Düşünce ve Kuram Dergisi

İnsan Yaşamı, Hakikat Algısı Gelişkin Olanlar İçin Tam Bir Mucizedir

Abdullah Öcalan

Osmanlı imparatorluğu döneminde esas olarak Kürt beyliklerini iç işlerinde serbest ve babadan oğula geçen hükümetler biçiminde tanımaya dayalı statü; 19. Yüzyıla kadar devam eder. Bu, imparatorluk bünyesindeki egemen sınıflar içinde en gelişkin statü olarak görülebilir. Sultanların, bu ilişkiyi stratejik düzeyde değerlendirdikleri, birçok fermanda açıkça görülmektedir. Bizzat kendilerinin tesis ettikleri ve ‘Kürdistan eyaleti, hükümetleri ve beylikleri’ biçiminde kavramlarla resmiyet kazandırdıkları Kürt ilişkileri, bir nevi ayrıcalık taşımaktadır. Bunda, Kürtlerin aşiret ve kavim olarak güçlü bir biçimde yerleştikleri coğrafyanın rolü ve Ortadoğu’daki hükümranlık için taşıdıkları stratejik önem baş neden sayılmaktadır. Kürt beylikleriyle uzlaşmadan, İran ve Arabistan feodalleri karşısında üstün duruma geçmeleri pek olanaklı olmamaktadır. Türk sultanları, bu gerçeğin derin bilincindedirler. Kürt beylikleri de bu stratejik ihtiyacı iyi değerlendirerek, imparatorluğun en güçlü otonomilerini kurmuşlardır. Kürt otonomiciliği; feodal dönemin tipik statüsü, bir nevi çözüm yolu olmaktadır.

19. Yüzyılın başından itibaren Avrupa sömürgeciliğinin Ortadoğu’da etkili olmaya başlaması, Kürt-Türk ilişkilerindeki bu statüyü sarsar. Başta İngiltere olmak üzere, öne çıkan sömürgeci kapitalist devletlerin, Ortadoğu’da Hıristiyan azınlıklara sahip çıkmak ve Osmanlı Sultanlığını Rus yayılmacılığına karşı korumak biçiminde gelişen politikalarında; Kürtleri tecrit etme ve koz olarak kullanma biçiminde tehlikeli bir eğilim gelişir. İngiltere’nin ahlaki hiçbir temeli olmayan böl-yönet politikasının bir uygulaması olarak, çok tehlikeli bir rol oynar. Etkili olmak için tüm güçlerle oynama, katliamların gerçek nedenidir. Böylece yüzyıllarca az-çok geçerli olan Osmanlı barışı bozulur ve kavimlerin birbirlerini yeme dönemi başlar. Kapitalist sömürgeciliğe dayalı milliyetçilik, boğazlaşma ve parçalanma dönemi olarak tarihte yerini alır. Kürt-Türk ilişkilerinde bu süreci, sorunların doğduğu ve geliştiği dönem olarak esas almak gerekir.

1920’lerden sonra Türk egemenlerinin Ortadoğu üzerindeki geleneksel hâkimiyet emellerinin önüne geçmek için ustalıklı bir Minimalist Cumhuriyet Projesi hayata geçirildi. İngiltere, İsrail ve ABD hegemonyası için gerekli altyapının ilk harcı, Türkiye Cumhuriyeti’nin oluşumu çerçevesinde atıldı. Türkiye Cumhuriyeti, Türk bürokratik burjuvalarıyla Yahudi ve İngiliz burjuvazisinin Anadolu ve Mezopotamya toprakları üzerinde uzlaşmaları sonucunda oluşturuldu. Uzlaşmada her üç ortak da eşit güçte hareket etti. Cumhuriyet’in temelindeki bu üçlü uzlaşmayı kavramadan, daha sonraki gelişmeleri çözümleyemeyiz. 1926’da Musul-Kerkük’ün İngilizlere bırakılması, 1938’de Hatay’ın alınması, 27 Mayıs 1960 darbesi, 12 Mart 1971 muhtırası, 1980 askeri darbe rejimi, 1993’te Turgut Özal’ın tasfiyesi, 1997-1998’de postmodern darbe süreci, 2002’de Bülent Ecevit Kabinesinin düşürülüşü ve AKP’nin iktidara getirilişi, bu üçlü koalisyonun sonucu olarak düşünülürse, Türkiye Cumhuriyeti’ndeki önemli gelişmeler daha doğru anlaşılır.

