Düşünce ve Kuram Dergisi

Radikal Demokrasi: Karşı Hegemonya Mümkün Mü?

Leyla Atabay

“Dünyadaki bütün ümit, hiç hesaba katılmayan insanlardadır.”
Ursula Le Guin (Yerdeniz Öyküleri)

 

Post-marksist düşüncenin önemli temsilcilerinden sayılan Ernesto Laclau ve Chantal Mouffe “radikal demokrasi” kavramını 80’li yılların başında, sosyalizmin bunalımını aşma isteğiyle dillendirmişlerdir. Proleteryanın, özellikle reel sosyalist deneylerdeki durumunu analiz ederek, tarihsel özne rolünü tartışmalı hale getirdikleri için geleneksel Marksistlerin sert eleştirilerine maruz kalan Laclau ve Mouffe iktidar ilişkilerini es geçmekle ve projelerini kapitalizmin sınırları içinde kurgulamakla suçlanmışlarıdır. Öte yandan sola yeni bir imgelem kattıkları, özellikle demokrasinin gündemleşmesi bağlamında önemli perspektifler sunduğu inkar edilemeyen “radikal demokrasi” kuramı özgürlük hareketi açısından da önem arz eden bir siyasal mücadele eksenidir. Ancak şunu da hemen ifade etmek gerekir; “radikal demokrasi” kavramsallaştırması Laclau ve Mouffe ile ortak ifade bulan veya onlardan feyz alınarak dillendirilmiş görünse de, esasta özgürlük hareketinin mücadele tarihine bakıldığında, daha ilk oluşum aşamasında “demokrasi” kavramının diğer klasik Marksist-Leninist oluşumlardan farklı bir şekilde ele alındığı, Öcalan’ın kadın özgürlüğüne yönelik derin analizlerinde, ekolojik duyarlılıkla ele aldığı toprak, yurt ve evren tanımlarında, salt proletaryanın mücadelesi olarak ele alınamayacak hareketin katılımcı öznelerinin çözümlemelerinde, klasik sosyalizmin kalıplarını çok erkenden aşan ve demokratik bir yaşamın koşullarını yaratmadaki çabalarının yoğunluğu görülecektir. Kuşkusuz özgürlük hareketinin yaşamsallaştırmaya çalıştığı “radikal demokrasi” ile Laclau ve Mouffe’un kavramsallaştırdığı radikal demokrasi arasında pek çok benzerlik, kesişme noktası olduğu gibi önemli farklılıklar da mevcuttur. Bu farklılık veya kesişmeleri ele almak bir makaleyi kat kat aşacak bir çalışmayı gerektirir. Bu makaledeki amaç; Laclau ve Mouffe’un sadece işçi sınıfının değil tüm toplumsal öznelerin birbirine eklemlendiği ve demokrasinin garantörlüğünde anti iktidarlığı sağlanmaya çalışılan karşı-hegemonya tanımını ele almak ve özgürlük hareketinin toplumsal özneler ile hegemonya kavramını nasıl değerlendirdiğini açıklayarak ikisi arasındaki farkı ortaya koymaktır.

 

