Düşünce ve Kuram Dergisi

Mültecilik Zihniyetinin Reddi Olarak Özgürlük Arayışı

Şemsettin Özer

Bilincimizi, aklımızı ve kültürel yapımızı şekillendiren coğrafya olduğu gibi coğrafyayı bir kültürel yaşam alanına çeviren doğanın en akıllı varlığı insandır. Bu bir kodlama değil, değişerek yaratan diyalektiksel esnek insan zekâsının bir sonucudur. Esnek ya da katı zekâda iklimin, coğrafyanın etkisi büyüktür.

Örneğin, ılıman coğrafyada yaşayan toplum daha esnekken, kırsal insanı daha gelişmeye kapalıdır. Başka bir deyişle, yediğimiz, içtiğimiz, soluduğumuz, gördüğümüz; bir çiçeğe dokunmaktan bir insanla ilişkiye kadar zihin ve davranışlarımızı etkiler ve bir kültür oluşur. Coğrafya ve kültür siyam ikizleri gibidir, ayrılamaz, inkâr edilemezdir. İbn Haldun’un da belirttiği gibi “Coğrafya kaderdir” sözü derin bir tarihsel anlam içerir. Buna göre; göçün, kendi nesnel-öznelliği; diyalektik, tarihsel-felsefi ve güncel olarak canlılığını koruyor olması İbn Haldun’un doğrularından biridir. Bu sorun, insanlık var oldukça devam edecektir. Çünkü insan kendi aklının tuzağına düşmüş bencil bir kurbandır. Bencil insan sadece kendini gördüğü için mantığı aşırı analitik zekâyla yoğrulmuş ve duygusuzdur. Meşru savunma içermeyen her savaş ya da kavga duygu içermeyen bir “ben”in kompleksidir. Savaşlar ya da göçerttirme de bunun sonucudur.

İster yazılı tarih, ister mitsel, doğasal insan türü olan Homo Sapiens yeryüzüne hakim olduğunda, “insan insanın kurdu” olmuştur. Ve böylece göçertme kader olmaktan çıkıp bir sömürü aracına dönüşmüştür. Bu tarihsel nesnel gerçekliğinin realitesi, fiziksel, öznel, deneysel, yaşamsal, kültürel gelişim ve değişiminin de içeriğini taşır. Kültür bir üretim ve toprağının şekil ve derinliğine göre gelişen sosyolojik tarih olarak deneylenmiş aklın, bilginin, bilimin ve bakışının mayasını oluşturur. Evet, coğrafya insanın dahası insanın ilk ana rahmi olduğu için çocuğunun genel kültürel yapısını da oluşturur. Bir annenin, çocuğuna verdiği eğitim gibidir coğrafya. Vatanından kopmak anadan kopmak anlamını içerir hatta daha acı bir kopukluktur insan için. Elbette, bazen zorunlu hicret etme de gerektirir (ülkeye daha güçlü dönüş yapmak için).

Bu, öznel ve nesnel diyalektiğin özünün, yerel ve evrensel öznelliğin apaçıklığını içerir. Tarihsel politik göç (ki buna zorunlu hicret diyoruz)  bu kategoriye girer. Yine göç kendi dışında olan kültürlerin diyalektiksel birçok (özel-olgu-bulgu ) yerel ve evrensel akışın içinde; gelişim akışının içindedir. Göç ettirmek, gelişen tarihsel ve felsefi insan mantığının adeta gizli bir modu gibidir. Buna göre tarihsel olarak göçü üç başlıkta dile getirmek mümkündür:

1- Tarihsel olarak coğrafi-iklimsel değişim

2- Savaşlar sonucu göç (Beyin göçü de dahildir)

3- Zorunlu hicret (Buna öze dönüş hazırlığı diyoruz)

Ancak göçün tarihsel sosyolojisini kaç sayfaya sığdırmak konumuzu aşar. Zaman zaman kısa vurgularla hatırlatmaya çalışmakla yetineceğiz.

İnsan zihinsel, akılsal, düşünsel ve bunların sonucu bir kültürel varlık olarak; varlığın toplamı olarak arayışlara girer. Kimi arayışlarda insanda daha (güdüsel ) arayış saldırganlığı içerir ki bilinçli arayış ise hayatı sorgulayarak anlama anlam katarak, insan kültürüne zenginlik katar. Evet, zihnimiz salt metodolojik ya da salt anlığı algılayarak hareket etmez. Dönüş, şimdiyi ve yarını birbirine bağlayarak ilerleyen, düşünen insandır. Bu metodun her insan için geçerliliği yoktur. Örneğin, bir delinin kendi zihnini algılama bilinci olmadığı için güdüsel hareket eder. Göçün farkında olmayan insan için de bu böyledir. Çünkü anlamsız ve ananın bilincinde olmadığı için avaredir. Avarelik önce bilincin köreltmesinden başlar, giderek anaya yabancılaşır ve öz annesini hor görür.

