Düşünce ve Kuram Dergisi

Halkların Baharı ve Krizden Çıkış Seçeneği Olarak Rojava

Latif Çetin

“Ortadoğu toplumu için 19. ve 20. yüzyıllar, kapitalist strateji tarafından fethedilmekten ibarettir. Kapitalist Modernite’nin üç mahşeri atlısıyla (finans-kapital, endüstriyalizm, ulus-devlet) bölgeye yüklendiği bu dönem, krizin-çöküşün derinleşmesi dönemidir. Binlerce yıllık uygarlık yapısının çöküşüyle tam bir kuşatılmışlığa alınıyor. Kendi uygarlık artıklarıyla Kapitalist Modernite’nin ittifakı Ortadoğu’ da toplumsal yaşamın bunalımını sürekli derinleştirmiştir. Bunalıma bu niteliğini yaşadığı köklü geçmiş ve Kapitalist Modernite stratejisinin uzun süreli saldırısı vermiştir. Toplumsal öz, varlık olarak paramparça edilirken, anlam ve hakikat olarak da kaotik bir durum yaşanmaktadır.’’
(Abdullah Öcalan)

2010 Yılında Muhammed Buazizi yaşamını seyyar satıcılık yaparak sürdürürken, ülkesi Tunus’ta artan yoksulluğu ve baskıyı protesto etmek amacıyla yapılan yürüyüşte bedenini ateşe verdiğinde Ortadoğu’daki zorba iktidarların yarattığı karanlığı aydınlatan bir meşale olacağının bilincinde olup olmadığını bilmiyoruz. Bildiğimiz tek şey o günden bu güne Ortadoğu ve kuzey Afrika hattında hiçbir şeyin eskisi gibi olmadığıdır. Elbette, tarih bireysel kahramanlıklar üzerinden değerlendirilemez fakat kimi anlar vardır ki sadece küçük bir kıvılcım tarihin beklediği işaret fişeği olabilir. Unutmamak gerekir ki, devenin belini kıran son saman çöpüdür. Birinin krala çıplak olduğunu söylemesi gerekir. Hem kralın çıplak olduğunu görme bilincini hem de bunu söyleme cesaretini birlikte gösterme, var olanın ötesine geçebilmedir. O gün, Tunus’ta bedenini ateşe veren Muhammed Buazizi son yüz yıllık Kapitalist Modernite ile onun yerel işbirlikçilerinin her türlü saldırılarına ‘dur’ demenin zamanının geldiğini Ortadoğu toplumuna dramatik bir şekilde göstermiştir. O bu eylemiyle ‘Hakikate’ ulaşmıştır. “Hakikat uykudaki gerçekliğin uyandırılmış halidir” belirlemesi bu eylemin en yalın anlatımıdır. Akdeniz’in bir sahilinde kanat çırpmaya başlayan kelebeğin yarattığı hakikat rüzgârı Ortadoğu’da esmeye başlamıştır.

Ortadoğu’da kaos aralığından çıkışın arifesi yaşanıyor. Sorun olarak karşımız çıkan yaşamın hangi esaslar üzerinde oluşturulacağı ve bu kaos aralığından hangi yol, yöntem ve araçlarla çıkılacağıdır.

 

Bahar, Çokluğun ve Çeşitliliğin Yaşama Durmasıdır

2010 Yılında başlayan bu süreç ‘Arap Baharı’ olarak tanımlandı. Ancak bu tanımlama Ortadoğu toplumsal gerçekliği karşısında yetersizdir. Ortadoğu’da sadece ‘Arap halkı’ yaşamıyor; Kürtler, Türkler, Farslar, Süryaniler, Ermeniler, Asuriler, Kıptiler gibi daha da sıralayabileceğimiz birçok etnisite ve dini inanç grupları yaşıyor. Doğada bile bahar tek bir çiçek için gelmiyor. Baharla birlikte tüm çiçekler ve ağaçlar açıyor. Arap baharı algısı bile Kapitalist Modernite’nin tekçi ulus zihniyetinin bir yansımasıdır. Dolayısıyla, bu sürece ‘Arap Baharı’ denilerek, konuyu daraltmak yerine Abdullah Öcalan’ın ‘halkların baharı’ tanımlamasını kullanmak sürecin karakterine daha uygun dur. Bu tanımlama sürece evrensel bir karakter de kazandıracaktır. Bu sürecin etkilerinin sadece Ortadoğu’yla sınırlı kalacağını düşünmek yanlıştır. Tarihin bize öğrettiği Ortadoğu’da her dönem gelişen tüm toplumsal siyasal, kültürel hareketlerin etkisinin suya atılan halkalar gibi tüm dünyaya yayıldığıdır. Bir nevi kök hücre görevini yerine getiriyor. Bugüne kadar nasıl ki bu kök hücrenin üzerinde toplumsallık gelişmişse bunda sora da bu kök hücre aynı rolü oynayacaktır. Halkların yaşadığı sorunlar tikel olmayıp evrenseldir. Çünkü Kapitalist Modernite’nin yönelimi de evrenseldir. Dolayısıyla ‘Arap Baharı’ tanımının darlığı, yerelliği çağrıştıran yönü görülerek ‘Halkların Baharı’ tanımını kullanmak daha doğru olanıdır.