Gramsci; Siyasal Güç Olarak Hegemonya

Liberal siyasal teorinin babası sayılan Locke’un toplumsal sözleşme modelinde, devlet öncesi durumda doğal hukuk hakimdir. Bireyler bu doğal haklarını hukuki güvence altına almak için toplumsal sözleşme yaparlar. Artık bireyler yerine devlet cezalandırma hakkına sahip olacaktır. Burada iki taraf söz konusudur; devlet ve siviller. Toplumsal yaşam Kartezyen bir neşterle ikiye ayrılır. Birey doğal haklara sahip sivil bir varlık olarak tasavvur edilirken, vatandaş sıfatıyla da devletin bir parçası olarak tanım bulur. Devlet- sivil ayrımı bu şekilde siyasal liberalizmin temelini oluştururken, her iki tarafın karşılıklı ilişkisindeki balans noktası olarak da “demokrasi” işaret edilir. Liberal yalan ise devletin tarafsız olduğu, hukuk ve adaleti koruyan temel güç olduğudur. Marx bu yalanı ifşa ederek devletlerin varlık nedeninin egemen sınıfların çıkarına hizmet etmek olduğunu ifade eder. Proletarya, devleti ele geçirip tüm toplumu komünal düzlemde eşitlediği zaman devlet de zamanla sönüp gidecektir. Alt yapının üst yapıyı kesin olarak belirlediği Marksist teorinin ekonomik belirlenimciliği siyaseti tamamen ekonomiye bağımlı bir değişken olarak tanımlamayı beraberinde getirir. Burada “iktidar” ilişkilerinin ekonomik ilişkiler dışındaki boyutunun es geçilmesi Marksizmin en temel sorunlarından biri olarak ifade edilebilir. Rosa Luxemburg’un tüm çabalarına rağmen Birinci Dünya Savaşı arifesinde işçi sınıfının milliyetçilik dalgasının etkisiyle parçalanmasının, siyasetin insan bilinci üzerindeki zihinsel hegemonya oluşturma olanağının göz ardı edilmesiyle ilgili olduğu aşikardır. Post- Marksistler adı verilen düşünürlerin çoğu siyasetin veya üst yapının etkisini daha derinlikli analiz ederek siyasetin salt ekonomik koşullara sıkı zincirlerle bağlı olmayan, belirli tarihi süreçlerde toplumsal yaşamın üzerinde büyük etkiye sahip olabilen “hegemonik” özünü deşifre ederek bir açılım yapmışlardır. Bu düşünürlerin en önemlisi Gramsci’dir. Gramsci, ekonominin belirleyiciliğini büyük oranda kabullenmekle beraber, tarihin belirli bir evresine denk düşen ve alt yapı ile üst yapı arasındaki bütünlüğü ifade eden “tarihsel blok” tanımını kullanır. Bu bütünlükte üst yapı alt yapıya göre belirlenmiş olsa da, blok bir kez oluştuktan sonra artık üst yapının da alt yapı üzerinde etkiye sahip olduğu bir durum gerçekleşir. Siyasetin belirleyici bir role sahip olabileceği teslim edildikten sonra Gramsci, Marx’ın sivil toplumu ekonomik ilişkiler alanına dahil eden analizinin tersine, sivil toplumu bir üst yapı alanı olarak tanımlar. Sivil toplum ekonomik ilişkilerden ziyade ideolojik ve kültürel ilişkilerin, dolayısıyla düşünsel ve tinsel yaşamın alanıdır. Bu analiz, kapitalist sistemin korkunç sömürüsü bu kadar ayan beyan ortadayken neden insanlığın onu hala yerle bir etmediği sorusuna bir yanıt vermeyi de kolaylaştırır. Kapitalizm eşitsizliği, sömürüyü siyasal ve ideolojik bir perdeyle örterek görünmez kılar. Gramsci bu siyasal ve ideolojik perdeye “hegemonya” adını verir. Burjuvazinin çıkarları kimi zaman ulusal çıkar, kimi zaman toplumsal ilerlemenin gereği, kimi zaman da hukuk sınırları içerisinde edinilmiş meşru ve demokratik hak tanımıyla meşrulaştırılır. Althusser’in devlet için yaptığı “baskı ve rıza alanlarını içeren bir bütünlük” tanımı Gramsci’nin analizini güçlendirir. Althusser devlet-sivil toplum ayrımı yapmaksızın, devletin geniş anlamda iktidar gücü ve etkisini çözümler. Hegemonyanın meşrulaşma zemini devletin ideolojik aygıtları olan dini kurumlar, okullar, aile, siyasal partiler, hukuk, kültür, sanat, spor vb. kurumlardır. İktidara rıza bu yolla sağlanır. Yine Gramsci’ye dönersek, hegemonya, bir sınıfın diğer sınıfları egemenliği altında tutmak için, kendi değerlerini evrensel değerlermiş gibi sunarak rıza göstermelerini sağlama gücüdür. Hegemonya siyasal, kültürel ve ideolojik bir önderlik anlamına gelir ve hangi tarafın (ezen,ezilen) hakimiyet kurduğuna bağlı olarak meşruluk veya gayri-meşruluk özelliğini alır. Gramsci’nin kavramsallaştırmasından önce de hegemonya kavramı Rus sosyal-demokratlarca 1917’ye kadar dillendirilmiş ve çarlığa karşı siyasal mücadelenin önemine yoğunlaşılmıştı. Lenin, Marksist teoriye göre hala tam kapitalistleşmemiş, yarı feodal Rusya’da bir devrim yapabilmenin ancak işçi sınıfının sömürülen her kesime öncülük edebilecek bir siyasal misyonla hareket etmesiyle mümkün olabileceğini görmüş ve bu kapsayıcı siyasal öncülüğe “hegemonya” demiştir.

