoğu, Kürtlerin karakteristik özelliklerinden bahsederken; aniden öfkelenen, tez canlı, cesur ve gururlu dağlı halk tabirini kullanır. Bu özelliklerden bahsederken cins ayrımı yapmazlar. Kürt kadınlarının, diğer çoğu komşuları gibi izole yaşamadığını ve erkekle aynı ortamı özgürce paylaştığı araştırmacıların ilgisini çeker. Yüksek dağlarda ve derin vadilerde özgürce yaşayan bu halkın özgürlükçü bir karakterde olduğu anonim bir görüş olarak tarihe not düşülür. Kürtlerin bu karakteristik özellikleri onların sosyal, siyasal yaşantılarına da etki eder. Binlerce yıl kendi hinterlantlarında özgürce yaşayan Kürtlerin, devletler ya da otorite çağında özgürlük alanlarının kısıtlanmasına olan tepkileri de sert olur. Özgürlüğe olan tutkusu ona onu koruma dinamizmi de sağlar.

 

Kadim Kurdistan’da Göç

İnsanın kültürel tarihi kuşkusuz binlerce yıllık göçlerin de tarihidir. Göçler, günümüzde daha çok savaşlar ve ekonomik nedenlerle olsa da ilk çağlarda beslenme, barınma gibi daha yaşamsal nedenlerle olduğu arkeolojik verilerden anlaşılmaktadır.

Fırat ve Dicle ile sulanan toprakların ilk insanlara ev sahipliği yaptığına dair çokça veri var. Kimi Ortaçağ kaynakları Kürtlerin yaşadığı bölgeyi Bilâdu’l-Ekrad ya da Cebelü’l Ekrad (Cibal: Dağ) olarak tarif eder.[3] Bereketli Hilal’i de kapsayan bu topraklarının insanın kültürel tarihine katkıları çok büyüktür. İnsanlığın ilk kültürel formlarının büyük kısmının bu bölgede oluştuğunu görüşü yaygındır. Bilinen ilk yazılı metinlerin Sümer’de kil tabletlere yazıldığı genel kabuldür. Yine ilk tarımın bu bölgede yapıldığı, ilk el aletlerinin bu hinterlantta üretildiğine dair çok kanıt vardır. Fırat ve Dicle havzaları sayısız kültür katmanı barındırıyor hala. Ergani’deki Çayönü (Hîlar), Bismil’deki Kortik Tepe (Girê Kortikê), Urfa’daki Newala Çorî, Batman’daki Hallan Çemi (Çemê Hola) insanlık tarihinin zengin kültürel miraslarıdırlar. Bu alanlarda ilk tahıl üretiminin yapıldığı, avcı toplayıcı hayattan yerleşik hayata geçildiği, hayvanların evcilleştirildiği, ilk mimari yapıların tasarlandığı, arkeolojik çalışmalarla kanıtlandı. Yine Urfa Göbeklitepe (Xerabreşk) kazıları, insanın kültürel tarihini 12 bin yıl öncesine kadar götürmektedir ki aynı hinterlantta bulunan Karahantepe bulguları bu tarihi öteler veriler barındırıyor.

Güney Kurdistan, Bradost Dağı’nda bulunan Şanîdar Mağarası da hiç kuşkusuz dünyanın ilgi çekici başkaca bir arkeolojik alanı olarak değerlendiriliyor. Tarihi günümüzden 65 bin yıl öncesine kadar uzanan mağarada, neandertaler ile atalarımız sayılan homosapienslere ait kalıntılar bulunuyor. Şanîdar Mağarası, atalarımız kabul edilen iki türün aynı mekânda, farklı dönemlerde yaşadığını gösteren ender yapılardan biri olarak kabul edilir. Kürdistan coğrafyası bu yönüyle neolitiğin kurucu mekânı olarak genel kabul görür. Keza arkeolojik veriler, avcı toplayıcı dönemden tarım toplumuna, yani yerleşik hayata geçişin bu coğrafyada meydana geldiğini kanıtlıyor. Dolayısıyla insanın göç tarihinde Kürdistan’ında içinde bulunduğu Mezopotamya bölgesinin etkileri yüksek olmuştur.