 

Sahte ve İnkarıcı İdeolojik İnşa Yapıldı

Bu kısa tarihi hatırlatmamın nedeni, bana uygulanan komplonun, Türkiye Cumhuriyeti’ne biçilen rolün sarsılmasıyla olan bağlantısından kaynaklandığını belirtmektir. Rolü, işlevi, içeriği ve Ortadoğu’daki konumu katı anti-İslâm, anti-Kürt ve anti-komünist temelde programlanmış minimalist bu Cumhuriyet’i, kim sarsar ve çizgisinden saptırırsa düşman bellenecek ve imhasından çekinilmeyecektir. Kim bu programı aşarsa ezilecektir. Kürt direncinin kırılması, muhalefetin tasfiyesi, NATO’ya girilmesi, Gladio’nun darbelerle inisiyatifi eline alması, idamlar, suikastlar ve devrimci harekete yönelik provokasyonlar, bu program gereği gerçekleştirilmiştir. PKK’nin 1985’te Almanya tarafından başlatılan anti-terör kampanyasının hedefi olması, 1990’ların başlarında Genelkurmay Başkanı Doğan Güreş’in “PKK ve Kürt Hareketini ezmek için Londra bize yeşil ışık yaktı” demesi, Turgut Özal’ın Kürt-Türk ilişkilerini barış içinde adilce yeniden düzenlemeye niyet etmesiyle birlikte tasfiye edilmesi, 1993 sonrasında Kürtlere yönelik olarak geliştirilen topyekûn imha seferleri, Güneyli Kürt örgütleri ile ortaklaşa operasyonlar düzenlenmesi, Necmettin Erbakan’ın başbakanlıktan düşürülmesi, Genelkurmay Başkanlığı’nı devralması beklenen Hüseyin Kıvrıkoğlu’na suikast düzenlenmesi, 1998’de bana yönelik komplo sürecinin yeni bir aşamasının fiilen başlatılması, Gladio inisiyatifinde bu program (üçlü koalisyonun oluşturduğu minimalist Cumhuriyet) doğrultusundaki uygulamalardır. Avrupa’ya ilk çıktığımda, beni hemen ‘persona non grata’ (istenmeyen kişi) ilan eden İngiltere, yine bu programın gereğini yapmaktaydı. ABD Başkanı Clinton’ın Özel Danışmanı Blinken’in, benim özel olarak Başkan Clinton’ın emriyle derdest edildiğimi açıklaması, Avrupa hava sahasının, bindiğim uçağa kapatılması, İsrail’in beni Moskova’dan Kenya’ya kadar yoğun biçimde takip etmesi, İmralı’da karşılaştığım birçok uygulama, hep aynı program kapsamında gerçekleştirildi. İmralı’daki yargılanma mizanseni, tecrit koşulları, idam cezasıyla verilen gözdağı, psikolojik savaşlar ve AİHM’nin komployu meşru kabul etmesi, Türkiye Cumhuriyeti’nin gerçek kurucuları ve koruyucularının kimler olduklarını gittikçe netleşen biçimde gösterdi.

Modern Türklük İdeolojisi, bütün sağ, sol ve merkez unsurlarıyla birlikte homojen bir Türklüğü, tarih ve toplum bilincini, kutsal ve değişmez görüş olarak paylaşırlar. Geleneksel ümmet anlayışını kısmen laik milliyetçiliğe, kısmen de Türk-İslâm Sentezciliğine dönüştürerek, ikame ederek, sahte ve inkârcı yanı ağır basan bir ideoloji inşa ettiler. Modern Türk İdeolojisinde Türklük, baştan beri homojen ve cihangir bir ulustur! Hep bağımsız ve hür yaşamıştır! Hiçbir ittifaka dayanmadan, tek başına cihana hükmetme peşinde koşmuş ve uzun süreler hep hükmetmiştir! Toplumsal yapısı bölünme kabul etmez bir bütündür! Ordu-millettir! Askerliği en yüce değer kabul eden toplumdur! Saf ırktan teşekkül etmiştir! Aslında yabancı özellikle Yahudi Siyonist ideologlarca Jön Türk adı altında inşa edilen bu ideolojinin, tarihsel-toplumsal gerçeklik olarak Türk Toplum Kültürüyle ilişkisi yoktur veya bu gerçeklik esas alınmamıştır. Mitolojik bir ifade tarzıdır.

