Düşünce ve Kuram Dergisi

Hegemonyaya Karşı Yerel-Evrensel Demokratik Mücadele Dinamikleri

Fırat Aydın

Giriş

Kapitalist sistem, devletçi uygarlığın son aşaması olarak belirgin hale gelmesinden itibaren kendisini, tüm dünya ölçeğinde gerçekleştirmeye yönelmiştir. Aslında onun var olmasını sağlayan temel dinamiklerden uzun mesafeli ticaretin artan yoğunluğu, hem ona bu yolu açmış hem de bir açıdan onu buna zorunlu kılmıştır. Uygarlığın başından itibaren gözlemlenen kapitalist sömürü tekelleri, Batı Avrupa’da bu kıtalararası ticaretten elde ettikleri gelirle hem güç biriktirmiş hem de siyasal ve ahlaksal baskıdan da esasta bu şekilde sıyrılmışlardır. Bu nedenle kapitalizmi daha embriyo aşamasındayken bile bir dünya sistemi olmaksızın düşünmek oldukça zordur. Kuşkusuz bu onun en temel niteliği olan sınırsız kar anlayışı ile de yakından bağlantılıdır. Bu sistemde karı en üst noktaya getirebilmek için yapılmayacak bir şey yoktur. Bu nedenle tüm dünyayı sömürülecek bir alan olarak birleştirmesi bu itkinin temel bir sonucudur.

Öte yandan kapitalist sistem, kendini siyasal düzlemde ulus-devlet formunda şekillendirir. Kapitalist modernitenin üç sacayağından olan ulus-devlet mekanizması (diğer ikisi endüstriyalizm ve kapitalist sömürü biçimi) aynı zamanda devletçi uygarlığın ortaya çıkışı ile gözlemlediğimiz toplumsal tabakalaşma ve sınıf farklılaşması temelindeki hiyerarşik düzeni devletin egemen olduğu toprak parçası esasında yeniden şekillendirmesinin aracıdır. Kapitalizm ulus-devlet ile bir ülkede yaşayan insanları sömürü hiyerarşisinde sıralarken, aynı şekilde tüm dünya ölçeğinde hegemonik gücün öncülüğünde ulus-devletlerin de yerini belirler. Bu durum kuşkusuz sadece kapitalist moderniteye özgü değildir. Devletçi sistem her alanda egemen ezilen ilişkisi üzerinde şekillendiği için her zaman devletler arası bir hiyerarşi de üretir. Fakat kapitalist dönemde hegemon öncüllerinin aksine sadece bir uygarlık havzasında değil, tüm dünyada egemen durumdadır.[1]

Yani kapitalizm sadece mali finans evresine girdiği 1970’lerden sonra değil, daha baştan itibaren küresel bir olgudur. Fakat tam da bu durumun tartışmasız en görünür olduğu 70’lerden itibaren toplumsallığa saldırısında, insan toplumsallığının örtük inkarını en temel argümanı haline getirmiştir. Küresel egemenliğini insan toplumlarının yerel kültürel özgünlüklerini aşılmaz duvarlar gibi sunarak meşrulaştırmaya yönelmiştir. Önce her bireyi atomize ederek her şeyin ölçüsü haline getirirken, ardından da her halkı ve belli ölçütlerle birbirinden ayırarak insanlığı bir kültürel adalar bileşkesi halinde sunmuştur. Bu kuşkusuz liberalizme içkin olan yapay birey inşası ve Batı merkezli ırkçılığın farklı biçimlerle tekrardan üretimiydi. Fakat bu sefer postmodernite üst başlığı ve aydınlanma eleştirisi adı altında.  Farklı kültürlere saygı ambalajı da olan bu eleştiri literatürünün etkili olduğunu da ifade etmek gerekir. Günümüzde de aynı şiarın bayraktarlığı altında halklar birbirinden uzaklaştırılmakta ve ahlaki politik toplumun direnişini bölgelere sınırlayarak denetim altına almak istemektedir. Bu saldırıların en bilinen teorik zemini ABD hegemonyasının haklılığını kanıtlamaya çalışan Samuel P. Huntington’un “Medeniyetler Çatışması” kitabıdır. Bu eserle yerel kültürel farklılıklar ve farklı uygarlık birikimleri birbirine zıt-karşıt toplumsal formlar olarak sunulmuş ve bu savaşın “önemi” ifade edilmiştir.  Aynı şeyi kapitalizmin zihinsel dünyasından beslenen sözde İslamcı akımların tüm türevleri de din olgusunu esas alarak yapmaktadır. İkisinin ortak özelliği, insanlığı keskin sınırlarla (ister din, isterse coğrafi bölge esas alınsın) bölmeleridir. Bu açıdan liberalizmin evrensellik algısının görünümlerini, son saldırısını ve buna karşı direniş alternatiflerini ele almak için öncelikle epistemolojik düzlemde evrensel-yerel ikilemini ele almak, sonrada bunun toplumsal boyutlarını incelemek gerekmektedir.

 

Yöntem Olarak Evrensellik-Görelilik İkilemi

İnsanlık anlam arayışının başından itibaren belli evrelere ihtiyaç duymuştur. Anlam çabası her açıdan var olanın ötesine geçmekse bu nasıl olacaktır? Yani görünenin arkasındakinin açığa çıkarılması gerekiyorsa bunun bir yolu ve yöntemi olmalıdır. Yani belli bir zihinsel ve maddi süreç bize görünenin ötesini gösterebilir. İşte geçilmesi gereken bu evreleri yöntem olarak adlandırabiliriz. Yöntem sorunu hakikat arayışının sadece bir türünde gündeme gelmez. Mitolojiden felsefeye bilimden dine kadar her anlama çabasının hesaplaşmak zorunda kaldığı bir sorundur, yöntem problemi. Ve birçok şekilde cevap verilmiş ya da bazı görüşlerde kendisi çözüm olarak ele alınmıştır.

Derinlikli katmanları olsa da yöntem tartışmalarının en can alıcı olan sorusu ise bir kez çözüm ya da anlam üreten ya da doğru sonuç verdiği düşünülen metodun her zaman geçerli olup olmayacağıdır. Yani bir sorunda işe yarayan yolun her zaman ya da daha önemlisi her şeyde, her yerde işe yarayıp yaramayacağıdır. Ya da herhangi bir alanda varılan anlamın nasıl genelleştirilebileceği, nasıl sistemleştirilebileceğidir. Daha doğrusu ulaşılan mananın çizilen sınırlarıdır. İşte anlam arayışlarının başlangıçlarında karşımıza çıkan tümel-tikel ya da evrensellik-yerellik ikilemi bu şekilde açığa çıkmaktadır.

