Düşünce ve Kuram Dergisi

Hiyerarşik Bölünme Dikeyken, Yerleşik-Göçebelik Yataydır

Ali Fırat

Tarihin büyük göçlerle izah edilmesi, doğru olmayan abartılı bir görüştür. Her üstün çağ fiziki olarak değil, daha çok bilgi, teknik, ideolojik ve kurumsal gücü sayesinde yayılma özelliğindedir… Kolonyalizmde daha çok geçerli olan, ticari bir yayılma ve bunun gerekli kıldığı düzeyde fiziki göçtür. Hâkim merkezin denetimi şiddet aracından çok, teknik ve üretim üstünlüğüne dayanmaktadır. Emperyalizm ise, daha çok zorla el koymaya dayalı bir işgal ve hâkimiyet rejimidir. En azından başlangıçta zor, emperyalizm için esastır. İlk emperyalist uygulamanın, Sümer Akad Hanedanlığı’nı kuran Sargon zamanında gerçekleştirildiği tarihen tespitlidir. Ama daha öncelerinde de bir köyün tamamen işgal edildiği görülmektedir. Maddi zenginlik biriktiğinde; ya çok yoksul olan komşu topluluklar tarafından ya da çok zengin ve güçlü olan merkezler tarafından işgale, talana konu olabilmektedir. Köleci ve feodal dönemde emperyalizm, çok güçlü bir olgudur; tanrılarıyla, ideoloji ve edebiyatlarıyla, teknik ve ordularıyla bu çağlar, aynı zamanda dehşetli emperyalist yayılma ve talan çağlarıdır. Burada da yayılmayı sadece zora bağlamak gerçekçi olmamaktadır. Çağların kendilerinden önceki toplum sistemlerine nazaran üretim ve siyasal kurumları güçlü olmadıkça, hiçbir zaman yalnız zorla yayılma gücünde olamayacakları gözlemlenmektedir. Zor, eğer arkasındaki üretim ilişkileri üstünse yayılmakta ve kalıcı olmaktadır. Üretimin dayandığı bilgi ve teknik temel ile siyasal ve sosyal kurumlaşma üstünlüğü, zorla yerleşilen toplum tarafından uzun vadede çıkarına uygun kılındığında, zora ihtiyaç olmadan da yayılma özümsenerek yerelleşmektedir. Aslında yeni çağ benimsenmektedir. Toplumlar için en tehlikeli emperyalizm, arkasında ilerici bir sistem taşımayan, sadece talana dayalı işgal ve istila hareketleridir. Tarihte bu örneklere de sıkça rastlanmakta ve çok tahripkâr rol oynadıkları görülmektedir. Moğollar, bu konuda örnek gösterilebilir. Tarih en azından ilerici rol oynayan yayılmalar kadar, gerici rol oynayan istilalarla da doludur. Yine tarih, zorla yürütülen yayılmalar kadar, hatta ondan daha çok temsil ettiği üstün değerler sayesinde gönüllülük temelinde sağlanan birçok yayılmaya da tanıktır. Toplum sistemlerinin yayılmalarında gözlemlenen diğer bir husus, yerelleşme ve özgünleşmeye ilişkindir. Yayılmacı güçler ancak çok boş alanlar veya zayıf topluluklarla karşılaştıklarında, tümüyle hem fiziki, hem kültürel olarak olduğu gibi yerleşmekte ve oranın yerel gücü olmaktadır. Eğer yayılma benzer olan ve oldukça güçlü tarihi ve kültürel temeli bulunan bir yerleşik alana doğru olmuşsa, uzun vadede yayılmacı güç yerel toplum tarafından özümsenmektedir. Ortaya çıkan üst düzeyde bir sentez olup, daha çok eski yerel kültürün damgasını ve etkisini taşımaktadır. Tersine, işgalci güç uygarlık merkezlerini işgal ettiğinde, daha kısa süre içinde üstün kültür tarafından yutulmaktadır. Sonucu daha çok belirleyen, yayılmanın arkasındaki sistemin yerel toplum karşısındaki üstün veya aşağı konumda bulunmasına bağlıdır. Kişiler ve sınıflar teslim olsa da, kültürlerin daha kalıcı ve direnişçi olduğu, özümseme yeteneğiyle yeniyi doğurmada belirleyici oldukları, tarihin yaşadığı diğer önemli bir gerçektir.

