Düşünce ve Kuram Dergisi

İdeoloji, Bir Yaşam ve Mücadele Kılavuzudur

Leyla Zeynep Kuran

 

“Parti bir bütün olarak karşıdan ve içten her türlü saldırıya karşı kendisini ancak ideolojik ve politik kimliğiyle savunabiliriz; hamle gücünü kazanıp toplumda bütünleşebilir. Parti kadroları tamamıyla ideolojik ve politik yeterlilikle birlikte, özellikle her koşul altında özgür yaşam ahlakına bağlılığı sergileyecek güçte olmak durumundadır. Ortadoğu kültüründe “İnsan-ı Kamil” denilen kendi kendine yeterli birey olma gücünü güncelleştirerek sağlamak durumundadır. Tüm iktidarcı, milliyetçi, cinsiyetçi, dinci ve liberal köreltici ve hakikaten uzaklaştırıcı ideolojileri ve yaşam tarzlarını boşa çıkaracak gücü sergileyebilmelidir. Çağlar boyunca İnsan-ı Kamillerine duyulan ihtiyaç en çok günümüz olup, bu da ancak modern sosyalist olmakla mümkündür.”

Abdullah Öcalan

 

İdeoloji ve politika olarak her ne kadar belirli süreç ya da tarihlerde kullanıma girmişlerse de bilindikleri anlam ve içerik olarak aslında toplumsal varoluşun her aşamasında yer bulmuş ve toplumsal etkinliğin inşa dinamikleri olarak belirginlik kazanmışlardır. Bu nedenle ideoloji ve politikasız bir toplum tasavvur etmek ya da ideoloji ve politikanın gereksizleştiğini iddia etmek, tıpkı liberal “ideolojinin sonu” balonu gibi kısa sürede sönmekten başka bir sonuç yaratmayacaktır. Hakeza iddia edildiği gibi ideoloji, yanlış bilinç de değildir, aksine manevi kültür gücü olarak, kendilik bilincini oluşturan en temel güçtür. Dolayısıyla ideoloji ve politika vardır ve insanların tüm etkinliklerinde her gün kendini yeniden yeni içerik ve biçimlerde üretmektedir.

Öcalan, bir değerlendirmesinde “ideoloji, soluduğunuz havadır, üzerinde yemek yediğimiz, yazı yazdığımız masadır, oturduğunuz sandalye, su içtiğimiz bardaktır,” diyerek; ideolojinin sadece bir durum hakkında düşünmenin değil, ideolojinin durumlara ve amaçlara, nesnelere işlemesi ve aslında biçim kazanarak, kendini üretmesi durumundan söz eder. Benzer bir yaklaşımı farklı bir olay örgüsü içerisinde Terry Eagleton gösterir: “İdeoloji yalnızca bir durum hakkında ne düşündüğümüz meselesi değildir. İdeoloji bir biçimde o durumun içine işlemiştir. Bir parkta üzerinde, “Yalnızca Beyazlar!” yazılı bir bankta otururken, kendi kendime ırkçılığa karşı olduğumu anımsatmanın faydası yoktur. Bu bankın üstünde oturma edimimle ırkçı ideolojiyi desteklemiş ve yaşatmış oluyorum. İdeoloji, deyim yerindeyse kafamda değil oturduğum banktadır.

 

‘Devletin ideolojik aygıtları’

İdeoloji; sanattan edebiyata, hukuktan ekonomiye bilimden kültüre yaşamın bütün alanlarında kendine yer bulan ve bütün bu alanları etkileyerek dönüştüren bir özelliğe sahiptir. Soyut bir fikirler sisteminden çok harekete geçirici örgütleyici ve birleştirici ilke olarak toplumsal bağları güçlendirirken politik yapıların bu ilke temelinde kimlikli siyaset yapmalarını sağlar. İdeolojinin kavramsal birçok yorumu ve analizi olmakla bu konuda önemli katkılarından birisi L. Althusser yapmıştır. İdeolojiyi insanların tarihsel dünyayla ilişkilerini yaşadıkları bir temsiller sistemi olarak değerlendiren L. Althusser, ideolojinin her toplumun organik bir parçası olduğuna ve toplumların tarihsel yaşamında özsel bir yeri olduğuna inanır. Ona göre insanlar, ideoloji ile yaşam biçimlerini ifade ederler. İdeoloji, bireysel öznelere kendilerini ve içinde yer aldıkları toplumla olan ilişkilerini tanımanın ve tanımlamanın yolunu sağladığı gibi, özneyi yeniden inşa eder. “Devletin İdeolojik Aygıtları” yorumu ile Althusser, iktidar ve devlet tekelinde üretilen ideolojinin kurumları (Aile, Kilise, Parti, Sendika, Öğretim kurumları, Hukuk, Haberleşme, Kültür kurumları) aracılığıyla rıza oluşturmada rolünü açımlayarak önemli bir katkı yapar.

