Düşünce ve Kuram Dergisi

Hiyerarşi, İktidar, Devlet Sorunu ve Devrim Ali Fırat

Ali Fırat

Ulus-devlet proto-faşizm olarak toplumun tarih boyunca kazandığı zenginlikler üzerinde buldozer gibi geçip “gelecek umutlarını” da karanlıklara boğuyordu. Geriye en nesnel putçu bir pozitivist milliyetçilik diniyle korunan, kendini tek doğru olarak inşa eden, duygusuz, soykırıma kadar varan gaddarlığıyla tanınan ve bizzat tanrılaşan ulus-devlet kalıyordu. Sermayenin beş bin yıllık tarihinde ilk defa ekonomi, siyaset, toplum ve ideolojinin tek potada eritilmesiyle elde edilen bu güç tekelinin kendisi tüm bu sorunların kaynağıydı. Açık ki, ulus-devlet kavram ve uygulama olarak aşılmadıkça, sosyalizm mücadelesi kendini aldatmaktan başka bir anlama gelmeyecekti. Endüstriyalizm de ulus-devletin ikizi olarak çözümlenmedikçe, başta kentin kanserleşmesi ve çevrenin yıkımının önüne geçilemez. Devrimci bir hedef gibi gösterilen endüstriyalizm devlet tekelciliğinin azami kâr biçimidir. Olsa olsa firavun sosyalizmi olarak anlam bulabilir. Çözülüşüne kadar SSCB, günümüzde de Çin sosyalizmi, endüstriyalizmin en kaba uygulayıcıları olarak, kapitalist sistemi en çok besleyen rejim konumuna düştüler. İkisinin en katı ulus-devlet ve endüstriyalizm modernisti haline gelmeleri liberal kapitalizmin bir zaferiydi. Finans çağı gibi kendini çok ekonomik olarak sunan bir sistemi hep tersinden okumak daha öğretici bir metottur. O “finans” deyince toplumun hücrelerine kadar yayılmış bir iktidar, o “ekonomi” deyince ekonomi dışı bir sistem ve hatta karşıtı, o “neoliberalizm” dedikçe katı muhafazakârlık olarak algılamak bizi daha doğru yorumlara götürecektir. Ulus-devletendüstriyalizm ve finans tekeli sadece kapitalist modernitenin değil, beş bin yıllık uygarlık yapısının da çözülüşünü durdurma araçlarıdır. Kendilerini daha kalıcı kılacak bir yeniden yapılandırmaya uğratıncaya kadar bu araçeriyle bu ideayı tüm insanlığın ortak hakikati olarak göstermek için âdeta çağ içinde çağ (medya, bilişim çağı) yaratmak gibi olağanüstü bir çaba harcamaktadır. İçerik ve biçim olarak gerçeği tarihsel boyutu içinde sunmaya önem verirken, geçmiş ve bugünden kopuk bir fütüroloji (gelecek bilimi) inşa etmekten de geri kalmaz. Müthiş şimdicidir; “Şimdiyi yaşa, gerisi boştur” sloganını temel inanç olarak işler. Tüm eski ve yeni fikirler ve ideolojik kalıplardan eklektik bir anlayışla oluşturduğu neoliberalizm, beterin beteri olarak âdeta Roma’nın son havasını andırmaktadır. Üç ‘S’nin; spor, seks ve sanatın azami ölçüde ideolojikleştirildiği bir dönem yaşanmaktadır. Hepsine dinsel boyut kazandırılmıştır. Günümüzde stadyumlarda şölene dönüştürülen futboldan daha afyonlayıcı ikinci bir din bulmak çok zordur. Endüstrileştirilen sanat alanında da benzer gelişmeler yaşanmaktadır. Cinsellik gibi en temel doğal bir içgüdü bile seks endüstrisine dönüştürülmüştür. Afyonlayıcı bir etkisi olan seks en az spor ve sanat kadar dinselleştirilmiştir. Bu üçlüye “kapitalist modernitenin dinsel şölenleri” demek daha uygun düşebilir. Dinin egemenliği adına yola çıkan radikal dincilik de, kendini her ne kadar anti-modern olarak sunsa da, modernitenin bir eğilimidir. Derinden bakıldığında, kapitalizm damgalı modernitenin kendine en güvensiz modernite olduğu anlaşılabilecektir. Bu kadar eklektizme ihtiyaç duyması bu gerçeği kanıtlamaktadır. Postmodernizm her ne kadar bu güvensizliğin ürünü olarak ortaya çıktıysa da, moderniteye alternatif olamadı. Moderniteden bıkan aydın çevrelere sadece bir pencere açmak istiyordu. Yaşam tarzı itibariyle gırtlağına kadar kapitalist moderniteye batmış durumdaydı. Bunun tipik örneğini filozof Adorno’da görmek mümkündür. Adorno; “Yanlış hayat doğru yaşanmaz” derken, moderniteyi çok veciz bir biçimde izah ediyordu. Ama alternatif sunmada sıfırdı. Bu yüzden de devrimci gençliğin büyük tepkisini almıştı. Neoliberalizm aslında cilası dökülmüş moderniteye yeni cila olmak istiyordu. Fakat ne kadar ekleme ve yenileme yapsa da, küresel finans tekel çağının çelişkilerini örtbas etmesi ve sistemi kurtarması kolay olmamaktadır.[1]  