Maddi ve manevi değerlerin etrafında büyüyen hiyerarşi grupları, dağılmamak için sürekli ve kıskançlıkla otoritenin kutsanması ve mülkiyetin haklılığı üzerine sistematik çabaya girerler. Daha dağınık ve küçük toplulukların bu güce dayanması zordur. Hiyerarşik bölünme dikeyken, yerleşiklik-göçebelik yataydır. Köy ve şehir kuruluşlarında, toplumdaki bölünmeye ikinci önemli unsur olarak göçebelik-yerleşiklik eklenir. Tarihsel-toplum sistemleri, artık bu bölünmelerin yol açtığı çelişkilerle biçimlenirler. Şehrin ve devletin oluşumu, tahmini olarak Zagros-Toros eteklerindeki tarımsal-köy devriminin bir devamı olarak gelişmektedir. İnsanlık, tarihin en kapsamlı ve uzun süreli bu devriminin teorik ve pratik kavram ve araçları, rahip ağırlıklı hiyerarşik kesim tarafından aşağı Mezopotamya’ya taşınmaktadır. Yanlarına gerekli olan bütün hayvan, tohum ve meyve ağaçlarından örnekler başta olmak üzere toprak ekip biçme, ev kurma, dokuma, ulaşım vb. tekniklerini hazır götürmeleri güçlü olasılıktır. Bunları, sulanmazsa çöl gibi olan bir alandan sağlamalarının koşulları yoktur. Eldeki kanıtlar, gelen topluluklarla birlikte taşınan kültürün yol haritasını açıkça göstermektedir. M.Ö. 6000-5000 dolaylarında gerçekleşen bu göçler, M.Ö. 4000’lerden itibaren beş bin kişiyi barındıran köy birimlerini oluşturabilmektedir. Tarihin ünlü sitesi, Tanrıça İnanna’nın koruyucusu olduğu Uruk, M.Ö. 3200’lerde ilk kent yönetimi olarak ortaya çıkar. Başlangıçta kabile ileri gelenlerinden oluşan şehir meclisleri, demokratik duruşta ısrarlı davranmışlardır. Rahip-kral-askeri şef kliğine karşı demokratik tarzdan kolay kolay vazgeçmemişlerdir. Yarı devlet-demokrasi karması bir sistemi uzun süre birlikte götürmüşlerdir. Süreç içinde gerek dışarıdan gerek içerden kabilelerden kopan veya koparılan çok sayıda insan, daha elverişli zengin şehir yaşamı içinde, yönetimde ya memur ya asker ya da çalışan köle olarak istihdam edilir. Bu gelişme, kabilelere dayalı devlet-demokrasi dengesini şehir meclisi aleyhine bozar. Bu sürecin gelişimiyle birlikte şehir meclisleri tasfiye olurlar. Birçok yeni devlet oluşumunda bu yönlü bir gelişmeye rastlanmaktadır.

 

Barbarca Saldıran Göçebe Değil, Şehirdir

İçteki mücadele, demokrasi güçlerinin yenilgisiyle sonuçlanmıştır. Buna rağmen devlet içinde kabile dengesi değişik oranlarda varlığını korur, hiçbir zaman tamamen tasfiye edilemez. Buna karşılık devletli toplum sistemi dışarıdan büyük baskı altına alınır. Yerleşiklere karşı göçebelerin hareketinin devreye girişi söz konusudur. Helen-Roma literatüründe ‘barbar’ların hareketi olarak yoğunca işlenen bu hareketlere, diyalektik bir bütünlük içinde bakmak, büyük önem taşır. Yerleşik toplum olarak şehir içinde köle emeği, dışarıdan ise dengesiz ticaret ve baskıyla zenginliği sürekli arttırmaktadır. Çelişkiyi kendisi yaratmaktadır. Tıpkı günümüzün emperyalizm ve geri bırakılmış ülkeler kategorisi gibi. Barbarca saldıran göçebe değil, şehirdir. Ne yazık ki kavram düzenimizde şehir hâkim olduğu için kendisini ‘medeni/uygar’, dışındakileri ise ‘barbar diye bağıran vahşiler’ olarak sunmayı becerir, meşrutiyetini sağlar.

Şehre karşı göçebenin büyük hareketini, günümüzün ulusal demokratik hareketlerine benzetmek mümkündür. Göçebe toplumun formu, etnisitenin değişik aşamaları olduğu için, yarattığı hareketler özünde demokratik direniş, duruş ve varoluş tarzı olarak değerlendirilebilir. Kaldı ki kimin kime saldırdığını özenle araştırmak gerekir. Daha güçlü zor ve sömürü araçlarına sahip olan şehir devleti (daha sonra imparatorluk) hep büyüme ve yayılmayı esas almak durumunda olduğu için objektif olarak saldırgan konumundadır. Etnisitenin konumu ise, tersi olan savunma ve direnmeyle karakterize edilebilir. Diğer bir anlamda ilk köleleştirmeye karşı ilk özgürlük hareketi gibi bir süreç olarak değerlendirilebilir.