Gramsci’nin hegemonyanın oluşumunda hegemonun sadece zora başvurmadığı beraberinde rızayı da örgütlediği ve bu sayede kendini sürdürebildiği tezi, böylece Althusser tarafından geliştirilerek, Sosyalist literatüre kazandırılmış olur. Öcalan açısından ise ideoloji ve moral; ilk insana da son insana da gereklidir. İdeolojiyle bağını koparan insanın varacağı yer, kaçınılmaz bir biçimde ‘hayvanlaşma’ olacaktır. Çünkü ideoloji hem sorun çözücü hem de kaynağı olma özelliği taşısa da yaşamı anlamlandırma ve düzenleme işlevine sahiptir. İdeolojisizlik bu yönüyle insanı anlamsızlığa ve düzensizliğe mahkum etmek olacaktır. “Manevi kültün gücü olarak ideolojisiz toplum olmaz. Zihniyetle bağlantılı olmakla birlikte, ideoloji daha farklı bir kavramdır. Hayvanların, hatta bitkilerin ve atomların da zihninden bahsetmek mümkündür. Ama ideoloji insan toplumuna özgüdür. Görevi esas olarak yaşamı anlamlandırma ve düzenlemedir. Bu anlam ve düzenlemeler olmadan toplum ayakta kalamaz, dehşete düşer. İdeoloji bu nedenle hayli ilginç bir konudur, kelime anlamı fikirlerin mantığı demektir. İnsan toplumu fikirler mantığıyla çok esnek bir doğa olarak biçimlendirilmeye, özgürleşmeye yatkındır. Ama bu özelliğiyle köleleştirilmeye de yatkınlık arz etmektedir. Hem sorun çözücü hem de sorun kaynağı olması yapılanmasıyla ilgilidir.”

Öcalan’ın bu tanımlamasından anlaşılacağı üzere, ideolojik yapılanma varoluşsal bir yapılanmadır. Tarih ve toplum incelemelerinin bize öğrettiği ilk ve temel şey, yaşam bulmuş tüm toplum sistemlerinin, özellikle zihne ve iradeye dayalı olarak, doğup yürütüldükleridir. Üretim koşulları ne kadar elverişli olursa olsun, toplum sadece üretime dayalı yürütülemez. Bunun için ideolojik kimliğin belirmesi ve iradeye hükmetmesi gerekir. İdeolojinin bu yönlü tezahürü olmadan, üretim koşulları cansız maddelerden başka bir şey ifade etmezler. Sistemlerin ve en küçük toplulukların doğuşu dahi ideolojik kimlikle bağlantılıdır. İdeolojik kimliğin, inşa edici özelliğinden bağımsız gelişim göstermiş tek bir sistem veya topluluk bulmak imkansızdır. Buna rağmen sosyolojilerin ya da sosyal bilim yaptıkları iddiasında bulunanların bunu görmezden gelmesi dikkat çekicidir.

Öcalan’ın ifadesiyle Avrupa merkezli günümüz sosyolojilerin temel hastalığı da buradan kaynaklanmaktadır. İdeolojik kimliklerin rollerini doğru tarzda ortaya koyamamaları da, sosyolojinin oynaması gereken rolü sınırlamakta, işlevsizleştirmektedir. Sosyal bilimin iktidar ve devlet tekellerinin birer uzantısı haline getirilmiş olması, sosyolojinin işlevsiz bırakılmasında veya saptırılarak başat bir role büründürülmesinde esas etken durumundadır. Oysa “hem toplumsal geçmişin hafızası, hem de gelecek ütopyasının tasarımları olarak, ideolojik kimlikler, toplumun beyni olarak rol oynamaktadır. Kaba bir benzetmeyle el ve ayak nasıl ekonomiyle yakından bağlantılı ise, beynin esas işlevi de zihni tasarımlardır. Her canlı varlıkta beyin, yaşamın yönetici gücü iken, organlar daha çok yaşamın işçi gücüdürler. Değişik bir biçimde olsa toplumsallık bir varlık olarak şekillenince, beyin sorunu ortaya çıkar. Bunun adına ideolojik varlık kazanmak demek, doğru bir tanımlamadır.”

İdeolojik varlık kazanmak tabi ki toplumsal varoluş açısından, önemli bir başlangıç ve çıkış noktasıdır, oluştur. Fakat tek başına toplumsallığı, ahlaki ve politik toplumu inşa etmeye yetmez. Bunun için ideolojik varoluşun, politik gerçekliğe yansıması, yeni bir inşa eylemi olarak kendini örgütlülüğe, örgütlülük yoluyla işleyen bir bedene kavuşturması gerekir. İnsan bedeni sürekli hareket halinde olduğuna ve sağlığını bu hareketlilikle koruduğuna göre, politika da sürekli eylem halinde olmaktır. Denilebilinir ki neye göre sürekli eylem hali? Elbette ki ideolojik mücadeleye ideolojik mücadelenin ahlaki ve politik toplum yaratma hedefi doğrultusunda eylem hali? Hannah Arendt’in “Bugünlerde hiç kimse politikanın anlamı nedir diye sormuyor. Bu günlerde sorduğumuz soru, politikaya ilişkin gerçek deneyimlerimizden yüzyılımızda politikanın yol açtığı felaketten ve daha da felaketlere yol açması tehlikesinden kaynaklanmakta. Dolayısıyla bizim sonumuz çok daha radikal, daha saldırgan ve daha umutsuzdur; politikaların hala bir anlamı var mı?” diye sorduğu yer de Öcalan’ın bu soruya “evet var” yanıtını verir ve politikayı nasıl adlandırdığını tanımlar; “Gerçek, politikanın tarifinde gizlidir: Toplumun hayati çıkarlarını özgürlük, eşitlik ve demokrasiden başka hiçbir kavramlar grubu izah edemez.” O halde politika esas olarak ahlaki ve politik toplumun her koşul altında bu niteliğini veya varoluşunu sürdürebilmesi için yapılan özgürlük, eşitlik ve demokratikleşme eylemliliği demektir. “İdeoloji, özgürlük, eşitlik ve demokratikleşme bilinci iken, politika özgürlük, eşitlik ve demokratikleşme eylemliliğidir.” İnsan yaşamında anlam yine insanın özgür eylemiyle gerçekleştiğine göre; politikanın anlamı, Arendt’te de Öcalan’da da birdir; politikanın anlamı; özgürlüktür!