Türklük maskesi altında inşa edilen katı sınıf diktatörlüğü, daha doğrusu Modernist Unsur Tekelciliğidir. Proto-İsrail olarak tasarlanıp inşa edilmiştir. Dolayısıyla modern koşullar içinde oluşan ve ötekileştirilen diğer kültürler ve sosyal entiteler üzerinde hegemonik rol oynamıştır. Gerek ideolojik gerekse askeri hegemonya altında çarpık, inkârcı ve asimile edilmiş bir oluşum bütünlüğü söz konusudur. Tarih ve toplum bilincinin hakikati yerine bu yapay, inkârcı, asimilasyonist ve imhacı ideolojiden payını alan tüm sağ, sol ve merkez görüşler, tekçi, kendini beğenmiş ve ötekileştirici şoven rolü oynamaktan ve aynı rolü paylaşmaktan geri kalmazlar. Daha da vahimi, resmi ideoloji payesine yükseltildiği, anaokulundan akademik seviyeye kadar zorunlu olarak herkese empoze edildiği için etkisi dışında kalmak, çok zordur. Memur olma, iş bulma ve kredi almanın, kısacası devlet nezdinde ve hâkim sınıf bloğunca yararlı kabul edilmenin temel şartı haline getirilmesi de buna eklendiğinde, paylaşmamak çok zordur. Düzene muhalif güçlerin, tek başlarına ve tecrit edilmiş olarak kalmalarının, dostluk ve ittifak geliştirememelerinin temelinde, inşa edilmiş bu gerçeklik yatar.

Başta ABD, İngiltere ve Almanya olmak üzere dış hegemonik güçlerin yoğun desteği karşılığında, ekonomik olarak Küresel Finans Sistemine teslim olma, bölgesel politikalarına tam destek verme, askeri alanda NATO Gizli Ordusu Gladio’nun Türkiye bölümünün büyüyerek savaşta kullanılmasına onay verme temelinde sürdürülen özel savaşta, bir avuç hain ve işbirlikçi dışında, Varlık ve Özgürlük Savaşındaki Kürtler yalnız bırakılmış ve tecrit edilmiştir. Kürt ulus-devletçiği de, hep potansiyel halde yedekte tutulmakta, ha kuruldu ha kurulacak denilerek hem bölge ulus-devletleri kontrol ve terbiye edilmekte hem de kendi öz güçlerine dayanmak yerine, dış hegemonik güçlerden kaynaklı olası bir oluşum umuduna kilitlenen Kürtlerin, varlıklarını koruma ve özgürlüklerini geliştirme hareketleri felç edilmektedir. Bu temelde özgüvenden yoksun kılınmakta, hep dış güçlere bağlanmak zorunda bırakılmakta, böylece âdeta her an katliamlara tabi tutulabilecek bir statüye mahkûm edilerek efendilerinin sadık kulları ve bendeleri haline getirilmektedir. Onların şahsında aynı oyun, tüm Kürtler üzerinde oynanmaktadır. Bu oyunu bozmaya çalışan gerçek yurtsever, ulusal, demokratik ve devrimci hareketler, kolayca tecrit edilerek; Kürtleri tehlikeye atmakla (bu aslında kendilerinin çok iyi oynadıkları bir oyundur), diplomasiyi (efendilerine bağlılık) bilmemekle, Kürtleri bölmekle (Kürdistan’ı ve Kürtleri canevinden bölen sınırları yine kendileri baş görevleri olarak meşrulaştırmaktadır) ve dünya dengesini (hegemonik güçlerin yarattığı statüyü korumak) hesaba katmamakla suçlanırlar. Sürekli Kürt halkının kendi başına hiçbir şey yapamayacağının (yani hegemonik güçlerin lütfettikleriyle yetinilmesi gerektiğinin) teori ve pratiğini yaparak, demokratik, özgür ve eşitlikçi bir toplumun inşa edilmesini imkânsızmış gibi göstermeye çalışırlar.

Gladio Hareketinin bir numarası olarak ABD, baştan itibaren hem 12 Eylül Faşist Darbesinin desteklenmesinde ve tüm demokratik ve sosyalist güçlerin tasfiyesinde hem de bu hareketlerin bir parçası olan Kürt Özgürlük Hareketini tasfiye etmede aktif rol oynadı. 1984’ten sonra uygulanan tüm askeri imha operasyonlarını destekledi. Diplomatik ve politik tecrit uyguladı. ABD ve İngiltere, geleneksel olarak NATO Gladio’su ile Türkiye’yi kontrol ediyorlardı. Esas dayanakları, Gladio’nun varlığıydı. İçte S. Demirel, T. Çiller ve E. İnönü bloğuyla anlaşarak tasfiye planlarının tüm hazırlıklarını tamamladılar.