Sümerler, güney ve batıdan gelen Semitik gruplarla, kuzey ve doğudan gelen Aryenleri çok iyi tanımaktadır. Edebiyat ve mitolojilerinde, bu iki grubun varlığına yoğunca rastlamaktayız. Dolaylı yoldan kültürlerini tanıma olanağına kavuşuyoruz. Büyük İskender’in M.Ö. 330’larda Babil’i işgaline kadar devam eden süreç, esas olarak daha güçlü olan Sümer şehir uygarlığının bu iki kültür grubu içinde yayılmasıyla geçer. Tarih bir anlamda iki kültürel grubun yerleşikleri ile göçebeleri arasındaki diyalektik gelişmeyle şekillenir. Yaratımlar dalga dalga Atlas Okyanusu’ndan Büyük Okyanus’a; Büyük Sahra Çölü’nden Sibirya eteklerine kadar yayılır. Şehir uygarlığı ne kadar dışarıya doğru ihraç olunursa, dışarıdan göçebe toplum da o denli içeriye doğru ithal olunur. Göçebeliği dışlayan sadece şehir yerleşiklerine dayalı tarih yaklaşımları, bu nedenle önemli eksiklikler taşır. Yerleşik uygarlık sürecinde devlet ne kadar gelişirse, buna bağlı olarak demokratik duruş da o kadar gelişir.

Savaşçı-iktidar gücüne karşı göçebe toplumu, daha çok dışarıdan bir savunma ve saldırı gücü olarak işlev görürken; peygamberlik, rahiplik geleneği diyebileceğimiz güç, içten yoksulların direnme arayışına kanal hizmeti görür. Sınıfsal yanı olan bir harekettir bu.  Şehrin köle olmayan orta kesimini, bu geleneğin sınıf temeli olarak değerlendirmek açıklayıcı olabilir. İkinci büyük peygamber Nuh, zanaatçılığını, yaptığı gemiyle kanıtlamaktadır. Tufanda gemiyi o denli donatacak şekilde inşa etmek, zanaatçılığın gücünü yansıtmaktadır. Tanrı Enki’nin “Tufan geliyor, gemini yeni yaşamı başlatacak şekilde donat” demesi, bunu diğer tanrılardan gizli yapması, sınıf karakterini daha anlaşılır kılmaktadır. Yönetici kesimle önemli ilişkileri olan farklı kesimin başta gelenlerinin, gemi taşımacılığı gibi hayati bir rol oynayan zanaatçılar olmaları doğaldır. Tufan öyküsü, Âdem gibi yine yöneticilerin rahatsızlığına karşı muhtemelen isyan benzeri bir hareketten sonra başka diyarlara göçü ifade ediyor. Nuh’un Gemisinin Cudi Dağına indiği söylenir. Cudi kelimesi Kürtçe ‘yeri gördü’ anlamındadır. Bu da bize Aşağı Mezopotamya’dan sıkça gördüğümüz çeşitli nedenlerle kuzeye doğru yerleşmek amacıyla bir göçü düşündürmektedir.

Sümer şehir sistemleri, M.Ö. 2000’lerde Dicle-Fırat’ın yukarı eteklerinde bolca kurulmuşlardır. Çok önemli merkezlerden biri Urfa’dır. Urfa, önemli Sümer şehirleri olarak Uruk ve Ur gibi bir adlandırmadır. Tepelik yerleşke anlamına da gelmektedir. Gerek Urfa gerekse yakın çevre yöreleri (Harran gibi) âdeta peygamberlik geleneğinin merkezi konumundadır. Öyle anlaşılıyor ki aşağı Dicle-Fırat kentlerinden rahatsız olanlar, isyan edenler, özgürlük ve adalet arayanlar, merkezi Urfa’ya yönelmektedir. Tarihte böylesi birçok kültür merkezi vardır. Babil, İskenderiye, Antakya daha sonra ortaya çıkan merkezlerdir. Kapitalizm döneminde merkez Paris, Londra ve günümüze doğru New York’tur. Urfa’nın tahminen M.Ö. 2000’lerde başlayan böylesi bir aydınlanma merkezi olması ihtimali güçlüdür. M.Ö. 11000’de kurulduğu tespit edilen Göbeklitepe’deki ilk mabet örneği de Urfa’ya yakın bir yörededir. Şimdiki hâkim gelenek de tarihin seyrine uygundur. Yine M.Ö. 300’lerde Helenistik kültüre ve Sabilere, M.S. 100’lerde Hıristiyanlığa merkez olma rolü oynamıştır. Urfa’da halen kültü bulunan Hz. Eyyüb ve İdris peygamberler başta olmak üzere birçok peygambere beşiklik etmiştir. ‘Peygamberler şehri’ tabiri doğrudur.