 

İdeolojik Kimlik, Toplumun Özgürleşme Kimliğidir!

 

“Özgürlük ve özerklik bir gerçeğin iki aynı görünümüdür. Özgürlükte içselleşen bağımsız insanın etkinliği özerklikte dışsal ya da toplumsal dayanağını bulur. Sorumluluğu belirleyen ve sürdüren özgür bilinçtir, ancak her zaman özerk bir ortamda yerine getirilebilinir.
A.Timuçin

Anlamı özgürlük olan eylem doğurucusu olarak ideoloji ve politikanın işlevi, toplumsal varoluşu kesinleşmektedir. Toplumsal varoluş, ancak kendini sahiplenme, yani ideolojik ve politik güç haline gelmekle mümkündür. İdeolojik ve politik güç haline gelmek ise; A. Öcalan’ın vurguladığı tarzda, “Tüm iktidarcı, milliyetçi, cinsiyetçi, dinci ve liberal köreltici ve hakikatten uzaklaştırıcı ideolojileri ve yaşam tarzlarını boşa çıkaracak gücü sergileyebilmek ve buna karşı demokratik modernite zihniyetini ve pratikleşmesini sağlamaya yönelmektir.”

İnsan, toplumun ahlaki ve politik varoluş tarzına sürekli zihniyet ve özgün irade ile katılım gücünü göstermektir. Bu anlamda kadronun ideolojik politik bir güç haline gelmesi öncelikle parti zihniyetini ve program esaslarını çok iyi özümsemesi, büyük bir coşku ve heyecanla pratiğe aktarmaya çalışmasıdır. Dönüşümün kurmay ekibi olduğu bilinciyle teori ve pratik bağını güçlü kurması, kitlesel örgütlenmeyle eylemi buluşturup yönetebilmesidir. “Kendinde Halkı gerçekleştir, kendinde yeni insanlığı gerçekleştir, bunun için kendini insanlığın ideali haline getir, bunun için ne gerekiyorsa onu yap” ilkesine yaşam kazandırmaktır özcesi. İdeolojik ve politik güç haline gelen kadro, şahsında toplumsal ahlaki ve politik yaratıcılığı bir sanatçı inceliğinde birleştirebilen, ayak bastığı her yerde hayata geçirebilen ve hayatı bu anlamda inşa edebilendir.

İdeolojikleşme, demokratik modernite zihniyeti doğrultusunda yoğunlaşmakla toplumsal sorunların çözümüne ilişkin derinlik kazanmakla gerçekleşir. Anlamı ve özü özgürlük, eşitlik ve demokrasi olan yaşam felsefemiz doğrultusunda evren-insan, insan-toplum, ve insan-insan ilişkisi üzerinde düşünmek, verili olanı sorgulamak ve yeni anlam bağları oluşturmaktır. Kurulacak anlam bağlamına bağlı kalmak varoluşu bir anlam süreci olarak kavramak ve buna göre dile gelebiliyorsa, ideolojikleşme başarılmış, varlık ideolojikleşme muhtevasına, yani özüne uygun akışkanlık kazanmış demektir. Bu özgürlüğü, eşitliği ve demokrasiyi insan kişiliğinde derinleştirmek anlamına geldiği gibi insanda yaratılan derinleşmeyle özgür toplumsal inşaya da derinlik kazandırmak anlamına gelir.

Öcalan’ın; “öyle bir kişilik yaratacaksın ki gerçekleşmiş bir kişilik olsun. Yapay kul bir kişilik değil, düşünen ve karar veren bir kişilik. Bu ne çok bencil-bireyci olacak, ne kul olacak, ne kendini bütünüyle inkar edecek ve ne de her şeyin sahibi görecek” dediği kişilik de, özgür sosyal gelişme yoluna girmiş, sosyalizmi bir nitelik ve bir insanın kendisini sosyalleştirme sorunu olduğunu kavramış ve bu çerçevede ideolojikleşmiş kişiliktir. Önderlik çizgisinde ideolojikleşmiş kişilik, kuantum psikolojisine sahip olan bir kişiliktir. Bir karakteri, kimliği, anlamı ve amacı vardır.

Doğayla ve değerler dünyasıyla bütünleşen ve etkileşim içerisinde olan kişilik olarak kendi başına bir ada değil, toplumsal anakaranın bir parçasıdır. Tıpkı J. Krishnamurti’nin “Dünyadan sorumluyum, çünkü ben dünyayım” demesinde olduğu gibi, kendini bir bütünlük içerisinde ve o bütünün kendisi olarak görmektir. Ya da Jung’da yansımasını bulduğu biçimiyle, “Eğer dünyada bazı şeyler yanlış gidiyorsa bu bir yerde bir şeyler yanlış gidiyor, bende bir yanlışlık var demektir. Bu yüzden eğer ben duyarlı biriysem önce kendimi düzeltmeliyim” bilincini ahlakını sergilemektir.