ANAP içinde de Turgut Özal’ı tecrit ederek iyice yalnızlaştırdılar. Necmettin Erbakan’ın Başbakanlıktan düşürülmesi, Genelkurmay Başkanlığı’nı devralması beklenen Hüseyin Kıvrıkoğlu’na suikast düzenlenmesi de benzer çözüm karşıtı Gladio eylemleriydi. En kapsamlı Gladio eylemi olarak Abdullah Öcalan’ın tasfiye edilmesinde, tüm NATO ve reel sosyalist sistemi kullandı. Sonuç uluslararası İmralı tecrit sistemine alınma oldu.

 

Milyonlarca Kişiyi Daracık Bir Odada Nasıl Tutabilirsiniz!

Kapitalist Dünya Sisteminin özel olarak hazırladığı ve sadece bana uygulanan tecride karşı nasıl direndiğimi ve yalnızlığa nasıl dayandığımı anlatmadım. İmralı, tarihte devletin üst yetkililerine verilen cezaların infaz edildiği bir ada olmakla ünlüdür. İklimi, hem çok nemli hem de serttir. Fiziki olarak insanın bünyesini çökertmeye yatkındır. Kapalı oda tecridi de buna eklenince, bünye üzerindeki yıpratıcı etkisi daha da artar. Ayrıca, yaşlanma sürecinin başlangıcında adaya alındım. Dayatılan mutlak yalnızlığa ve durağanlığa karşı ayakta durmayı, çürümemeyi, zihnim ve iradem belirleyecekti. Şöyle bir düşüncem oluşmuştu: “Milyonlarca kişiyi daracık bir odada nasıl tutabilirsiniz!” Gerçekten Kürt Ulusal Önderliği olarak, zindana giriş koşullarında kendimi, milyonların sentezi haline getirmiş veya getirilmiştim. Halk da böyle algılıyordu. İnsan, ailesinden ve çocuklarından yoksun kalmaya bile hiç dayanamazken, ben, bir daha hiç kavuşmamacasına ölümüne birleşmiş milyonların iradesinden ayrılmaya uzun süre nasıl dayanacaktım! Halktan insanların birkaç satırlık mektupları bile verilmiyordu. Şimdiye kadar, zindandaki yoldaşların büyük kısmı verilmeyen sıkı denetimden geçmiş az sayıdaki mektupları dışında ve birkaç istisna haricinde, dışarıdan hiç mektup almadım. Mektup gönderemedim. Bütün bu hususlar, tecridin yol açtığı durumu kısmen anlaşılır kılabilir. Fakat benim konumumun özgün yönleri vardı. Kürtlere ilişkin birçok ilk’e çıkış yaptıran kişi konumundaydım. Yarım kalan bu çıkışların hepsi, özgür yaşamın olmazsa olmazlarıydı. Halkımızdan herkese, her toplumsal alana ilişkin ilk çıkışı yaptırmış ama hiçbirini güvenilir eller ve koşullara terk edememiştim. Bir aşığı düşünün: Aşkı için ilk çıkışı yapmış ama tam tutuşacakken elleri hep havada kalmış. Benim toplumsal alanlardaki özgürlük çıkışlarım da hep böyle havada kalmıştı. Kendimi, toplumsal özgürlük alanlarında âdeta eritmiş, ‘ben’ diye bir şeyi pek geride bırakmamıştım. Toplumsal açıdan zindan süreci, böylesi bir anda başlamıştı. Aslında dış koşullar, devlet, cezaevi idaresi ve cezaevinin kendisi saraylara özgü bir donanımda olsa dahi, bana özgü tecride nasıl dayanıldığını açıklamaya yetmez. Temel etkenler; koşullarda ve devletin yaklaşımlarında aranmamalıdır. Belirleyici olan, benim kendimi tecrit koşullarına ikna etmemdir. Öyle büyük gerekçelerim olmalıydı ki tecride dayanabileyim, tecritte de olsa büyük bir yaşamın sergilenebileceğini kanıtlayayım. Bu temelde düşününce, öncelikle iki kavramsal gelişmeden bahsetmeliyim.