Bu bağlamda yürütülen tartışmaların devletçi uygarlığın toplumla girdiği çatışma ve yine bu uygarlığın aldığı şekillenmeyle doğrudan bağını görmemiz gerekmektedir. Sadece kapitalist modernite döneminde değil, tüm devletçi sınıflı sistemlerin, düşünce sınırlarını kendi iktidar yöntemleri ile bağlantılı olarak belirlediğini ifade etmeliyiz. İnsan ne hakkında düşünürse düşünsün toplumsal durumun bu süreci belirlediğini unutmamalıyız. İnsan gezegenlerin yapısını araştırdığı zaman da toplumsal sorunlara çözüm aradığında da belirleyici olan devletçi güçler ile ahlaki ve politik toplum arasındaki çatışmadan doğan toplumsal durumdur. Bunun ötesine geçebilmek imkânsız değilse de istisnadır.

Bu açıdan küçük, birbirinden kısmen kopuk kent devletlerinin damgasını vurduğu dönemde evrensel kurallar ve belirlemelerden ziyade özgünlükler öne çıkarılır. Her kentin mitolojik panteonu anlam dünyasını belirlemektedir. İmparatorluklar dönemiyle bu kapalılığın bir nebze aşıldığını, fakat esas olarak tek tanrılı dinlerin evrensel kurallar dizisi ile tüm anlam dünyasını çevrelemeye başladığını ifade edebiliriz. Özcesi evrensellik-yerellik ikileminde hangisinin etkili olduğunu anlamamız için dönemin uygarlık dinamiklerini incelememiz gerekmektedir. Çünkü cevap orada saklıdır. Bu ikilemin hangi ucunun insanı hakikate daha fazla yakınlaştırdığından bağımsız olarak bu temelde gerçekleşmektedir. Bu ikileme nasıl yaklaşılması gerektiğine ancak bu temel doğruyu sürekli aklımızda tutarak varabiliriz. Çünkü tarih ve toplum üstü hakikat arayışı anlam üretmez. Bu durum tüm düşünsel alanlar için geçerli olduğu gibi ondan daha fazla toplumla ve toplumsal olanla ilgilidir. Çünkü insana dair bir araştırma yapılırken verilecek cevap, doğrudan toplumsal durumun örgütlenmesinin yansımalarını taşıyacaktır. İnsan topluma dair düşünürken, insanın toplumu biçimlendirdiği gerçeği bir kenara bırakılamaz. Bu aslında kapalı ve tek yanlı bir süreç değildir. Zaten toplumsal inşa dediğimiz değiştirme ve dönüştürme eylemi bu sürecin diyalektik işleyişinden kaynağını alır. İnsanlar örgütlenip mücadele ettikçe toplumsal inşa ile değişimi mümkün kılabilirler. Fakat bu sürecin yapısal sınırlarının yani toplumsallığın her zaman bu sürecin içinde olduğunu bilmek gerekir. Bundan dolayı insan eyleminin yerellikle bağı da evrensel sonuçları da bu çerçevede anlam kazanır. Fakat her şeyden önce bir düşünce sisteminin insan toplumunu tümel-tikel ikileminde nasıl ele aldığı önemlidir. Çünkü burada iktidar aygıtlarının etkinliği ve yol açtığı toplumsal sonuçlar çok daha kolay görülebilir. Bir düşünce sisteminin topluma dair söylediği söz de -her ne kadar diğer sözleri bu çerçeveden azade değilse de- o düşünce sisteminin iktidar ile bağını anlamak doğal olarak daha rahattır.

Devletçi güçlerin toplum içerisinde yarattığı tabakalaşmayı düşünsel bağlamda meşrulaştırmanın temellerinden biri; önce toplumun kendi içinde, sonrada halklar arası parçalanmayı gerçekleştirmektir. Önce erkeği kadının üstündeki bir varlık olarak tanımlamayla başlayan bu tabakalaşma, sonradan ezen ezilen sınıflar bağlamında, en sonunda ise halklar arası farklılaşmayla sonuçlanacaktır. Bu çerçevede erkek, egemen sınıflar ve egemen halklar neredeyse toplumun geri kalanından farklı bir tür, farklı bir gerçekliğe sahip bir kesim olarak ele alınacaktır. Erkekler, efendiler, soylular ve bilcümle egemenler için iyi doğru güzel olan, kadın-köle ve devlet dışında yaşayan halklar için aynı şekilde değerlendirilmeyecektir. Tümel-tikel farklılaşması burada en uç noktada ele alınacaktır. Tanrı krallar, mavi kanlı soylular, köle sahipleri kendilerini toplumun üstünde konumlandırdıkça insanlık kavramı muğlaklaştırılacaktır. Tek tanrılı dinlerin özellikle Hristiyanlık ve İslamiyet’in bu farklılaşmaya karşı evrensel bir itiraz üzerinden geliştikleri ifade edilmelidir. Fakat bu dinler iktidarla bütünleştikçe bu sefer ayrımın bir aracı haline gelmişlerdir. Kapitalist modernite öncesi toplumların din üzerinden birbirinden koparılmaya çalışıldıkları ifade edilmelidir.   Ve bu bakış açılarının ne kadar hakikate yakın olduğu da devletçi tekellerin toplumu kontrole almak için izlediği yöntemlerden yani tahakküm biçimlerinden ne kadar bağımsız oldukları ile doğrudan orantılıdır. Bunu en iyi ve en berrak biçimde kapitalist modernitenin düşünce biçimi olan liberalizmin, evrensellik-yerellik ikilemini nasıl kullandığını da bu ikilemi toplumsallığa tekellerin saldırısına nasıl açtığında görebiliriz. Kapitalist modernite tüm dünyayı kapsıyor ve onu birleştiriyordu lakin onu sömürmek için.

 

Liberalizmin Evrensellik-Yerellik Görüşleri ve Hegemonik Sistemi

Liberalizm ve onun dayandığı yöntem olan pozitivizm, evreni ve tabi ki toplumu tam olarak kesin katı çizgilerle çözdüğünü, açıkladığını ya da en azından çözülmedik problemler varsa da onları da zamanla açıklayacağını söyler.  Kendini bilimsel yöntem olarak ezel-ebed ve biricik sunmasının temeli de bu düşüncedir. “Bilimsel” olarak tüm evreni kanunlara bağlayan pozitivizmin toplumsal alana uyarlaması da bir o kadar iddialı olacaktır. “Sosyoloji” olarak adlandırılan bu görüşün çok çeşitli yorumları olsa da öncelikle tüm insanlığı kapsayan genel bir anlatısı vardır.  Aydınlanma döneminin insanı hiçleştiren görüşlere karşı tüm toplumları akıl üst başlığında eşitleyen hümanizmi, kendinden önceki düşünce sistemlerinin, insanlığı “doğal” ayrımlara tabi tutan bakış açısına kökten karşı çıkıyordu. İnsanı ve onun aklını kullanma gücünü öne çıkarması devrimsel bir değişimdi fakat, kapitalist tekeller bunu kendi egemenliklerini sağlamak için topluma karşı kullanacaklardı.