 

Batı’ya Yönelik Çözüm Perspektifi: Radikal Demokrasi

Laclau ve Mouffe, toplumu farklı yaşam tarzlarının, farklı kimliklerin mücadelesine göre kurulup dağılan istikrarsız bir bütünlük olarak tanımlar ve bu bütünlüğü Gramsci’nin hegemonya kavramıyla ifade ederler. Bu kurulup yıkılmalar her zaman belirli yaşam tarzlarının lehine, ötekilerin aleyhine olacağı için siyasal çatışma kaçınılmazdır. Gramsci, Marksizmin ekonomik determinizminin dışına çıkarak üst yapının ve siyasal mücadelenin önemine yaptığı vurgu büyük önem arz etmekle beraber, Batı ile Doğu toplumları arasındaki farklar üzerinden yaptığı analiz siyasal mücadeleyi Batı’ya has bir mücadele biçimi olarak tanımlaması sonucuna götürür. Gramsci’ye göre Doğu toplumları, devletin çok güçlü, sivil toplumun çok zayıf olduğu toplumlardır. Bu yüzden işçi sınıfının zorun gücüyle devrim yapması ve proletarya diktatörlüğünü kurması gerekir. Batı toplumlarında ise sivil toplum güçlü olduğu için yürütülecek siyasal-ideolojik mücadeleyle rıza ve ikna yöntemi esas alınmalıdır. Marksizmin ekonomik determinizminin toplumsal sorunları çözmekte yetersiz kaldığını düşünerek, söz konusu ekonomik özcülüğü aşmak isteyen Laclau ve Mouffe’nun “radikal demokrasi” anlayışının Doğu toplumlarından ziyade “gelişmiş” Batı toplumlarına odaklı bir çözüm önerisi olduğu aşikardır. Özgürlük hareketinin “radikal demokrasi” anlayışındaki farklarından biri de bu Batı odaklılığıdır. Öcalan, radikal demokrasinin yaşamsallaşma koşulları bağlamında feyz alınacak tarihi kökeni doğal toplum formlarına kadar götürerek “modernizmin” siyasal ekseninden çıkmayı hedefler. İnsanlığın kök saldığı Doğu, yerleşik yaşamın arifesinde ve neolitik devrimin zuhur ettiği ilk aşamalarda demokratik kültürün, ahlaki-politik yaşamın ön modellerini oluşturmuş, bu demokratik kodlar toplumun doğal özelliklerini koruması oranında günümüze kadar varmayı başarmıştır. Post-modernizim, modernizmin bir sonraki aşaması olarak tanımlandığında süreklilik arz edenin kapitalist modernitenin zihniyeti olduğu görülebilir. Laclau ve Mouffe’nun siyaseti devlet ve sivil toplum arasındaki çatışmaya bağlamaları, her ne kadar post-modern bir kisveye büründürülse de batı düşüncesinde devlet ve toplum ayrımının kavramsallaştırılması üzerine inşa edilmiş olan modern siyaset sosyolojisinin dışına çıkılamadığının göstergesidir. Oysa demokrasinin ana kaynağı “doğal toplum” formu üzerinden gözlemlendiğinde sadece normatif düzeyde değil ampirik olarak Doğu ve Batı’yı kapsayacak bir ön-model yaşamsal kılınabilir, yayılabilir ve hakiki demokratik yaşam geliştirilebilir. Demokratik yaşam, kapitalist moderniteye karşı bir demokratik modernite zihniyeti geliştirerek garanti altına alınabilir. Dünü ve bugünü, Doğu ile Batıyı birleştiren “demokratik kadın özgürlükçü ekolojik paradigma” bir iktidarı yıkıp yerine kendi iktidarını kurmayı veya devletin sivil bir uzantısı biçiminde teslim olmayı değil, zihniyet devrimiyle hakiki demokrasinin kurumsal ve anlaksal seçeneklerini sürekli gündemleştirmeyi ve uygulamayı amaçlar. Bu model yerelden başlayarak örgütlenen işlevsel, katılımcı bir anlayışla doğal toplum değerlerini yeniden yaşamsallaştırmayı hedefler. Laclau ve Mouffe’un tamamen Batı toplumlarının ihtiyacı ve talepleri ile kurguladıkları ve esasta Batı toplumlarına da çözüm sunamayan, devlet üzerinde geçici kitlesel reflekslerle baskı oluşturup “demokratik hakları” talep etme biçimindeki önerileri, kuramsal düzeyde yankısı büyük ama pratik ve yaşamsal boyutu zayıf önerilerdir.

