Düşünce ve Kuram Dergisi

Liberalizm

M. Şirin Bozçalı

İdeolojik Bireycilik

Hiçbir sömürü ve zorbalık sistemi zihniyet hegemonyasına dayanmadan uzun süre varlığını sürdüremez. Toplumun öncelikle zihniyet alanında feth edilmesi, toplumun kendisi için düşünemez ve eylenemez duruma getirilmesi bütün sömürülü sistemlerin başlıca amacıdır ve bu aynı zamanda bir savaş yönetimidir de. Topluma karşı süregelen zihniyet savaşında kapitalist modernite belki de tarihin tanıklık ettiği en acımasız kölelik sistemidir. Kapitalist modernite zihniyet hegemonyasıyla bireyi anti-toplumsal temelde inşa etmiş, bireyci yaşam kültürü ile toplumu doğal çevresiyle birlikte büyük bir yıkımla yüz yüze getirmiştir. Modernitenin zihniyet hegemonyasının gelişiminde rol oynayan çeşitli siyasal ideolojiler var, fakat bu ideolojiler içinde hem diğer tüm ideolojileri etkileme ve hem de sistemin kurucu zihniyeti olma bakımından bir tek ideoloji vardır ki, o da liberalizmdir.

Günümüzde etkili olan tüm modern siyasal ideolojilerin kökleri aydınlanmacı düşüncelere dayanır. Liberalizm de muhafazakarlık, milliyetçilik ve Marksizm gibi felsefi planda aydınlanma düşüncesinin ve bağlantılı olarak 18 ve 19. Yüzyıl siyasal-toplumsal gelişmelerinin bir ürünüdür. Kapitalist modernitenin zihniyet hegemonyasının tekelleşmesini sağlayan ideoloji liberalizmdir. Liberalizm kavramının kökeni Latince cömert, soylu ve özgürlükçü kişi anlamına gelen “liberatis” deyimidir. Fakat bir siyasal ideoloji olarak kuramsal sistematiğe kavuşan liberalizm, “liberalis” deyiminin içerdiği üç anlamda sadece özgürlükçü kişi ya da özgürlük ilkesini benimsemiş ve ortaya çıkış sürecinden günümüze kadar siyasal ve ekonomik serbestliği savunan bir çizgi biçiminde gelişim göstermiş ve benmerkezci bir yaşam zihniyeti olarak varlık bulmuştur. Aydınlanma dönemiyle başlayan insan doğasına dair insanın temel hak ve özgürlüklerine dair tartışmalar, felsefi düzende Liberalizmin bireyci bir dünya görüşü olarak temellendirmiştir.

Bununla birlikte “liberal” kelimesinin bir siyasal hareket tarafından isim olarak benimsenmesi ancak 19. Yüzyılda gerçekleşmiştir. Liberalizm ilk kez İspanya’da kendini ‘liberales’ olarak tanımlayan mutlakiyet karşıtı bir grubun monarşiyi devirmesi ve anayasal bir düzen kurmasıyla birlikte bir ideolojiyi tanımlamak için kullanılmaya başlanmıştır. O zamandan bu yana hak ve özgürlük temelli tüm düşünceler liberalizm olarak görülmeye başlanmış, “negatif özgürlük” anlayışı modern ideolojilerin yapı taşlarını oluşturmuştur. Böylelikle bireycilik toplumsal yaşamın başat zihniyeti haline gelmiştir. Kapitalist modernitenin ideolojik hegemonyacılığıyla. “…Tehdit altında bulunan toplumsal kimlik hakikatin konusu olmaktan düşürülürken yerine bireycilik ikame edilmeye çalışılmıştır. İnsan hakları bu bağlamda istismar edilmiştir. Kendini doğrucu ideoloji olarak sunan sistem karşıtı görüşler bile modernite paradigmasını aşma cesaretini göstermeye yanaşmamaktadır. Liberalizm, sistemin resmî ideolojisi olarak, sağ ve sol üzerindeki tekelini günümüze kadar sürdürebilmiştir.”Abdullah Öcalan

Bu değerlendirmenizde anahtarıyla liberal ideolojinin başlıca ilkelerini ve liberal bireyin özelliklerini irdelemeye çalışacağız. Bu doğrultuda Avrupa’da liberal düşünce ve siyaset felsefesinin ortaya çıkışında rol oynayan tarihsel gelişmelere ve özne-nesne ikilemine dayanan modernist bilme anlayışına bakacağız. Kendini Liberalizm adıyla sunan “negatif özgürlük” anlayışını ideolojik bireycilik olarak çözümleyeceğiz.