Hümanizm, kapitalist modernitenin evrenin merkezine yerleştirdiği “birey” inşasına zemin olarak kullanıldı. İnsan toplumu aklını kullanan birey temelinde birleştiriliyordu. Bu birey yaratımı kuşkusuz insanı toplumsallığından koparıyor ve kapitalizmin ekonomik çıkarın egemen olduğu ormanında tek başına bırakıyordu. Tek ölçü artık maddi somut ekonomik güçtü.[2] Tanrısal, kalıtsal, geleneksel tüm söylemler geride kalmıştı. Dönem PKK Lideri Abdullah Öcalan’ın deyimiyle “Maskesiz Tanrılar ve Çıplak Krallar Çağı”ydı. Kapitalist modernite tüm toplumsallığı bu temelde yeniden örgütlemeye koyuldu. Siyasal zeminde ulus-devlet de bu çerçevede dizayn edildi. Yönetimin meşruluğu bireyler ve bireylerin oluşturduğu ulustan kaynaklanmalıydı. Kapitalist modernitenin düşünsel paradigması olan liberalizm, “birey”e dayalı bir evrensel açıklama geliştiriyordu. Felsefeden sanata artık düşünen insanın devri başlamıştı. Fakat bir sorun vardı. Sorun tüm retoriğine karşın kapitalist modernite devletçi uygarlıkta hiç olmadığı kadar eşitsizliği doğuruyordu. Bazı bireyler -egemen sınıfın bireyleri- diğerlerinden bazı uluslarda -tabi ki uygar uluslar- diğerlerinden üsteydi. Bunun mantıklı bir açıklaması olmalıydı. Açıklama aklı kullanma yoluydu. Çünkü herkesin aklı vardı fakat herkes bu aklı aynı şekilde kullanamıyordu. Birilerinin bu aklı kullanmayı birilerine öğretmesi gerekiyordu. Aynı ulus-devletin içinde egemenler toplumun geri kalanına aklı kullanmanın yolunu öğretmeliydi. Kapitalizmin yaygın eğitim seferberliğinin amacı kuşkusuz tek tip homojen ulus yurttaşı yaratmaktı. Gerekçesi de aklı kullanmayı öğretme olarak formüle edildi. Öğretilen pozitivist liberalizmin düşünsel sistemiydi. Eğitime rağmen bazıları aklını kullanamıyorsa bunun farklı nedenleri olmalıydı. Bu farklı nedene tekrardan döneceğiz.

Bu temelde akla dayalı uygarlık olarak kapitalizmi tüm dünyanın kabul etmesi gerekiyordu. Bu uygarlık ilerleme demekti, akıllanma demekti. Maddi anlamda kat edilen teknik gelişim kapitalizmin zaferinin kanıtı olarak sunuluyordu. Kim treni, buharlı gemiyi ya da sanayi üretiminin gücünü inkar edebilirdi ki? Direnenlere çevrilmiş son model silahlar bu itirazı kanla susturuyordu. Kapitalizm akıl çağıydı. Ve herkes buna ya gönüllü ya da zorla katılacaktı. Zaten emperyalizm kendini bu şekilde meşrulaştırıyordu; geri toplumları medenileştirmek. Onları köleleştirerek akıllandırmak. Emperyalizmi kutsayan İngiliz şair Rudyard Kipling’in “Beyaz Adam’ın Kaderi” şiirinde tarif ettiği şey tam olarak buydu. Tüm halkları kapitalizmin getirdiği uygarlığın içerisine dahil etmek. Onları “adam etmek” tam olarak ifade edilmek istenen buydu. Adam olmayanlar ise ortadan kalkacaktı.

Uygarlığın ulaşmadığı yer, ona katılmayan tek bir coğrafya parçası kalmamalıydı. Tabi daha akıllı olanların piramidin üstünde daha az akıllı olanların, vahşi ve barbarların altta olmaları şartıyla. Çünkü doğal olan buydu, hem tarihin hem de doğanın yasaları bunu emrediyordu. Bazı insanlar baştan daha akıllı doğmuşlardı. Bu açıdan kadın zaten daha baştan devre dışıydı. Cinsiyetçiliğin ve ırkçılığın, biyolojik açıklaması ve meşrulaştırması bu süreçte devreye girdi. Sosyal Darwinizm, kimin daha akıllı kimin daha güçlü olduğunu kimin yönetmeye kimin yönetilmeye daha uygun olduğunu ve aynı zamanda kadının aklını niye kullanamadığını anlatıyordu. Güçlü ve akıllı olan ayakta kalacak, geriye kalanlar elimine edilecekti. Evrensel yasa bunu gerektiriyordu. Bu yukarıdaki soruna da çare olmuştu. Eğitime rağmen alt sınıflar gelişmiyorsa bu biyolojik sorunlardan kaynaklanıyordu. Tıpkı Batı dışındaki toplumların geri olmaları, akıllı olmamaları fiziki varlıklarından kaynaklanması gibi, aynı toplum içerisinde geri kalanlarda biyolojik sorunlardan kaynaklı bu hale gelmişlerdi. Öne sürülen farklı farklı söylemlerin içindeki çekirdek esasta buydu.  Sistemde bir sorun yoktu, her şey olması gerektiği gibi işliyordu. Irkçılık, kapitalist sistem içerisindeki egemen sınıfların iktidarının ve merkez devletlerin egemenliğinin tezahürü olarak ona içkindi. Kapitalizm devletler arası egemenlik sistemini ve hegemonik ilişkilerini bu şekilde açıklıyordu. Bazıları piramidin üstünde olmalıydı çünkü onlar daha akıllı doğmuşlardı. Tabi bu biyolojik nedeni kültürel yapıyı öne sürerek saklayan fikirler de vardı. Batı’nın uygarlığı dışındaki kültürel formlar insanların akıllı olmasını engelliyordu. O zaman daha akıllı doğmayanlar ya da kendi kültürleri akıllı olmalarına izin vermeyenler, durumlarını iyileştirmek istiyorlarsa kendi olmalarını bırakmaları ve ileri olanlara yani Batılılara benzemeliydiler. Bu ırkçı sistem aynı zamanda bu şekilde kendine has bir evrensellik de dayatıyordu. Bu, kendi kültürel birikimini ve yerelliğini inkar ederek sözde modern uygarlığa dahil olmaktı. Kapitalist kozmopolitizm dünyayı tek tipleştirerek kültürel emperyalizmin yayılmasının en etkili yoluydu. Merkez emperyalist devletler dışında kalan bölgelerdeki tekeller ve kapitalist müfredatın hasadı olan aydınlar buna ikna oldular[3]. Kendi coğrafyalarının tarihsel kültürel birikimi ile bağlarını koparmaktan hiç sakınca görmediler ve bunu kendi halklarına ve toplumlarına zorla ya da gönüllü bir biçimde dayattılar. Yerel özellikler artık geride kalmıştı. Herkes Batılı gibi düşünmeli, onlar gibi giyinmeli, onlar gibi konuşmalı ve her şeyden önemlisi onların yönetimine girmeliydi. Kendi kendilerini yöneteceklerse de bu Batı tarzı yönetimlerle olmalıydı. Ancak bu şekilde geri olmaktan kurtulabilirlerdi. Bu düşünce sadece açıktan Batı savunusu yapan kesimleri değil, ona karşı gibi görünen çevreleri de derinden etkiledi.  Buna dünyanın her yerinde toplumlar direniş ile karşılık verdiler. Fakat dünyanın son iki yüzyılında silinen, ortadan kalkan ya da bir biçimde asimle olan halklara baktığımızda bu direniş ancak kısmen başarılı olabildi. Yüzlerce dil bu temelde yok oldu. Dünyanın büyük oranda kültürel çoraklaşmasına yol açıldı.