Günümüzün küresel finans kapital tekellerinin hegemonya peşinde koştukları koşullarda eski yapıdaki ulus-devletleri yeniden inşa etmek istedikleri görülmektedir. Neoliberalizmin bu eğilimi farklı, başka amaçlar da (özellikle demokratik maske aldatıcılığı) taşısa da anlaşılırdır. Ulusal tekelcilik birçok açıdan küresel tekelciliğe ayak uyduramamakta, küresel politikaların gereğini yerine getirememekte ve hızla uygulama safhasına koyamamaktadır. Dolayısıyla sistemin bütünlüğü için tıkayıcı neden olmaktadır. Yeniden inşasına yönelik çalışmalar ulus-devletin tasfiyesi için değil, yeni küresel hegemonyacı finans kapitalin istemlerine tabi kılınması içindir. [2]

Reel sosyalizmin, sosyal demokrasinin ve ulusal kurtuluş akımlarının yüzyıllık bir ömrü bile aşmadan kapitalizme eklemlenmeleri sistem karşıtları üzerinde derin olumsuzluklara yol açtı. Hareketler güç kaybına uğradı. Bu durum aslında bünyelerindeki yetersizlikler, yanlış ideoloji ve programatik görüşlerinden kaynaklanmaktadır.  Zihniyet ve yapılanmaları incelendiğinde, liberalizm ve moderniteyi pek aşamadıkları görülecektir. Liberalizmin en sağ veya sol kanadı olmaları er geç liberalizmle bütünleşmelerinin önünde engel değildir. Kapitalist tekellere eklemlenmeleri ise, modernite anlayışlarıyla bağlantılıdır. Postmodernist, radikal dinci, feminist ve ekolojist hareketler daha çok bu gelişmelere duyulan tepkinin sonucu olarak ortaya çıkan yeni hareketlerdir. Fakat mevcut ideolojik ve pratik konumları kendilerinden daha eski olan sistem karşıtları kadar bile etkili olabilecekleri konusunda kuşkular doğurmaktadır. Neoliberalizm ve radikal dincilik bu yüzden biraz olsun etkili olabiliyor. Bu nedenle sistem karşıtlığının entelektüel, ahlâki ve politik olarak radikal bir yenilenmeye ihtiyacı vardır. Bu ana çerçeve içinde sistem karşıtı güçleri daha yakından tanımak önemlidir, gereklidir ve yararlıdır. [3]