Bu burjuvazinin ya da modernitenin yarattığı tipolojik insan tipidir. Bu metot tarihsel olarak göç eden insanların üzerine kullanılmış bir metottur. Sömürgeler bu insanları tarihte köle olarak kulanmış, modern çağda ise ucuz iş gücü olarak kullanılmıştır. Hatta bilimsel deneyde kobay olarak kullanılmıştır. Modernite zihniyeti, göç eden insanlar için tam da Procrustes yatağıdır ya da Birinci Dünya Savaşı’nda Yahudilerin mallarına el koymak için tipik bir Holocaust özelliğidir. Türkiye Cumhuriyeti’nin kuruluşu maddi olarak tamamıyla bu göç sömürü sistemin üzerine kurulmuştur. Yunanlıları ve Ermenileri zorla göç ettirip mallarına el koyma ve Kürtleri ise Türkiye metropollerine sürükleyip angarya gibi çalıştırıp asimile etme ve özellikle Kürt nüfusunu denetime almayı istemiştir. Uygarlığın mantığı budur.

Uygarlık tarihsel olarak göç ettirme sisteminin üzerine kurulmuş devletlerin ya da iktidarların sistematik biçimde organize olmuş nesnel bir gerçekliktir. Başka bir deyişle göç, bir insan kaderi değil, sömürü sistemini göç ve göçertme üzerine kurmuş devletlerin ya da iktidarların sistematik organize olmuş nesnel bir gerçekliğidir. Başka bir deyişle göç, bir insan kaderi değil, özgürlük ile karşıt olarak gelişen iki kutbun, yöntemsel düşüncenin temel ve kalıcı alanda sürekli bir canlılığı geliştirerek genişleyen birey üzerinden toplumsal çatışma içinde birbirini ya fiziksel ya da kültürel olarak yok etmekte ve trajedik olarak asimile etmektir. Nesnel işlem ve ortalama bir öznel içinde akılsal ama ahlaki olmayan bir takım sav ve karşıt sav, tutum türleriyle bir insani sömürme metodu haline gelmiştir.

Göç; salt ve katıksız insan akli ile dünyada var olmakta olanın ve olmayanın genel çıkarı içinde, tinsel varlığımızın bütününde olduğu gibi, bireysel özgürlüğümüzü de ereğine görkemle ulaşmayı hedefleyen egemenlerin, bireylerin, toplum ruhunda koloni kurmayı hedeflemiş canlı varlıklardan en akılsal yok etme yöntemidir. Gerçek olan, bizim için, bilinçte, ruhta kendini yeniden inşa etmeyi başarıp gerçeğine, insanlığına dönme serüvenini yeniden ve daha güçlü ideolojik ve felsefik donanımla özünün nerde kaldığını araştırıp açığa çıkarmasıdır, kendini bulmasıdır. Bu arayışın içine girmeyen herhangi bir mülteci, bilinmeyen bir özne yabancısı olan bir dünyayı da yok edecektir. Göçmen ya da mültecinin her zaman ruhu bir Spaltung içindedir ve her zaman söz konusu ettiğimiz nesne olmadan ve öznenin parçalamasından dolayı kopuşun içine girmiştir.

Göç ve göç ettirme aynı zamanda özne-nesne kopuşu, var olan ve var olabilen her değerin başkalaştığı ve öz kültür varlığından koptuğu, geldiği yerdir. Ruhta ve bilinçte nesne ve özne kopuşunun derinlemesine sonucudur. Göç eşzamanlı olarak ortaya çıkan her yandan insan değerinin parçalanmasıdır. Kopuş önce ruhta başlar ve en tehlikeli, yıkıcı olan da budur. Bu, ruhun iyice aydınlatılması gerekir. Şöyle ki; burada ortaya çıkan tarihselliğiyle neden ve sonuç ilişkisi diyalektik gelişim olaylarının; ne zaman ve hangi değişik boyutlar içinde olduğu, bu ruhun aydınlığında göründüğü bu yolla; bizce, dünyamızın hatta evrenimizin de kabul etmediği yer göçün olduğu yerdir. Özne ve nesnenin arasındaki kopuştan oluşan düşünceye ya da inanca olan ruha sömürge kültürünün kuşatıcılığı diyoruz.