Yerel özelliklerin bileşkesi gibi görülen “ulus” da aslında bu kapitalist kozmopolitizmin bir ürünü olarak dışsaldı. Kaldı ki Avrupa dahil hiçbir yerde bildiğimiz anlamda ulus kendi kendine şekillenmemişti. Ulus, kapitalist modernitenin temel bileşkesi olarak her yerde devlet tarafından kuşkusuz toplumsal bazı özelliklere dayanarak inşa edildi. Yani açıkça kendi bölgesel niteliklerinden vazgeçmeyi savunan, artık ağırlıklı olarak Batı dillerinden birini ya da birkaçını konuşan özellikle aydın kesimler de kendi yerel dillerini konuşup sözde bağımsızlıktan dem vuran milliyetçiler de dinin modernleşmesini savunan yeni tip muhafazakârlar da kapitalist modernitenin doğrudan ürünüydüler. Kapitalist sistemin hegemonik sistemi sadece kabul edilmiyordu aynı zamanda tek yol olarak görülüyordu. Amaç sadece kendilerini bir şekilde egemenlik piramidinde üst katlara taşımaktı. İstisna olsa da örnek olarak gösterilen bazı ülkeler vardı. Japonya bu örneklerin başında geliyordu. Batılılar gibi olduklarında er geç onların ülkeleri de kalkınacak, ilerleyecek ve güçlü bir devlet olacaktı.  Bu şekilde toplumsal gerçekliğine yabancılaşan bir üst sınıf açığa çıktı. Franz Fanon’un “Beyaz Maske takan Siyah Derililer”i bu kesimlerdi. Buna karşı emperyalizmin suçları ve baskısı artık dayanılmaz hale geldikçe ve sosyalist hareket özellikle Ekim Devrimi, sonrası hızla yükseldikçe Ulusal Kurtuluş Hareketleri etkinlik kazanıp mücadeleyi yükseltmeye başladılar. 1945 sonrası, yavaş yavaş klasik sömürge mantığının geride bırakılmasını dayatan baskı bu mücadeleden kaynağını alıyordu. Bu hareketlerin kapitalist moderniteden ulus-devlet formu bağlamında ne kadar etkilendiği daha sonra açığa çıkmasına karşın Ulusal Kurtuluş Hareketleri o dönem kapitalizmin klasik emperyalist yöntemine de kapitalist kozmopolitizme de büyük darbe vurdu. Bu hareketlerde, reel sosyalizmde enternasyonalizmi öne çıkarsalar da esas alınan “ulus formu” kapitalist modernitenin inşasıydı ve bu paradigmasal bir kopuşa neden olmuyordu.Biyolojik Irkçılık faşist bloğun yenilgisiyle birlikte-İkinci Dünya Savaşından sonra-tüm toplumlar tarafından açıkça suç olarak görülmeye başlanmıştı. Bu durum sistemin ırkçılığı bıraktığı anlamına gelmiyordu fakat ondan açıkça bahsedilmiyor, biyolojik açıklamalarından ise katiyen söz edilmiyordu. Biyolojik ırkçılık, klasik modernleşme teorileri, kıyameti andıran sonuçları inkâr edilemez olduğu için artık gözden düşmüştü.[4] Adorno’nun dediği gibi Auchiwtz’den sonra kim şiir yazabilirdi ki? Pozitivist sosyoloji duvara çarpmıştı. O zaman toplumsal hakikati çarpıtan başka bir açıklama bulunmalıydı. Toplumun kendisini de farklı toplumları da ayrıştıran ve birini üstün diğerini altta kılan başka bir ölçüt bulunmalıydı. Kültür egemenlerin gündemine bu dönem bir ayrıştırıcı olarak girdi. Piramidin basamaklarını belirleyen artık kültürel farklılıktı. Bazı toplumlar geriyse, bazı toplumlar akılcı düşünceyi kabul etmiyorsa bu onların kültüründen kaynaklıydı. Kuşkusuz bu söylemde kültürel farklılıklar açıktan aşağılanmıyordu. Hatta daha öteye her kültürel dünyanın kendine has doğruları, hakikatleri olduğu ifade ediliyor ve evrensel hakikat ret ediliyordu. Bunun zeminin oluşturan düşünce postmoderniteydi.   Postmodernizm, öncelikle bir pozitivizm eleştirisi olarak gündeme geldi. Toplumsal hakikat karşısında pozitivist açıklamalar yetersiz kalıyordu. Daha ötesinde bilimden felsefeye kadar her yerde yöntem tartışmaları bu başarısızlığın ardından başlamıştı. 1970’lerde Postmodernist olarak adlandırılan düşünürler bu temelde bir fikir silsilesi sunmaya başladı.  İlk olarak başladıkları genel doğrular ve evrensel hakikatlerdi. Liberalizmin tahakküm rejimine dokunmadan vardığı sonuçlar eleştiriliyordu. Topun ağzında olan “büyük anlatılardı.” Aslında çokta yanlış olmayarak aydınlanmanın sol damarı olarak ele alınan sosyalist düşüncede temel hedeflerindeydi. Evrensellik-görelilik ikileminde rota ikinciden yana kırılmıştı. Hakikatin ölçüsünü bireye kadar düşüren postmodernite, tüm eleştirel söylemine karşın liberalizmin çekirdek bireyciliğini temel alıyordu. Yer yer nihilizme varan eleştiriciliği nedense bireye gelince duruyordu. Kuşkusuz doğrunun, hakikatin tümünü inkâr eden eğilimler de vardı. Ama ana akım postmodernite tikel hakikatlere dayalı bir dünya inşa ediyordu ve bu kapitalist modernitenin doğasına uygundu. Yerelliğin insan toplumuna içkin niteliği, evrensellikten koparılarak düşüncel bir rotasızlık yaratılıyordu. Doğru eleştiriler yanlış sonuçlarla bezeniyordu.