5000 yıldır insanlık adeta kışı yaşıyor, buna toplumsal buzul çağı da diyebiliriz. Anacıl doğal toplumlu insanlığın barış, huzur refah içinde yaşadığı büyüleyici ortama önce ziguratların gölgesi düştü. Güneş Ziguratların ardında kaldı. Sonra sömürünün kapkara bulutları gökyüzünü kapladı. Ardından egemenlerin orduları sağanak olup özgür yaşam adına ne varsa üstünü buz gibi yüreği ve aklıyla dondurdu. Toplumsallık 5000 yıldır buz kesmiştir. Zaman zaman bu buz tabakası altında kardelen misali boy veren direnişler olmuştur. Ancak bu kardelenler kendi yalnızlıklarıyla solup gitmiştir. Ama artık bu toplumsal buzul çağının sonuna gelinmiştir. Direnişler yine kardelenler gibi olabilir, lakin bu defa kökleri daha sağlamdır, solup gitmiyorlar ve hatta çoğalıyorlar. Halklar direnişleriyle kendi baharlarını yaratıyorlar. Üstelik bunu toplumsal buzul çağının kendisini hissettirdiği bu topraklarda buzul tabakasının en yeni ve en katı hali olan Kapitalist Modernite’ye karşı yapıyorlar. Halkların baharında doğan güneşin sıcaklığıyla ısınırken…

 

Doğunun Aydınlığında Yürüyen Batı

Genelde tarih anlatımlarında Doğu-Batı karşıtlığı görürüz. Oysa resmi tarih okuyuculuğunun dışına çıktığımızda Doğu-Batı karşıtlığı yerine diyalektik gelişimin farkına varırız. Yapılan arkeolojik, sosyolojik, antropolojik vb. bilimsel araştırmalarda toplumsallığa analık yapanın Doğu olduğu ortaya çıkmıştır. Dicle, Fırat, Nil ve Pencap gibi nehir havzalarında oluşan habitat bu gerçekliği göstermektedir. Hiç kuşkusuz batı medeniyetinin kendi özgünlükleri vardır. Fakat, derinlikli bakıldığında her ikisi de, özgünlükleri karşıtlıklar üzerinden değil, aksine birbirini besler, etkiler ve etkilenen tarzdadır. Oryantalist bakış açısı toplumlar arası yapay uçurumun nedenlerindendir.

Batı’nın doğuya olan ilgisi Kapitalist Modernite’nin çok öncesine dayanır. Batı’dan Doğu’ya Akaların Truva’ya karşı yaptığı sefer iyi bir örnektir. Truvaverimli hilalin birikimlerinin toplandığı en uç noktadır. Batıdan doğuya yapılan ilk sistemli yönelim ise İskender’in seferidir. Genç İskender’in akıl hocası Aristo cihan hükümdarlığı için Doğunun fethinin gerekli olduğunu düşünüyordu. Ancak hesaba katmadıkları yaşlı doğunun güçlü tarihi-kültürel birikimiydi. Bundan dolayı askeri zaferlere rağmen İskender trajik sonu yaşadı. Aynı akıbet İskender sonrası batılı diğer imparatorluklar için de söz konusudur. Askeri işgalciler tüm heybetlerine rağmen bu topraklarda kök salmış kültürel yaşam karşısında uzun ömürlü olmamıştır, olamıyor.

Batının son iki yüzyıllık Ortadoğu’ya yönelimi 1782’de Britanya ve 1798’de Napolyon’un Fransız hükümeti tarafından Ortadoğu’ya sefere göndermesiyle canlanmıştır. Napolyon’dan adeta ikinci bir İskender olması istenmiş, önce Mısır’ı sonra Suriye ve Irak’ı, eğer yapabilirse Hindistan’ı da Britanyalılardan geri almasını önüne hedef olarak koymuşlar. Napolyon’un kişilik özellikleri bu tip bir maceraya uygundur. Fransız hükümeti bu seferden her halükarda kazançlıydı. Çünkü bu seferle hem Ortadoğu’ya açılacak hem de hırslı genç bir subay olan Napolyon’u ülkeden uzak tutacaktır. Napolyon bu sefere çıktığında Mısır Osmanlı’ya bağlıydı. Osmanlılar da her ne kadar Müslüman olsalar da Ortadoğu coğrafyasında fazla sevilmiyordu. Mısır uygarlığının tarihsel geçmişi hem Osmanlı’ ya hem de Avrupa’ya göre daha eski ve daha güçlüydü. Coğrafik olarak Süveyş kanalının Osmanlı’nın topraklarında bulunması onu stratejik bir konuma getiriyordu. Mısır’ı eline geçirecek batı büyük Suriye’ye ve Hindistan’a açılacak kapılarını ele geçirmiş oluyordu. Aslında 19. ve 20. Yüzyıllarda, Fransa’nın İngiltere’nin, Rusya’ nın, ABD’nin ve İtalya’nın temel hedefleri Doğu Akdeniz’i ele geçirmekti. Doğu Akdeniz demek Ortadoğu’ya Asya’ya ve Afrika’ya açılmak demekti. Bu da doğunun zenginliklerine sahip olmak anlamına geliyordu. Braudel’ in “Akdeniz” kitabında buranın tarihsel öneminin altını çizmesinin nedeni budur.

Napolyon Mısır’ı işgal ederken en dikkat çekici olan nokta kendisiyle birlikte 167 bilim insanını ve araştırmacıyı götürmesidir. Bu da amacının salt bir askeri işgal olmayıp Mısır’ı her yönüyle tanıma ve işgali toplumsal boyutta da sürdürme eğilimini gösteriyor. Kapitalist modernite işgaller artık salt askeri boyutlu olmayıp her alanda olmuştur. Milliyetçilik, krizi süreklileştiren tohum olarak ekildi.