 

Birinci Dünya Savaşı ve Göçler

Osmanlı İmparatorluğu hem yayılma hem de gerileme dönemlerinde nüfus transferlerine sahne olur. İmparatorluk, yayılma dönemlerinde, özellikle de Balkanlarda işgal ettiği toprakları Müslümanlaştırmak ve kendine bağımlı bir tebaa oluşturmak için Müslüman halklardan köy, kasaba ve mahalleler oluşturmuştu. Bu yönüyle Müslüman ve Hristiyan inançlar arasında homojen bir yapı olarak tarif edilen Bektaşiler, büyük bir nüfus oranıyla bu demografik operasyona konsolidasyon sağlamıştı. Sünni Müslüman halklar ise Anadolu içlerine çekilmiş ya da çektirilmiş, azınlık olarak görülen Hristiyan halkların demografisi ile dengelenmiş, bu iç göçle, İmparatorluktan geriye kalan toprakların Müslüman ve Türk kılınması amaçlanmıştı. Bu nüfus transferleri, zamanla, İmparatorluk bakiyesi üzerine kurulan Türkiye Cumhuriyeti için (Misakı Milli) siyasi bir yatırım enstrümanına dönüşmüş, Lozan sürecinde de görüldüğü gibi, nüfusa dayalı paylaşım, Türkler için dikkate değer bir olguya everilmişti.

 

Türkiye Üç İskân Bölgesine Ayrılıyor

93 harbinden sonra kaybedilen topraklar, batıda Balkan Savaşları yenilgisi, güneyde Trablusgarp’ın düşmesi ve doğudan Rusların Erzincan’a kadar gelmesi, Ruslarla birlikte hareket eden Ermeni savaşçıların, adeta 1915 Soykırımın öcünü yerel sivil halktan almaları, imparatorluk topraklarında yeni bir göç dalgasına sebep olmuştu. Osmanlı-İran-Rus sınır boylarında yaşayan Kürtler, Rusya içlerine doğru sevk edilirken, nüfusun büyük bir bölümü de cephe gerisine düşen ordu ile Anadolu içerlerine doğru göç yollarına düşmüştü. Açlık ve sefalet içinde yurtlarını terk eden Kürtler Urfa, Antep, Ankara, Konya, Çorum, Yozgat gibi illere dağıtılıyordu.

İmparatorluğun dağılışını acı ve düş kırıklığıyla tecrübe eden İttihatçılar, göçmen ve mülteci sorunu bir siyasi kazanca dönüştürmek için, Türkiye’yi üç iskân bölgesine ayırır. Birinci bölgede Samsun, Trabzon, Sivas, Elâzığ, Diyarbakır, Musul vilayet ve livaları yer alıyorken, ikinci bölgede Kastamonu, Ankara, Halep, Adana, Niğde, Kayseri, Maraş, Urfa vilayet ve livaları, üçüncü bölgede ise; Bolu, İzmit, Eskişehir, Kütahya, Afyon, Bursa, Balıkesir, Aydın, Konya, Antalya (Teke), İçel vilayet ve livalarından oluşturur.[4]

İttihatçılar, Balkanlar’dan getirttikleri Müslümanları, homojen bir materyal olarak Anadolu’daki, Ermeni, Rum, Yahudi ahalinin arasına yerleştiriyordu. İttihatçıların bu etno dinsel operasyonunun bir başka versiyonunu da Kurdistan’da uygulamaya alınmıştı. Kurdistan’da, savaştan ve “isyanlardan” dolayı göçertilen yerli ahalinin yerine Müslüman kavimler yerleştiriliyordu. Ziya Gökalp’ın Kürt Aşiretleri hakkındaki sosyolojik çalışmalarından yararlanan ittihatçılar, Rus yayılmasından kaçan Kürtlerin, yerelleşecekleri yerlerin nüfusunun yüzde 5’ini geçmemek kaydıyla Anadolu içlerine serpiştiriyordu.

Etnik çeşitliliği Türklük potasında eritmek isteyen fikrin mimarlarından biri olan Talat Paşa, Kürt göçmenlerin durumunu bizzat takip ediyordu. Daha önce Konya, Kastamonu, Ankara, Sivas, Adana, Aydın, Trabzon, Kayseri, Canik, Eskişehir, Karahisar ve Niğde’ye yerleştirilen Kürtlerin asimilasyon durumuna göre, yeni Kürt göçmenler gönderme eğiliminde olan Talat Paşa, vali ve kaymakamlara telgraf çekerek; nerelerde ne kadar Kürt köyü olduğunu, nüfus oranlarını, Kürtçe konuşmaya devam edip etmediklerini, Türk köylüsü ve köyleriyle ilişkilerini sorgulatır.

Savaştan kaçan Kürtleri, daha önce anayurtlarından göçertilen hemşerileriyle yan yana getirmemek için özel bir iskân siyaseti güdülür. Talat Paşa çektiği telgrafta Kürtlerin geleneklerini sürdürüp sürdürmediğini ve anadillerini konuşup konuşmadıklarını sorar.[5]

Kürtlerin sürgün coğrafyalardaki asimilasyon durumuna göre yeni göçmenlerin yerleştirilmesini planlayan İttihatçılar daha sonra da benzer çalışmaları Şeyh Said ve Ağrı hareketleri ile Dersim Soykırımı’nda da yapacak ve Kürt nüfusunu küçük kümeler halinde anavatanlarından göçertip, eritmeye yoluna gideceklerdi.

