Düşünce ve Kuram Dergisi

Kürtler Mülteciliği Nasıl Mücadeleye Dönüştürdü?

Amed Dicle

“Çinliler serçeleri nasıl öldürürler bilir misiniz? Ağaç dallarına konmalarına izin vermezler. Onları sopalarla tedirgin ederler ve havada ölene kadar konmalarına izin vermezler; en sonunda kuşların yüreği çatlar ve yere düşerler.”[1]

Yaşadığımız çağda siyasi mülteciliğe zorlanan halklardan biri Kürtlerdir. Kürtler son yüzyılda en çok siyasi mülteciliğe zorlanmış üç halktan biri sayılabilir. Kürtler, Ermeniler ve Filistinliler. Günümüz dünyasında farklı coğrafyalarda farklı halklar ve siyasi-toplumsal kesimler de yaşadıkları baskı ve saldırılardan dolayı mülteciliğe zorlanmışlardır. Kurdistan başta olmak üzere savaşın en çok yaşandığı Ortadoğu coğrafyasından özellikle Avrupa ülkelerine doğru siyasi göçler devam etmektedir.

Egemen zorba güçler, bir halkı veya siyasi bir gücü mülteci durumuna getirerek aslında onun kendi dalından koparmak ve nihayetinde bir şekilde yok etmeyi amaçlarlar. Aynı Çinlilerin serçe kuşlarına yaptıkları taktik. “Eğer bir halk kendi özünden, anayurdundan koparılırsa zamanla aidiyet duygusunu yitirir, başkalaşır, özünden kopar, maddi ve manevi olarak başka bir dünyanın insanı olur” diye düşünüyorlar. Bir halkı mülteciliğe zorlama, uygulanan soykırım yöntemlerinden biridir. Kürtlere de, Ermenilere de, Filistin veya dünyanın başka yerlerindeki halklara dayatılan yerinden etmeler de aynı amaçladır. Egemen zorbanın tarihten gelen büyük bir tecrübesi var. Yok etmek istediğini mülteci etmek, tıpkı serçe örneğindeki gibi dalına konmasını engellemek ve sonunda düşürmek. Ne yazık ki bu yöntem tarihin birçok döneminde ve halklara ve siyasi-toplumsal kesimlere karşı başarılı olmuştur. Zira mülteci olma durumu aynı zamanda uçsuz bir savrulmayla karşı karşıya kalma durumu anlamına gelmektedir. Bu savrulma tehlikesini sezmeyen, bunu kaldıracak yüreği ve anlayacak perspektifi olmayan, en önemlisi de bunu besleyen Kürt aktörler olmuştur. Yine Cumhuriyetin kuruluş yılları ve hemen ardından Suriye-Lübnan, hakeza yine Avrupa ülkelerine göç etmek durumunda kalan çok sayıda Kürt aydını ve siyasi şahsiyet olmuştur. Bu kesim aynı zamanda son yüzyılın ilk planlı siyasi mültecileridir. 1927’de Lübnan’da Xoybûn örgütünü kuran, Ağrı direnişini örgütleyen ve öncülük eden bu kesim, Türkiye devletinin “mülteci etme-dalından koparma” siyasetine kolektif-örgütlü bir şekilde itiraz eden ilk Kürt siyasi yapılanmasıdır, denilebilir. Bu hareketin daha sonra başarıya ulaşmamasının farklı sebepleri vardır elbette ancak yine en önemli sebebi mülteci durumundayken mücadele etmenin zorluklarıdır.

Kürt Özgürlük Hareketi’nin filizlendiği 1980’li yılların öncesine kadar da çeşitli zamanlar ve sebeplerle mülteciliğe zorlanmış Kürtler olmuştur. Ancak tarihin akışı, Kürt Özgürlük Hareketi’nden sonra değiştirilmiştir.

Burada bir parantez açmak gerekecektir. Osmanlı ve T.C.’nin ilk yıllarında Sovyet-Rusya coğrafyasına göç ettirilen yüzbinlerce Kürt vardır ki bunların şimdiki nüfusu milyonlara tekabül etmektedir. Bu da Kurdistan’ın demografik yapısını değiştirmek için yapılan çok kapsamlı ve planlı saldırılardır. Kürtlerin buraları kendi özlerine bağlı kalarak benimsemeleri ve oralarda yaşamaya tutunmaları egemen zorbaların planını boşa düşürmüştür. Hem göç ettirilen Kürtler “Kürt” olmaktan çıkmamışlar hem de geride bıraktıkları ana vatanlarında demografik yapı değiştirilememiştir. Bu coğrafyada yaşayan Kürtler de aynı Avrupa ülkelerindeki Kürtler gibi son 40 yıllık mücadeleyle birlikte yeni bir ruh, duygu ve düşünce dünyasına adım atmışlardır. Kürtlük burada adeta yeninden filizlenmiştir. Aynı durumu İç Anadolu’ya göç ettirilen Kürtler için de belirtmek mümkündür.