19.yüzyılın sonları ve 20. yüzyılın başlarında batılı ajanların(casusların)çeşitli kimliklerle (araştırmacı v.b.)Ortadoğu’da yoğun bir faaliyet içinde oldukları bilinmektedir. Bu faaliyetlerle birlikte, bir yandan toplumun önde gelenleri işbirlikçi bir kesim yaratmaya, diğer yandan halkların sosyal-kültürel yapılarını tanımaya çalışmışlardır. Ortadoğu halkları üzerinde etkin olma amacıyla 1830’lu yıllarda o günün büyük Suriye’si olarak bilinen bugünün İsrail’ini, Ürdün’ünü, Filistin’ini ve Lübnan’ını kapsayan topraklarda İngiliz, Rus, Amerikan, ve Fransız misyonerler Müslüman olmayan halkları da dikkate alarak okullar bile açmışlardır. Hem bu okullar hem de Avrupa’ya giden aydınlar, jön Türklerle birlikte Ortadoğu’da milliyetçiliğin geliştiğini görüyoruz. Arap milliyetçiliği burada özellikle önemlidir. Arap milliyetçiliği özünde Arapça konuşan herkesi tek bir çatı altında toplamaktır. Böylesi bir çatı altında yan yana gelmiş Arap birlikteliği her açıdan uluslararası güçlerin aleyhineydi. Onların amacı Araplar arsasında milliyetçiliği geliştirirken, Arapları Osmanlı imparatorluğunun boyunduruğu altından çıkarıp kendi sömürgeleri yapmaktı. Böylesi bir makro milliyetçilik tüm hesapları alt üst edecekti. Bunun için böl-yönet politikasıyla mikro-milliyetçiliği geliştirmeye uğraşmışlar ve bunda da başarılı da olmuşlardır. Arapları birinci emperyalist paylaşım savaşı sonrasında 22 devlete bölerek neredeyse her aşirete bir devlet tahsis etmişlerdir. İlk yıllarda bu devletler genellikle İngiliz ve Fransız mandalarıdırlar. Elbette Avrupalıların Ortadoğu’ ya olan bu ilgilerinin altında yatan en önemli faktör Ortadoğu’da bulunan zengin petrol yataklarıdır. 20. Yüzyılın başlarında petrol şirketleri harıl harıl petrol aramaktadır. Bu zengin petrol yataklarına sahip olmak için tüm diplomatik asker güçlerini kullanmışlardır. Kürtler açısından MusulKerkük meselesinde dönen oyunlar, petrole sahip olmak için nelerin yapıldığının görünmesi açısından iyi bir örnektir. Zengin petrol yatakları üzerinde söz sahibi olma isteği günümüze kadar Ortadoğu’da yaşanan bu kaotik ortamın bir nedenidir.

İkinci emperyalist paylaşım savaşından sonra yeni tip sömürgecilikle manda yönetimlerinden vazgeçildi. Bu yeni tarz sömürgecilik, işbirlikçi yönetimler eliyle devletler üzerinde etkili oluyordu. Oluşan devletler kapitalizmin üç sacayağı üzerinde şekillenmiştir. Yani finans-kapitalden yanaydılar, ulus-devletçiydiler ve endüstriyalizme dayanıyorlardı. Bu süreçte Ortadoğu’ da dengeleri en çok etkileyen 1948’de kurulan İsrail devletidir. Anti-semitizm ve Siyonizm uçlarında seyreden yaklaşımlar toplumlar arasında gerginliğin, çatışmanın nedenidir. Soğuk savaş döneminde İsrail-Arap savaşları, aslında uluslararası güçlerin bunlar üzerinde verdikleri savaştır. 1950’li yıllardan sonra Ortadoğu devletlerinde bir kimlik arayışı görmekteyiz. Devletlerin uluslaşma süreçlerini geç yaşamaları, devlet yönetim geleneklerinin olmaması ve genelde uluslararası güçlerin onları bir nevi kukla gibi kullanmaları, Arap hareketlerinin kurumsallaşmalarının da gel-gitler şeklinde olmasına yol açmıştır. Birçoğunda birkaç kez darbe olması oturmamış demokrasilerin göstergesidir. Bu devletlerin oluşumundaki mezhepsel referans da dikkat çekicidir. Sünni-Şii ayrımına göre oluşan devletler arasında çatışma ve gerginlik halen sürmektedir.

Ulus-devletin tekçi zihniyetinin mezhepsel tiplemesi faşizmin habercisidir. Ortadoğu’da uluslararası güçlerin perde arkasında kalarak halkları birbirine kırdırdıklarını biliyoruz. Sürekli değişen dengeler bu boylamda ittifak ilişkilerini doğuruyor. Bu ittifaklar bazen öyle boyutta gelişir ki hiç yan yana gelemezler denilen güçler bile yan yana gelebilmektedirler. Sovyet tınılı Arap sosyalist partisi olan Baas partisi ilk olarak Suriye’de kuruluyor. Adı sosyalist olsa da Baas partisi zihniyeti küçük burjuva arap milliyetçiliğidir. Ortadoğu’daki devlet kimliği bunalımı öyle bir hal alıyor ki 1963 Nisanında Mısır, Suriye ve Irak ortak devlet anlamına gelecek bir bildiri bile yayınlamışlardır. Bu oluşumun bir hedefi de İsrail’di. Ancak

1960’lı-70’li yıllarda daha sonra uzun süre iktidarda kalacak olan diktatörleri görüyoruz. Bunların birçoğu darbeler iktidara gelen subaylardır.1950’lerden sonra Ortadoğu için yapılan “kaynayan kazan” tanımı kesinlikle abartı değildir. Özcesi bu dönem, bölgedeki yerel iktidarlar ile onların arkasındaki uluslararası güçlerin kıyasıya mücadelesiyle geçerken, halkların payına düşen ise ulus-devletlerin mezhepçi, tekçi, inkârcı zihniyeti altında var olan zengin yer altı kaynaklarına rağmen yoksulluk ve sefalet içinde bir yaşam olmuştur. Halklar her geçen gün fakirleşirken, bir avuç elit yönetici ve hanedanlıklar ise Karunvari bir zenginleşmeyi yaşamaktadırlar.