Politikleşme dediğimiz olgu ise, ideolojik çizgide “yürüyen düşünce” haline gelmektir. Düşünürken yapma ve yaparken düşünme fiilinin bilinçli eylemi örgütleme ve inşaya dönüşmesi olayıdır. Politikleşme, ideolojik anlam çerçevesinde yaşamın yeniden örülmesi demektir. Öz çıkar, kimlik ve kolektif vicdan temelinde ihtiyaca göre örgüt, ihtiyaca göre politikleşme, özgürleşme amacı doğrultusunda sürekli arayış ve çaba içerisinde olmaktır. Sanıldığı gibi çok bilmek değil, bilmeye göre gerçekleşmek, bilmeyi yaratıcı bir biçimde yaşamla birleştirerek, kendini yönetebilmektir. Bu nedenle politikleşmiş insan, Öcalan’ın demesiyle teorinin önünde yürüyen insandır. Pratiği sahip olduğu teorinin önünde yürür. Böylece teori pratiğe “onun anlık bilgeliğine zaman verecek ölçüde müdahale etmez.” Politikleşme, politik olgunlaşma dediğimiz durum bunun sonucunda, yani sosyal ve siyasal etkinlik içerisinde, yani somut yaşam içinde gerçekleşir. Politikleşmiş insan da, bu somut yaşam içinde hem düşünce ve hem eylemle kendiliğini, kimliğini bilince çıkaran, geliştiren ve savunmasını bilen insandır. Bu manada politik gelişmiş insanı ayırt eden ve tanımlayan en belirgin özellik, uygarlıkçı sisteme karşı öz savunmasını yapabilmesi ve bulunduğu her zeminde kendini direniş temelinde örgütleyebilmesidir. Genel anlamı içerisinde politikleşmiş insan, örgütlü ve eylemli insandır; örgütleyen ve eyleme yönelten insandır demek, hakkını teslim etmek olacaktır.

Politikleşme, kuantum kavramında olduğu gibi “şu an”a odaklanır. Geçmiş şu an’da hatırlanarak ve gelecek şuan’da kurgulanarak yaşanır. Hem geçmiş hem de gelecek potansiyel olarak şu an’ a enerjik bağlarla bağlıdır. Bu nedenle politikleşmiş insan, içerisinde bulunduğu durumlara irade uygulayan, durumlara ve olaylara seyirci kalmaktan çok katılım gösteren insandır.

Mücadeleci insan, Öcalan’ın vurguladığı gibi geçmişin ya da geleceğin değil, şimdinin, şu an’ın savaşçısıdır. Şu an kazanılmadan geleceğin kazanılmayacağı açıktır. Dolayısıyla politikleşmiş insan, an’ın savaşçısı olma bilinciyle an’a müdahalede bulunan ve an’ı kendi amacı doğrultusunda dönüşüme uğratarak kolektif örgütlü varoluşuna kesinlik kazandıran insandır.Hegel, “insanın hakiki varlığı, eylemdir” derken tam da buna, insanın politik varlık olma özelliğine vurgu yapar. Politik kimlik, kazanmış insan, örgütlenmeyle kendinin ayırdına varan, bundan hareketle zamanı ve mekanı sahiplenme duygusu gelişmeden bırakalım kadro, gerçek bir insan bile olunamaz. Bu noktada da politikadan ve politikleşmeden kaçış özgürlükten ve özgürleşmeden kaçıştır. Bu da insani, felsefi ve ideolojik toplumsal bir varlık olmaktan, düşünen ve eyleyen bir varlık olmaktan kaçış anlamına gelir.

Demokratik modernite çizgisinde ideoloji ve politika, kaçışın ve insani varoluştan uzaklaşmanın karşısına, insan-evren, insan-toplum ve insan-insan arasındaki ilişkiyi, ahlaki ve politik toplumu, sevgi ve anlam ilişkisini koyar. Bu manada ideolojik ve politik çizginin militanlığını yapmak, “zihniyet alanında kendini hazırlamış olmayı, pratik alanda ise toplumun yürütme, değişim ve dönüşümü için gerekli güçle donanmayı, yani eğitim, örgütlenme ve eylem yeteneğini gerektirir.” Yaşamı anlamlandırma ve düzenleme sanatı olan ideoloji ve politika, bir bilinçlenme, örgütleme ve eylemleşme hali, nihayetinde kendi kendini özgün varlık ve toplum olarak yönetme haldir. Kadro, bu varoluş haline süreklilik kazandırmak için vardır. Onu siyasal bir aktör olarak tarih sahnesine çağıran ve etkili kılan da toplumsal ahlak ve bilinçtir.

Yaşamı nasıl anlamlandırmaları ve nasıl bir düzen kurmaları gerektiğini toplumuna anlatma, toplumuyla birlikte düşünme, tartışma ve karar oluşturma gücü haline gelmek kadronun görevidir. Görev, verilen değil, verili durumun, yarattığı bir gereklilik ve sorumluluk ahlakı olarak kendi kendini koşullar. İdeolojik ve politik kimlik edinmenin yaratmış olduğu bu koşullanma, toplumsal dönüşümü kendi kendine yürüyen bir olgu haline getirme kültürünün başlangıcını oluşturur.

Hem başlangıcı yapan hem de başlangıcın kendisi haline gelen kadro, ideolojik ve politik yayılmanın hem örgütleyicisi hem de ideolojik-politik etkinliğin öncü kolektif gücüdür. Öncü kolektif güç olma vasfını demokratik modernite çizgisinde işler hale getirmek, birey açısından ideolojik-politik kimlik kazanmak anlamına geleceği gibi, başarı şansı yakalamış yeni sosyalist insan kişiliğini ve yaşam tarzını pratikleştirmek anlamına da gelecektir.

 

Anlam Sahibi İnsan Ruh ve Yaşam Arzusu Taşıyan İdeolojik İnsandır!