Birincisi, Kürtlerin toplumsal statüsüne ilişkindi. Şöyle düşünüyordum: Benim özgür yaşamı arzulamam için toplumun, bağlı olduğum toplumun özgür olması gerekirdi. Daha doğrusu bireysel özgürleşme, toplumsuz gerçekleşmezdi. Sosyolojik açıdan birey özgürlüğü, tamı tamına toplumun özgürlük düzeyiyle bağlantılıydı. Bu varsayımı, Kürt toplumuna uygulayınca algılamam oydu ki Kürtlerin yaşamı, etrafına duvar örülmemiş zifiri karanlık bir zindandan farksızdı. Bu algıyı, edebî bir anlatım olarak sunmuyorum, tamamen yaşanan gerçeğin hakikati olarak ifade ediyorum. İkincisi, kavramı tam anlayabilmek için ahlaki bir ilkeye bağlılık ihtiyacı vardır. Kendini, mutlaka bir topluma bağlı olarak yaşanabileceği konusunda bilinçli kılacaksın. Modernitenin yarattığı en önemli bir algı da toplumsal bağlılığı olmadan da kendini yaşatabileceği konusunda bireyi ikna etmesidir. Bu ikna çabası, sahte bir anlatıdır. Öyle bir yaşam yoktur aslında ama imal edilmiş sanal bir gerçeklik olarak kabul ettirilir. Bu ilkeden yoksunluk, ahlâkın çözülmüş olduğunu da ifade eder. Burada hakikatle ahlâk iç içedir. Liberal bireycilik, ancak ahlaki toplumun çözülüşü ve hakikat algısıyla ilişkisinin kesilmesiyle mümkündür. Çağımızda hâkim yaşam biçimi olarak sunulması, doğruluğunu kanıtlamaz. Tıpkı sözcüsü olduğu kapitalist sistemin ancak ahlaki toplumun çözülmesi ve hakikat algısını yitirmesiyle mümkün olması gibi. Kürt olgusu ve sorunu üzerinde yoğunlaşmamın bir sonucu olarak söz konusu yargıya ulaştım. Yaşamımda ikili bir yanı iyi kavramak gerekir. O da Kürtlükten kaçış ve tersine Kürtlüğe yöneliştir. Uygulanan kültürel soykırım gereği, kaçış için koşullar her yerde her an hazır ve nazırdır. Kaçışı daimi teşvik edicidir.

Ahlaki ilke tam da burada devreye girer. Bireysel kurtuluş pahasına kendi toplumundan kaçış, ne derecede doğru veya iyidir? Üniversitenin son sınıfına kadar gelebilmek, aslında o dönemde bireysel kurtuluşumun da garantiye alındığı anlamına geliyordu. Tam da bu dönemde Kürtlüğe yönelişin başlaması veya kesinleşmesi, ahlaki ilkeye dönüşü ifade ediyordu. Sosyalist anlamda bu toplum, Kürt olmayıp başka bir toplum da olabilirdi. Yine de bir toplumsal olguya mutlaka bağlanmalısın ki, ahlâklı bir birey olabilesin. Benim ahlâksız bir birey olamayacağım açığa çıkıyordu. Burada ahlâk kavramını, Etik yani Ahlâk Teorisi anlamında kullanıyorum. Yoksa ilkel ahlakçılıktan, örneğin ömrü boyunca herhangi bir aile veya benzer topluluğa bağlı yaşamaktan bahsetmiyorum. Çünkü Kürt olgusuna ve onun sorunsal haline bağlanış, ancak etik olarak ahlâkla mümkündü. Kürtlerin mutlak köle hali (ki, halen öyledir), benim, “Özgür Yaşam mümkünmüş” gibi hayal kurmamı, kesin olarak engelledi. Şuna ikna oldum: Benim, içinde özgür yaşayacağım bir dünyam yoktur! Burada iç ve dış cezaevi arasında epey mukayesede bulundum. Sonuçta, dışarıdaki tutsaklığın, birey için daha tehlikeli olduğunu fark ettim. Bir Kürt bireyin, kendini dışarıda özgür sanarak yaşaması, büyük bir yanılgıdır. Yanılgı ve yalanın egemenliği altında geçecek bir yaşam, kaybedilmiş ve ihanete uğramış bir yaşamdır. Bundan çıkardığım sonuç; dışarıda ancak bir şartla yaşanabileceği, onun da günün yirmidört saatinde Kürtlerin (kapitalizm koşullarında Türk emekçilerinin) Varlık ve Özgürlüğü için savaşım içinde olmakla mümkün olabileceğidir. Ahlâklı ve onurlu bir Kürt için yaşam, kesinlikle günün yirmidört saatinde Varlık ve Özgürlük Savaşçısı olmakla mümkündür. Dışarıdaki yaşamımı bu ilkeye vurduğumda, ahlâklı yaşadığımı kabul ediyordum. Bunun karşılığının ölüm veya cezaevi olması, savaşın doğası gereğidir. Savaşsız bir yaşam, koca bir sahtekârlık ve onursuzluktan ibaret olduğuna göre, ölüme hazır olmak veya cezaevine katlanmak da işin, eylemin doğasında vardır.