 

Perspektifi Alternatif Modernite Olmayanın Varacağı Yer Yıktığı Yerdir

1990’lı yıllarda Saddam’ı Kuveyt’ten çıkarmak amacıyla Ortadoğu’ya yapılan batı eksenli müdahale büyük Ortadoğu Projesinin (BOP) ilk adımıdır. BOP’ un ikinci hamlesiyse ABD’de yapılan 2001 11 Eylül tarihli ElKaide saldırıları (bu olaya uluslararası komplo diyenler de var)başlamıştır. Çünkü bu saldırılardan hemen sonra, başını ABD’nin çektiği güçlerin askeri müdahaleleri başlamıştır. Bu müdahalenin ilki Taliban rejimli Afganistan’a yapılmıştır. Oysa Ortadoğu’daki radikal İslamin uluslararası gericiliğin yeşil kuşak projesi tarafından ABD patentli bir oluşum olduğunu herkes bilmekte. Dolayısıyla “radikal İslam’a savaş açtım” söylemi bir retorik olmanın ötesinde bir şey değil. Sonra Irak’a müdahale edilerek bilinen Saddam’ın idamıyla yaşanan süreç yaşandı.

Saddam’ın da Ortadoğu’da sırtını kime dayayarak güç gösterisinde bulunduğu herkesin malumudur. Aynı Saddam birden şeytan ve düşman ilan edildi. Irak’a müdahaleyle Ortadoğu’da “pandoranın kutusu açıldı” belirlemesinde A.Öcalan bulunmuştur. Yıllar sonra bugün bu belirlemenin haklılığını herkes kabul etmekte. Irak halkının öz gücüne dayanmadan yaşanan iktidar değişikliği bugüne ek gelen etnik ve mezhepsel kanlı bir sürecin yaşanmasına neden oldu.

Kapitalist Modernite’nin yapısal krizi son yıllarda artık sürdürülemez duruma gelmiştir. Ekonomik anlamda bunalımlar neredeyse yıllık bir devre halini almıştır. Başta ABD olmak üzere bir çok büyük ekonomiler palyatif çözümlerle yaşadıkları ekonomik krizleri aşamıyorlar. Avrupa ülkelerinin birçoğunda ekonomik durgunluk yaşanmaktadır. Finans kapitale dayalı ekonomide büyüme imkânsızdır. Borç-kredi batağında ekonomiler yitip gitmekte. İflas eden büyük finans şirketlerini devletler kurtarma operasyonları düzenlemektedir. Bununla o çokça savundukları serbest piyasa kanunlarını da tanımamaktalar. “bırakınız yapsınlar-bırakınız geçsinler” ilkesi gereği yapmayı başaramayanlara “bırakınız batsınlar” diyemiyorlar. Finans şirketlerini kurtarmanın bir kısım bedeli çeşitli vergiler ve haraçlarla halktan karşılanmaya çalışılıyor. Bu uygulamalara karşı ABD ve Avrupa ülkelerinde halklar tepkilerini ortaya koydular. Ancak bunlar ideolojik perspektifli örgütlülükten yoksun oldukları için birer tepki hareketi olmanın ötesine geçemediler. Bu kurtarma operasyonlarının maliyeti büyük bir kısmı yine her zamanki gibi Ortadoğu’daki petrolden daha fazla pay alma ve oluşturulan suni gerginliklerle güvenlik adı altında silah satışı yaparak Ortadoğu halklarına ödetilmeye çalışıyor.

Kapitalist Modernite’nin deyim yerindeyse işbirlikçi iktidarlarla birlikte kanını emmesine artık halkın tahammülü kalmamıştır. Halklar, kendisini dikkate almayan tekçi, otoriter, totaliter ve teokratik yönetimleri kabul etmiyor. Varlık içinde yoksulluğu yaşamak istemiyor. Başlarken belirtiğimiz 2010 yılında Tunus’ta Muhammed Buazizi’nin eylemi bu tepkinin dışa vurumunun işaret fişeği olmuştur. Başta Tunus olmak üzere birçok Ortadoğu ülkesinde halk sokaklara meydanlara döküldü. Bu uluslararası güçlerin beklemediği bir şeydi. İlk etapta süreci fazla ciddiye almadılar. İzlemeyi, anlamayı tercih ettiler. Ancak Tunus’taki iktidar halkın baskısına dayanamadı, çekildi. Bir süre sonra Ocak 2011’de bu defa Mısır halkı Tahrir meydanına döküldü. Mübarek yönetimini artık istemediğini haykırdı. Halkın bu güçlü başkaldırısına hükümet ancak bir iki hafta dayanabildi. Fakat Mısırın durumu özellikle ABD açısından Tunus’la aynı değildi. Mısır ABD’ nin Ortadoğu’daki en önemli müttefiklerinden önde gelenlerdendir. Mısırda kontrolsüz bir iktidar değişimi Ortadoğu politikalarını zora sokabilirdi. Mübarekten sonra iktidara ihvan hareketinin geleceği belliydi. İhvan hareketi 1930 hatta 1960’ların İhvanı değildi. Orta ve küçük burjuva karakterine bürünmüştü. Bu haliyle ABD için Ortadoğu’da ılımlı İslam politikası çerçevesinde değerlendirilebilirdi. Bundan dolayı ordu üzeri yani onu sahneden çekerek İhvan hareketinin iktidara gelmesine göz yumdu. Ancak her iktidarcı anlayış gibi ihvan da iktidarda olunca iktidarcılıkla tüm Mısır’ı kendi tekçi İslami dünya görüşüne göre bir anayasa yaparak yönetmek istedi. Tahrirde özgürlük, adalet, eşitlik isteyen halkın taleplerini görmezden geldi.