Türkiye Cumhuriyeti, Kürtlere karşı sistematik bir soykırım siyaseti yürüttüğü için, başından itibaren kullandığı silahlardan biri de “mülteciliğe zorlama-göç ettirme” silahıdır. Bu zihniyete göre, ülkesinden koparılmış ve mülteci durumuna düşmüş birey veya toplulukların kendi özlerine bağlı kalarak bir daha yurda dönmeleri mümkün değildir. Nitekim 1920’lı yıllardan 1980’lere kadar (Türkiye’nin içlerine doğru veya başka ülkelere) bu politikasında büyük oranda başarılı olmuştur.

1970’lerin sonunda ve 80’lerin başında Kürtleri bekleyen durum aynı olmuştur. Örgütlenip mücadele etmek isteyen tüm Kürtleri bekleyen, ya yok edilmek ya da mülteci olmaktır. O dönemin koşullarında güçlü yapıları olan çok sayıda Kürt örgüt veya bireyleri Avrupa ülkelerine savrulmuş ve bir daha esameleri okunmamıştır. Bu yıllarda gelişen Kürt Özgürlük Hareketi, durumu net bir şekilde fark etmiş ve mülteci olma durumunu bir avantaja dönüştürmüştür. Kürt Özgürlük Hareketi’nin tarihine bakıldığında, mülteciliği siyasi bir aktivizme dönüştüren hamleler yapılmamış olsa hareketin boğulma ve tıkanıklık yaşama tehlikesi artmış olacaktı. Burada müthiş bir sezgi ve dezavantajlı durumu avantaja çevirme yeteneği vardır. Tarihin bu dönemine daha da somut bakacak olursak, Abdullah Öcalan’ın 1979’de Rojava üzerinden Ortadoğu’ya gitmesi, Bekaa süreci, yine aynı tarihlerde hareketin önder kadrolarının da aynı istikamette yol alarak devletin çizdiği çemberin dışına çıkmaları ve daha güçlü hazırlanarak geri dönmeleri tarihin akışını değiştirmiştir. Eğer Kürt ve Kürdistan tarihi Kürt Özgürlük Hareketi ile değişti denilecekse, hareketin tarihi de Öcalan’ın ülkeden çıkışıyla değişmiştir demek mümkündür.

1970-80’li yıllarda, özellikle 12 Eylül darbesiyle beraber mülteciliğe zorlanan başka Kürt siyasi yapıları da olmuştur. Bu yapıların çoğu yine Ortadoğu’ya gitmiştir ancak bunlar daha çok Avrupa ülkelerine gitmek üzere Ortadoğu’yu geçici olarak mesken tutmuşlardır. Bu siyasi yapılar, mülteci olmanın zorluklarını fark edince, mücadele etmenin de ne kadar zor olduğunu görmüş ve dar bir siyasi perspektifle birer sığınmacı olmaktan kurtulamamışlardır.

İşte A. Öcalan ve öncülük ettiği hareket, bu noktada farklı davranarak devletin kurduğu tuzağı adeta devlet için tuzağa çevirmişlerdir. A. Öcalan bu çıkışıyla öze bağlı kalarak mülteci olma durumunu mücadele etme durumuna çevirmiştir ve bu durum Kürt Özgürlük Hareketi’nin büyümesinde belirleyici bir etken olmuştur. Kürt Özgürlük Hareketi, sadece Ortadoğu veya daha somut olarak Lübnan-Filistin hattına yerleşmekle yetinmemiştir. Aynı yıllarda Avrupa’ya da kadro takviyesi yapılmış ve Avrupa ülkelerindeki Kürtler adeta hareketin ilk toplumsal dayanağı olmuşlardır.