İnsan toplumsallığının evrenselliği ret edildiğinde yerine ikame edilen çok kültürlülük aslında farklılıklara vurgusu nedeniyle toplumsal hakikate uygun gibi görünüyordu. Oysa postmodernitenin çok kültürlülüğü ve farklı kültürlere saygı retoriğinin altında Batı merkezli bakış açısının egemenliği saklıydı. Modernizmin “farklılıklarınız geri olmanızın nedeni, bize benzeyin” sloganı “farklılıklarınıza saygı duyuyoruz, geri olmanız normal, bize benzeyemezsin” şekline çevriliyordu. Bu durumda sadece hegemonyanın piramidi meşrulaştırılmıyor aynı zamanda tabakalar arasındaki farklar güçlendiriliyordu. Modernizm farklı kültürleri eriterek ortadan kaldırırken postmodernite bu farklara sözde saygı duyduğunu iddia ederek dışlıyordu. Kültürel görelilik olarak ifade edilen tutum bu dışlamanın formülize edilmiş haliydi. Daha açık bir örnek vermek gerekirse modernite liberal demokrasiyi zorla dayatırken postmodernite sizin kültürünüz demokrasiye uygun değil diyerek liberal demokrasinin üstünlüğünü yeniden üretiyordu.  Postmodernizm, kapitalist modernitenin temel düşüncesinin farklı biçimlerdeki yeniden inşasıydı. Toplum içinde tabakalaşma ve sınıfa dayalı eşitsizlik sürerken toplumlar arasında ise hem siyasal hem kültürel hegemonik sistem yerli yerinde dururken, çok kültürlülüğe saygı altı boş bir argümandır. Bu, katilin maktulü bıçaklarken ona saygı duyduğunu ifade etmesinden farksızdı. Günümüzde kapitalist modernitenin farklı kültürlere saygısı toplumları aynılaştırıcı söylem ve popüler tek kültür bombardımanıyla birlikte siyasal hegemonik dayatmanın yanında yerel kültür eserlerinin metalaştırılarak pazara sunulmasından ibarettir. Sanal medyanın artan yoğunluğu bu bombardımanın gücünü artırmaktadır. Bunun da ötesinde toplumsal hakikat muğlaklaştırılarak toplumsallığa darbe daha vurucu hale geliyordu. Pozitivizmin türevleri olarak klasik modernizmin evrenselciliği de postmodernizmin göreceliği de toplumsallığı dağıtma sonucunda aynılaşıyordu. Kapitalist hegemonik sistem ikisinin de ortak paydasıydı. “Toplumu kuraldan yoksun, sonsuz tekilci ilişkisel gelişmeler halinde incelemek de sıkça karşımıza çıkan bir yaklaşım türüdür. Neredeyse tasvirci edebî yaklaşım modeli olarak da niteleyebileceğimiz bu aşırı göreci yaklaşımlar, ancak toplumsal ormanlar içinde kaybolmaya götürür. Tersi gibi görünen ama özde aynı rolü oynayan aşırı evrenselci yaklaşım modelleri ise, toplumu fiziki yalınlığı içinde birkaç kanunla tarif etmeye çalışır. Toplumun zengin çeşitliliği karşısında körleşmeye en çok hizmet eden yaklaşım bu olsa gerek. Pozitivist toplum anlayışı hem aşırı göreciliği hem de aşırı evrenselciliği bağrında taşıyan en kaba model olarak anılmaya değerdir.”  Kapitalist sistem, Sovyetler Birliği’nin yıkılışından itibaren kendi hegemonik gücünün egemenliğini kültürler arası savaş, uygarlıklar arası savaş, gibi retoriklerle meşrulaştırırken dayandığı zihinsel temel postmodernitenin görecelik düşüncesidir. Merkez kapitalist devletlerde yeni tür tüm faşist eğilimlerin mülteci karşıtlığı üzerinden kültürlerinin yozlaşacağı temeline dayanması, bu çerçevede anlamlı hale gelir. Toplumsallığı bölen karşıtlıklar bu sözde göreci kültür açıklamalarından hareket etmektedir. ABD’nin şimdi açıkça sarsılan hegemonyasını savunmasının temeli, Batı medeniyetine öncülük iddiasıdır. İnsanlığın bir kez daha egemenlik temelinde bölünmesi bu hegemonyanın sürmesinin olmazsa olmazıdır. Birey eksenli insan hakları önermesinin çok kültürlülük sosu ile bezenmesi yeni dönem ırkçı düşüncesini örten perdedir. Ve bölünme önermesinin oldukça etkili olduğunu ifade etmektedir. Dünya yüz yıl öncesine göre teknik olarak daha fazla birleşmiş, tek tip kültür daha fazla yayılmış ama ezilenlerin birleşmesini engelleyecek biçimde zihinsel olarak çok daha fazla bölünmüştür. Dünyaya yabancılaşma kesinlikle bu dönem çok daha fazla derinleşmiştir. Demokratik sosyalist hareketler, bu bölünmeyi aşma eksenli mücadele etseler de ezilenler bölgesel sınırlara çok daha fazla gömülmüştür. Bunu aşmanın yolu insan toplumsallığın hakikatine uygun yeni bir örgütlenme ile kapitalist hegemonik sistemin karşısına çıkmaktır.

 

İnsan Toplumlarının Farklılığı ve İnsan Toplumsallığının Birliği

İnsan toplumsallığının hakikati ise pozitivist çarpıtmalarının, gizleyici argümanlarının ardında yer almaktadır. Bu hakikate ilişkin fikir yürütebilmek için öncelikle egemenlerin bakış açısından kurtulup, varlığa toplumsal pencereden bakmak gereklidir. Bu tartışmalar aynı zamanda insan toplumsallığını varoluş niteliklerine dair sonuçlarda doğurmaktadır. Bunun için öncelikle toplumun kuruluşunu irdelememiz gerekmektedir. Bu süreci irdelememiz bize evrensellik ve yerellik kavramlarının birbiriyle ilişkilerinin hakikate yakın bir tablosunu da sunacaktır.