Cezaevi koşullarına dayanmamak, yaşam gerekçeme aykırıdır. Mücadeleden, Varlık ve Özgürlük Savaşının her biçiminden nasıl kaçınılamazsa, cezaevinden de kaçınılamaz. Çünkü o da uğruna savaşılan Özgür Yaşamın bir gereğidir. Kürtler söz konusu olduğunda ve sosyalist olduğuna da inandığında, kapitalizmin, liberalizmin veya çarpık bir dinsel fanatizmin buyruğunda değilsen, ahlaki ve etik bir yaşam için savaşmak dışında dışarıda yapacak hiçbir şeyin ve yaşanacak bir dünyan yoktur! Bu kavram ışığında, cezaevindeki arkadaşların yaşamına baktığımda, ciddi yanılgılar içinde olduklarını gördüm. Onlar, dışarıda yaşanacak özgür bir yaşama inandırılmışlar veya kendilerini inandırmışlardı! Zaten sosyolojik olarak çözümlendiğinde anlaşılacaktır ki cezaevlerinin rolü, bireyde yoğun bir Sahte Özgürlük Özlemi yaratmaktır. Modernite koşullarında cezaevleri, özenle bunun için inşa edilmiştir. İnsanlar, cezaevlerinden dışarıya çıktıklarında ya yalan ve sahtekârlıkla yaşamayı kabul etmişlerdir; bu durumda onlardan herhangi bir devrimcilik, ahlaki ve onurlu bir yaşam beklemek beyhude, boş bir beklentidir. Ya da cezaevi pratiğinin verdiği olgunlukla toplumsal mücadelelerini daha da başarıyla yerine getireceklerdir. Cezaevleri, ıslah olma evleri olmayıp, topluma karşı ahlaki ve iradi görevlerin yetkince yerine getirilmesinin de öğrenildiği mekânlardır. Demek istediğim şudur: Toplumsal varlıkları mutlak kölelik içinde olanlar, hatta dağılmayı yaşayanlar için her yer, benzer özellikler taşır. İçerisi kötü dışarısı iyi gibi yersiz ayrımlar, Varlık ve Özgürlük Mücadelesinin asli çabasını değiştirmez. İnsan yaşamı ancak özgür olduğunda anlam taşıdığına göre, özgürlüksüz nerede yaşanırsa yaşansın, orası her zaman karanlık bir zindandır.