“Politik akım ve hareketler ideolojik akım ve hareketlerden farklılıklar taşısalar da, aralarında sıkı bir ilişki vardır, olmak durumundadır. İdeolojik değeri olmayan politik akımlar fazla anlamlı olmadığı gibi, politik gerçekliğe yansımayan ideolojik akımlarda değerli bir mertebeye ulaşamazlar. İdeolojik mücadelenin temel amacı ahlaki ve politik toplumu geliştirmektir. Ahlaki ve politik toplumu geliştirmek, ancak sosyal bilime dayalı ideolojik eylemle mümkündür. Daha doğrusu, sosyal bilimsiz ahlaki ve politik bir eylemlilik geliştirilemez. İktidar ve sermaye tekelleri karşısındaki toplumu ancak sosyal bilime dayalı ideolojik ve politik eylemle koruyup geliştirebiliriz.” Öcalan

Sosyal bilime dayalı ideolojik politik oluşumdan ve onun eylem tarzından söz ederken, kuşkusuz burada herhangi bir toplum bilimciliğinden söz etmiyoruz. Elbetteki toplumsal politikayı ahlakla, özgürlükle, demokrasiyle ve farklılıklar arasındaki eşitlikle ilişkilendiren demokratik modernitenin özgürlük sosyolojisinden bahsediyoruz. Bu bahisten hareketle toplumun, ancak özgürlük sosyolojisine dayalı ideolojik, politik bir tutumla ve onun eylem tarzıyla savunabileceğini belirtiyoruz.

Özgürlük sosyolojisinin gerek kavram-kuram-kurum bütünlüğünü barındırması, gerek farklılık ve çeşitliliği özgür ve özerk, demokratik yaşamın olmazsa olmazı sayması, gerekse de varlığını iktidar ve devlet dışı bir zeminde inşa etmeyi esas olarak, cinsiyet özgürlükçü bir karakter sergilemesi, belirlememizin esas dayanağını oluşturuyor. Bu özelliklerin toplamı, kapitalizmin “biriciklik” iddiasına karşı her yönüyle güçlü bir reddiye, alternatif demokratik inşa hareketiyle radikal bir meydan okuma ve tıkanıklık içerisindeki sosyal bilimlere, sosyalizme yeni bir açılım ve hamle yaptırmak anlamına gelmektedir. Ki, bu bir yönüyle de solun sürekli eksik bırakılan yönünün, etik ve ahlaki niteliğinin, geniş bir çerçevede tanımlamak, sosyalizmin metafiziğin (maneviyatının) güçlü bir şekilde ortaya konulması demektir. Bu manada özgürlük sosyolojisini 21. Yüzyılın radikal demokrasi ve sosyoloji inşası olarak yorumlamak yanlış olmayacaktır.

Bir özgürlük arayıcısı için özgürlük sosyolojisi kendi insanlığını kapitalist modernitenin kontrolünden söküp almak ve kapitalizmin kurmuş olduğu dünyayı ters yüz etmek sorumluluğudur. Kapitalist modernitenin kurmuş olduğu dünyayı ters yüz etmekse, ancak her halkın, her topluluğun ve her ulusun kendi öz bilincini kuşanması, kadını, erkeği ve gençliğiyle bu bilinç doğrultusunda örgütlü ve tutarlı bir mücadeleye yönelmesiyle mümkündür. Özgürlük sosyolojisi tam da bu mücadelenin radikal demosunu-halkını; yani örgütlü, özgür ve özerk toplumunu yaratma pratiğidir. Kapitalist moderniteye, sömürgeci sisteme ait egemenlik ifade eden dilsel, eğitsel, kültürel, ekonomik, siyasal, sosyal ve simgesel tüm unsurların dışına çıkma cüretini göstermektedir. Demokratik modernite ideolojisinde karar kılmış insanların, ortak varoluşa dayalı özgür, demokratik ve eşitlikçi yeni bir yaşam kurmaları ve bu yaşamı kendi öz örgütlülükleriyle yönetip savunmalarıdır. Kendine ait olmayan bir varoluştan çıkıp kendine ait bir varoluş alanını kurmak, kendine ait bir dil, kültür ve siyaset ilişkisini yapılandırmaktır.

Yaşamı yeniden kurma, yeni bir anlam ve eylem oluşturma bilinci ve ilişkisi olarak, özgürlük sosyolojisi, toplumun kaderini kendi eline alması ve kendi özgürlük tarihini yazmaya başlamasıyla gerçek anlamına kavuşur. Bu da ancak demokrasinin, burjuvazinin devlet ve iktidar kaynaklı oyunlarının örtüsü olmaktan çıkarılması, toplumsal özgürleşmenin manivelası haline getirilmesiyle mümkün olur. Demokratik konfederal örgütlenme ve yaşamın her alanı ona yaydırılmış her çeşitlilikteki komünal ağ, toplumu devlet ve iktidar odaklı bağımlılıktan kurtarmanın en güçlü toplumsal ilişkiler bütünlüğüdür. Toplumsal olan bu ağlarla örülüp devlet ve iktidar aygıtları bu ağlarla kuşatılıp tecrit edilmeden, toplumun özgürlük ve özerklik sorununu çözmenin imkanı olmayacaktır. Çünkü özgün komünal yaşam, bireyin ortak düşünce ve yaşamı deneyimlediği esasta ise, toplumsal bir varlık olarak, insan olma bilincine eriştiği ortamdır.