Fakat İttihatçıların kazanç elde etmek istediği mülteci politikaları hiç de kolay uygulanmıyordu. 1915 Soykırımı (Ermeni, Süryani) ve Rum yurttaşların mübadele edilmesi toplumsal düzeni temelinden sarsmış, zanaatkârlıkta ustalaşan Ermeni, Rum ve Süryani halkların kırıma uğratılması ya da göçertilmesi sonucu gündelik yaşam akışını felce uğratmıştı. Keza bağ, bahçelerin viran kalmasıyla durma noktasına gelen meyvecilik ve tarım alanlarının ekilip biçilememesinden kaynaklı kıtlık baş gösterir. Zanaat işlerinde Ermeniler kadar ustalaşmamış Türkler ve Kürtler, yaşanan sosyal krizin aşılmasında yetersiz kalıyordu.[6]

Ama yine de Kürtlerin iktisadi ve sosyal hayata katkıları, etnik mefhumlarından kaynaklı sakıncalı görülüyor, ekonomik hayata katkıları dahi istenmiyordu. İsmet İnönü yazdığı gizli Kürt Raporunda, Erzincan’da, Ermenilerden kalan topraklara yerleştirdikleri Lazların hoş tutulmasını, Dersimli Kürtleri zirai üretimde yarıcı olarak dahi çalıştırılmamasını, Erzincan ovasının Kürtleşmesiyle, büyük Kurdistan’ın önünün alınmayacağını söylüyordu.

 

Şark Islahat Planı

Lozan’da hakları inkâr edilen, “din kardeşliği” olgusuyla aldatılan Kürtler 1925’in Şubat ayında Şeyh Said öncülüğünde harekete geçmişti. Aynı yıl içerisinde çıkarılan biri açık diğeri gizli iki yasa, büyük toplumsal kırılmalara neden olmuştu. 4 Mart 1925’te Takrir-i Sükûn Yasası ve 24 Eylül 1925 tarihli “gizli” ibareli Şark Islahat Planı ile hem muhalif “Türkler” susturulmuş hem de Kürtler siyasal, toplumsal, kültürel olarak zapturapt altına alınmıştı.

Fırat’ın doğusunda bulunan Kürtlerin, Fırat’ın batısına, Türkçe konuşan ahalini arasına serpiştirilmesi hedefleyen plana göre; Kürtlerin yaşadığı bölgelere on yıl içerisinde 500 bin göçmen yerleştirilecekti. 1927 yılında yapılan nüfus sayımında Türkiye’nin toplam nüfusunun 13 milyon 648 bin olduğu hesabıyla 500 bin mültecinin Kürtler üzerinde nasıl bir asimilasyon etkisi bırakacağını tahmin etmek hiç de zor değil. Yine 1921 yılında Koçgiri’de, 1925’te Şeyh Said hareketinde ve 1926-30 yıllarında cereyan eden Ağrı hareketlerinde yapılan katliamlarda ve Dersim Soykırımı’nda azalan Kürt nüfus da bu bahsin hesabına katılmalıdır.

Şark Islahat Planı, Türk ve İslamlaşmak ülküsü gereğince Türkiye’yi 5 beş Umum Müfettişlik bölgesine ayırıp, Anadolu’yu bir demografik operasyon laboratuvarına çevirmişti. Islahat planı öncelikle Kürt nüfusunun büyük bir bölümünün Batı illerine serpiştirilmesini öngörüyordu. Plan, “isyan” edilen mıntıkalarda meydana gelen zararların halktan alınmasını dahi programlamış, bu yönüyle sömürge siyaseti uygulamıştı. Benzer bir uygulama günümüzde “Terörle Mücadele Yasası” ile devam ettiriliyor. Kolluk güçleriyle girdikleri çatışmalarda yaşamını yitiren PKK militanlarının ailelerinden zarar-ziyan tanzim edilme yoluna gidiliyor.