Burada şu hatırlatmayı yapmak gerekiyor. Sözünü ettiğimiz tarihlerde, yani 1980’lerde Avrupa’da onbinleri aşan bir Kürt kitlesi zaten vardı. Bunların önemli bir kısmı Irak Kurdistan’ındaki siyasi kırılmalardan sonra (özellikle 1974) gelen Kürtlerdi. Yine 1978 Maraş Katliamı sonucu göç eden Kürtler vardı. 1979 İran İslam Devrimi sonucunda giden Kürtler ve yine 12 Eylül darbesi sonucu akın akın giden kısmen politik Kürtler Avrupa’da bulunuyorlardı. 1960’lardan sonra işçi olarak giden Kürtler de azımsanmayacak orandaydı. Hakeza 1950’lerden sonra politik sebeplerle giden veya orada politik karakter kazanan Kürt siyasi aktivistleri de bulunmaktaydı. Nitekim çeşitli yayınlar çıkaran, dernekler kuran Kürt siyasi yapılardan söz ediyoruz. Kürt Özgürlük Hareketi’nin burada bu toplumsal güce dayanarak mücadele yürütmesi, ülkedeki mücadelenin kaderini etkiledi. Ama aynı zamanda Kürt Özgürlük Hareketi bu toplumsal güce öze bağlılığı, öze dönüşü, anayurdu, anayurt için mücadeleyi aşıladı. A. Öcalan nerede, nasıl ve ne zaman mücadele edileceğini görerek, ona göre adım atarak, çok büyük bir duvarı yıktı ve aşılamaz denilen engelleri bu şekilde aştı. Dalından koparılmış ve havada ölümü bekleyen serçe kuşları misali, yaban ellere göçmüş Kürtlere Kürt Özgürlük Hareketi çok sağlam bir dal oldu.

Peki, bu nasıl oldu ve şimdi durum nedir? Her şeyden önce ülke dışında, yani başka ülkede mülteci olma durumundayken örgütlenmek, mücadele etmek sanıldığı kadarıyla maddi zeminle ilgili bir durum değildir. Elbette maddi zeminin yarattığı olanakları yadsımak doğru olmayacaktır. Ancak asıl motivasyon yurda bağlılık, öze bağlılıktır. Yurda bağlılık ideolojik-siyasi perspektifle anlam kazanır. İdeolojik ve siyasi perspektifin örgüte dönüştürülmesi önü alınamaz bir sinerji açığa çıkarır. Maddi zemin bazı kesimlerin savrulmasına yol açabilir. Bunun yegâne frenleyicisi ise ideolojik-politik doğrultudur. Kürt Özgürlük Hareketi, kendi halkına neden mülteci olduklarını ve bu durumdan nasıl kurtulabileceklerini kavrattı. Bunu kavrattıkça büyüdü. Dernekler kuruldu, politik içerikli eylemler organize edildi, medya ve propaganda araçları kuruldu. Mültecilik durumu içsel olarak kabullenilmedi ve ülkeye dönüş için bir durak olarak kabul görülmeye başlandı. Aradan geçen yıllar bu duygu dünyasını değiştirmedi. Kuşakların değişmesiyle bazı handikaplar olsa da Avrupa’da mücadelenin temel motivasyonu bu şekilde kaldı.

Örneğin; 1990’lı yıllarda Kurdistan’dan milyonlarca insan göç ettirildi. Kurdistan adeta boşaltılmak istendi. Bu kitlelerin tümü olmasa da bir kısmı Avrupa’ya gitti. Neredeyse her aileden biri Avrupa ülkelerinde mülteci olmak durumunda kaldı. Devlet bu saldırılarla Kürt Özgürlük Hareketi ile halk ilişkisini koparmayı hedefledi. Zaten 1980’lerin başından itibaren bu durumun farkında olan Kürt Özgürlük Hareketi bu kitlelerle daha fazla bütünleşti. Devletin her türlü saldırısına maruz kalan bu Kürtler doğal olarak bir yaşam ve mücadele zemini ararken, Kürt Özgürlük Hareketi’nden aldıkları perspektifle bunu başarabildiler. Bu yıllarda Avrupa’nın her ülkesi değil neredeyse her kentinde dernekler kuruldu ve bu dernekler halen faal. Hakeza Kurdistan’da sürdürülen savaş, baskı ve saldırılar bu Kürtler sayesinde dünyaya duyuruldu. Kürtler burada hem siyasi aktivitelerini geliştirdiler hem de emek mücadelesine giriştiler ve kazandıkları parayla ülkedeki mücadeleye maddi imkânlar sağladılar. Kürt özgürlük mücadelesi bu şekilde büyüdü. Devletin “Mülteci ettiririm, dalından koparıp öldürürüm” diye düşündüğü Kürtler bu durumu bir mücadele yöntemine dönüştürdüler ve örgütlü Kürt olarak mücadelelerini ayakta tuttular. Bu elbette kolay olmadı. Kendi içinde bin türlü zorlukları olsa da ülkedeki mücadeleyle kurulan bağ bu insanların daha güçlü bir şekilde yaşama tutunmasına sebep oldu.