Kapitalizmin krizinden hangi sistemlerin çıkabileceği en çok tartışılan sorunlardır. I. Dünya Savaşı sonrasında da kriz yaşandı. Bolşevik Devrimi, Lenin’in bu yönlü çözümlemesine yakından bağlıdır. İkinci büyük dünya savaşı krizin bitmediği ve sürekliliği olduğu karakterini yansıtıyordu. Kapitalizm kendini toparladı. İkinci büyük bilimsel teknik devrimle oldukça sıçrama da yaptı. Kısa süreli bu çıkışları, sistemdeki kriz çatlağının dallanmasını engelleyemedi. 1970’ler sonrası, Sovyetlerin çözülüşüyle birlikte sistem krizi hafifletmek şurada kalsın, daha da ağırlaştı. Sovyet deneyiminin objektif olarak sistemin yükünü hafiflettiği kanıtlanmıştı. Bu süreçte kriz çözümlerinin sistem karşıtlarıyla neoliberal yorumları tekrar canlandı. Neoliberalizm gerçekten geçmişin bir karikatürü mü? Yoksa iddia ettiği gibi “küresellik” adı altında gerçek bir yenilik mi? Bu tartışma tüm hızıyla sürerken, reel sosyalizm krizinin ardından halkların alternatifi daha da kendini dayattı. Sistemin ABD, AB, Japonya arasındaki gerilimi, kuzey-güney çatışması ve artan toplumsal kutuplaşmalar nereye götürüyordu? Çevre, feminizm ve kültürel ağırlıklı akımlar, yeni aktörler olarak devreye giriyordu. İnsan hakları ve sivil toplumun çözümleyici değeri daha da artıyordu. Sol habire kendini yenileme çabasındaydı. Bir yandan Davos Zenginler Kulübü tartışmaları, diğer yandan Porto Allegro Fakirler Kulübü tartışmaları nasıl bir dünya öngörüyordu? Tartışmaların sığ düzeyi, günü kurtarmaktan öteye gitmiyordu. Sistematik, teorik öngörü her iki tarafta da eksikti. Program, planlı hareket sınırlıydı. Özcesi toplumun özgürlük, eşitlik yanlılarının krizden başarılı çıkısı için ne bilgi ne de yapılanmaları yeterlilik gösteriyordu. Modern tarihin emekçiler ve halklar adına yaşadığı 1848, 1871, 1917 devrimleri başta olmak üzere, çok sayıda devrim dalgalarını kendi sularına çekebilen liberalizmin bir daha “neoliberalizm” adındaki sözde yeni sularında boğulmak istenmiyorsa, bu sefer benzer hatalara düşülmemeliydi. Gerekli olan doğru bilgi gücü ve toplumun yeniden yapılanması, başarılı formlarını bulabilmesiydi. Özellikle çelişkilerin her gecen gün yoğunlaştığı, krizler ve çatışmaların çılgınca yaşandığı Ortadoğu’da, halkların seçeneği anlam bulabilmeli ve yapısallığı aydınlanmalıydı. 11 Eylül krizi denen ve en derin komplosal nitelik arz eden yeni ABD hamlesine halklar kendi seçeneklerini hazır tutmalıydılar. Öyle bir seçenekler demeti ki, bir daha köklü yanılgıya düşmesinler, sistemin çürümüş yapılarına yama olmasınlar. Tarih mütevazı, ama ciddi, yanıltmayan yanıt bekliyordu. Denenmiş, umut vermeyen tekrarlara kapılarını iyice kapatıyordu.[4]