 

Örgütsüz Özgürlük Mümkün mü?

Laclau ve Mouffe moderniteyi siyasal düzeyde ele alırlar ve aydınlanmanın epistemolojik perspektifinin demokrasinin açığa çıkmasında bir etkisi olduğunu ileri sürerek demokrasiyi bunun ötesine geçerek ilerletmeyi hedeflerler. Modernitenin temel karakteristiği devrimin ilerlemesidir ve bu anlayışa göre Laclau ve Mouffe Habermas’ın “tamamlanmamış” varsaydığı aydınlanma projesini tamamlama misyonunu üstlenmiş gibi görünürler. Beslendikleri kaynağı reddetmemekle beraber modernizmin hem sol siyasete hakim olan özcülüğünü bırakıp toplumu olumsal ilişkiler üzerinden tanımlamaya girişirler. Özcülük; determinizme, evrensel projelere, homojenliğe, kalıpçılığa vurgu yaptığından, bundan kaçınmaya çalışan tüm post-modernist düşünürler gibi öbür uca savrulan Laclau ve Mouffe de belirsizliği, gelip geçiciliği, parçalılığı, heterojenliği öne sürerek bu yanar-döner zemin(-sizlik) üzerinde bir mücadele perspektifi sunarlar. Belirsizlik, tesis edilenin asla yerleşik hale gelmemesi, denetlenemez bir toplumsal yaşam talebinin altında yatan kaygı ve aşkın bir otoriteye tabi olma korkusudur. Demokrasi kesinliğin zincirlerine bağlanmamalıdır. Aydınlanmanın özcü projelerinin krizini aşmak ve aydınlanmanın sloganları olan eşitlik ve özgürlüğü postmodern bir güncelleme ile radikal demokrasi projesi olarak sunmak isteyen Laclau ve Mouffe liberalizmin sınırlarında dolanırlar. Modernitenin sağlam temelci yaklaşımından kaçıp post-modernizmin olumsallığına atlayış, teminatı olmayan bir demokrasi projesi olarak sunulurken, küresel iktidar koşullarının adeta nefes aldırtmayan kuşatıcı gücüyle yüz yüze gelmekten de olabildiğince kaçınılır. İktidarı yıkıp yerine iktidar olma fobisi muğlaklığın sularına açılmak demektir. Laclau ve Mouffe liberal siyaset anlayışının çatışma kuramından kurtulamadıkları için iktidardan, iktidar olmaktan kaçınılamayacağını ama tek bir yolla, demokratik açıklık ile daima dönüştürülen toplumun hegemonyayı politik mücadeleyle kısalabileceği en azından kökleşmesini engelleyeceği umudunu taşırlar. Kuşkusuz iktidar hastalığını engelleyecek mekanizma demokratik işleyiştir. Peki siyasal mücadeleyi geliştirecek ve işleyişin devamlılığını sağlayacak özne ve özneler kimler olacak, nasıl örgütlenecektir? Toplumsal ilişkiler gelip geçici, parçalı, rastlantısal olduğuna göre söz konusu mücadelenin özneleri de kimlikler üzerinden tanımlanan olumsal, gelip geçici, değişebilir özneler olacaktır. Post-modernizmin belirsizlik ummanında her an boğulma riskiyle karşı karşıya olan bir “radikal demokrasi” perspektifinin kapitalist-moderniteye karşı etkili bir mücadeleyi nasıl yürütebileceği, siyasal bir karşı hegemonyayı nasıl örgütleyeceği sorusuna Laclau ve Mouffe’un tatmin edici bir yanıt sunamadıkları aşikardır.