Abdullah Öcalan 1990’lı yıllarda Almanya’da yapılan kitlesel bir etkinliğe gönderdiği mesajda, Avrupa’yı Kurdistan’ın beşinci parçası olarak tanımlar. A. Öcalan mealen yaptığı bu tespit elbette coğrafik bir tanımlama değildir. A. Öcalan, bu ülkelere yerleşen ve örgütlenen Kürtlerin Kurdistan’ın bir parçası olduklarını söylemekte ve Avrupa’da örgütlemenin anayurdun kurtuluşu için ne kadar önemli olduğuna dikkat çekmektedir. Hakeza A. Öcalan, önderlik ettiği hareketin bir merkezinin de sürekli Avrupa’da olmasını istemiş ve bunun sadece mülteci Kürtlerin örgütlenmesi için değil, aynı zamanda bir yedek merkez misyonu için düşünmüştür. Yani Abdullah Öcalan, coğrafya ve mekân olgusunu aşarak her nerede olunursa olunsun anayurdun özgürlüğü için mücadele ruhu ve azmini vermiştir. Dolaysıyla başka bir halkın tarihinde böyle bir emsal görülmemiştir.

Kürtler pratik anlamda bu mücadeleye nasıl katılım sağlamışlardır? Öncelikle şunu belirtmek gerekiyor ki Kurdistan’ın dört bir yanından gelmiş Kürtler burada inşa ettikleri kurumlarla bir araya gelmiş ve kaynaşmışlardır. Kurdistan’ın dört parçaya bölünmüş gerçeği mültecilik zemininde boşa düşürülmüş, “yurtdışı” dört parçanın birleştiği Kurdistan dışındaki bir zemine dönüştürülmüştür. İran’ın zulmünden dolayı A ülkesine gitmiş bir Kürt ile Maraş Katliamı’ndan dolayı aynı ülkeye giden başka bir Kürt ve Saddam rejiminden dolayı gitmiş diğer bir Kürt, mültecilik ortak paydasında buluşmuşlardır. Bu buluşma bir hüzne, bir moralsizliğe sebep olmanın aksine onlara yeni bir politik perspektif kazandırmıştır ve dörde bölünmüş ülke onların şahsında birleşmiştir. Bu birleşme, ortak mücadeleye dönüşmüştür. Kültürel kaynaşma artmıştır. Zaman içinde bu zemin diplomatik kurumların oluşturulmasına giden yolu açmıştır.

Örneğin; 1994-95 yıllarında açılan MED TV uydu televizyonu Kürt tarihinde bir ilktir. Bu bir televizyon olmaktan öte adeta bir devrimdir. Evet, Kurdistan zemininde bir devrimdir. Kürdistan’ın dörde bölünmesinin oluşturduğu kalıpları bu televizyon ve devamındaki kurumlarla yerle yeksan edilmiştir. Ve bu televizyon mülteci edilmiş Kürtlerin maddi-manevi birikimleri sonucu kurulmuş ve ayakta tutulmuştur. Henüz birçok devletin o dönemde uydu üzeri yayın yapan televizyonu yokken, dünyanın her yerine göç ettirilmiş Kürtler televizyonlarını başarıyla kurmuştur.

Yine Sürgündeki Kurdistan Parlamentosu başka bir örnektir. Egemen güçlerin demokratik siyasetin önünü kesmek için yaptıkları saldırılara karşı Kürt demokratik kamuoyu ve siyasi aktörleri daha büyük siyasi atılımlar gerçekleştirmiştir.

Kürt dili, kültürü ve müziğine yönelik saldırılara, mülteci durumundaki Kürt kültür elçileri tarafından destansı adımlarla karşılık verilmiştir. Farklı alanlarda birçok kültürel kurumlar oluşturulmuş ve ülke sahasındaki baskılar bu şekilde anlamsız kılınmıştır. Egemen güçlerin ülke içinde Kürtleri ne kadar susturma girişimleri karşısında yurt dışındaki Kürtlerin sesi bir o kadar gür çıkmıştır. “Serçeyi dalından koparsan ölür” siyaseti anlamsız kılınmış, serçe gökyüzünü kendine dal etmiş ve güçlenmiştir.