 

Mecburi İskân Kanunu ve Etno Dinsel Arındırma

İskân Kanunu, her ne kadar ekonomik ve sosyal nedenlerle perdelense de aslında 1930’ların başlarında kavramsallaştırılan “tek millet, tek din ve tek dil” paradigması gereğince Türk ve İslam dışındaki etno dinsel toplumsallık hedef almıştı. Ama denilebilir ki bu yasa daha çok da Kürtleri hedef almıştır. Çüklü 1915-20 yıllarında Ermeniler, Süryaniler ve Pontos Rumlarını elimine eden İttihatçılar, büyük bir nüfusu oluşturan Kürtleri, istedikleri oranlarda elimine edememiş, bu büyük nüfusu ulus devlet için tehlikeli görüyorlardı. Lozan’da, emperyalistlerden kurucu belgesini alan Türkiye Cumhuriyeti’nin kurucu aklı, Türk ırkı dışındaki tüm sosyal katmanları bagajında yük olarak görüyor ve onlardan kurtulmak için soykırım dahil er türlü siyaseti devlet gücüyle uygulamaktan çekinmiyordu. İçerik bilgisini 1925’te yazılan Şark Islahat Planı’ndan ve 1927 yılında çıkarılan kanundan alan İskân Kanunu, 14 Haziran 1934 yılında, TBMM’de görüşülmüş ve yasallaşmıştı.

Tehcir Yasası, Takrir-i Sükûn Yasası, Şark Islahat Planı gibi yasalardan sonra İskân Kanunu da siyasal ve toplumsal hayatı etkisi altına almıştı. 2510 sayılı yasanın, 1932 yılında yazılan kanunun gerekçesinde, “Bu kanun niçin yapıldı?” sorusuna verilen cevapta; Orta Asya’dan Batı’ya yayılan Türk akımının gidip yerleştiği topraklara “ışık ve uygarlık” ve “eşsiz bir iyilik getirdiği”, Türklerin Ön Asya, Avrupa ve Afrika’ya göçerek günümüz “medeniyetinin temellerini oluşturduğunu” ama “Tanzimat ve Meşrutiyet dönemlerinde, İslamcılık akımları dolayısıyla Türkçülük akımına gerekli önemin verilmediği için diğer ırkların Türkçülük içinde erimediği, onun için de Türk nüfusunu nitelik ve nicelik olarak geliştirmek zamanı” gelmişti. Şöyle deniliyordu: “Öteden beri Türk kültürüne uzak kalmış olanların, ülkede yerleşerek, onlara Türk kültürünü benimsetmek için devletin yapacağı işler bu kanunda açıkça gösterilmiştir.”

Yasanın birinci maddesinde, “Türk kültürüne bağlılık” esas alınmış ve göçertilecek halk için üç stratejik bölge seçilmişti. Bölgelerin birincisi, adı konulmasa da Kurdistan sahasıydı. Buraya Romanya, Yugoslavya, Bulgaristan, Sovyetler Birliği ve Karadeniz’den, Türk kültürüne bağlı Müslüman nüfus yerleştirilecekti. İkinci bölgeler ise Kürtlerin serpiştirileceği Türkiye’nin batı illeriydi. Kanunda geçen üçüncü bölgeler ise Kürt siyasal hareketlerinin cereyan ettiği, devletin “İsyan Mıntıkaları” dediği bölgelerdi ki bu bölgelerin bir kısmı günümüzde dahi, Dersim’de olduğu gibi “Yasak Bölge” kategorisinde, sivil hayata kapalı durumdadır. Bu konuda kanunun 12. maddesi çok açıktır. Şöyle ki: “1 Numaralı mıntıkalara: A: Yeniden hiçbir aşiretin veya göçebenin sokulmasına, Türk kültürüne bağlı olmayan hiçbir ferdin yeniden yerleştirilmesine ve bu mıntıkaların eski yerlilerinden olsa bile Türk kültürüne bağlı olmayan hiçbir kimsenin avdet etmesine izin verilemez.” Devamında ise “Soyca Türk olup dilini unutmuş” denilerek, asimile olmuş ya da Türk kimliğini “artık” kabul etmiş Kürtlerin ve de Türk kültürüne bağlı olanların, iklim ve yaşam şartlarına uygun olarak, izin dahiline yerleştirilebileceği belirtilir.