Kapitalist sistemin vahşi evresi diyebileceğimiz döneminde doğan sosyalist, sosyal demokrat ve ulusal kurtuluş akımları sonuçta sistem bağlantılıydılar. Ondan doğmuşlardı. Şüphesiz tümüyle sistemin yedek akımları olarak hazırlandıklarını söylemek gerçekçi olmaz. Ama sistemin rasyonalitesini, yaşam tarzını aşma diye bir sorunları olmadığını, olsa da söylemde kaldığını bugün rahatlıkla söyleyebiliriz. Eşitlikçi, özgürlükçü ideolojilerin kökeni sınıflı ve hiyerarşik toplumun dışındadır. Komünal ve demokratik duruş özleminden doğarlar. Fakat sürekli sınıflı ve hiyerarşik toplumca ya zorla ya tavizler karşılığında özlerini yitirmeye dek yozlaştıklarına dair birçok tarih örneğini de bilmekteyiz. Bugün reel sosyalist ülkelerin çözülüşünü, ulusal kurtuluş sonrası devletlerin içine düştüğü bunalımı ve sosyal demokrat hükümetlerin muhafazakarlardan pek farklı bir yanları kalmadığını göz önüne getirdiğimizde, bu akımların sistemin birer mezhebi olmaktan öteye gitmediğini daha rahatlıkla belirtebiliriz. 1970’ler bunalımı, sistemin artık bu yedek mezheplerden yeterince yararlanamayacağının açığa çıkmasıyla yakından bağlantılıdır. 1968 Gençlik Hareketi de özünde bu gerçekliği ifade eder. Umdukları sonuçlar doğmamıştır. Her üç akım iktidara geldiği halde vaat ettiklerini gerçekleştiremiyorlardı. Yeni bir kapitalist sınıf ve bürokrasi doğurmuşlardı. Klasik kapitalizmden çoğu yönden daha da geriydiler. Yol açtıkları bunalımlar, özgürlüksüzlük ve eşitsizlik, eleştirdikleri sistemi adeta yeniden arattırıyordu. Bu gerçeklik kapitalist devletin meşruiyeti için ciddi bir tehditti. Artık kitleleri etkileyebilecek ciddi yeteneklerden yoksun kalacaktı. Halk muhalefetleri devlet odaklı olmayan akımlara yöneleceklerdi. 1968 devrimciliği birçok eksiklik taşısa da bunun yolunu açmıştı. Yeni soldan tutalım, feminizm, ekolojik hareket ve yerel kültür akımlarına kadar geniş bir yelpazede devlete karşı yeni bir muhalefet tarzı gelişti. Sistemin kaosa girmesinde en temel etken buydu. Diğer yandan artan çevre sorunları, tavizler politikası sonucu ücretlerin yükselişi, yığınların yoksulluğundan ötürü talep yetersizliği maliyet ve arz fazlalığına yol açıyordu. Sistemin iç çelişkileri ABD-AB-Japonya ekseninde artmıştı. 1980’ler sonrası neoliberalizm bu yeni kaotik bunalıma çare olarak öngörüldü. 1990’da Sovyetlerin çözülüşü sistem için

başarı değil, bunalımı arttırıcı bir etkendi. Neoliberalizmin yeni “küresel hamlesi” bu koşullar altında gündemleşti. Tekelleşen medyanın ağır bombardımanı altında sahte paradigmalar üretilmeye çalışıldı. Sistem için yeni hedef belirlemeye yönelik teorik inşalar hızlandırıldı. Komünizm yerine “uygarlıklar çatışması” revaçta olan görüştü. Özellikle İslam adı altındaki coğrafyada kurulu rejimlerin sistemin çıkarlarıyla bağdaşmazlığı gittikçe öne çıkıyordu. [5]