Kürtler sadece bunlarla yetinmemiş mültecilik zeminini bir diplomatik mücadele alanına dönüştürmüştür. Farklı dillerde yaptıkları yayınlar, yine kurulan enformasyon büroları, oluşturulan diplomasi komiteleriyle uluslararası platformlarda kendilerini ifade etme imkânlarını aramışlardır. Sadece demokratik kitle örgütleri, parlamento veya devletler nezdinde değil, doğrudan halklar nezdinde önemli diplomatik çalışmalar yapılmıştır ve yapılmaktadır.

Elbette Türkiye devleti buna karşılık boş durmamış ve Kürtlerin bu meşru çabalarını kriminalize etmeye çalışmıştır. Devletlerin kendi aralarındaki çıkar ilişkilerinden kaynaklı olarak Kürt mücadelesi hak etmediği çeşitli tanımlamalar ve saldırılarla karşılaşmıştır. Fakat devletlerin bu politikaları hiçbir zaman halklar nezdinde karşılık bulmamıştır. Her Kürt kendi etrafında kendi mücadelesini anlatmış ve bu durum bile bugün özellikle de Avrupa ülkelerinde milyonlarca Kürt dostunun olmasını sağlamıştır.

Bu örnekleri çoğaltmak mümkündür. Elbette bu gelişmelerin olmasını sağlayan yegâne etken örgütlenmedir. Örgütsüz olmanın ölümle eşdeğer olduğunu en iyi bilen Kürt halkıdır ve bu bilinçle Kürtler, mülteciliği anlam olarak dönüştürmüştür ve devletin hedeflediği siyasi kırım amacını boşa düşürmüştür. Zaman içinde tanımlar değişmiş, tanımlar değişince “mülteciliğin” misyonu da değişmeye başlamıştır. Bunu biraz açalım; 1980’li, 90’lı yıllarda gelen kuşak “ülkeye dönüş çok yakındır” inancıyla mücadeleye sarıldılar. Mücadele büyüdükçe sonuç alabildiklerini gördüler. Zamanla ülkeye dönüşün sadece fiziki bir dönüş olmadığını, yürüttükleri mücadelenin ülkede gelişmelere yol açtığını, verdikleri emeğin ülkede karşılık bulduğunu gördüler. Binlerce genç fiziki dönüş de yaparak gerillaya katıldı. Birçoğu hayatını feda etti. Zamanla “ülkeye dönüş yakındır” duygu ve düşüncesinin herhangi bir tarihle tarif edilemeyeceğini gördüler. Anlık olarak onlar zaten ülkedeydiler. Özlerinden, yurtlarından bir kopuş olmadı. Mücadele ettikçe aidiyet duyguları güçlendi, aidiyet duyguları güçlendikçe mücadele azmi büyüdü. Dolaysıyla bir süre sonra fiziki olarak anayurtta olup olmamak öncelikle bir istem olmaktan çıktı. Kuşakların değişmesiyle elbette çeşitli handikaplar da oluştu. Örneğin; 2000’li yıllardan sonraki kuşaklarda yeni bir sosyoloji oluştu. Bu kuşakta anayurt, ülke, etnik aidiyet duygusu oldukça pekişti. Ancak ebeveynleri gibi fiziki anlamda ülkeye dönüş beklentisi silikleşti. Bu kuşak doğup büyüdükleri ülkelere de aidiyet besledi ama bu kendi anayurtlarından kopuşa sebep olmadı. Bu yıllarda da 90’lı yıllar gibi binlerce genç yönünü Kurdistan’daki mücadeleye verdi.

Koşulların, mücadele yol ve yöntemlerinin değişmesi, teknolojinin gelişmesiyle birlikte Kürt toplumu içinde de kuşak çatışmaları oldu, olmaktadır. Bu durum, Kürtlerin mücadelesine de sirayet etmektedir ve kaçınılmazdır. Ancak yeni kuşakların mücadele yol ve yöntemleri biraz daha farklılık arz etmektedir. Veya bu yönlü beklentileri vardır. Yani; 80-90’lı yıllarda yurt dışında mücadeleyi ayakta tutan kuşaklar bu mücadeleyi yeni kuşaklara aktarabilecek yol ve yöntemleri henüz bulamamışlardır. Mevcut durumda Kürt mücadelesinin yurtdışı sahalarında ivme kazanmasının önünde ciddi bir engel teşkil etmektedir.