 

‘Eski Ahit’in Biçimlenmesi

En eski merkezler Verimli Hilal, Sümer ve Mısır; bugün dünyanın en acılı bölgeleridir ve tarihi kökleriyle bağdaşmayan, kördüğüm olmuş çelişkilerin girdabında boğuşmaktadırlar. Çağdaş tarih bir türlü ana köke aşılanamıyor. Tarih yaratıcıları günümüzün en kısır, güçsüz, göçten başka umutları olmayan, kendi kendilerine baş belaları haline getirilmiştir. M.Ö. 2000 sonlarından itibaren, Sümer ve Mısır uygarlık merkezlerine, çevrenin gittikçe sık aralarla artan yüklenmesi gözlenmektedir. M.S. 20. Yüzyıl ve 2000 yıllarında, aynı özde olguların ister ulusal kurtuluş savaşları ister göçler yoluyla, kapitalizmin uygarlık merkezlerine yönelik de yaşandığına tanık olmaktayız. M.Ö. 1500’lerde Babil, Asur, Hitit veya Mısır uygarlıklarının baskısı altında sıkışan her kabile, işte tarihte önemli rol oynayacak bu tip kabilelerden biri de, bir göç sonucu Hz. İbrahim tarafından Urfa’ya taşınan İbrani kabilesidir. Araştırmalar, İbranilerin kökeninin Sümer kolonileri olarak kullanılan bugün Urfa (Ur=tepe) ve Harran (Sümerce=Dört yol ağzı) yöresinden geldiğini göstermektedir. Döneme ilişkin Ugarit belgelerinde, Hz. İbrahim’in kuzeyden güneye hicretinde olduğu gibi, birçok tüccar kabile hareketi söz konusudur. Yarı-çoban tacirler olan bu kabileler, konar-göçer biçiminde yoğun bir hareketlenmeyi yaşamaktadırlar. Hz. İbrahim’in Sümer Ur-şehir kültüründen etkilendiği, onların çok tanrılı yapısını tanıdığı ama ataerkil bir kabilenin başkanı olarak, kendi totemini esas alıp dönemin egemen din ve tanrı kültüründen aldıklarıyla birleştirerek, tek bir kabile tanrısı kavramına ulaştığı çok güçlü bir ihtimaldir.

Hz. İbrahim dönemindeki İbrani kabilelerinin durumu ile Mısır’dan çıkış süreci arasındaki ilişki ve oluşumu, özenle değerlendirmek büyük önem taşır. Din kitaplarının daha İbrahim döneminde göçün durmadığını ve Mısır’a kadar gittiğini tanrı sözü biçiminde anlatması, ilginç ve çok öğreticidir. Tıpkı Aryen yoksul kabileleri, zengin Sümer uygarlık alanına ve şehirlerine Kassitler adı (Sümer dilinde ‘Kassu’, ‘Fakir’; ‘Kassit’, ‘Fakir halk’ anlamına gelmektedir) altında aynı zaman diliminde nasıl yerleşiyorlarsa, Mısır içine doğru da benzer bir gelişme yaşanmaktadır. Birçok yoksul çöl kabilesi, Mısır’a dört yandan akmaktadır. Tıpkı zamanımızın ABD ve Avrupası’na her taraftan akın eden göçler gibi. Mısırlılar, bu göçlere ‘Apiru’ (kelime manası ‘tozlu çöl insanı’) demektedirler. İbrani sözcüğü de bu kelimeden türemiştir. Kabile, Harran’dan, Urfa’dan çıktığında böyle bir adı ve özelliği yoktur. Ama çöl yolundan Mısır’a vardıklarında, böyle bir adlandırmayla birlikte yoksul ama yarı-özgür kabileler olarak yaşam sürdürürler.