Siyasal ilişkileri “modern” perspektif içinde kalarak, bir güç çatışması olarak tanımlayan Laclau ve Mouffe hegemonyayı farklı kimliklerin siyasal mücadelelerine bağlı olarak inşa edilen geçici bütünlükler olarak görürler. Ve hegemonya her zaman belli yaşam tarzlarına hizmet ettiğinden, ötekilerin aleyhine olacaktır ve bu durumda çatışma kaçınılmazdır. Carl Schmitt’in dost/ düşman biçiminde tanımladığı bu siyaset yorumunun varacağı nokta şudur; tiranlık sonsuz, iktidar bakidir. Efendisiz bir yaşam mümkün değildir! Öcalan iki insan arasındaki ilişkiyi dahi etik bir siyasal toplum bağı olarak ele alırken, yöneten-yönetilen ilişkisine indirgenen siyaseti yeniden tanımlayarak ahlaki-politik toplumun anlam yaratan hakikati olarak yüceltir. Demokrasi ancak iktidar ilişkilerinden ve iktidar anlayışından arındırıldığında anlam bulur. Zihniyet devrimi tam da bu noktadaki epistemik kopuşla mümkündür: modernitenin siyaset anlayışından kopup, “doğal toplum” değerleriyle ruh kazanmış bir ahlaki-politik toplum inşasına yönelmek.

Laclau ve Mouffe’un amacı, tahakküm ilişkilerinin kaçınılmazlığını tespit edip, her hegemonyanın politik mücadeleyle dönüştürülmeye açık hale gelmesi ve demokratik bir toplumun koşullarının bu açıklık üzerinden yaşam bulması ise de böylesi bir toplumda siyasal öznelerin nasıl bir araya gelecekleri ve karşı-hegemonya oluşturacakları belirsizdir. Siyasal özne koşullara göre bir sınıf da olabilir, bir dinsel kimlik de, bir cins de olabilir bir etnik kimlik de. Laclau ve Mouffe’un amacı ontolojik olarak herhangi bir kimliğin ayrıcalıklı olmasını bloke etmekse de, görelilik ve istikrarsızlık ortamında bu öznelerin maruz kaldıkları tahakküm karşısında nasıl birleşecekleri, hangi örgütsel çerçevede bütünleşerek hegemonya kuracakları, mücadelenin devamlılığını nasıl sağlayacakları soruları tipik bir post-modern belirsizlikte sis gibi dağılırlar. Belli koşullarda, geçici olarak yolları kesişen, kısa bir parlama süreci ardından sönüp dağılan öznelerin kuracağı geçici ortaklık, hakiki bir toplumsal birlikteliği kurmak bir yana tahammülün kısa vadeli insafına kalmış coşkusal, kısa vadeli bir muhalefet ötesine geçmez. Merkezsizleşmiş ve detotalleştirilmiş özneler kuramı, ister istemez “radikal demokrasi”nin açığa çıkmasını uygun koşulların oluşması beklentisine, rastlantısallığa bağlar. Varılacak nokta pasifizmdir. Çok özne ile hiç özne aynı kapıya çıkar. Bu özneler, bırakalım örgütlü ve devamlı bir mücadele, bir karşı-hegomanya oluşturmayı kapitalist-modernitenin ahtapot kollarından birini bile sökmeyi başaramayacaktır. Özneler kalıcı bir demokratik sistem oluşturma çabasıyla, sürekli bir mücadele vermedikleri taktirde “demokratik haklar”ın nasıl korunacağı sorusu da Laclau ve Mouffe’da tam manasıyla cevap bulamaz.