İskân Kanunu ile mecburi göçe tabi tutulan halkların, yasada altını çizdiği ve “Türk kültürüne bağlı olanların” diye tarif ettiği ile “Türk kültürüne bağlı olmayanlar” iskânında ayrımcılık yapılır. Kurdistan’a yerleştirilen Pomaklar, Boşnaklar, Tatarlar, Karapapaklar gibi göçmenlere toprak, evcil hayvan, bağ, bahçe, ev, giysi, yerine göre para verilirken, anayurtlarından göçertilen Kürtler bu haklardan ya mahrum bırakılıyor ya da borçlandırılmak suretiyle ev ve tarım arazisi veriliyordu. Hatta iskân bölgelerinden göçertilen Kürtlere “isyan mahallinde” oluşan zararlar da fatura ediliyordu. Daha vahim olanı ise geniş ailelerle meskûn olan Kürtlerin toplumsal yapısının dağıtılıp, yok edilmesi için aşiretlerin hatta ailelerin parçalanarak yerleştirilmesiydi. İskân kanunlarının asıl hedefi Kürt sosyolojisi olur. Yasada açıkça belirtildiği üzere göçertilen Kürtlerin aileleri bölünecek ve yeni yaşam yerlerinde, yerli nüfusun yüzde 10’nunu geçmeyecek şekilde serpiştirilecekler. Devlet, Kürtlerin anayurtlarından göçertilmesine “serpiştirilme” diyor. Çünkü belirttiğimiz gibi; çekirdek aileyi bile parçalayarak iskân ediyor. Bu konu hakkındaki 16. maddenin E bendi şöyle: “Evli çocuklar ve evli torunlar, başlı başına bir aile olarak iskân görürler.” İsmail Beşikçi bu durumu şöyle yorumlar: “Bu, Türk sömürgeciliğinin Kürt toplum yapısına zor güçlerini kullanarak müdahale etmesini göstermesi bakımından önemli bir örnektir.”[7]

Plan, Kürtleri kamusal alandan öteleyen bir içeriğe de sahip. Buna göre yerli halktan ne asker ne de sivil kişiler mahkemelerde görevlendirilmeyecek, Kürtler alt görevlerde bile memur olarak çalıştırılmayacaktı. Yaklaşık yüzyıl önce yazılan bu kanun maddelerinin günümüzde de geçerliliğini koruduğunu söyleyebiliriz. Bugün hala bir Kürt, Ermeni, Rum, Yahudi, Çingene (Roman), Alevi ve Êzidî üst düzey kamu görevlisi yapılmıyor. Bu yönüyle gizli bir yasanın yürürlükte olduğu söylenebilir.

 

Lozan ve Mübadele

Osmanlı İmparatorluğu’ndan Türkiye Cumhuriyeti’ne varıncaya dek yoğun göç faaliyetleri yaşandığından bir göç müdürlüğünün kurulduğu da biliniyor. Bir dönem Şükrü Kaya’nın da müdürlüğünü yaptığı Aşâir ve Muhâcirîn Müdüriyet-i Umûmiyesi kurumu, başta Osmanlı ülkesine gelen muhacirleri organize etme amaçlı faaliyet gösterse de daha sonra başta Ermeniler, Rumlar ve Kürtler olmak üzere etno dinsel gruplar dahil olmak üzere, Jön Türklerin tekçi ulus devlet projesine direnç gösterecek olan unsurların tehciri için çalışır. Aynı bağlamda istatistik kurumu ve nüfus daireleri de demografik operasyonlar için kullanılmıştı.

Lozan Antlaşması’ndan sonra Türkiye’de yaşayan 1 milyon 200 bin Rum ile Yunanistan’da yaşayan 400 bin Türk resmen takas edilmiş, Anadolu’nun Türk ve Müslümanlaşmasına etno dinsel katkıda bulunulmuştu. Bu süre zarfında Anadolu’ya, daha çok da Balkanlar’dan olmak üzere 5 milyon civarında Müslüman nüfus taşınmıştı. Hristiyan ve Musevi halkların yaşadığı kimi bölgelerde yüzde 20-25 oranlarında olan Müslüman nüfus bu demografik serpiştirme ile yüzde 80-90’lara çıkarılmıştı. Böylece Türkiye Cumhuriyeti’nin etnik ve inanç yapısı, tek din, tek dil, tek millet argümanlarıyla mikslenip, Türk olmayanlar, “Türk Milleti” tanımı altında zamana yayılarak eritilmeye başlanmıştı.

Bu iskân süreçlerinde Kürt, Ermeni, Arap, Arnavut, Çingene vd. halkları için talimatnameler yazılıp, iskânın nasıl ve ne şekilde yapılması en ince detayına kadar tarif edilmişti. Öncelikle iskân edilecek “unsurların” yerleşik nüfusun yüzde 10’nunu, hatta yüzde 5’ini geçmeyecek şekilde serpiştirilmesi, Arapların, Kürtlerin, Ermeni, Boşnak ve Arnavutların sınır bölgelerinden uzakta iskân edilmeleri, Kürtlerin ağa, aşiret reisi ve melelerden (din insanları) arındırılıp, yani toplumsal, grupsal liderlerden ayrıştırıp yerleştirilmesi gibi detaylar bile düşünülmüştü.