İbraniler için Mısır süreci yaklaşık üç yüz yıl sürmektedir. Ağırlıklı ihtimal, Mısır içindeki bir isyanda taraf durumuna gelmeleri ve Hz. Yusuf örneğinde olduğu gibi bürokrasi de yer bulan Musa (o dönem Mısır dilinde ‘Mos’, ‘oğul’ demektir) adlı birisinin bu anlaşmazlıkta yer alması, konumunun tehlikeye girmesi, ayrıca İbranilerle akrabalık bağının bulunması, yeni göçün çıkış ipuçlarını vermektedir. Yine çöl kabilelerinin halen güçlü olan serbest yaşama alışkanlıkları da bunda rol oynayacaktır. Hem Mısır firavunu (İbrahim için Nemrut unvanı neyse Musa için Firavun unvanı aynıdır, kralın unvanı anlamına gelmektedir) için güvenilirliklerini yitirmeleri, hem de eski kabile yaşamlarına duydukları özlem, bu çıkışın maddi koşullarıdır. Tahminen M.Ö. 1300’lerde başlayan bu göç çıkışındaki sayı, yaklaşık olarak yirmi beş bin civarındadır. Yetmiş iki kabile (‘Yetmiş iki millet’ sözü buradan gelse gerek) halinde bölünmüşlerdir. İbrahim’in kabilesi büyük ihtimalle birkaç yüzü geçmemektedir. Kabileden büyük bir aşiret veya kavim oluşmuş durumdadır. Tevrat’ın ana konusu olan Hicret’in (dini geleneğe göre bu tür çıkışlara huruç, hicret denilmektedir), tarih içinde çok güçlü izler bıraktığı bilinmektedir. Yaklaşık kırk yıl sürdüğü iddia edilen ve tarihe geçen bu ilk ‘uzun özgürlük yürüyüşü’, çok çetin geçmektedir. Sina çölünden geçiş ve daha sonra karşılarına çıkan yerleşik ve göçebe birçok kabileyle hem çatışıyorlar, hem ilişki kuruyorlar.

Musa’nın çıkış sürecindeki sorun, çok çetin ve belirsizliklerle doludur. Eskinin dar birkaç kabileden ibaret yönetim anlayışı ve zihniyet yapısıyla kavimsel bir aşamaya gelen ve tam bir isyan halinde olan yetmiş iki kabile kalabalığını yönetmesi zordur. Sadece maddi sorunları nedeniyle her gün ailelerin isyan edercesine tepkileriyle karşılaşmaktadır. Kabilelerin üstünlük kurma çabaları da hiç eksik olmamaktadır. Göç koşulları, kendi mülkleri olmayan araziden geçmeleri de sık sık yerlilerle kanlı biten çatışmalara yol açmaktadır. Allah daha özgün ad olarak ‘Yehova’ (anlamı, O’dur) oluyor. Sert yönetim ihtiyacı, Yehova’nın ağzından “sizi kendimle evlendirdim, başka tanrıya varamayacaksınız” biçiminde, kıskançça dile getirilmektedir. Buradaki özgünleşmeye, Yahudi gerçekliğinde ‘dinin millileşmesi’ demek de mümkündür. Erimemek ve büyük tehlikelerle sürekli yüzyüzelik, bu kavimsel Yahudi din anlayışının temelidir. Dağdan aldığı meşhur vahiyle ‘On Emir’le birlikte, yeni dini süreç, göçün son aşamasında biraz daha şekillenmeye kavuşuyor. M.Ö. 1000 yıllarına kadar ‘Hâkimler (Önderler) Dönemi’ denen bir süreç yaşanır. Ardından Saul ile birlikte rahiplikten krallığa bir sıçrama gerçekleştirilir. Yani dinsel bir uzun kuluçka döneminden sonra, siyasal kurumlaşmaya geçilir. Krallığı sürdüren Davut ve Süleyman’la Kahramanlık Dönemi yaşanır. Daha sonra Asurların saldırıları karşısında Kudüs krallığı fazla yaşama şansına sahip olamıyor. M.Ö. 7. Yüzyılda Asurluların, M.Ö. 585’te de Babillilerin Kudüs’ü yakıp yıkmalarıyla siyasal varlıklarına son verilir. Büyük bir kısmı Babil’e göç ettirilir. Babil sürecinde Sümer mitolojisini oldukça özümserler. Yeni bir yazar aydın kesimi ortaya çıkar. Peygamberlerle birlikte artık yazarların eğitim ve yönetimi ağırlık kazanır. Pers imparatoru Kiros’un, MÖ. 538’de Babil’i ele geçirmesiyle özgürlüklerine kavuşurlar. Tekrar Kudüs’e dönerler. Kudüs yeniden inşa edilir. İskender’le birlikte Helen dönemi başlar.