İkinci kavram, birincisiyle bağlantı içinde hakikat algısının gelişmesidir. Zindanda tahammül gücünün tek ilacı, hakikat algısını geliştirmektir. Yaşamın geneline ilişkin olarak hakikat algısını güçlü yaşamak, yaşamın en keyifli anına, daha doğrusu yaşamın anlamına erişmektir. İnsanlar, niçin yaşadıklarını doğru kavramışlarsa, herhangi bir yerde yaşamak kendileri için sorun olmaz. Yaşam, sürekli hata ve yalanlar içinde geçerse anlamını yitirir. Böylece Yaşamın Yozlaşması denen olgu ortaya çıkar. Keyifsizlik, rahatsızlık, kavga, küfür, Yoz Yaşamın doğal sonucudur. İnsan yaşamı, hakikat algısı gelişkin olanlar için tam bir mucizedir. Yaşamın kendisi, büyük heyecan ve coşku kaynağıdır. Yaşamda, evrenin anlamı gizlidir. Bu gizi fark ettikçe, zindanda da olsa yaşama katlanmak diye bir sorun olmaz. Zaten zindan, özgürlük içinse, orada büyüyecek olan hakikat algısıdır. Hakikat algısıyla büyüyen yaşam, en zor acıları bile mutluluğa dönüştürebilir. Benim için İmralı Cezaevi, Kürt olgusunu ve sorununu algılamak ve çözüm olanaklarını kurgulamak açısından tam bir Hakikat Savaşı alanına dönüştü. Dışarıda daha çok Söylem ve Eylem geçerliyken, cezaevinde Anlam geçerliydi. Siyaset kavramının kendisini kavramak bile büyük çaba ister; hakikatin güçlü algılanmasını gerektirir. Pozitivist bir dogmatik olduğumun derinliğine farkına varmam, tecritle oldukça ilişkilidir demem mümkündür. Farklı modernite kavramlarını, ulus inşalarının çok çeşitli modellerinin olabileceğini, genelde toplumsal yapılanmaların insan eliyle yaratılmış kurgusal yapılar olduğunu ve esnek bir doğaları bulunduğunu, tecrit koşullarında daha çok idrak ettim. Özellikle ulus-devletçiliği aşmak, benim için çok önemliydi. Bu kavram, benim için uzun süre Marksist-Leninist-Stalinist bir ilkeydi; asla değiştirilmemesi gereken bir dogma niteliğindeydi. Toplumsal Doğa, Uygarlık ve Modernite üzerinde yoğunlaştığımda, bu ilkenin sosyalizmle ilgili olamayacağını, Sınıflı Uygarlığın bir tortusu ve kapitalizm eliyle meşrulaştırılmış azami Toplumsal İktidarcılık olduğunu kavramam önemliydi. Dolayısıyla reddetmekte tereddüt etmedim. Eğer söylendiği gibi gerçekten Bilimsel Sosyalizm olacaksa, bu konuda değişmesi gerekenler reel sosyalizmin ustaları yani Marks, Engels, Lenin, Stalin, Mao ve Castro gibi insanların kendileriydi. Bunların, kapitalist bir kavram olan ulus-devleti sahiplenmeleri, büyük bir hataydı ve sosyalizm davasına büyük zarar vermişti. Reel Sosyalizm, ulus-devlet kavramını aşamadığı ve temel modernite gerçeği olarak kavradığı için başka tür bir ulusçuluğun, örneğin Demokratik Ulusçuluğun olabileceğini hiç düşünememiştik. Ulus dediğin illa devleti olması gereken bir şeydi! Kürtler bir ulus ise, mutlaka bir devletlerinin de olması gerekirdi! Hâlbuki toplumsal olgular üzerinde yoğunlaştıkça, ulusun kendisinin son birkaç yüzyılın en lös gerçeği olduğunu, kapitalizmin güçlü etkisi altında şekillendiğini ve özellikle Ulus-Devlet Modelinin toplumlar için ‘demirden kafes’ olduğunu kavradıkça hem Özgürlük hem de Toplumsallık kavramının daha değerli olduğunu fark etmiştim. Ulus-devletçilik uğruna savaşmanın, kapitalizm için savaşmak olduğunu fark ettikçe, siyaset felsefemde büyük dönüşümler söz konusu oldu. Dar ulusçuluk ve sınıfçılık (ikisi de özünde aynı kapıya götürür) mücadelesi, sonunda kapitalizmi güçlendirmekten öteye sonuç vermiyordu. Bir bakıma Kapitalist Modernitenin kurbanı olduğumu fark ettim. Modernitenin dayattığı sosyal bilgilerin bilim değil çağdaş mitolojiler olduğunu fark ettikçe, tarih ve toplum bilincim daha da derinlik kazandı. Hakikat kavrayışımda tam bir devrim yaşandı. Kapitalist dogmaları yırttıkça, toplumu ve tarihi daha büyük bir zevkle ve hâkikat yüklü olarak tanımaya başladım. Bu dönemde kendime koyduğum ad ‘Hakikat Avcısı’ydı. Kapitalist Modernitenin Kürtlere dayattığı ‘tavşan kaç, tazı tut’ tekerlemesini, anlam itibariyle “Kapitalist Moderniteyi avla” tekerlemesine dönüştürmüştüm. Hakikat algısı, bir bütün olarak geliştiğinde, hangi toplumsal hatta fiziki ve biyolojik alanlara ilişkin düşünürsek düşünelim, eskisiyle kıyaslanmayacak bir anlam üstünlüğü sağlıyordu. Cezaevi koşullarında istediğim kadar günlük hakikat devrimlerini yapabilirdim. Bunun verdiği direnme gücünü, başka hiçbir şeyin veremeyeceğini belirtmem gereksiz kalacaktır.

 

Türkiye Halkına ve Sorumlu Yöneticilerine;   

Denizlerin, Mahirlerin anısına ve mücadelelerine bağlılığın bir gereği olarak Türkiye halkına ve sorumlu yöneticilerine bu mektubu yazıyorum. Denizlerin idam sehpasında söyledikleri son sözleri bizim mücadelemizin de özünü oluşturmaktadır. Türk ve Kürt halkının kardeşliğini esas alarak, Türk halkının en değerli evlatları olan mücadele arkadaşlarımla birlikte yola çıktık. Mücadele gerekçemiz ve çıkışımızın özünde kardeşlik ve onurlu, özgür birliktelik yer almaktadır. İmralı tek kişilik ada cezaevinin ağır tecrit koşullarında da ilk çıkışımızın özüne bağlı kalarak barış ve demokratik çözümü geliştiriyor ve savunuyorum.