İnsanın toplumsal bir canlı olduğunu, hatta insanın toplum olmaksızın tanımlanamayacağını toplumsal hakikati kavrayabilmek için bir çıkış noktası olarak ele almalıyız. Bu ilişki tek yönlü bir ilişki değildir. Çünkü toplumun kendisi insan tarafından inşa edilmiştir. Yani toplum da doğal, tarih, insanüstü ve mekansız bir oluşum değildir. İnsan varlığını gerçekleştirmek için toplum formunda yaşamaya başlayarak bir tür olarak özgünlüğüne ilk adımı atmıştır. Ki burada insan aklının esnek ve yaratıcı niteliğinin ilk örneğini görmekteyiz. Bu formu inşa ettikten sonra bu form onun içkin niteliği haline gelmiştir. Yani artık insanın eyleme, düşünme gibi tüm faaliyetleri toplumsal zeminde gerçekleşmiştir. İşte bu toplumsallığın inşası bir çekirdek üzerinden şekillenir. Bu çekirdeği demokratik, ekolojik kadın özgürlükçü paradigma çerçevesinde ahlaki ve politik toplum olarak adlandırıyoruz.

İnsanlar bir arada kalabilmek için belirli ilkeler oluşturmak zorundadır. Bu ilkeleri yani toplumun bir arada yaşama ölçütleri ahlakı tanımlamaktadır. Yine insanlar toplum formunda bir araya geldikten sonra yaşamsal faaliyetleri yürütmek, yani bu ahlaki ilkeler çerçevesinde eyleme geçmek için karar vermek zorundadır. Bu kararların devletçi-sınıfçı güçlerin tabakalaşma yaratmadan önce tüm toplum tarafından verildiği ve pratiğe geçirildiği bilinmektedir. Bu faaliyet yalın bir biçimde politikadır. İnsan toplumsallığı çerçevesindeki eylemleri politikadır. Yani yaşamsal faaliyetlerin örgütlendirilmesi ve pratikleştirilmesi. Demokrasi ise ahlak ve politikanın yaşama geçme yöntemidir.  İşte bu iki temel nitelik, ahlak ve politika toplumun çekirdeği, yani tüm toplumsal örgütlenmenin özünü teşkil etmektedir. Ahlaki ve politik toplum bu nedenle tüm toplumlarda olmazsa olmaz evrensel bir olgudur. Bu temellerin ortadan kalktığı toplumların yaşamlarını sürdürme olanağı da yoktur. Kapitalist modernite her ne kadar bu özü dağıtmayı hedeflese de bunu gerçekleştirme olanağı yoktur. Çünkü ahlaki ve politik niteliklerini yitirmiş bir toplumdan bahsedemeyiz. Eğer bu dağılma gerçekleşirse, ahlaki ve politik çekirdek ortadan kalkarsa artık ortada başka bir oluşumdan bahsedebiliriz. Faşizmin robotlaştırmış bir insan sürüsünü arzularken hedefi de, tüm saldırılarına rağmen başaramadığı da tam olarak budur. Toplumsallığa yönelik tüm saldırılara karşın bu çekirdeği en zayıflamış toplumlarda bile ahlaki ve politik özü ortadan kaldıramamıştır. Ahlaki ve politik toplum ne kadar evrensel bir olgu olarak tüm toplumlar için geçerliyse, toplumlara göre farklı biçimde görünür olması da o kadar geçerlidir. Bu durumda yine insana içkin bir nitelikten kaynaklanır. Düşünceden duyguya tıpa tıp aynı herhangi insan bireyi söz konusu değildir. Çünkü bu farklılık insanı insan kılan, aslında toplumsallığa giden inşa yolunu da açan, temel bir nitelikti. İnsanlar farklı olmasalar, zaten belli ilkeler temelinde toplum örgütlenmesi inşa etmek zorunda kalmazlardı. Bu farklılıkları belirleyen coğrafyadan fiziksel özelliğe kadar birçok etmen vardır. İnsanlar aynı özü yani insan olmayı paylaşmıyor olsalar, yani eşit olmasalar bir araya gelmezlerdi. Toplum eşitler arası üretilebilecek bir inşadır. Eşitsizlik temelli inşanın ne ile sonuçlandığını biliyoruz. Bu bilindiği gibi devlettir. Kaldı ki toplumun ilk örgütlenme evresinde eşitsizliğe kaynaklık edecek artı ürüne el koyma, yani özel mülkiyette erkeğin kadına hükmetmesini yol açacak cinsiyetler arası yabancılaşma da yoktur. Bu nedenle toplumun bir araya gelmesindeki ilişkiler kesinlikle dikey olamaz. Aynı sürecin dünyanın her yerinde aynı şekilde işlemesi insanların eşitliğinin evrensel bir görünümünü de bize sunmaktadır.

Farklılık içindeki eşitlik kendini insanın toplumsal olarak örgütlenmesinde de gösterir. Birbirine en yakın toplumsal formların bile bu nedenle kendine has özgünlükleri vardır. Birbirine yakın coğrafi, dil ve diğer genel özellikleri aynı olan iki köy bile birbirinden farklılık gösterir. Ama bu farklılık insan toplumsallığının evrensel birliğini zedelemez, aksine toplumları birleştiren bu farklılığıdır. İnsanlar nasıl tıpatıp aynı olsalar insan olarak adlandırılamayacaklarsa bu her şeyi ile aynı toplumlarda toplum olarak ifade edilemezler. Bu durumda doğru tanım ancak sürü olabilir. İnsanların eşitliğini ve farklılığını Hannah Arendt “İnsanlık Durumu” eserinde eylem ve dil gibi temel insani faaliyetler üzerinden çok yalın biçimde şu şekilde ifade etmektedir;

“Gerek eylemin gerekse konuşmanın temel koşulu olan insani çoğulluğun, eşitlik ve farklılık gibi ikili bir niteliği vardır. Eğer insanlar eşit olmasalardı ne birbirlerini ve kendilerinden öncekileri anlayabilir, ne de geleceği planlayabilir ve kendilerinden sonrakilerin ihtiyaçlarını öngörebilirlerdi. Eğer insanlar birbirlerinden kim oldukları bakımından farklılık göstermeselerdi, kendilerini anlaşılır kılmak için ne konuşmalarına ne de eylemde bulunmalarına gerek olurdu. Aynı olan ihtiyaç ve istekleri birbirlerine iletmede, işaretler ve sesler yeterli olurdu.”