İskenderiye’de Yahudi varlığı, Grekçe’yle temas eder, bir de Grekçe kuşak yetişir. Bu iki kaynaktan, yani hem Babilce hem Grekçe kaynağından iyice beslendikten sonra (buna Pers Zerdüşt etkisini de eklemek gerekir), günümüzde bilinen şekliyle ‘Eski Ahit’ biçimlendirilir. Helen işgali sürecinde birkaç mezhebe bölünürler; Muhafazakâr ve işbirlikçi Sadukiler (dost), Ferisiler (Fars etkisi var), radikal Makabiler (isyancı). Roma’nın M.Ö. 63’te işgaliyle birlikte, bu mezhep çatışmaları ve isyanlar bitmiyor, Roma işbirlikçisi kâhinler, sürecin kontrol dışına taşmasına engel olamıyorlar. Yoksul Esseni Hareketi, Vaftizci Yahya, yeni dönemin temsilcisidirler. Genelleşen Roma köleliğine karşı genel bir insanlık dininin maddi koşulları, hızla olgunlaşmaktadır. Kâhinlerin milliyetçi Yahudi resmi dini, ortama cevap olamıyor. Hz. Yahya’nın propagandası Hz. İsa’nın (Mesih=Beklenen Kurtarıcı) önünü açarken, kellesine de mal olur. Hz. İsa’nın çarmıha gerilmesi ve M.S. 70’te Roma’nın Kudüs’ü tekrar yıkıp Yahudileri dünyanın dört tarafına savurması, yeni bir tarih döneminin de başlamasına yol açacaktır.

Peygamberler şehri olarak onurlanan Urfa ve yöresi, M.Ö. 2000 yıllarına yakın Sümer kolonilerinin yaygın kurulduğu bir yerdir. Aynı zamanda İki tarihi kültürün, Semitik kökenli göçebe çoban Amorit gruplar (sürekli Arabistan çöllerinden kuzeye, Mezopotamya’ya akın etmektedirler) ile Aryen kökenli kuzeyli tarımcı Hurrilerin karşı karşıya geldikleri, çatıştıkları, daha çok da Sümer kolonilerinde ticarete alıştıkları tarihin kaynak bir yöresi oluyor. Sümer sistemine karşı muhalefetin en kolay burada gelişmesi, bu maddi gerçeği ile bağlantılıdır; çok kültür, çok zihniyet demektir. Yine Urfa, Sümer sisteminin uç noktalarından bir yerde olduğu için, denetim çok güçlü olamamaktadır. En önemlisi, yerleşik zihniyetlerin tapınmaları da varlıklarını inatla sürdürmek durumundadır. Urfa Nemrut’una (Nemrut=Sümerce kral unvanı) karşı genel bunalım dönemlerinde başkaldırının artacağı, Hz. İbrahim efsanesinden de belli olmaktadır. Urfa’da daha birçok peygamber yeri ve efsanesi mevcuttur. Öyle anlaşılıyor ki, hem dıştan emperyalist Sümer koloniciliği ve onu temsil eden Nemrut hikâyeleri, hem de ilk muhalifler olan peygamberlere ilişkin efsaneler, Urfa’nın, uzun süren bir mücadele alanı olarak rol oynamak durumunda kaldığını göstermektedir. Urfa’nın coğrafyası, toprağının verimliliği, iklimi, kültürel kimliği ve tarihsel gelişimi bu olasılığı güçlendirmektedir. Daha sonra Kudüs bölgesi de benzer bir rol oynayacaktır. Urfa daha çok Sümer emperyalizmine karşı bu rolü oynarken Şam ve esas olarak Kudüs, daha çok Mısır köleci emperyalizmine karşı rol oynayacaktır. Urfa ve Kudüs de peygamber yatağıdır; bir nevi muhalefet merkezleridir. M.Ö. 2000’li yıllardan itibaren bu kent ve yörelerin, tarih sahnesine tek tanrılı dinlerin merkezi olarak öne çıkmaları da bu konumlarından ileri gelmektedir. Hz. İbrahim’in Kudüs’e doğru hicretinden tutalım, Hz. İsa’nın başkaldırısına kadar bu böyledir.

Hz. İbrahim’in Kenan ve oradan Mısır’a doğru göç öyküsü, bizzat kendisinden ziyade geleneğin hareket yönünü göstermektedir. Dicle-Fırat havzasıyla Nil havzası arasındaki uygarlıklar arasında, giderek gelişen tarihi mal ve fikir alış-verişini dile getirmektedir. Ortam bu yönlü hareketliliğe büyük imkânlar sunmaktadır. Bölgenin kervanlarla, uygarlık kervanına katılımını yansıtmaktadır. Birçok kabile ve birçok İbrahim söz konusudur. Gelenek, bunu tek akım olarak belirginleştirmekle yolu, yeni şeriatı (yasayı) dillendirmektedir. Tahminen M.Ö. 1700-1300 arasındaki bu akış, Hz. Musa’nın Mısır çıkışıyla yeni bir aşama kaydedecektir. Fakat arada İbrahim döneminde Kudüs çevresinde bir yoğunlaşma ve dönüşüm yaşanmaktadır. Deniz kenarında Fenike uygarlaşmasının iç kesimlere yönelik bu yönü giderek gelişmektedir. Kudüs, Urfa gibi ikinci önemli değişim ve dönüşüm merkezidir. İbrahim’in şahsında bu süreçten etkilenme gözlemlenmektedir. İlahın nitelik değişimi, aileden tüm kabilelerin ilahı haline gelmesi, aynı zamanda bölgede etkili olmayı, yerleşmeyi, bir emirlik halinde güçlenmeyi ve tanınmayı ifade etmektedir.