Anlam ve amaç ilişkisi doğrultusunda topluluk ruhunun ve birlikte yaşama arzusunun açığa çıkmasında, komünün rolü belirleyici olduğu gibi oluşmuş demokratik değerlerin yaşama geçirilmesinde ve demokrasinin bir yaşam tarzı olarak gelişip güçlenmesinde de belirleyici rol oynar. Bu nedenle komün, sadece demokrasi ve özgürlük dersinin öğrenildiği bir yaşam okulu değildir. Bununla birlikte devlet ve iktidar karşısında konumlanmış toplumsal direnişin, açılım kazandığı özerk ve dinamik bir yapıdır. Bunun içindir ki devletin ve iktidarın tecrit edilerek sınırlandırılması ve etki edemez hale getirilmesinde komünal konfederal ağ belirleyici bir role sahiptir. Peki bu rol ve görev nasıl yerine getirilebilir? Öcalan’ın buna yanıtı, sosyal bilime dayalı ideolojik eylemdir onun görev ve sorumluluk anlayışıdır. Sosyal bilime dayalı ideolojik eylemi de entelektüel, ahlaki ve politik görevler biçiminde üç temel çıkış noktası üzerinden somutlaştırır. Buna göre;

A- Entelektüel Görevler: Eski Yunancada entelektüel, “Amacını kendinde taşıyan” insanı tanımlarken, Aristoteles’te “kendini gerçekleştirmiş, yetkinliğe ulaşmış, maddeye biçim veren, olanağı gerçekliğe taşıyan, öz tarzında açılım kazanır. Öcalan’da ise karşılığı, bunları içermekle birlikte bilimsel araştırmacılığı kurucu kadro direnişçilikle birleştiren bir demokratik politik aktördür. Buna göre entelektüel çabalar, bilgi ve bilim çalışmaları esasen ahlaki ve politik toplum kapsamında geliştirildiğinde anlam ve değer bulurlar. Çünkü ahlaki ve politik toplum, uygarlıkçı sistemin saldırılarına en çok maruz bırakılan bu sebeple parçalanmışlığı, çürümeye bırakılmışlığı en yoğun yaşayan toplumdur. O halde öncelikli görev, entelektüel çabayı başarmaktır.

Bir hakikat arayıcısı olarak entelektüel, hakikati anlamak ya da hakikat bilgisine ulaşmak için toplumsal ve kolektif pratiğin içinde olmak ve pratik içerisinde oluşmak zorundadır. Hakikat, demokratik militan olarak entelektüel ile halk arasındaki etkileşimin yarattığı karşılıklı ilişki ve ortaklığın ürünü olarak, ortaya çıkar. Bu hakikat ve onu onaylayan bilgi bu etkileşimin dışında ya da üstünde olmaz. Değişimin. Ve dönüşümün itici gücü olarak bir öğretmen ve öğrenci ilişkisinde -her öğretmenin daima bir öğrenci ve her öğrencinin daima bir öğretmen olduğu ilişkide- bilim ve hayatın birlikteliğinde yani tercih yaratma eyleminin içinde olur. Özgürlük sosyolojisi doğrultusunda halkın yeni yaşam biçimine, yani pratiğe götürmek, ihtiyaç halinde öz savunma temelinde güç kullanabilme kabiliyetini gösterebilmek ve demokratik modernitenin bilinçli öğesi olarak, rehberlik rolünü üstlenmek, entelektüel görevlerin başında gelmektedir. Neticede demokratik kadro tutum olarak entelektüel tutum, toplumsal öz bilincin ideolojik kimlikle kendini ifadeye kavuşturması ve örgütlenme iradesiyle kendini görünür hale getirmesi anlamına gelmektedir. Bu da eşitlik ahlaki ve politik toplum inşa çalışmalarında çalışmaya ideolojiyle yön vermek, politikayla örgütlülüğe kavuşturmak, yani teoriyi pratikle ilişkilendirip, uygulanmasını sağlamaktır. Bununla birlikte “geçmişi yorumlayan bir tarihçi” ve “şimdiye etki eden bir politik aktör” vasfıyla ve elbette ki, toplumsal gerçekliğin ve eylemin faal-dinamik unsuru olarak, kendini ihtiyaca göre şekillendirebilmektir. Bu bazen bir akademi, bazen bir ocak ve bazen de bir biçime dönüşmeyi gerektirdiğinde buna göre oluşabilmektir.

Özü itibariyle demokratik modernitenin inşası için ideolojik kadro ve sosyal bilim, azami bir ihtiyaçtır. Entelektüel ve bilimsel katkıdan yoksun bir demokratik modernite inşası, söz konusu olamayacağına göre, öncelik bu ihtiyacın karşılanmasına verilmelidir. Bunun için önderlik, köklü bir entelektüel devrimden, aydınlanma devriminden söz eder. Beş bin yıllık süreçte sermaye ve iktidar tekellerince ahlaki ve politik topluma kaybettirilen değerleri yeniden kazanmak için devrimsel nitelikte bir entelektüel ve bilim üretimine ihtiyaç vardır. Entelektüel görevler bu nedenle geleceğe ertelenmeden şimdide pratikleşmek, araştırma, yoğunlaşma, çözümleme ve çözme çabalarıyla zaman ve mekan içerisinde tüm ilişkilerimize damgasını vurmak zorundadır. Çünkü aydınlanma devrimi, hem uykudan uyanmaya geçiş hem de bir uyanma ve özgürleşim halidir.