 

Bir Göçertme Örneği Olarak Sason

Osmanlı’dan Cumhuriyet’e kadar merkezi otoriteye biat etmeyen tüm etnik ve dinsel gruplar baskı altına alınmak ve “etkisizleştirmek” için ya katliama uğratılmış ya da göçertmişti. Kürtler özgünlüğünde konuyu açarsak tekrar; yüzyıl içerisinde, hak alma ve hak isteme temelli sayısız Kürt başkaldırısı olmuş ve ardından büyük nüfus göçleri yaşanmıştı.[8]

Bu bağlamda direniş, katliam ve sürgün mıntıkalarından biri olan Garzan bölgesi de (özelde Sason) önemli bir merkez olarak duruyor tarihin yazıcılığının önünde. Sason (Sasun) ilki 1894 yılında gerçekleşen “Ermeni İsyanı” olmak üzere, 1915 Ermeni Soykırımı ve 1930-1938 yılları arası Kürt hareketlerinin merkezi konumunda olur ve Sason da Dersim gibi kesilip atılması gereken bir “çıban” olarak resmî kayıtlara geçer.

Bu bölgede de askerî harekâtlardan kaynaklı Kürt ve Ermeni nüfus değişimi yüksek olur. Devlet, 1932 yılında Sason ve Mutki bölgelerinde Kürtleri silahsızlandırmak ve sonrasında askerî harekât yapmak için silah toplar ve Kürtleşen Ermenileri de hedef alan bir ölüm ve sürgün siyaseti başlatır. 1935’te başlayan askerî harekât, 1936 yılında da sürer. Bölge 6 Ekim 1936 tarihinde çıkarılan bir kararnameyle “Yasak Mıntıka” kapsamına alınır ve yerleşik halk, her aileden en fazla 4 kişinin birlikte olacağı şekilde Batı illerine göçertilir. Garzan bölgesinden çok kez sürülen halk, 1938 yılında da yine Sason merkezli olmak üzere 1500 kişi batı vilayetlerine sürülür. Sason’da sadece 1938 yılında yapılan askeri harekâtta 801 kişi öldürülür, 3 bin 166 kişi de göçertilir. 1938 yılında Sason nüfusundan toplam 4 bin 118 kişi göçertilmiş, ilçe adeta haritadan silinir.[9] Yerel kaynaklar Bursa, Balıkesir, İzmir, Manisa, Aydın, Isparta, Kütahya, Denizli ve Antalya gibi iller dahil toplam 22 ilde, hala nüfuslarının olduğunu söylüyor.

Yine aynı yıl çıkan başka bir kararnameyle Garzan, Silvan, Kulp, Lice ve Beşiri’den 2 bin 400 kişi Batı Anadolu ve Trakya’ya sürülür. Birinci Dünya Savaşı yıllarında yapılan sürgünlerde aşiret lideri, inanç önderi gibi toplumun “başı” sayılan kişiler sürgün kafilesinden ayrı iskân edilirken, daha sonraki sürgünlerde görüldüğü üzere çekirdek aile bile parçalanacaktı.

Mustafa Kemal, 3 Ocak 1932 yılında imzaladığı bir kararnamede, “Yozgat ve Çorum bölgesinde bulunan Aygar Dağı obalarında oturan 4 bin 875 hayvana malik ve Kürt ırkına mensup 440 nüfus insanın” iskânını onaylar. Görüldüğü gibi 1932 yılında dahi, anayurtlarından binlerce kilometre ötede oturan Kürtlerin, yeniden göçertilmesi için uğraşılmış, Kürt ırkına mensup bu insanların nüfusu Türkleşme paradigması için sorun olarak görülmüş.[10]

19 Haziran 1927 tarihli bir Fransız istihbarat arşiv belgesi, “yeni rejime muhalefet eden” Kürtlerin, Kurdistan’dan Türkiye’nin batı illerine sürülmesi için bir kanun (1097 sayılı) çıkartıldığını rapor etmiş. Ağrı İsyanı’nın olduğu ve Zilan Katliamı’nın da yaşandığı (1926-1930) bu aralıkta çıkarılan kanunun 1. maddesi şöyle: “Doğu sıkıyönetim bölgesinden ve Bayazıt vilayetinden aileleriyle yaklaşık bin 400 kişi, 80 asinin ailelerini ve yine aynı bölgede ‘ağır’ cezalara çarptırılmış kişileri, askeri ve toplumsal sebeplerden dolayı Batı illerine nakletme yetkisine sahiptir.”