Son iki yüz yılın en tanrısal varlığı olarak kutsanan ulus-devletin küresel finans çağında çatlaması, bünyesinde zorla erittiği, bastırdığı toplumsal gerçeklerin intikam alırcasına yeniden gündemleşmesi birbirleriyle bağlantılı süreçlerdir. Finans çağının kâr anlayışı ulus-devletin değişimini gerekli kılmaktadır. Bunalımın sistemik olmasında bu değişim önemli rol oynar. Neoliberalizmin yeni ulus-devlet inşası ise bir türlü başarılı olamamaktadır. Ortadoğu deneyimleri bu bakımdan öğreticidir. Bu etkenler bir kez daha demokratik konfederalizmin güçlü bir seçenek olarak gündemleştiğini göstermektedir. Sovyet Rusya deneyiminde başlangıçta revaçta olan konfederalizmin merkezi devlet adına hızla ortadan kaldırılması, reel sosyalizmin çözülüşünün en temel nedenidir. Ulusal kurtuluş hareketlerinin başarılı olamayışı ve kısa süre içinde yozlaşmaları, demokratik siyaseti ve konfederalizmini geliştirmemeleriyle yakından bağlantılıdır. Devrimci hareketlerin son iki yüz yıllık deneyimlerinin başarısızlığa uğramasının temelinde de ulus-devleti daha devrimci sayıp demokratik konfederalizmi geri bir siyasi biçim olarak görerek tavır alışları yatmaktadır. Kapitalist modernitenin öz silahı olan ulus-devlete sarılarak kısa yoldan büyük toplumsal dönüşümleri gerçekleştireceğini sanan kişi ve hareketler, bu silahla kendilerini vurduklarını çok geç kavradılar. Toplumsal doğaya ilişkin pozitivist evrenselci, çizgisel-ilerlemeci yaklaşım kendilerini er geç gerçekleşecek bir sosyalizm anlayışına götürmüştür. Kutsal Kitaplardaki eskataloji (ahİret inancı) bir nevi sosyalizm olarak yansıma bulmuştur. Toplumlar ilkel, köleci, feodal, kapitalist ve sosyalist olarak, düz bir çizgide gelişen modeller olarak tasvir edilmiştir. Burada bir nevi kader anlayışı söz konusudur. Derinden etkilendiğimiz bu dogmatik anlayışların kökeninde dinsel kader ve ahİret inancının yattığını fark etmek acı ve geç olmuştur. [6]

Demokratik modernite gerek tarihsel temel olarak, gerekse güncel karmaşık toplumsal doğa açısından demokratik konfederalizmi temel siyasi model olarak belirlemekle keyfi bir seçim yapmıyor. Aynı zamanda ahlaki ve politik toplumun siyasi çatısını da ifade etmiş oluyor. Toplumsal doğanın homojen ve monolitik olmadığını tam kavramadıkça, demokratik konfederalizmi anlamak güçleşir. Resmi modernitenin son dört yüz yıllık tarihi, çok etnisiteli, çok kültürlü, farklı siyasi oluşumlu ve öz savunmalı toplumu homojen ulus adına bir nevi soykırıma (genellikle kültürel, zaman zaman fiziki soykırımlar) tabi tutma eylemidir. Demokratik konfederalizm ise, bu tarihe karşı öz savunma, çok etnisiteli, çok kültürlü ve farklı siyasi oluşumlarda ısrar tarihidir. Postmodernizm bu çatışmalı modernite tarihinin yeni biçimler altında devam etmesidir. Karşıt modernite olarak kendini gittikçe daha çok görünür kılmak durumunda olan demokratik sistem, bu koşullar altında varoluşunu güçlendirirken, biçim sorunlarını başarıyla çözmekle karşı karşıyadır. Konfederalizmin tarihe yabancı olmadığını, günümüz toplumunun karmaşıklaşan doğasına daha iyi yanıt olduğunu bu amaçla belirlemeye çalıştık. Ahlaki ve politik toplumun kendini en iyi ifade etme yolunun demokratik siyaset olduğunu sıkça dile getirdik. Demokratik siyaset, demokratik konfederalizmin inşa tarzıdır. Demokratikliğini de bu tarzdan alıyor. Karşıt modernite gittikçe merkezileşen, toplumun en iç gözeneklerine kadar yayılan iktidar ve devlet aygıtlarıyla kendini sürdürmeye çalışırken, aslında politik alanı da yok etmiş oluyor. Buna mukabil demokratik siyaset toplumun her kesimine ve kimliğine kendini ifade etme ve siyasi güç olma olanağını sunarken, politik toplumu da birlikte oluşturmuş oluyor. Politika yeniden toplumsal yaşama giriyor. Devlet krizi politika devreye girmeden çözümlenemez. Krizin kendisi politik toplumun yadsınmasından kaynaklanmaktadır. Demokratik siyaset günümüzde derinleşen devlet krizlerini aşmanın yegâne yoludur. Yoksa daha da sıkı merkezi devlet arayışları sert kırılmalara uğramaktan kurtulamazlar. [7]