Savunmalarımda demokratik çözüm ve barış çizgisini ortaya koydum. Soruşturma sürecinde bile Türkiye çözümünden yana olduğumu söyledim. Bir kez daha tek cümle ile Kürtlerin asgari taleplerini belirtiyorum. Demokratik Cumhuriyet içinde Kürt varlığının korunması, Kürt kültür varlığının korunması ve özgürlüğünün tanınması, özgürlüklerinin önündeki yasal engellerin kaldırılması, cumhuriyetin sağlam bir halk gücü haline getirilmesi ve bunun demokratik cumhuriyet temelinde yaratılması.. Biz özgürce birlikte yaşamaya mahkûmuz. Kürt Türk’e, Türk Kürde muhtaçtır. Demokratik uzlaşı ve barış yolu Kürt’ten çok Türk’e lazımdır. Türkiye’de doğru ve ciddi bir liderliğin olmamasını önemli bir sorun olarak görüyorum, Türkiye’nin buna ihtiyacı var. Bunun için blok tarzı siyasal birlikteliklerin gelişebileceğini düşünüyorum. Demokratik Cumhuriyet temelinde birlik-bütünlük istiyoruz. Türkiye halkı şunu bilmelidir ki dışa karşı hep Türkiye’nin yanındayız. İçte ise özgür birliktelik diyoruz. Özgürlüğü yaşamımın temel felsefesi ve vazgeçilmez öğesi olarak alıyorum. Bu nedenle hep ‘Ya Özgür Yaşam Ya Hiç Yaşamamak’ diyorum. Bu mesajımı Denizlerin, Mahirlerin, Hakilerin, Kemallerin ve İbrahimlerin şahsında Türkiyeli Devrimcilerin anısına adıyorum. Bu coğrafyada bin yıldır birlikte yaşayan, tarihin derinliklerinde bütün zor dönemleri birlikte aşmış, cumhuriyeti birlikte kurmuş iki kardeş halkın onurlu, özgür ve demokratik birliğinin yaratılacağına olan inancımla sizleri selamlıyorum.

 

Değerli Kürdistan Halkına;

Tek kişilik İmralı Cezaevinin ağır tecrit koşulları altında halkım için daha büyük işler yapamamanın üzüntüsünü taşıyorum. Keşke daha fazla imkânım olsaydı da halkım için daha büyük işler yapabilseydim. Yine de tüm gücümle, halkıma olan bağlılığımın gereği olarak uzun yıllardır verilen büyük mücadeleyi barış ve demokrasi ile sonuca ulaştırma konusunda çabamı derinleştirmeye çalışıyorum.

Hepinizin bildiği gibi komplocular benim şahsımda bütün halkımızın geleceğini ve özgürlüğünü imha etmeyi esas almışlardı. Burada şunu çok iyi kavramak gerekir: Komployu boşa çıkarmanın, acılarımıza son vermenin bir yolu olarak bilinen barış tavrımı ortaya koydum. Bunu bazı dostlarımız şaşırtıcı buldu ve halkımız adına politika yaptığını söyleyen bazı rantçı çevreler de teslimiyet olarak çarpıtmak istedi. Ancak tüm bu değerlendirmelere rağmen halkımızın beni doğru anladığını biliyorum. Bu tavrım barış için her şeyi göze almaktı. Yıllardır iğne ile kuyu kazarcasına yaratmaya çalıştığımız ve büyük özlemimiz olan barış, demokrasi ve özgürlüğümüze doğru adım adım yürüyoruz. Tavrım büyük bedellerini ödediğiniz acımasız savaşın anlamlı barışını yaratmaktı. Yaratmaya çalıştığımız barış, ilkeli ve onurlu bir barıştır.Kürtlerin Kurtuluş Savaşındaki emeği ve rolü belirleyicidir. Şimdi de cumhuriyetin demokratikleşmesinde emeği belirleyici olacaktır. İnatçı ve anlamlı bir direngenlik içinde olacaksınız. Ölmeyi ve öldürmeyi değil yaşamayı ve yaşatmayı daha anlamlı ve yüce buluyorum. Ne kadar yaşadın, ne kadar yaşattın, ne kadar özgürleştin ne kadar özgürleştirdin? Ne kadar özgür ve güzel yaşadım ve yaşattım demelisiniz. Özgürlüğe kavuştum değil, özgürlük için ne kadar çaba harcadım, özgürlük için ne kadar çaba içerisinde olabilirim demelisiniz. Bilim, siyaset, ahlak, felsefe her şey özgürlüğe hizmet etmelidir.

Ben burada Türkiye’ye de, halkımıza da sahip çıkıyorum. Sizlerin de, örgütlenmeyi her alanda, en küçük birime kadar, derinliğine ve genişliğine sağlamanız gerekiyor. Tuzaklar çok, oyun büyük, halkımız yanılmasın; Türkiye mutlaka değişecektir. Demokratik Türkiye aynı zamanda halkımızın özgürlüğüdür. Şiramız, ‘Demokratik Türkiye, Özgür Kürdistan’dır.

 

 

 

 

Bunları da beğenebilirsin

Yoruma kapalı.