Tarihsel olarak, ideolojik ve inançsal sorun sonucu mülteci olmuş insanların ruh hali daha farklı ve acısı daha sarsıcı oluyor. Bir anlamda, ideolojik ve devrimci felsefesini geliştirip ona göre yaşamamadır (Birey yaşadığını sanır, yaşamadığının farkında olmadan) dolaysıyla göç tarihsel olarak dünyanın yapısını değiştirdiği gibi aynı zamanda tragedyanın da başlangıcı oluyor. Tarihte örneğin Gotlar-Vizigotlar, kendilerine “Barbar” diyen yenilmez Roma’yı yıkarlar. Göç ya da mültecilik zaman içinde oluşan veya gelişen bu zamanın biçimine, ruhuna göre ya da bir nevi eşdeğer ve eşit olmayan mantığın bütün çeşitliliğini yok eder. Bu aynı zamanda kişinin, toplumun mantık ve düşüncenin serbest dolaşımı değil de bir nevi insana ait olduğu kültür ve sosyolojinin Antroposen özellikli bir topluma ait olan fiziğin yani tüketim alışkanlığının da aniden hızlanmasını ifade eden insan merkezli bir erozyondur. Dolayısıyla göç mantığı, Tanrı’nın insana, insanın insana seslendiği gibi değil de; bütün sözcüklerinin ve dünyadaki nesnelerin varlığıyla ilgili tasarımsal kavramlarının tersyüz edildiği gibi bir şey gibidir. Önemli olan, göç mantığını aşıp kendini hedef ve amaç olarak ideolojik, felsefik anlamda donatıp daha donanımlı, daha üretken haline getirip özüne dönmeyi başarmasıdır.

Tarihte göç döneminde Tanrı birçok peygamberle konuşup; örneğin Zerdüşt, Musa, İsa, Muhammed vb. peygamberlerin mücadele inancını ortaya çıkarmıştır. Evet, hiçbir insan tanrı olamaz! Tanrı hiçbir insanla açıkça konuşmaz. Ama ülke ve devrim sevgisiyle yoğunlaşan kişinin kulağına Tanrı sessizce fısıldar. Bu özüne dönmedir. İdeolojik, felsefik, inançsal ve taktiksel olarak hayaline göre yoğunlaşıp gerçeğe dönüştürme hakikatidir. Özgürlük bilinci, yani özgürlük arayışı bir mülteci zihniyetinin reddidir. Evet, mültecilik yaşam ve mantığı reddetmekte ancak özgürlük ve vatan sevgisine sahip olanlar özgürlük bilincine ulaşır. Köleler asla reddetmeyi bilmezler. Çünkü kendine ait tarihsel ve toplumsal bilinçleri yoktur. Toplum ve tarih bilincinden uzak bir bilinç; kendi varoluşsal, bireysel bilincinde özgür olmayanı güdükleştirmenin sonucunda kendi kişiliğinin dar alanında bilincini hapseder. Hatta kendine karşı yabancılaşır. Bu her zamanki köle varlığının salt koflaştırılmış nesnenin özneden soyutlanmış olarak karşımıza çıkar. Bu sömürge bilincidir. Evet, sömürge bilinci ya da göç bilinci kuşatıcı ve kırılgan bilinçtir. Tüm sömürünün anası bu kuşatıcı bilinçtir. Bunun aşmanın yolu vatan ve ideolojik kavrayışa sahip olmaktır.

Tarihte bilinen Yahudilerin Babil sürgün olayı vardır. Yahudiler bunu sürgün olarak kabul etmeyip ideolojik, siyasal ve tarihsel bir yoğunlaşma olarak ifade ederler. Örneğin Kabala inancında Babil sürgününde yazılır ki; aslında Yahudi topluluğunun inançsal, kültürel, kavimsel olarak sadece bir mistisizm değil, Sümer, Babil, Hint ve Mezopotamya halkları inançsal, kültürel, örgütsel olarak bu uygarlıklar Yahudilere geçer. Yahudiler eski inançlarından Semavi dinine geçişinde başlangıç tarihini bu Kabala’dan atarlar. Dolaysıyla Babil sürgününün Talmud’taki ifadesine göre, Yahudiler sürgüne değil, tanrısal bir emir olduğundan anavatanına gönderilmiştir. Yine Talmud’a göre, Babil sürgününü Tanrı Yahudi nüfusunu artırmak için göndermiştir. Bu sürgünü aynı zamanda tanrısal bir ceza ve tanrıdan uzak olarak da bilmişlerdir ve vaat edilmiş topraklar yani Kenan ülkesinin temeli burada atılmıştır. Sürgünün Yahudiler için ölümden daha büyük bir kayıp olduğunu, onlar için ölüm acıdan kopuş olurken, sürgün bir trajedidir. Buna göre, uygarlık tarihi yani egemenlerin mantığı tamamıyla göç ettirme mantığı üzerine kurulmuştur. Hem ucuz iş gücü sağlar hem de kültürel olarak asimle ederek egemenliğini perçinleştirir.