 

Ezln; Ya Basta! Artık Yeter!

Yaşlandığımızda yaptıklarımızı çocuklarımız şöyle anlatabiliriz: “20 yy. sonunda Meksika için savaştım ve buradan oradaki insanları kolladım. Bildiğim tek şey onların istedikleri şeyin, insan olduklarını unutmayan, tüm insanlığın istedikleri şey olduğuydu. Yani onlar demokrasi, özgürlük, adalet istiyorlardı. Onların yüzünü görmedim ama kalpleri bize benziyordu. Hakikatimiz herkese konuşsun diye, silahlarımız susmayacaktır. Onurla dövüşen onurla konuşur. Biz sahici insanların yüreğinde yalan yoktur. Bizim sesimiz daha büyük bir sayının takipçisidir. Hiç bir şeyi olmayanların, sessizliğe ve cehalete mahkum edilenlerin, topraklarından ve tarihlerinden egemenlerin hükümdarlığıyla sökülüp atılmış olanların , öfke ve ıstırap dünyasının üzerinde dolaşan değerli kadın ve erkeklerin, terk edilmiş ve yalnız çocukların ve eski ölülerin, aşağılanmış kadınların, küçük adamların sesidir. Bizim sesimizle ölüler konuşacak, ölülerimiz öyle yalnız ve unutulmuş, öyle ölü ve yine de bizim sesimizle ve adımlarımızla öyle canlı… Özür dilemeyeceğiz ya da yalvarmayacağız, sadaka istemeyeceğiz, ya da egemenlerin zengin masalarının artıklarını toplamayacağız. Tüm varlıkların hakkı ve aklında olan şeyleri talep edeceğiz; özgürlük, adalet, demokrasi. Bizim için hiçbir şey, herkes için her şey…. Bizim, bu toprakların en küçüklerinin yüzü olmayan, tarihi olmayan, hakikatle ve ateşle silahlanan, geceden ve dağdan gelen hakiki kadın ve erkeklerin, dünün ve bugünün ve her zamanın ölüleri olan bizim için, hiçbir şey. Her şey herkes için. Eğer yalan egemenlerin ağzına yeniden düşerse, bizim ateşten sesimiz yeniden konuşacak. ‘Her Şey Herkes İçin!’

Meksika’da 1910-1915 yılları arasında Emiliano Zapata, Pancho Villa gibi köylü önderlerin başını çektiği köylü ayaklanmaları olur. EZLN ( Zapata Ulusal Kurtuluş Ordusu) ya da daha yaygın ve bilinen adıyla Zapatistalar adlarını 20 yy. başlarında efsaneleşmiş köylü önderi Emiliano Zapata’dan alırlar. Maya yerlileri neoliberalizme ve küreselleşmeye karşı direnişin bayrağını kararlılıkla dalgalandırırlar. Maya yerlileri, varlıkları iki bin yıl öncesine dayandırılan ve tarihleri iyi bilinmeyen bir halktır. Zapatistalar adıyla örgütlenen Ulusal Kurtuluş Ordularının lideri Marcosa komutan yardımcısı derler. Çünkü Zapatistalar efsaneleşmiş Emiliano Zapata’yı halen manevi olarak birinci komutan olarak kabul ederler.