Demokrasi için mücadele, demokratik bir yaşamın sürdürülmesi için gerekli bilinç demokratik bir örgütlenmeyi gerektirir. İktidar hastalığıyla mücadele bu yolla gelişir. O halde, demokrasi mücadelesi iktidar hastalığı tehdidine rağmen bir riske girmeyi gerektirir. Bu tehlikeyi çeşitli mekanizmalarla engellemek mümkündür. Daimi işleyen bir eleştiri-özeleştiri mekanizması, kadın-değerli bir katılım dinamiği, toplumsal sorunların çözümünde katılımın en geniş boyutlara vardırılması vb. çeşitli yol ve yöntemlerle toplumsal uyanıklık ve duyarlılığın geliştirilmesi bilinçli-katılımcı özneleri gerektirir. Özneler, gelip geçici bir bütünlüğün değil, kendi içinde değişim ve çeşitliliğin sesini duyurabildiği, kendi öz savunmasını yapabilen, örgütlü bir demokratik ulusun üyeleridirler. Tekelcilikten kurtulmuş bir ekonomi, doğayla bütünlüğü felsefi bir dokuda şekillenmiş ekoloji ve kadının kendi varlığında anlamlaştırdığı değerlerle yaptığı öncülük radikal demokrasinin yaşamsallaşmasını sağlar. Böylesi bir toplumsal gerçeklik ancak bu zihniyeti özümsemiş ve bu amaçla görev ve sorumluluk üstlenmiş gönüllü insanlarca ve onların siyasal öncülüğünde gelişebilir. Amaç, hegemonyaya karşı bir karşı-hegemonya yaratmak değil “doğal toplum” değerleriyle, “yaşanabilir” bir yaşam geliştirebilmektir. Örgütlü güç, Spinoza’dan ödünç alarak söylenirse, toplumsal “potentia”nın, yani bir şeyler yapabilme kudretinin, yeteneğinin, olumlu ve özgürleştirici eylemselliğinin harekete geçmesini sağlar. Örgütlü güç, öz savunmasız hiçbir yaşamın sürdürülemeyeceği gerçeğinin binlerce yıldır deneylendiği dünyamızda, var olmanın, varlığını sürdürmenin neredeyse olmazsa olmazıdır. “zor”un rolü ise öz savunma çerçevesinde anlam bulur. Demokratik mekanizmalar “zor”un iktidara dönüşmesini engelleyen zihinsel, politik ve ahlaki uyanıklığı sağlar. Normatif ya da ideal düzlemde değil, canlı-kanlı somut insanların pratiğiyle, mücadelesiyle gelişen özgürlük hareketinin ve önderliğinin dış mücadeleden daha yoğun olarak yürüttüğü “iç mücadele” iktidar hastalığına karşı verilen yakıcı mücadeleyi gösterir. Öcalan’ın “erkeği öldürmek” biçiminde formülleştirdiği iktidara karşı mücadele hedefi özgürlük hareketi açısından radikal demokrasi anlayışının temelini oluşturur. Öcalan “erkeği öldürmeyi” sosyalizmin, demokratik bir yaşamın, demokratik ulusun temel ilkesi olarak ele alır ve erkeği öldürmenin iktidarı tek taraflı hakimiyeti, eşitsizliği, hoşgörüsüzlüğü hatta giderek faşizmi, diktatörlüğü, despotizmi öldürmek olduğunu söyler. Özgürlük hareketi bu bilinçle görev ve sorumluluk üstlenmiş kendi içinde zihniyet devrimini süreklileştirerek özgür ve demokratik bir yaşamın öncüllüğünü yapan bir güç olarak, risklere girerek, canla-kanla bedeller ödeyerek, deneyimleyerek, özeleştiri vererek dış mücadele kadar iç mücadele yürüterek, somut, gerçek, hakiki bir demokratik yaşam kurmaktadır. Radikal demokrasinin anlam bulabileceği bir yaşam ancak böyle bir daimi mücadeleyle mümkün olur.