Özellikle İslamin, kadını toplumun dışına iten katı yorumlarını anayasaya ekledi 1960’ların Mısırı gibi Arap liderine oynamak istedi. Daha da ayrıntılandırabileceğimiz bu tavırlar Mısır halkı açısından İhvanla Mübarek arasından bir fark olmadığı görüldü. İhvan Mübarek’in İslami versiyonuydu. Yine uluslararası yüzler açısından İslam’ın iktidara bulaşmış her hali totaliter ve otoriter olduğu bir kez daha anlaşılır oldu. Tıpkı Mübarek’e karşı olduğu gibi, İki yıl gibi kısa bir süre sonra Mısır halkı bu defa İhvana karşı alanlara döküldü. İhvan’a muhalefet eden halk özgürlük, eşitlik, adalet diye haykırıyordu. Halkın bu tepkisini gören uluslararası güçler bu defa sürece müdahale ederek ordunun darbe yapmasını sağlamışlardır. Mısır ordusu yıllardır ABD’nin yaptığı karşılıksız yardımlarla ayakta duruyor. ABD’nin bu tip yardımları yaptığı ordular çok azdır. Ülke yönetimini bypass yaparak direk orduya yardımda bulunuyor. Dolayısıyla bu orduyu ABD’den bağımsız düşünmek mümkün değil. Hiç kuşkusuz bu darbeyle bir kez daha özgürlük, eşitlik ve adalet taleplerinin üzeri örtülmüş oldu. Halkın devrimci mücadelesinin önü alındı. Bugün Mısır halkı, Mübarek, Mursi ve Sisi ik tidarlarının kendi iktidarları olmadığını biliyor ama bu durumdan çıkışın yolunu hala bulmuş değil.

Mısır’dan farklı olarak, Libya’da yaşananların özgün yanları var. Libya’daki halkın 30 yıldır İktidarda olan Kaddafi’nin artık değişmesi gerektiğini düşünebilir. Nitekim ilk etapta sosyal medyada örgütlenen küçük grupların etkinlikleri oldu. Ama bu durumdan istifade eden güçler, Afrikalı paralı çeteleri önce devreye sokarak iç savaş görüntüsü verdiler ve hemen ardından tüm uluslararası hukuku hiçe sayarak Libya’ya hava saldırısı başlattılar. Bununla hem Libya’da oluşabilecek bir devrimci mücadelenin önüne geçtiler hem de Kaddafi yönetimini devirerek kendi denetimlerinde bir yönetim oluşturarak Libya petrolünün ve doğal gazının üzerine kondular. Tüm bunları insanlığın gözünün içine bakarak “Libyayı özgürleştiriyoruz ”yalanını atarak yaptılar. Bu müdahale halkları özgürleştirmemiştir. Libya’da siyasal birlik parçalandığından adeta her aşiret kendi bağımsızlığını ilan etmiş durumda. Özgürlük ve eşitlik alanları daralmış durumdadır. Daha düne kadar Kaddafi’yi kendi başkentlerinde el üstünde tutan güçler bu defa da paralı çetelerinin eliyle Kaddafi’yi parçalattılar.

Ortadoğu’daki özgürlük dalgasının Suriye’ye yansıyacağı beklenen bir şeydi. Ancak bunun nasıl olacağı ve BAAS rejiminin tepkisi merak ediliyordu.

ABD’nin şeytan üçlüsünde yer verdiği Suriye’de olayların patlak vermesi için ellerini sıvazlayarak beklediği biliniyor. Suriye’de BAAS partisi azınlık alevi mezhebinin elindeydi. Tüm azınlık iktidarları gibi korkulu dünyasını korkular yaratarak koruyordu. Bu onu faşizme kadar götürdü. Dara kentinde çıkan bir gösteriyi kanlı bir şekilde bastırması herkesin beklediği kanlı süreci başlatmış oldu. Uluslararası güçler ve onların bölgesel temsilcileri Suriye muhalefeti içinde kendi paravan örgütlerini oluşturdular. Bu durum El-Kaide’yi desteğe kadar vardı. BAAS rejimi bildiği tekçi, inkârcı ve gerektiğinde katliamlara varan uygulamalarıyla biliniyor. Ya onun kendisini bu zihniyetten arındırarak demokratikleşesi gerekir, ya da aşılması kaçınılmazdır. Suriye halklarının bu beklentisi ve tepkisi haklı ve meşrudur. BAAS yönetimi bildiği tekçi, inkârcı ve katliamcı politikasında ısrar etti. Onu bu kuşatılmışlıktan kısmen kurtaran birinci sebebi Rusya’nın Suriye’yi Akdeniz’deki üssü olarak görmesi, İran ve Hindistan gibi Suriye’yi tutmak istemesidir. İkinci sebep ise Suriye halklarının adına savaştığını söyleyen güçlerin birer paravan örgüt olmaları, kendi içinde çok başlı olmaları ve en önemlisi de Suriye halklarına özgürlük, eşitlik ve adalet adına BAAS’a karşı bir alternatif sunmamalarıdır. Hatta BAAS’ın kısmen özgürlük alanı sağladığı diğer dinlerdeki topluluklara katliamlar bile yapıyorlar. Yani tıpkı BAAS rejimi gibi Suriye halklarının en önemli öğesi olan Kürt halkını onlar da yok sayıyorlar. Bu durum Suriye’deki kaotik ortamın sürmesine neden oluyor. Ancak mevcut durumda bilinen Suriye üzerinde uluslararası güçler ve bölgesel güçler bağlamında bir 3. Dünya savaşının prototipi yaşandığıdır. Bu savaşı hangi güç bitirdiyse bundan sonra Ortadoğu’daki süreç onun istediği gibi gelişecektir.