EZLN içinde yer alan kadınlar, erkek militanlara kendi kurallarını kabul ettirmişlerdir. Şuanda EZLN güçlerinin üçte biri kendi savaşçılıklarını, güçlerini ispatlamış olan ve savaşın hem askeri hem sivil yönetimine katılan kadınlardan oluşmaktadır. Ocak 1994’te Chipas eyaletinde devlete karşı silahlı mücadeleye başlayan Zapatistalar (Bu ayaklanma önderliğini Zapatist kadınlar yapar) Meksika’da ve dünyanın güneyinde radikal bir başkaldırı sürecine ivme katarlar. “Silahı kutsamadan ve silahlı mücadeleyi fetişleştirmeden, ancak silahı da bırakmamacasına eşitlik, özgürlük, adalet için” Zapatistalar insanlığa, YDD karşısında tarihsel geleneklere ve enternasyonalist tutarlılıklarıyla nasıl bir muhalif toplumsal blok oluşturulacağının örneğini verirler. Marcos’da şiddete tapmadıklarını ve şiddetle oynamanın doğru olmadığını belirterek “biz barış için varız” açıklamasını yapar. “Bizim barış istememiz teslim olacağımız anlamına gelmez. Silahlarımız bizim var olma güvencemizdir. Korkunç ve güçlü düşmanlarımızın elinde kahredici silahlar olmasına rağmen umutlarımızı ve özlemlerimizi yok edebilecek silahlar üretilememiştir ve üretilemeyecektir” der. Sosyalizmi esas alan EZLN içinde yer alan kadın militanlarda her düzeyde görev almaktadırlar. Kadın militan Annie Marie şöyle der: “Suratımıza geçirdiğimiz maskenin altında dışlanmış tüm kadınlar, unutulmuş yerli halklar, zulüm altındaki tüm eşcinseller, hakarete uğramış tüm güçler ve onuru kırılmış göçmenlerin yüzleri var. Maskemizin altında sen, yani tüm dünya yoksulları var.” EZLN’nin eşitlikçi ve özgürlükçü ilkelere dayalı sosyalist yapılanması her gün daha fazla kadını EZLN saflarına çeker. EZLN’de yer alan kadınlar güçleri, zekaları ve çalışmalarıyla her şeyi en az erkek kadar yapabildiklerini, hiç de onlardan daha az gelişkin, cesur, ya da savaşçı olmadıklarını gösterirler. Direnişçi kadınlar sayesinde kazanılan ilk savaşta Zapatistalar’ın yönetiminde kadınlara eşit koşullar tanınır. Şimdilerde kadınlar EZLN’de önemli yönetim noktalarındadırlar. Chipas’taki toplam nüfusta çoğunluğu genç ve kadınlar oluşturur. Zapatistaların çoğunluğu da çok genç ve yarısı kadındır. Yöneticilik görevleri için yaş ve cinsiyetin önemi yoktur. Önemli olan onlar için yönetim topluluklarının irade ve kararlarına yerine getirilmeleri olur. Orduda ve siyaset alanında oldukça önemli görevlerde karar odaklarında kadınlar yerlerini alırlar ve EZLN 21. yüzyılda Latin Amerika’da umut savaşımının adı olur. EZLN’liler baskıya, sömürüye, adaletsizliğe karşı hep bir ağızdan haykırırlar: “ARTIK YETER! YA BASTA! ÊDİ BESE!” [8]

 

[1] Özgürlük Sosyolojisi sf. 194-195
[2] Özgürlük Sosyolojisi 212
[3] Özgürlük Sosyolojisi 281
[4] Bir Halkı Savunmak sf. 88-89
[5] Bir Halkı Savunmak 356-357
[6] Demokratik Konfederalizm sf. 4
[7] Demokratik Uygarlık Çağının Siyaseti sf. 16-17
[8] Kadın Ordulaşma sf. 136-137-138
Bunları da beğenebilirsin

Yoruma kapalı.