 

‘Vatandaş Türkçe Konuş’ Kampanyaları ve Yahudi Göçü

Naci İsmail Pelister, “Habil Âdem” takma ismiyle 1918 yılında yazdığı “Uluslararası Asimilasyon Yöntemleri Muhacirlerin İskânı – Beynelmilel Usûl-ı Temsîl İskân-ı Muhâcirîn” adlı kitapta, sömürgeci devletlerin kolonilerde kullandıkları iskân yöntemlerini önermiş, muhacirleri “vatan harici” ve “vatan dâhili” olarak iki gruba ayırmış “Usul-ı Temsîl – Asimilasyon Yöntemleri” başlığı açarak Anadolu topraklarında yaşayan zengin halk kültürlerini elimine etmenin adeta yol haritasını çıkarmıştı.

1928 yılında başlayan “Vatandaş Türkçe Konuş” kampanyaları İstanbul, İzmir, Edirne gibi “azınlıkların” hala yaşadığı şehirlerde uygulamaya alınmış, 1934 Trakya Olayları olarak bilinen Yahudi pogromundan sonra Kurdistan’a taşınmış ve 1990’lı yıllara kadar da bu asimilasyonist kompozisyon devam etmişti.

Yahudilerin hedef alındığı Trakya Olaylarında, hem Bulgaristan ve Yunanistan sınırında yaşayan ve devlet tarafından “güvenilmez” bulunan Yahudiler göçertilmiş hem de ekonomik varlıkları “millileştirilmiştir.” Devlet bu yolla tıpkı 1942’de çıkardığı Varlık Vergisi’yle anayasal yurttaşlarının mallarına “çökmüştü.” Bu bağlamda Türk milli burjuvazisinin ekseriyeti Ermeni, Süryani, Rum ve Yahudilerin sermayesi ve Kürtlerin ekonomik kaynakları üzerinde bina ettiği söylenebilir. Bugün ekonomik kaynaklarıyla tanınan ve Türkiye’nin “zengin” şehirlerinin ilk sıralarında yer alan Kayseri ve Bursa gibi iller bu yönüyle değerlendirilmeye muhtaçtır.

1915 nüfus verilerine göre, Bursa’da “Gayrı Müslim” nüfusu toplam nüfusun yüzde 84.2’sini oluşturmaktadır. Ama aynı yıl içerisinde bu nüfusun neredeyse tamamı ya pogroma tabi tutularak ya sürgün edilerek ya da mübadele yöntemiyle zorunlu göçe tabi tutulmuştu. Örneğin 1915 yılında, 57 bin 508 kişi olan Bursa Ermenileri nüfusu, aynı yıl içerisinde 522’ye düşmüştü.[11]

İskân Kanunu Madde 9: “Casuslukları sezilenleri sınır boylarında uzaklaştırmağa…” diyerek, Osmanlı İmparatorluğu sınırları içinde olup, Cumhuriyetin periferisinde kalan ve Türk olmayan halklar casuslukla itham edilir. Doğu’da[12] Kürtler hedef alınırken, Batı[13] sınırında Edirne’de yaşayan Yahudi yurttaşlar hedef alınmış görünüyor.

CHF Çanakkale Vekili Yusuf Ziya Gevher, Yahudileri hedef aldığı konuşmasında, “Yahudi Milli Vahdet’in tehlikesi, milli işlerimizin büyük engeli, hadiseli zamanların bir çıbanı olarak önümüze çıkmış” diyor. Dersimli Kürtleri çıban olarak gören devlet aklı Trakya’daki (Çanakkale dahil) Yahudi yurttaşlara da aynı muameleyi reva görüyordu. Trakya olaylarından sonra sadece Edirne’den 3 binden fazla Musevi yurttaş, mallarını yok pahasına Müslümanlara satmış, yurtlarını terk etmek zorunda kalmıştı.[14]

 

Göç ve Asimilasyon Devam Ediyor

Balkan Harbi yenilgisinden sonra yönlerini Anadolu’ya çeviren İttihatçılar, Osmanlı İmparatorluğu’nun daralan sınırları içerisinde, yani Edirne’den Ağrı Dağı ve Musul’a kadar olan bölgede bir ulus devlet yapma organizasyonuna girdiler. 1900’lü yılların başına gelindiğinde, kalan nüfusu 18 milyon civarında olan Osmanlı İmparatorluğu yaşadığı Birinci Dünya Savaşı’ndan yaklaşık 3 milyon kayıp vermişti. İttihatçılar kalan nüfusu da yeni bir devlet için harmanlama yoluna gitmiş ve büyük göç, göçertme hareketleri yaşanmıştı. Bu süre zarfında nüfusun üçte birinin yer değiştirdiği varsayılıyor. Yani büyük savaş ve ulus devlet yaratma maksatlı başlatılan demografik operasyon sonucu nüfusun yarıdan fazlası yer değiştirmişti.