 

Sonuç Yerine

2017 Temmuz’unda Almanya’nın Hamburg kentinde yapılan G-20 zirvesini protesto etmek üzere bir araya gelen göstericiler, yıllar içinde marjinalleşmiş protestolarını yaptıktan sonra bir dahaki gösteride buluşmak üzere vedalaşıp evlerine giderken, tv’lerde bu gösterilerde açığa çıkan “eğlenceli” görüntülerin yayınlanması da ihmal edilmedi. Hamburg’un büyük bir caddesinde polisle göstericiler çatışırken, yandaki binalardan birinin balkonunda oturmuş iki gurbetçi kadın bir yandan sarma sararken diğer yandan da gösteriyi izliyorlardı. Teatral bir gösteri izler gibi… Elbette ki bu görüntü üzerine bir çok tahlil yapılabilir, ancak şu çok açıkça göze çarpan bir gerçektir; geçici, kısa dönemli, hatta belli bir öfke deşarjı dışında bir niteliği aşmayan ittifaklar toplumu dönüştürmede etkisizdirler. Ortaçağ kilisesinin, yılda bir kez her istediklerini yapıp deşarj olan toplumun daha az zararlı olacağı düşüncesiyle karnavalları serbest bırakması gibi, kapitalist-modernite de kendi sistemini tüm vahşetiyle sürdürürken, bu tip gösterileri kibirli bir lütufkarlıkla karşılar. Gerçek anlamda etkili bir demokratik mücadele verilecekse kapitalist-moderniteyi asıl korkutacak olan, sarma saran gurbetçi kadınların da sokakta, ama kendi yurdunun sokağında, köyünde, toprağında mücadele yürüttüğü, kendi kendini yönettiği, toplumsal sorunların çözümünde esas özne olduğu bir yaşamın kurulmasıdır. Geçici olarak bir araya gelen sonra dağılan ve protestolarla sistemi aşındırmaya çalışan çabalar ne kadar değerli olursa olsun, her an “güvenlik politikaları”na kurban edilebilirdir, dahası toplumun demokratik taleplerini ifade ettiklerini ileri sürseler de topluma bir yabancı laşmaları da söz konusudur. Tüm insanlığa onurlu, ahlaki-politik, demokratik bir yaşamın projesi olarak sunulan demokratik modernite, tarih boyunca hiç hesaba katılmamış kadınlarla, emekçi analarla, ötekileştirilmiş etnik, dini topluluklarla gün be gün yaşamsallaşmaktadır. Özgürlük ve demokrasinin bu somut çağrısına ne kadar çabuk icabet edilirse dünyanın kapitalist-modernite belasından kurtulması o kadar çabuk gerçekleşecektir.

 

 

Kaynakça
  1. Ali Fırat, Erkeği Öldürmek
  2. Ali Fırat, D.U.Ç
  3. Mehmet Küçük, Modernite Versus Post-Modernite Say.Yay. 2011
Bunları da beğenebilirsin

Yoruma kapalı.