Bugün hiç kimse artık Suriye halklarının özgürlük, demokrasi ve eşitlik sorunundan bahsetmiyor. Üzerinde yoğunlaşılan tek konu iktidarın kimin ellerinde olacağıdır. Bu tip iktidarcı zihniyet hep kriz üretir.

Kısaca değindiğimiz Mısır, Libya, Suriye örneklerinde görüldüğü üzere halkların mücadeleleri özünden başlatılıp, sonra bu öz gasp edildi. İnsanlığın temel değerleri için mücadele eden halklar hala bu değerlerden yoksun yaşıyorlar. İktidar değişimleri devrim diye halka sunuldu. Sadece sandık başına gidip oy kullanmanın özgürlük, demokrasi olduğu algısı yaratıldı. Gerçek devrimin ne anlama geldiğini örneğiyle aşağıda açıklamaya çalışacağız. Halklar elbette mücadelelerinde vazgeçmemişlerdir, vazgeçmeyeceklerdir de. O halde burada cevaplanması gereken büyük bedeller ödenmesine rağmen neden başarılı olunmadı? Bu kriz nasıl aşılır ve halklar gerçek baharını nasıl yaşayacaklardır?

 

Rojava Bir Ütopya Değil, Krizden Çıkışın Yaşam Bulan Örneğidir

“Kaybedileni kaybedilen yerde aramak gerekir” denir, Ortadoğu halkları özgürlüklerini, eşitliklerini, adaleti ve huzuru kaybettikleri alan olan kentli devletli topluma geçişi sorgulayarak başlamalılar. Beşbin yıldır insanlığa bir var oluş tarzı olarak sunulan bu sistem insanı kendisine, topluma ve doğaya yabancılaştırmıştır. Eril, iktidar ve egemenlik perspektifli bu sistemi içinde kalarak alternatif oluşturmak mümkün değil. Sadece son iki yüz yıl boyunca Ortadoğu’da değişen iktidarı darbeleri bile incelediğimizde ister sosyalizm, ister İslamiyet adına hareket edilsin iktidar ve devlet endeksli tüm arayışların varacağı yer yine baskı ve sömürü rejimi olacaktır. Dolayısıyla, devletli-sınıflı sisteme alternatif olmak için iktidarcılığa bulaşmadan tüm halk kesimlerini içine katacak özyönetime dayalı bir sistem geliştirilmelidir. Demokratik özerklik -esaslı demokratik konfederal modelOrtadoğu için krizden çıkışın ilk adımı olacaktır. Ortadoğu’nun toplum eksenli, yani iç içe geçmiş, etnik, dini, mezhepsel ve kültürel yapıları birbirine karşıtlıkla ve düşmanlıkla değil, birlikte ortak değerler etrafında yaşayarak varlıklarını bugüne taşımışlardır. Bu gün için öngörülenin böylesi bir arka planı vardır, yani tarihseldir. Kapitalist modernite ayrıştırıcı, ötekileştirici, dışlayıcı politikaların ulus-devlet çatısı altında kurumsallaştırılmasıdır. Bu politikayla yaratılan algı toplumsal ayrılığın hiçbir zaman giderilmeyeceğidir. Böylesi bir sistemde hep bir karşıtlık-düşmanlık üretilir. Oysa bu durumu toplumsal mühendislik çözümü olarak görmek gerekir. Toplumun derinliklerindeki renkliliğin birlikte yaşamasının bir harcı olduğu gerçeğinden hareketle tüm toplumun ortak değerler etrafında toplamak gerekir. Bu bağlamda ulus-devlet zihniyetini halkların baş düşmanı ilan edip “demokratik ulusu” geliştirmeliyiz.

Suriye’nin kaotik ortamında Rojava’da yaşanan devrim süreci halkların özgürlük ufhunu açmaktadır. Rojava’ da inşa edilen demokratik ulus perspektifli demokratik özerklik esaslı özyönetim, Rojava coğrafyasında yaşayan tüm etnik, dini ve mezhebi toplulukları kapsamaktadır. Çoğunluk Kürtler olmasına rağmen tüm toplulukların iradesi yönetimde eşit düzeyde temsiliyetini bulabilmektedir. Arap, Ermeni, Süryani, Hristiyan, Sünni, Alevi ve kadın her kes için geçerlidir. Demokratik ulus anlayışıyla toplumsal yaşam birlikte yürütülüyor. Yönetim iktidarcılığa dayanmadığından komünler ve meclis örgütlenmeleriyle halkın her düzeyde katılımıyla gerçekleşiyor.

Rojava’da yaşananların insanlığa en büyük katkısı bir halkın devlet olmadan da kendi kendisini yönetebileceğinin somut örneği olmasıdır. Rojava gerçek alternatif sistemin nasıl devletsiz olarak pratikleşebileceğini göstermiştir. Rojava’ daki bu devrimci çizgi halklar açısından aranan özgürlük, eşitlik, demokrasi, adalet ve huzuru getirdiği için Suriye halklarının sevgisini saygısını ve güvenini kazanmıştır. Hiçbir uluslararası güce dayanmadan cansiperane kendi özvarlığını korumaya çalışmaktadır. Bir yandan rejimle, bir yandan uluslararası ve bölgesel gericiliğin paravan çeteleriyle öz imkanlarıyla savaşırken diğer yanda aynı anda demokratik cinsiyet özgürlükçü ekolojik bir toplum örgütlemek bu üçüncü çizginin ideolojik yetkinliği, politik ustalığı ve iradesinin gücünü göstermektedir.