B- Ahlaki Görevler: Arapça huy, mizaç, karakter anlamına gelen, “hulk” kavramından türetilen ahlak, insanın diğer varlıklarla ilişkilerini düzenleyen kural, ilke, norm anlamını içeren bir değerler bütününü ifade eder. Toplumun yaşam görüşünü ortaya koyması sebebiyle ideoloji ve özgürlük kavramlarıyla yakından ilişkilidir. Toplumsal işleri iyi, doğru, güzel ve özgür bir tarzda yapma bilincini içerdiğinden, toplumsal varoluşun ruhu ve şuuru olarak da değerlendirilir.Örneğin; Zerdüşt düşüncesinde ifadesini bulan, “düşünce, söz ve davranışta sağlık, temizlik, merhamet, hayvanlara şefkat, yararlı iş görmek, iyi yetişmeleri ve okumaları için imkanları olmayanlara yardım etmek” biçimindeki özellikler Zerdüştlüğün ahlaki örgüsünü serimler. Ehmedê Xanî, “Mem û Zîn” adlı eserinde bu ahlaki örgüyü Zîn ve Mem’in tutumlarına güçlü bir şekilde yedirir. Mesela Mem’e Tajdîn tarafından, beyin önüne çıkıp, af dilemesi durumunda serbest bırakılacağı iletildiğinde, Mem’in cevabı, “Ez naçim huzura ti Mîran, ez nabim bendayê esîran” ( Ben senin huzuruna gelmem Mîran, esirin olamam) tarzındadır . Oldukça anlamlı olan bu yanıtta Mem, beyin huzuruna çıkmayacağını bir esirin kulu haline gelmeyeceğini belirtiyor. Mem’in Mir’i bir esir olarak değerlendirmesi çarpıcıdır; özünde Mir’in, iktidara tutsaklığını vurgulamaktadır. Bey kızı Zîn’in babasına vasiyeti ise, bu ahlak örgüsünün güçlü bir yansıması olduğu kadar, ideolojik bir manifesto gibidir: “Mutluluk şerbetini herkese içir, yaşlıları dirilt, cariye ve köleleri azad eyle, Botan halkını sevindir, esirleri özgür kıl, herkese bol ihsan eyle, yoksulları zenginleştir, üzgünleri sevindir, savaşta saz çal, zalimleri ortadan kaldır, muhalif kanı dökme, köpeğin ve yük eşeğinin bile yemeğini hazırla, mazlumları zalimlerden kurtar, hazineni halkınla üleş, halkla haşır neşir ol, hayvanlığımız zail, ruhaniliğimiz kaim olsun!”

Günümüzde yaşanan krizlerin ve toplumsal yıkımların odağında, tam da bu ahlaki toplum özelliklerin hedeflenmesi, çözülmeye uğratılması ve çözülmenin yarattığı sonuçları vardır. Beş bin yıllık uygarlık güçlerinin yürüttükleri saldırılarda ahlaki toplum başlıca hedef seçilmiştir. Çünkü iktidar ve devlet olgularının varlık kazanabilmesi, kapitalizmin küresel bir güç haline gelebilmesi için ahlaki toplumun zayıflatılması gerekiyordu. O halde, “kaybettiğin yerden başlayacaksın” ilkesi gereği soruna buradan yaklaşmak, tüm çabaları ahlaki toplumu yeniden inşa etme noktasında buluşturup yoğunlaştırmak, krizden ve yıkımdan çıkışın en temel kriteri olarak karşımızda durmaktadır. Kapitalist sistemin bütün aşındırma, çürütme ve yozlaştırma operasyonlarına karşı toplumsal doğa olarak ahlaki ve politik toplum varlığının korunup savunulması, sürekliliğe kavuşturulması başlıca görevdir. Bu yolda, devlet zoruyla tesis edilen hukuk yerine ahlaki duruşu her koşulda esas almak ve hukuku tali plana düşürmek, önemli bir başlangıç olacaktır.

Uygarlık ve modernite güçlerinin yaşamın her alanına kapsamlı ideolojik ve maddi kültür silahlarıyla yürüttükleri saldırılar karşısında demokratik toplum birimlerinin başarıyla savunulup sürdürülmesi, ancak ahlaklı görevlerin, gereğince benimseyip buna göre üstlenilen rollerin yerine getirilmesiyle mümkün olabilecektir. Önemli olan her toplumsal birimin ve bireyin, ahlaktan pay almadan yaşamayacağını bilmesi ve iyi bir ahlakla donanmasıdır. Çare ve çözüm, birimler kadar bireylerin de bu bilinçle ahlaki görevlerine sarılması ve toplumunu savunmasıdır. Öcalan’ın vurguladığı gibi, “uygarlık ve modernite canavarlıkları (Leviathan) ne kadar saldırıp yok etmeye çalışsalar da, ahlaki toplumu o denli savunmaktan başka çaremiz yoktur. Toplumunu savunmayanın, onurlu yaşam hakkı olamaz. Ama ahlak olmadan da toplumun savunması yapılamaz. Demokratik modernitenin yeniden inşa çalışmalarında, tüm toplum birimlerinin ahlaki görevlerinde gösterecekleri başarı, küresel krizinden zaferle çıkışta temel ölçüt olmaktadır.”

C- Politik Görevler: Öcalan’ın felsefesinde politika, ahlakla birlikte toplumsal oluşumun, toplumsal varoluşun, esas doğasını meydana getirir. Ahlaksız ve politikasız toplum, aslında olmayan toplumdur. H. Arendt’in politika-eylem-özgürlük denkleminde kurduğu “politikanın varlık nedeni özgürlük, deneyim alanı ise eylemdir” cümlesi, bu anlamda Öcalan’ın özgürlük sosyolojisi felsefesinin, aforizmasal düzeyde bir özeti gibidir. Özgürlük sosyolojisinde politika, “sadece toplumsal sorunların çözümünde değil, tüm hayati çıkarların belirlenmesinde, korunmasında ve sürdürülmesinde temel toplumsal çözüm aracıdır.” Hayatın özgür ve özerk temelde yeniden üretilmesinde politika, kurucu bir role sahiptir.