 

İslam Dönemi

Kabilenin veya kavmin, diaspora denilen dağılışı, M.S. 70’ten itibaren yoğunluk kazanır. Dağılış, Asuri, Ermeni ve Grek kültüründe yaşayanlara doğru olduğu gibi Roma ve İran İmparatorluk sahalarında olmak üzere, iki alanda yoğunlaşır. Bu uzun döneme, aynı zamanda Yazarlar Dönemi de denilmektedir. Sürekli Tevrat derlemeleri ve yorumları yapılmaktadır. Peygamberler de çıkıyor ama yazarlık daha önemli hale geliyor.

İslâm Devrimi denilen çıkış, Arap Yarımadası’ndaki inanç ve kabile buhranının bir sonucu olarak gelişti. İbrahimî dinin daha radikal bir mezhebi olarak şekillendi. Gerek binlerce yıllık kabile göçleri gerekse yeni ideolojik şekillenmenin bu göçlerle birleşmesi, çıkışın temelidir.  Hz. İbrahim’in Hacer’den olma oğlu İsmail’in göç ettiği yerde (İbrani ana kabilesinden kopanlar), Zemzem Kuyusu etrafında bir kulübe inşa ediliyor. Mekke’deki ilk mabet budur. Fakat içine daha sonra putlar yerleştiriliyor. Hz. Muhammed döneminde üç önemli put vardır: Laat, Menaat ve Uzza. Hz. Muhammed, yoksul bir Kureyşli kabilenin yoksul bir ailesinde doğuyor. Mekke döneminde de ideolojik kavga verilir. İbrahim’in Urfa dönemine benzer bir kavga verilmiştir. Bu kavga da göçle, hicretle sonuçlanmıştır…

Bölgedeki Ticaret Tekelleri arasında, şiddetli bir rekabetin doğması normaldir. İslâmiyet’in ticarete önem vermesinin nedeni ve Hatice ile Hz. Muhammed ilişkisi, bu nedenle, daha anlaşılır olmaktadır. Sonuçta Yahudiler, ya kendilerini asimilasyona uğratıp faydalı işbirlikçiler (mühtedi-dönme) haline getirerek alanda kalacaklar ya da yeni alanlara sürgün edileceklerdir. Her iki durum da ortaya çıkıyor. Önemli bir kısmı, daha Roma İmparatorluğu’nda Avrupa’ya doğru başlayan göçleri daha da yoğunlaştırıp ayrılırken, kalanlar da mühtedi ve yarı-esir biçiminde haraca bağlanarak yaşıyorlar. Ortaçağda İslâm Uygarlığında, özellikle İran ve Endülüs (İspanya) bölgelerinde, tarihsel rollerini (kâtiplik, ticaret ve sarraflık) daha da ilerleterek, ünlü hale geliyorlar. Birçok siyasi güçle çalışma olanağını elde ediyorlar. Entelektüel ve Tüccar-Sarraf Halk unvanını kesinleştiriyorlar.

Yeniçağın başlangıcına geldiğimizde, bu nedenlerden ötürü Yahudiler üzerinde bir nefret dalgası estirilecek, tehditler ve sürgünler, hızını daha da artıracaktır. Çünkü kapitalizm, ticaret ve para tekelinin rahminde doğan bir uygarlıktır. Bundan çıkarı olan ve zarar gören herkes, önünde engel olarak Yahudi entelektüel, tüccar ve sarrafları gösterecektir. Yahudiler, tehlikeli bir paradoksla karşı karşıyadırlar. Çıkarları kapitalist gelişmelerden yana olan diğer ulusların Tüccar ve Sarraf Tekelleri, Yahudi unsurlarını önlerinde engel olarak görecektir. Çıkarları Kapitalist Tekellerin gelişmesiyle çelişen ulusların eski tarımcıları ve zanaatkârları da Yahudi’yi rahatlıkla mistik bir tehlike haline getirebilecektir. Entelektüellerin de sisteme bağımlılıkları nedeniyle Yahudiliği, Pandora’nın Kutusu olarak göstermeleri çıkarları gereğidir. Bu etkenler altında, 15. ve 16. yüzyıllar, Yahudiler için tarihte olduğu gibi yine sürgünler ve pogromlarla (Yahudi katliamları) şiddetlenen yeni bir uygarlık sürecinin başlangıcı olacaktır.