Bu eşitlik ve farklılık aynı zamanda insan toplum ve kültürlerinin çoğulluğunu, çeşitliğini de açıklamaktadır. Ahlaki ve politik toplum coğrafyadan bağımsız, tarihin üstünde değildir. Zaten bu dinamikler farklılıkları doğurmaktadır. Ahlak ve politika bu değişimlere göre dünyanın her yerinde farklı görünümlere sahip olur. Toplumların farklılıklarını bu zeminden anlayabiliriz. Dil, kültür, halk ve ulus gibi toplumsal inşalar bu temel zeminden kaynakla yaşam bulurlar. İşte tam da bu nedenle her toplumun kendi özgünlüğü onu insanlığın bir parçası haline getirmektedir. Bu evrensel-yerel ilişkisinin optimal dengesi hangi cepheden aşırı yorumlanırsa hakikatten o denli uzaklaşılır. Öcalan bu dengeyi “Yerel olan evrenseldir” belirlemesiyle net bir şekilde ortaya koymaktadır. Aynı diyalektik, devletçi uygarlığın evreleri için de geçerlidir. Devlet de neredeyse beş bin yıldır farklı farklı biçimde dünyanın her yerinde eşitsizlik, sömürü ve baskı üzerinden kendini örgütlemektedir. Günümüzde ise Kapitalist modernitenin küresel düzeyde ve onun ulus-devlet formunun verili coğrafyalar bağlamında gerçekleştirmek istediği homojenleştirmenin toplumsallığa saldırı olduğu bu temelde daha rahat anlaşılır. İnsanlar toplumsaldır, insanlar eşittir, insanlar farklıdır ve insan toplumları birdir. Tüm bunları inkâr etmek ve bu inkâr üzerinden sistem inşa etmek insanlığa yönelmiş saldırılardır. Buna karşı mücadele etmek, önce bulunduğun yerelden ama her zaman evrensel düşünerek insanlığı daha eşit, daha özgür ve daha demokratik bir sisteme götürecek başlangıç noktasıdır.

 

Hegemonik Uluslararası Sisteme Karşı Demokratik Ulusun Örgütlenmesi

Bu temelde ele alındığında toplumun savunulmasının yerel kültürel değerlerin savunulmasından başladığını ifade edebiliriz. Ulus-devletin milliyetçilik temelinde gerçekleştirdiği homojenleştirici müdahalelerine karşı da kültür emperyalizminin dünya çapında geliştirdiği tekil popüler kültür hamlesine karşı da yerel olanı koruyup geliştirme toplumun ahlaki ve politik cevherini öne çıkarmakla eşdeğerdir. Kuşkusuz aynı şey devlet tarafından alıkonan toplumun, yönetim yeteneğini mahalleye kadar yerel birimlere kadar yaymak için de geçerlidir. Bu açıdan hegemonya ile emperyalizme karşı mücadele yerelden toplumları örgütlemekle başlar ve bu temelde evrenselleşir.  Bu model toplumun doğasına daha uygun olduğu için toplumu bir siyasal kalıp içine sokmayı değil, onun kendini ifade etmesine ve kendini yönetmesine yol açtığı için demokrasinin de esasını temsil etmektedir. Doğrudan demokrasinin toplumsal örgütlenmenin en küçük biriminden başlayarak esas kılınması bu temelde radikal demokrasi olarak anlamlı hale gelmektedir. Farklılık içinde birlik esprisi toplumsallığı anlattığı kadar eşitliği temel aldığı için sosyalizmin de gerçek anlamıyla yaşamsallaşmasını ifade etmektedir.

Geçtiğimiz yüzyılda devrimci sosyalist hareketler, kapitalist sistem ile mücadele ederken onun ulus-devlet formunu esas alıyorlardı. Halklar arası kardeşliğin ve eşitliğin savunusu olan enternasyonalizm de bu temelde ele alınıyordu. Fakat reel sosyalizmin ulus-devlet olgusunu esas alması hem toplumun ulus formunda örgütlenmesinde kapitalist moderniteye benzeştiriyor hem de onun enternasyonalizmini devletler arası ilişkiyi daha fazla öne çıkararak kusurlu hale getiriyordu. Oysa bilimsel sosyalizmin ilk adımlarından itibaren en temel özelliği devlet sınırlardan bağımsız tüm insanlığa seslenmesiydi. Doğrudan demokrasinin en alttan başlayarak örgütlenmesi, devletçi sistemin toplumun elinden aldığı yönetimi tekrardan topluma vermesi; toplumun güçlenmesi anlamına gelmektedir. Yerellerden başlayarak örgütlenecek ve dikey değil, yatay ilişkiyi esas alacak olan demokratik konfederalizm, aynı zamanda toplum içindeki tüm farklılıkları da güvence altına almaktadır. Demokratik değerler üzerinden örgütlü toplum anlamına gelen demokratik ulus bu temelde kapitalist moderniteye karşı gerçek alternatif olarak öne çıkmaktadır. Zaten demokratik ulus basitçe ahlaki ve politik toplumun kendini ulus düzeyinde örgütlenmesinin adıdır. Yerelden başlamak aynı zamanda özgünlükleri koruma anlamına gelecektir. Kapitalist hegemonyanın tektipleştirici müdahalelerine evrensel perspektifli yerel cevaplar gerçek toplumsal zenginliği açığa çıkaracaktır.