 

Liberalizmin Ortaya Çıkış Koşulları

Liberalizm teorik düzlemde ‘özgürlükçü’ bir düşünce sistematiği olarak bilinir. Fakat liberal ideolojinin ilkesel olarak benimsediği varsayılan özgürlük anlayışının ne anlama geldiği ve liberalizmin kapitalist modernitenin ideolojik tekeli haline gelmesini sağlayan gelişmelerden bahsetmek gerekir. Liberal ideolojinin ortaya çıkışını önceleyen 17. Yüzyıl Batı Avrupasındaki siyasal-toplumsal gelişmelere bakıldığı zaman; ulus-devletin prototipi olarak gelişmeye başlayan mutlakiyetçi monarşilerin ortaçağ boyunca varlığını sürdüren Özerk Kent ve Adem-i Merkeziyetçi yönetimlerin yerini almaya başladığı görülür. Mutlakiyetçi rejimler ile elden toplumun ekonomik yaşamı üzerinde kurulmuş olan sömürü ve şiddet tekelini merkeziteştirmiş, her türlü idari-siyasi ve hukuksal yetkiyi kral’a vermiştir. Diğer bir ifadeyle proto ulus-devlet olarak mutlakiyetçi yapılar süregelen hiyerarşik sosyal yapıyı korumakla kalmamış, hiyerarşik yapının varlık sebebini oluşturan ekonomik sömürü ve şiddet tekellerini, bu tekellerin dayanağı olan ideolojik-politik yapıları tek bir otoritede birleştirerek güçlendirmiştir.

Mutlakiyetçi rejimlerden önce Avrupa’da merkezi bir devlet yapılanması yoktur. Klasik sömürü mekanizmalarının kontrolü yerel toprak sahiplerinin tasarrufundadır. 17. Yüzyılda kralların devletin temelini oluşturan üç yetkiyi kendi ellerinde toplaması, sadece toplum üzerindeki sömürü yükünün daha da ağırlaşmasına neden olmamış, aynı zamanda toplumun öz yönetimsiz ve özsavunmasız bırakılarak ideolojik-siyasi, ekonomik ve askeri olarak kuşatma altına alınmasının yolunu açmıştır. Nedir bu üç yetki? Bunlar vergilerin tek elden toplanarak saray hazinesinde biriktirilmesi, yani örgütlü, merkezilesmiş ve süreklileşen bir sömürü mekanizmasının oluşturulması; yine merkezi bir askeri otoritenin oluşturulması ve tüm silahlı unsurların bu otoritenin denetimi altına alınması; yani toplumun özsavunma hakkının gasp edilmesi; toplumun güvenliğinden sömürü tekellerinin sorumlu kılınması, son olarak da yasa ve kanunların sadece kral tarafından yapılması yetkisidir. Yani, toplamın kendi yaşamı hakkında söz söyleme ve karar alma, kendi kendini yönetme hakkını elinden alma yetkisidir. Bu yetkiler sayesinde kral ekonomik, siyasi, askeri ve hukuki güçleri kendi şahsında birleştirmiş ve (Fransa kralı 16. Louis’in “devlet benim” sözünde dile geldiği gibi) devlet tekeliyle özdeş hale gelmiştir.

Merkezileşen mutlakiyeti monarşiler siyasal hegemonyanın saptanması için ideolojik Feketi’de yedeğine almak istemiş, bunun için kiliseyle çatışmaya ve sonuçta mutlakiyeti rejimler önemli oranda dini kurumun siyasete müdahalesini (bir uzlaşıyla) sınırlamıştır. İdeolojik tekel olarak dini kurumu iktidarına dahil eden mutlakiyetçi rejimler toplum karşısında ve üstünde siyasi güçlerini geliştirerek tek otorite haline gelmişlerdir. Kısaca, mutlakiyetçi rejimler meşruiyetini geleneklerden alan siyasal iktidarın tek bir elde toplanıp tekelleştiği, devlet denilen bu siyasi tekelin toplumun ekonomik üretimi ve ticari kazanımları üzerinde kontrol kurduğu, bu siyasi tekelin dinsel ideolojik tekelle iç içe geçtiği ve emir-komuta sistemiyle hareket eden bir askeri güce sahip olduğu yapılardır.