Özgürlük sosyolojisi, bu anlam ilişkisini bir idealin tanımlanması sınırlarından çıkarıp, örgütlü teorinin pratikleşmesi, yani “yürüyen düşünce” haline getirilmesiyle güncel politik tutum ve eylem alanına yeni bir müdahalede bulunur. Özgürlük sosyolojisine göre, kapitalist modernite döneminde iktidar tüm toplumu içten ve dıştan kuşatıp bir nevi iç sömürgeye dönüşmüştür. Bu haliyle iktidar ve temel devlet formu ulus-devlet, toplumla devamlı savaş halindedir. O halde bu gerçeklik, demokratik modernite güçleri açısından, direniş politikasının kaynağı haline getirilmelidir. Direnişin bileşenleri ise, kapitalist sistemle varlıkları ve çıkarları çelişen tüm toplum birim ve bireyleridir. Sistemle çelişki içerisinde olan tüm toplum birim ve bireyleri ortak değerler olan demokrasi, eşitlik ve demokrasi talepleri etrafında bir araya getirilip, örgütlü ve eylemli kılınmadan, gerçek bir direniş göstermeleri beklenemez. Direnişi örgütlemek ve sistem karşıtı iddialı bir alternatif güç haline gelmek için de yeni bir zihniyete ve bu zihniyetin pratikleşmiş ifadesi olarak yeni yapılanmalara ihtiyaç vardır. Uygarlıkçı modernitenin kapitalizm, endüstriyalizm ve ulus-devlet üçlemesine karşı, demokratik modernitenin ahlaki ve politik toplum, eko-endüstri ve demokratik ulus, (demokratik konfederalizm) tarzındaki üçlü sacayağı karşıt alternatif sistem olarak yeni ve bütünlüklü bir kavram, kuram ve kurum ilişkisiyle bu ihtiyaca bir yanıt olarak açığa çıkmıştır.

Özgürlük sosyolojisi, Kant’ın özlemini duyduğu dünya barışının, ya da “Dünya Barış Federasyonu”na giden yolun, kapitalist modernite güçleriyle demokratik modernite güçlerinin, birbirlerinin varoluş ve kimliklerini kabul etmeleri ve demokratik özerk yönetimlerini tanımaları durumunda ancak mümkün olabileceğini belirtir. Barışın ve bir arada yaşamanın koşulu tarafların karşılıklı olarak birbirlerini tanımaları ve kabullenmelerine dayanır. Bunun için de demokratik ulus ve demokratik konfederalizm seçenekleri “en yüksek politik iyi”yi gerçekleştirmenin, barışın ve inşanın süreklileştirmenin, kuramsal ve kurumsal çabaları olarak, pratikleştirilmeyi beklemektedir. İktidar ve devlet odaklı gelişen, politik kötülüğe verilebilecek en doğru cevap, politik iyiyi gerçekleştirmenin, barışı inşanın ve süreklileştirmenin kavramsal ve kurumsal çabaları olarak, pratikleştirilmeyi beklemektedir. İktidar ve devlet odaklı gelişen, politik kötülüğe verilebilecek en doğru cevap, politik iyi’nin inşasıdır. Bu da politik alan görevlerine büyük bir sorumlulukla bağlanmayı ve başarı yolunda yüklenmeyi gerektirir.

Politik görevler ile amaçlanan, kapitalist modernite karşıtlığı üzerinden kendini tanımlayan bütün güçlerin tarihsel mirasları ve çabaları inkar edilmeksizin, demokratik modernite paradigması temelinde örgütlenmeleri ve eyleme geçirilmeleridir. Yeniden inşa faaliyetlerinde her çaba ve çalışma değerlidir; bu yolda devrimci gibi çalışan da olabilir, reform peşinde koşanda. Önemli olan bilerek veya bilmeyerek, liberalizmin tuzaklarına düşmemektir. Önderlik, politik görevler ile neyi amaçladığını ilkeler düzeyinde böyle tanımlarken, yeniden inşa çalışmalarının, ilke ve uygulama olarak ne Fransız Devriminde gündeme gelen bir cumhuriyet projesi ne Rusya Devriminde ki Sovyetik devlet planı ve ne de Hz. Muhammed’in, Medine toplumsal projesi olmadığını özellikle belirtir. Geçmiş ekol ve modelleri tekrar edecek benzer hatalara düşmek yerine, bu ekol ve modellerin hatalarından ve doğrularından dersler çıkararak yeniyi inşaya girişmek önderlik açısından daha değerli ve çekici bir eylemdir. Toplumsal doğaya ilişkin hakikat çözümlemesiyle toplumsal özgürlüğe ilişkin yeni yöntem ve uygulama esaslarını belirlemekle, özgürlük sosyolojisi tam da bu eylemin gereklerini yerine getirmektedir.

Bütün bu tanımlamalardan da anlaşılacağı üzere, sosyal bilime dayalı ideolojik eylem, bir yaşam ve mücadele kılavuzu olarak, toplumsal varoluş serüveninde hep varola gelmiştir. Kuantum fiziğinde, bir şeyin varlığının onun tüm çevresine bağlı olması durumuna nasıl ki, “bağlamsallık” deniyorsa, entelektüel, ahlaki ve politik görevlere ilişkin çalışmalar da benzer bir bağlamsallık ilişkisi içerisindedir. Alanlar kendi içerisinde ne kadar özerk ve bağımsız çalışsalar da, açığa çıkardıkları ürünler ancak birbirinin faaliyetlerini tamamlayıcı nitelikte olabilir. Özgürlük sosyolojisi bize, özgürlük, eşitlik ve demokrasinin ancak entelektüel, ahlaki ve politik görevler, iç içe yerine getirildiğinde azami düzeyde sağlanabileceğini gösterir. Dolayısıyla kapitalist sistem karşıtı örgüt ve bireylerin başarı ölçütü; bu üç alandaki görevleri bağlamsallık içerisinde iç içe yerine getirmeleri ve süreklileştirmeleriyle bağlantılıdır.

 

 

 

Bunları da beğenebilirsin

Yoruma kapalı.