Kapitalist modernite cinsiyetçilik, milliyetçilik, ırkçılık, dincilik gibi toplumlar arası nefret ve kopuşu körükleyerek egemenlerin sistemini garanti altına alan akımlarla insanlar arası uçurum oluşturmaktadır. Bu uçurumları kapatıp, onları tesirsiz hale getirmenin yolu da toplumların yerelden başlayarak, küresel düzeyde eşitlik temelinde bir araya gelmesidir. Demokratik modernite de bu sitemin düşünsel paradigması anlamına gelmektedir. Bu paradigma tekleştirici tüm yöntemleri bir kenara bırakarak, toplumların düşünsel esnekliğin en yaratıcı tarzda açığa çıkmasını sağlayacaktır. Tüm yerellerin özgünlüğünü ve özerkliğini garanti altına alan demokratik konfederal örgütlenme modelinin esnekliği bölgeler arası farkları bir karşıtlaşma değil, toplumsal zenginlik olarak kabul eder. Bu sistem içerisinde başat hale gelip diğer kültürel değerleri öteleyecek bir eğilim çıkmaz. Bu insanlığın kendi yerel niteliklerini koruyarak bir araya gelmesinin de önünü açmaktadır. Tüm insanlığın mirası her yerde bu şekilde kendi coğrafyanın niteliklerinden damıtılarak içselleştirilir. Günümüzde tarihin hiçbir döneminde olmadığı kadar bunun imkanları söz konusudur. Toplumlar arası ilişkilerin sıklaşmasında maddi olanaklar, teknik alanındaki gelişme sayesinde oldukça olanaklıdır. Demokratik ulus örgütlenmesi toplumun yaşam mekânı olarak ülkenin de gerçek anlamına kavuşmasını sağlar. Kapitalist modernitenin egemenlik alanı olarak çevrelediği pazarın adı olan ulus-devletin vatan anlayışından da bu şekilde azade olunur. Bu insanı köksüzleştiren ve kendi toplumuna yabancılaştıran kapitalist kozmopolitizmin panzehridir. Yerellere dayalı örgütlenme ile bir toplum kendi olabildiği sürece evrenselle buluşabilir. Bu toplumların kendi coğrafyaları ile kuracakları ilişkinin sağlıklı olmasını sağlar. Demokratik vatan ancak örgütlenmiş toplumun mekânı olarak açığa çıkar ve ancak o şekilde özgürleşir. Kendi kendini yönetme anlamındaki siyasal bağımsızlıkta ancak ve ancak toplumun örgütlü hale gelmesi ile mümkün olur.

Demokratik konfederal örgütlenmenin esasında da şematiklik yoktur. Aksine her yerelin özgünlüğünde kendini ifade etme biçimini pratikte kendisi bulur. Öncelikle yerel ve güncel sorunlara cevap verdiği için o bölgenin özelliğini taşıması doğaldır. Kaldı ki gücü ve tarihselliği zaten bu yerel örgütlenme çeşitlerine açık olmasında yatmaktadır. Bu örgütlenme zemininde toplumsal muhalefetin farklı hareketleri de ortak zeminde birleşebilir. Kadın özgürlük hareketinden halkların özgürlük mücadelesine, ekolojik hareketten emek hareketlerine tüm toplumsal dinamikler demokratik modernitenin asli bileşenleri olarak ortak mücadele edebilir, etmektedir de. Çünkü bu düşünce bir gelecek ütopyası değil, pratik olarak toplumsal hareketlerin sistem ile güncel pratik mücadelesinde açığa çıkan birikim, devrimci potansiyeldir. Asıl mesele bu potansiyel enerjiyi devletçi zihniyetten kurtarıp esas açığa çıkacağı toplumun bağrına aktarmaktır. Bu açıdan 21.Yüzyılın ilk çeyreği, Rojava devriminin büyüttüğü umudun dünyanın her yerinde yükselen demokratik mücadelelerde birleşmesinin pratiğini göstermektedir. Kapitalist sisteme karşı olan toplumsal mücadelelerin birbirine yakınlaşması, dayanışması ve ortak mücadele geleneğini geliştirmesi bu çerçevede gelişmeyi göstermektedir.

Demokratik konfederalizm devletçi sistem ile toplum demokrasisinin bir süre beraber yaşamasını dışlamaz. En alttan başlayarak demokratik ilkelere dayalı yatay örgütlenme, tek bir bölge ya da alanla sınırlı kalmadan geliştikçe, dünyanın tümü aynı toplumsal sorumluluk altına girecektir. Kapitalist modernite ile mücadelesi de bu çerçevede anlamlı hale gelecektir. Yerel meclislerin bir araya geldiği konfederal sistem, bölgesel kongreler açığa çıkarabilecek ve en sonda Dünya Demokratik Uluslar Kongresi ile kapitalist sistemin alternatifi olarak kendini açık bir şekilde var edebilecektir. Fakat bu mücadele en azami hedeften başlamaz, aksine yerel meclislerde ahlaki ve politik toplum canlandıkça, pratikleşip geliştikçe insanlığın gelecek umudu şeklinde dal budak salacaktır.  Bu bağlamda ahlaki ve politik toplumun devrimci atılımı gerçekleştireceği zemin yereller ve zaferi kazanacağı mekân ise tüm dünya olacaktır.

 

 

 

 

[1]     Kapitalizmin bu özelliğini İ. Wallerstein onun biricikliğine kanıt olarak sunar. Fakat kendisinin de kabul ettiği dünya ekonomi sistemlerinin önceki varlığı bu sefer bir dünya ekonomik sisteminin tüm gezegen ölçeğinde gerçekleşmesinin neden tarihsel bir kopuş olduğunu tam izah edemez. Bkz. Dünya Sistemi Der. Ander Gunder Frank- Barry K. Gills
[2]     Marks Komünist Manifesto’da bu süreci oldukça güzel betimler; “Burjuvazi, üstünlüğü ele geçirdiği her yerde, bütün feodal, ataerkil, romantik ilişkilere son verdi. İnsanı “doğal efendiler”ine bağlayan çok çeşitli feodal bağları acımasızca kopardı ve insan ile insan arasında, çıplak öz-çıkardan, katı “nakit ödeme”den başka hiç bir bağ bırakmadı. Dinsel tutkuların, şövalyece coşkunun, dar kafalı duygusallığın en ilâhi vecde gelmelerini, bencil hesapların buzlu sularında boğdu. Kişisel değeri, değişim-değerine indirgedi, ve sayısız yok edilemez ayrıcalıklı özgürlüklerin yerine, o tek insafsız özgürlüğü, ticaret özgürlüğünü koydu. Tek sözcükle, dinsel ve siyasal yanılsamalarla perdelenmiş sömürünün yerine, açık, utanmaz, dolaysız, kaba sömürüyü koydu.”
[3]     Türkiye’de 19.Yüzyılda yaygınlaşan Batıcılık tamamen bu çerçevede gelişti. Egemen devlet ve egemen sınıf olmak hangi şekle girmeyi gerektiriyorsa Türk egemenleri o şekle girerek vatanı kurtarmaya hazırdılar.
[4]     Tıpkı kölecilik gibi biyolojik ırkçılığında ABD’de diğer merkez kapitalist devletlerden çok sonra bile açıkça uygulanıyor olması aslında dikkate değer ve istisnai bir durumdur. Bu durum kapitalist sistemin ırkçı özünü onun hegemon devleti şahsında açıkça sergilemesinin yanında geç oluşturulan bir devlet olarak ABD’nin kapitalizmin tüm evrelerini uçta yaşadığını da göstermektedir. Keza 17.Yüzyıldan sonra ne kölelik ne de ırkçılık Batı Avrupa devletlerinin kendi sınırlarında bu denli pervasızca uygulanmamıştır. 
Bunları da beğenebilirsin

Yoruma kapalı.