Yukarıda özetlemeye çalıştığımız süreçlerde buralarda mücadele etmenin zeminini oluşturan kuşaklar birçok şeyi aşmışlardır. Yenilemez bir mücadelenin temelinin atılmasında rol oynamışlardır. Kurumlar oluşturulmuş, Kürt ve Kurdistan hakikati artık inkâr edilemez bir gerçekliğe dönüştürülmüştür. Bundan sonraki süreç inşa sürecidir ve inşa sürecinin yeni dinamiklerle, yeni söylem ve mücadele araçlarıyla geliştirilmesi gerekmektedir. Bu sadece yurtdışı sahaları için değil ülke için de geçerlidir. Ama yurtdışı sahası artık mülteci olma durumuyla tanımlanmayacak bir gerçekliktir. Burada şekillenen kuşaklar ülkedeki kuşaklardan da kısmi farklılık arz etmektedirler. Örneğin, fiziki olarak ülkeye dönüş gibi bir genel beklenti artık aşılmıştır. Ülkeye dönüş motivasyonu her nerede olursa olunsun orada mücadeleye dâhil olma anlayışına dönüşmüştür.

Şunu belirmek gerekiyor ki; 90’lı yıllarda Kürtler kendi mağduriyetlerini başkalarına anlatmak için dil bilecek insan ararken, sözünü ettiğimiz yeni kuşaklar yaşadıkları ülkelerin dillerini anadilleri gibi biliyor. Aynı zamanda bu kuşak içerisinde Kürtçe konuşma oranı Kurdistan’daki orandan daha fazladır. Kürtlük aidiyeti ve bilinci son derece yüksektir. Önceki kuşakların neden mülteci edildiklerini gayet iyi bilmektedirler. Dolayısıyla kendi mücadelelerini de tanıyorlar. Yürüyüşlerde, derneklerde, eylemlerde büyüyen bir gençlik kuşağından söz ediyoruz. Ve bu gençlik kuşağı Kürtlerin var olan mücadelesine büyük hamleler yaptıracak bir dinamizme sahiptir. Bir kere mülteci gibi bir duyguya sahip değildir. Yaşadığı yere de kendi anayurduna da kendini ait hissetmekte ama daha çok kendi anayurduna ve kimliğine sahip çıkmaktadır. Burada tartışılması gereken nokta, bu kuşağın ne kadar mücadeleye dâhil edildiğidir. Özellikle Avrupa ülkelerindeki Kürt kurumları ve mücadele dinamiklerinin bu tartışmayı yapmaları elzemdir. Bu durum doğru tartışmalar ve belirli adımlarla giderilmezse o zaman başından itibaren büyük bir bilinç, öngörü ve emekle oluşturulan bu mücadele sahasının zayıflaması ve giderek güçten düşmesine neden olabilir. Örneğin; yurtdışında falan ülkedeki Kürt kurumlar ne durumdadır, misyonu nedir ve nasıl büyütülür? Kürt diplomasisi hangi yeni söylem ve vitrinle örgütlenmeli? Kürt medyası gelişen ve değişen iletişim araçlarını göz önüne alarak nasıl yeniden yapılanır? Kürt kültür çalışmaları yurtdışında nasıl büyütülür? Abdullah Öcalan’ın evrensel paradigması dünyaya nasıl ve kimler aracılığıyla aktarılır? Bunun yol ve yöntemleri nelerdir? Bunu kim nasıl yapacak? Ve bu sorular biraz irdelendikten sonra yeni Kürt kuşaklarına düşen görev ve sorumluluklar nedir, nelerdir? Dolaysıyla koşullar, durumlar, yol ve yöntemler değişmiştir. Kuşaklar değişmiştir. Kendi anayurdunda yaşamayan ama kendi anayurt mücadelesini yaşadıkları yerde sürdüren milyonlarca Kürt vardır. Dolayısıyla bu Kürtleri temsil edecek dinamiklerin de buna bu yeni duruma göre konumlanmaları ve örgütlenmeleri gerekmektedir. Yine serçe kuşları misali her yerde konacak bir dal bulmak ve orada özgürce yaşamanın yolları açılmalıdır.

 

 

 

[1]     Eduardo Galeano’nun Aşkın ve Sanatın Gündüz ve Geceleri kitabından alıntıdır.
Bunları da beğenebilirsin

Yoruma kapalı.