İşin ilginç yanı, Yahudi entelektüel ve tüccar-sarraf gücü, bu yeni uygarlığın inşasında en önemli etken olabildiği gibi en çok gazabına uğrayanı da olacaktır. Paradoks budur. 1492’de İspanya’dan sadece Müslümanlar değil, Yahudiler de kitlesel halde atıldılar. Ne de olsa İsa’yı çarmıha gerdirmişlerdi. Bahane hazır ve etkiliydi. Fakat asıl nedenler, anlatıldığı gibidir. Polonya’da ve Rus Çarlığında da benzeri süreçler yaşanmaktadır. Bu durumlar karşısında, yeni toplandıkları ülkelerin başında, Hollanda ve İngiltere gelecektir. Tüm etkili Yahudi tüccar, sarraf ve entelektüelleri, dalga dalga bu ülkelere akacaklardır. Bir kısmı, Avrupa monarşileriyle savaş halinde olan Osmanlı İmparatorluğu’na göç edecek, özellikle sultanın sarraflık ve tüccarlık tekelinde etkin rol almak amacıyla sadece kabul edilmeyecekler, çağrılacaklardır da. Yavaş yavaş Amerika kıtasına da göçleri başlamıştır. Yeni gelişen Alman kentlerinde, entelektüel, tüccar ve sarraf tekelinde gün geçtikçe konumlarını güçlendireceklerdir. Bu ülkede, köklü bir yerleşme ve melezleşme söz konusudur.

16. yüzyılda Avrupa’da yaşanan temel sorun, kapitalizmin klasik imparatorluk sistemlerine karşı üstünlük sağlayıp kalıcı resmi bir uygarlık gücü haline gelebilme çabalarıdır. Dönemin baş stratejik gücü, Habsburg Hanedanlığı’na dayalı imparatorluk güçleridir. Yerleştikleri dönemden beri savaşım halinde oldukları Endülüs İslâm ve Musevi uygarlığını (711-1492) İberik Yarımadası’ndan tasfiye edip kalanları göçerttikten sonra bu güçler, Vatikan’ın desteğiyle tüm Avrupa üzerinde hegemonya kurma peşine düştüler.

Hegemonik güç olarak yükselen İngiltere, daha 16. yüzyılda Ortadoğu’ya yönelik keşif hareketlerine girişti. Zaten başta Venedik olmak üzere İtalyan kentleri ve Napolyon daha önce yolu iyice aralamıştı. Ayrıca Ortadoğu’yu çok iyi tanıyan Yahudi sermayesi, baştan beri stratejik olarak bölge ile ilgilenmekte ve yol göstermekteydi. Hollanda, İngiltere, diğer önde gelen Avrupa ülkeleri ve ABD’nin bölgeye ilgisinin uzmanlığını, Yahudi sermayesi yapmaktadır. Tersinden Avrupa’ya doğru bilginin uzmanı ve yol göstericisi de yine aynı sermayedir. Yahudiler, bu konuda ilk Urfa ve Mısır’dan çıkış dönemlerinden (M.Ö. 1600-1300) beri tecrübe sahibi bir tüccar kabile toplumu olarak hareket etmektedir.

Ortadoğu’da kapitalizmin, stratejik bir rol oynayamamasının bir diğer nedeni de İslâm’ın yükselişi ile birlikte gelişmeleri engellenen Hıristiyan, Ermeni, Asuri, Helen ve Yahudi varlığının göçe zorlanmasıdır. Birikimleri haraca bağlanan ve zaman zaman talan edilen bu kesimlerin, Avrupa tarzı bir şehir burjuvalaşmasını yaşayamaması, bölgenin aleyhine önemli sonuçlar doğurmuştur. Erkenden bir Rönesans’ın yaşanmaması kadar geliştirdikleri kültürün darbelenmesi de bölgeyi çoraklaştırmıştır. İslâmiyet, tek başına Ortadoğu kültürünü temsil edebilecek bir konumda olmaktan çok uzaktır. En kültürlü halklar olarak Hıristiyanlar ve Museviler, bölgenin hafızası kadar maddi birikimlerinin de sahipleriydi. İslâmiyet, biraz da bu değerler üzerine kuruldu. Değerlere el koydu ama geliştiremedi. Avrupa’da ise güç kazanan Hıristiyan ve Yahudi kültürü, Avrupa uygarlığının gelişiminde en temel taşları döşeyen unsurların başında gelmektedir. Ortadoğu’da başat olsalardı, Avrupa uygarlığının hegemonik güç olarak doğma şansı yok denecek kadar az olurdu. Osmanlı İmparatorluğu’nda bu gerçekliği izlemek oldukça öğreticidir…

 

 

 

 

Bunları da beğenebilirsin

Yoruma kapalı.