Mısır, Suriye, Libya hatta Tunus’taki hareketlerin alternatifi olmamanın en önemli nedenlerinden biri de cins sorununu görmezden gelip eril zihniyeti katı bir biçimde uygulamalarıdır. Toplumsal kırılmanın başlangıcı kadının toplum dışına itilip ev kölesi haline getirilmesidir. Doğal toplumun anaerkil yapısı onu özgürlükçü, eşitlikçi kılıyordu. Ataerkil toplumun baskının, köleliğin, iktidarcı, devletli toplumun kendisi olarak kısaca tanımlayabiliriz. Eril zihniyetin örüldüğü yaşamda; kadının adının bile olmaması “Kadın açısından dramatik bir sonuçtur. Kadına yaklaşımı kendi iktidarın ilk basamağı yapan eril zihniyetin Ortadoğu toplumunda yarattığı tahribat görülmeden toplumun özgürlük sorunu görülmez, özgürleşen kadın, özgürleşen toplumdur.” belirlemesi bu konuda oldukça anlamlıdır. Mısır’da İhvan hareketi iktidara gelir-gelmez cins sorununu anlamaktan ne kadar uzak olduğunu yaptığı anayasada kadınlar için evlilik yaşamı düşürerek gösterdi. Mısır kadının hiçbir sorununu çözmediği gibi haklar konusunda bir geriye gidiş yaşandı. Suriye’deki muhalefetin kadına yaklaşımıysa vahşice, barbarcadır. Bırakalım kadına devrimde bir yer vermek, kadın sadece cinsel bir meta olarak görülmektedir. Kadına devrimde verilen görev “cinsel cihatçılıktır”. Ayrıca bu çetelerin kadınlara tecavüzü, dinsel bir kılıfa büründürmesinde insanlık dışı bir yaklaşımdır. Dolayısıyla BAAS rejimini neredeyse aratır bir yaklaşım kadına karşı var.

Rojava devrimi üçüncü çizgisinde hareketle özgürlük hareketinin cinsiyet özgürlükçü paradigmasını pratikleştirmektedir. Kadın yaşanan devrimin her anında ve her aşamasında yerini almaktadır.

Devrimin özgürleştirilip yaşama taşıtılmasında kadın katılımı esas alınıyor. Komünlerde, meclislerde kadın temsiliyetini en üst düzeyde yer tutuyor. Yine kadının özgün sosyal eğitsel, kültürel örgütlenmeleri var. Kurumlardaki eş başkanlık sistemi devrimi kadın rengini açığa çıkartıyor. Bu alanların dışında en önemlisi de YPJ adı altında kadının öz savunmada aktif yer almasıdır. YPJ önünde kadının Rojava devrimini kendi kadın devrimi olarak görmesi ve fedaice devrimi sa hiplenmesi bu anlama gelmektedir. Rojava’da kadının dünyada örneğinin olmadığını bildiğimiz(belki de vardır, biz bilmiyoruz) özgün bir örgütlenmesi de kadın asayiş birimi oluşturmasıdır. Böylelikle dıştan gelecek saldırılar YPJ ile devrimi savunan kadın,”Asayişa Jın” ile de toplumun kendim içinde kadına olası yönelimlere kadını korurken diğer yandan toplumun asayiş sorunlarını kadın rengiyle çözerek toplumsal güvenliği sağlıyor. Rojava devriminde kadının bu şekilde ön planda olması Suriye’deki ve Rojava’da diğer halkların kadınlarının kendilerini güvende hissedeceği, özgürlüğünü yaşayacağı bir alan yaratmıştır. Nitekim özgür kadın bilincini eleştirme çalışmalarını diğer toplumsal, kültürel kurumlaşmalara, YPJ ve “asayişa Jın” faaliyetlerine bu kesimlerden kadınların da aktif bir katılımını görmekteyiz. Çünkü kadınlar Rojava devriminde yaşananlara BAAS’ın sözde modernist kadınıyla cihatçı çetelerin kadını kadının köleliğine mecbur olmadıklarını başka bir seçeneklerinin olduğunu görmüşlerdir.

Ortadoğu ülkeleri tamamı sahip oldukları zengin yeraltı kaynaklarından ötürü yaşamalarını ekonomik refah içinde yürütme imkânına sahiptirler. Ancak Kapitalist Modernite’nin karcı zihniyeti, iktidar etrafında kümelenenleri zenginleştirilirken halkıysa yoksullaştırmaktadır. Bireycilik, toplumsallığı kemiren bir hastalık gibi yayılmaktadır. Doğal toplumun dayanışmacı, ihtiyaca göre yaklaşımının yerini kapitalizmin bencil, tüketim canavarı anlayışı almaktadır.

Ortadoğu’da şu an muhalefet adına hareket ettiğini söyleyen tüm hareketlerin kapitalist liberal ekonomik sistemlere nasıl bir alternatif geliştirecekleri belli değildir. Çünkü Kapitalist Modernite’yi aşan bir ekonomik anlayışları yok. Dolayısıyla karşı oldukları rejimleri devirseler bile, halklar yine aynı yoksulluk ve sefalet içinde yaşamaya devam edeceklerdir. Bu konuda Rojava devriminin insanlığa kazandırdığı müthiş bir deneyim var. Bir yandan TC ve KDP sınır kapılarını kapatarak ambargo uygulamalarına rağmen diğer yönden paravan çetelerle kıyasıya bir savaş sürerken, Rojava devrimini ekonomik olarak da ayakta tutabilmiştir. Kapitalist Modernite’nin gölge temsilcileri olan AKP ve KDP’NİN halkı “açlıkla terbiye” edip teslim alma politikası iflas etmiştir. Yerleşim yerlerinde oluşturulan birimlerin bağlı olduğu merkezi bir yapılanmayla toplumsal ekonomik hayat sürdürülmüştür. Savaş koşullarından dolayı belli yaşam kaliteleri çok yüksek değil ama ambargo politikalarına da teslim olmamışlardır. Yaşamlarını idame ettirebilecek olana razı gelerek aç gözlülüğe fırsatçılığa da kimsenin yeltenmesine de olanak tanımamışlar, dayanışmacı ve komünal bir yaşam esas almıştır.