Hüküm sürmenin mantığı sömürü üzerine kurulduğundan dolayı kendine göre olmayan düşünce ve inançları bastırmaya ve anti uygulamalara gider. Buna göre felsefik ve ruhsal olarak insan için göç, zaman içinde tarihsel, kültürel, sosyolojik yabancılaşmanın içinde insan ve birey olarak öz değerlerinden yabancılaşıp gelenek ve atalarının kültürünü küçümseyip başkasınınkini kurtarıcı veya taklit ederek psikolojik bir çöküş yaşar.

Burada tarihsel ve ideolojik bilinçle kendini kültürel değerlere göre geliştirmemişse, göç psikolojisi bunalım, nesnel-öznel yabancılaşma akışında varlık olarak kendi varoluşu başka varoluş içinde, özünde bulunan ulusal değerlerle yabancılaşır. Dolaysıyla göç psikolojisi insanın doğası olarak yıkıcı ve öyle bir düşüştür ki bu, biyolojik psikolojiciliktir. Pragmatistçilik egemenler için kesinlikle tarihi bir maddi olanak sağlama aracıdır. Çünkü ne olursa olsun her ülke için göçmenler en alt sınıf kategorisinde yer alan bir angaryadır. Bunda en göze çarpan şey eskiden Avrupa ve Amerika’da göçebelerin gettolarda yaşaması insan için bir vakadır. Her tür insan davranışlarına benzemeyen şeylerin bu gettolardan çıkmasının nedeni bu dışlamanın sonucudur. Bu psikoloji vaka içinde yetişen insan vakayist bir karakter olarak özüne karşı da tepkilidir, yabancıdır.

İnsan kültürel bir varlık olarak, maddi-manevi değişerek gelişen bilinçsel bir varoluştur. Özgür bilinç sınırsız bir yaratım ve değişim içinde bulur kendini. Ama sömürge bilincini aşamayan kişi ya da toplum göçmenliğinin de farkında olamaz. Tarihsel olarak diasporada yaşayan Yahudilerin kendine bir yabancılaşma değil de aksine kalplerinde “Bir gün özüne (anavatanına) dönecekleri” inancına bağlı kalmaları ve nihayet İsrail devletini kuran, hala maddi olarak koruyan-kollayan bu yeni diasporada yaşayan Yahudilere dönüşmelerini sağlamıştır.

Kürt Özgürlük Hareketi’nin ideolojik yoğunlaşma tarihini okuduğumuzda, taktiksel, askeri ve maddi olarak diasporada oluşup geliştiğini görüyoruz. Özellikle önderliksel çıkış ve bu donanımla ülkeye dönüş tarihinin en yenilmez ve hep gelişerek, güçlenerek gerçekleşen devrimi, bir enternasyonal devrim kültürüne dönüştürmüştür. Ve evrensel insan felsefesini oluşturan bir bilinç hareketi olmanın nedeni önderliksel hareketin diasporada Kürt toplumunun ülke sevgisiyle diri tutulmasındadır.

Oysa biliyoruz ki, tarihte birçok örgütler Avrupa’ya sığındıkları gibi özünden bir yabancılaşmayı yaşayıp, devasa değerler ortadan kaybolmuştur. Evet, tarihte sürgünde büyük devrime imza atan İbrahimlerin Babil sürgünü, Hz. Muhammed, Lenin ve Abdullah Öcalan önderliğinde gelişen özgürlük hareketidir. Yine tarihsel olarak entelektüellerin bir sürgün tarihleri vardır. Bunların başında Rönesans entelektüellerinden Aydınlanma Çağı’na kadar yaşanmış bir gerçekliktir. Örneğin İngiliz filozof John Locke krala karşı düşüncesini ancak Fransa’ya kaçarak yazıp yayınlamıştır, yine Fransa’da aydınlanma düşüncesini geliştiren Voltaire İngiltere sürgününde ancak düşüncesini geliştirmiştir ve Voltaire Fransa’ya döndüğünde, Fransa halkı Voltaire’yi kral gibi karşıladılar.

Sistemsel sömürgeci mantık üzerine kurulmuş bir asimilasiyonist düzende insan sürekli olarak sistemlere muhtaç durumundadır. İşte yukarda örneklendirdiğimiz çıkışlar aslında verili bilincin reddi olarak çıkmışlardır. Çünkü göç ya da sömürge bilinci verili bilinçtir, yabancı bilinçtir. Göç bilincini aşamayan bilinç her zaman varoluşsal olarak eksiktir, yaratıcı değildir. Hatta göç ya da sömürge bilinci rahat ve kaygı taşımayan bilinçtir. Oysa özgür bilinç tedirgin bilinçtir ve uyanıktır.

 

Bunları da beğenebilirsin

Yoruma kapalı.