Jön Türkler ve onların politik mirasçıları; Ermeni, Rum ve Yahudi halkları büyük oranda göçertip, yerine Türk-İslam unsurları yerleştirdi. Ancak Kürtlere uygulanan sosyal, siyasal, fiziksel her türlü “derin” program akim kaldı. 1921 Koçgiri Hareketi ile 1938 Dersim Soykırımı arasında irili ufaklı çok sayıda Kürt ulusal hareketi mücadelesi yaşandı. Dersim’den, devletin 29 isyan dediği PKK hareketine kadar geçen kırk yıl boyunca Kürt sosyolojisi çeşitli baskı araçlarıyla ezildi. Akabinde 1993-1994 yıllarında 3 bin 500-4 bin civarında Kürt köyü boşaltılıp yüzbinlerce Kürt yurtlarından göçertildi. 2015 yılında ifşa olan ve Eylül 2014 yılında, Kamu Güvenliği Müsteşarlığı tarafından yazıldığı (43 sayfa) söylenen “Çöktürme Eylem Planı” da “JİTEM ve Ergenekon’dan oluşturulan savaş timlerinin Kürt kentlerini geri dönülmez şekilde bombalamasını,15-20 bin insanın öldürülmesini ve 300 bin civarında insanın göçertilmesini” hedeflemesine; “Özyönetim Direnişleri” olarak bilinen süreçte Şırnak, Cizre, Nusaybin, Sur’da mahallerin uçaklarla dahi bombalanmasına, bu süre zarfında da nüfusun göçertilmesine rağmen Kürtleri “teslim” alamadı. Kürtler göçtükleri kentlerde örgütlendiler ve hala geleceklerini kendi elleriyle kurmak için mücadele ediyorlar.

 

[1] Aktaran Emine Özcan: Tarihte Kürtler ve Türkler Sempozyumu, 2014.
[2] Ko-Kur: Kürtçe; Dağ, İstan-Stan: Sanskritçe; Yer, toprak.
[3] Necip Mansız: Bir Ortaçağ Müellifinin Gözüyle Kürtler ve Yaşadıkları Bölgeler İbnu’l Esir -1160-1233, 2020.
[4] Fuat Dündar: İttihat ve Terakki’nin Müslümanları İskanı Politikası, 2001.
[5] Fuat Dündar: Modern Türkiye’nin Şifresi, 2008.
[6] Muş Vekli Keğam Garabedyan, 15 Haziran 1909 yılında İçişleri Bakanlığına çektiği telgrafta, Muş’ta çeşitli baskılardan dolayı göçen, ziraat amaçlı kullanılan Ermeni mallarının gasp edildiğini, bir kısmına da ‘Çerkes muhacirler tarafından zapt edildiğini’ bildirir. Görüldüğü gibi henüz soykırım ve tehcir yapılmadan önce Ermeni mallarına el konulmuş. Bkz. Sedat Ulugana: Kürt Ermeni Coğrafyasının Sosyopolitik Dönüşümü, 1908-1914, 2022.
[7] İsmail Beşikçi: Kürtlerin Mecburi İskânı, 1991.
[8] 1921 Koçgiri Hareketi ile başlayan Kürt direnişi 1925 Şeyh Said Hareketi, 1926-1930 Ağrı Dağı bölgesi başkaldırıları ve Zilan Katliamı, Sason  (çok kez), Nehri, Milli, Hazro, Mutki, Tendürek, Reşkotan, Raman, Broyê Heskê Têli, Beşiri, Bişarê Çeto, Savur, Oramar, Kocan (Çemişgezek), Pülümür direnişleri ve Dersim Soykırımı ile sürdü. Kürtler her katliam ve sürgünden sonra tekrar toparlanıp, tekrar direnişe geçti ve devletin tabiriyle ‘29. Kürt İsyanı’ olan PKK ile ‘isyan’ süreci günümüze taşındı.
[9] Nevzat Onaran: Devletin Dâhili Harbi / Koçgiri-Pontos-Trakya-Sasun-Dersim, 2021.
[10] Mustafa Kemal belgesi: Nesimi Aday, kişisel arşiv.
[11] Fuat Dündar: Modern Türkiye’nin Şifresi, 2008.
[12] Ermeniler 1915’te katledip, kalanların büyük kısmını Tehcir Kanunuyla sınır dışına çıkardıkları için.
[13] Rumlar 1923’te mübadil edildiği için, azınlığın azınlığına dönmüş ve kalanlar da 6-7 Eylül 1955’te göçertilmişti.
[14] İlkay Öz: Mülksüzleştirme ve Türkleştirme; Edirne Örneği, 2020
Bunları da beğenebilirsin

Yoruma kapalı.