Bu komünallik öncü örgütlenmede ve savaşan güçler arasında net olarak uygulanıyor. Dayanışma kültürünü hem Rojava halkı için de he de Kürdistan’ın diğer parçalarında ve Kürtlerin yaşadığı her alanda imkânların seferber etiler. Bir halk kendi öz imkânlarıyla bu kuşatmaya karşı direniyor. Rojava’da uygulanan ekonomik sistem devrimin üzerindeki bu saldırı dalgası hafifledikçe daha görünür olacaktır. Böylelikle

20.yüzyılda Kapitalist Modernite’ ye alternatif olan komünal-karcı sosyalist ekonominin nasıl bir sistem olduğu ve halkların özlemlerine cevap verdiği görülecektir.

Rojava devrimi endüstriyalizmin çevreyi yok eden zihniyetine karşı ekolojik bir ekonominin pratikteki prototipi olmaktadır. Çevrenin korunması, doğal ortamın yaşanılır olması ve tarihi dokunun korunması gerekiyor. Ekolojik ve ekonomik bunu engelleyen hatta yok sayan Kapitalist Modernite’ye bu alanda alternatiftir. HES’ler, Nükleer santraller, gereksiz baraj yapmalar, çarpık kentleşme, zehir saçan fabrika artıkları mücadelenin nedeni olacaktır.

Rojava devrimi bağlamında kısmen örneklemeye çalıştığımız yaşam “halkların baharı” sürecinde yaşanan tıkanmanın aşılmasında güçlü ve çarpıcı bir seçenektir. Elbette bu seçenek kendiliğinden oluşmadı. Rojava’da pratikleşen Abdullah Öcalan’ın “demokratik, kadın özgürlükçü, ekolojik toplum” paradigmasıdır. Bu paradigma tikel olarak hayata geçebileceği gibi demokratik konfederal örgütlenmelerle evrenselleşmeye açıktır. Ortadoğu’daki yapay sınırlar kalkmasa bile pratikte anlamsızlaşmalıdır. Bu birlikteliğin “İslam ümmeti” gibi dinsel milliyetçiliği çağrıştıran yaklaşımlara izin verilmemeli. Bu topraklarda üç semavi dinin Zerdüştlüğün, Süryaniliğin, Yezidiliğin yaşandığını unutmayan bir kopyacılık esastır. İnsanlığın beşiği olarak bilinen Dicle-Fırat, Nil ve Pencap nehir havzalarındaki canlı eko-sistemi korumak hatta tekrar canlandırmak için toplumda ekolojik bir bakış açısı geliştirmek gerekiyor. Öcalan bu nehir havzaları etrafında demokratik konfederal birliklerin oluşturulması gerektiğini belirtiyor. Öcalan bu sistemi bu toprakların kök hücre olmasından hareketle diğer coğrafyalara da yayılabilir, uygulanabilir bir şekilde inşa etmiştir. Tikelin özgürlüğünü dikkate alan ama evrenselci bir çözüm de Öcalan ideolojisi gereğidir. Bu bağlamda “halkların baharı insanlığın baharına “ dönüşmelidir. Öcalan Kapitalist Modernite’nin üç sac ayağına alternatifi kısaca şöyle formüle ediyor; kapitalizme (karcılığa)karşı ekonomik toplum, endüstriyalizme karşı ekolojik-ekonomik toplum, ulus-devlete karşı demokratik ulusa dayalı ahlaki ve politik toplum. Burada görüleceği gibi bu paradigmayla beş bin yıllık kentli-devletli-sınıflı tahakküm ve her türlü iktidarcı eril zihniyet yıkılacaktır.

Halkların baharının bu ateşin ilk kıvılcımını Ortadoğu’nun kadim halkı Kürtler tarafından Öcalan’ın öncülüğünde kırk yıl önce atılmıştır. Rojava devrimi hakikati en güçlü olanın özgürlük hareketi olduğunu ispatlamıştır. Öngörüsüzlük zamanlarında ideolojipolitik gücü ve pratik ahlaki toplum paradigmasıyla kaosa karşı direnç kazanan bir hareket olması itibarıyla halkların umududur. Kaostan çıkışın yolu aydınlıktır. Bu konuda yapılmasın gerekenlerin son noktasını yine Öcalan’dan bir alıntıyla yapalım; “Hakikat savaşı yaşamın her anında tüm toplumsal alanlarda, komünalist ekonomik ve ekolojik birimlerde demokratik kentlerde, yerel, bölgesel, ulusal ve ulusötesi mekanlarda yürütüldükçe anlam ve başarı kazanır. Dinlerin ilk doğdukları dönemdeki elçi ve havariler gibi yaşamayı bilmedikçe, hakikat peşinde koşmadıkça hakikat savaşı verilemez, verilse de başarılamaz. Ortadoğu’nun yenilenmiş kadın tanrıça bilgeliklerine, Musa, İsa ve Muhammetlere Saint Paullara Manilere, Veysel Karanilere, Hallac-ı Mansurlara, Sührevedilere, Yunus Emrelere, Brunolara ihtiyaç vardır. Hakikat devrimi, eskilerin eskimeyen ama yenilenen mirasına sahip olmadan başarılamaz. Devrimler ve devrimciler ölmez, sadece miraslarına sahip çıkılarak yaşanılabileceğini kanıtlar. Ortadoğu kültürü fikri-zikri-eylemi-bütünleştirmenin kültürüdür ve bu yönden çok zengindir. Demokratik modernite uygarlığın ve Kapitalist Modernite’nin eleştirisini bu kültüre ekleyerek katkısını sunacak, tarihsel rolünü oynayacaktır.”

 

Bunları da beğenebilirsin

Yoruma kapalı.