Mutlakiyetçi monarşiler formunda proto ulus-devletin bir sistematiğe kavuşması aynı zamanda karşı direniş hareketlerini de beraberinde getirmiştir. 17. ve 18. yüzyıllar boyunca Hollanda ve İngiltere’de monarşilerin iktidarlarını güçlendirme çabaları isyanlar ve toplumsal devrim hareketleriyle engellenmiştir. Bu toplumsal direniş hareketi içinde en önemlisi, sadece monarşik iktidar tekellerin otoritesini sarsmakla kalmayıp, monarşilerin ulus-devleti dönüşümünü sağlayan ve liberalizmin de doğuşuna önayak olacak olan aydınlanma hareketidir. Adları aydınlanmayla birlikte anılan düşünürler birbirinden farklı fikirlere sahip olsalar da hepsinin hemfikir olduğu nokta, insan aklının doğa yasalarını kavrayabilme yeteneğine olan güven, yani akılcılık ilkesidir. Bu ilkeye göre gezegenimizi doğa kanunları yönetmektedir ve bu evrensel kanunlar insan aklı tarafından bilinebilir. Bu ilke çerçevesinde şekillenen, aydınlanma felsefesi akılcılığı sosyal ve siyasal kurumların yapılandırılmasında da esas almıştır.

Özetle Aydınlanma Felsefesinin monarşik rejimlere yönelik üç eleştirisi vardır.

Birincisi, Mutlakiyetçi bir siyasal iktidar kabul edilemez. Siyasal düzenlerde tıpkı doğa gibi akılcı yasalar çerçevesinde kurulmalıdır. Dolayısıyla kan bağına dayalı babadan-oğula geçen idari rejimler akıl dışıdır. Bunun yerini alması gereken siyasal yapı mantık kuralları çerçevesinde ve bilimsel bir yaklaşımla ele alınmalıdır.

İkincisi, dini kurumların ahlak kuralları temelinde ideolojik-siyasal baskısı kabul edilemez. Nasıl ki siyasal-toplumsal yasalar keşfedilebiliniyorsa ahlaki norm ve kanunlarda akıl aracılığıyla bilinebilir. Bu durumda manevi otorite olarak dinsel kurumların toplum ve toplum yaşamını düzenleyen yasalar üzerinde hiçbir söz hakkı olmamalıdır. Laiklik ilkesi siyasal-toplumsal yaşamın esasıdır. Dolayısıyla dini inanç bir bireysel vicdan meselesidir.

Üçüncüsü, değişmez ve hiyerarşik olarak inşa edilmiş toplumsal sistemler kabul edilemez. Toplumsal yapıların gelişim ve reformlar aracılığıyla daha iyiye doğru yetkinleştirilmesi toplumsal yaşamın başlıca dinamiğini meydana getirir.

Bu eleştiriler öz olarak akılcılık ilkesinin iki temel önermeyi kendi içinde barındırdığına işaret eder. Bütün insanlar eşittir ve özgündür. Her insanın ilkesel olarak eşit olduğu önermesi aydınlanma düşünürlerinin ortak görüşüdür. Buna göre her birey düşünme kapasitesine sahiptin. Bireyleri birbirinden farklı kılan zihinsel beceri ve yeteneklerinin az ya da çok olması değil, bunları geliştirip kullanmak için eşit fırsatlara sahip olup olmamalarıdır. Dolayısıyla “her insan eşit doğar.” Bireysel yetenek farklılıklar kaynağı toplumsal yapının yarattığı ayrıcalıklardır. Bu bakımdan geleneksel imtiyazların hepsi aydınlanmacı düşünürler tarafından reddedilir.

Eşitlik ilkesi üzerinde görüş birliği sağlayan aydınlanmacı düşünürler, İkinci önerme, yani özgürlük ilkesi konusunda ise iki farklı özgürlük kuramı geliştirmişlerdir. Siyaset bilimci Isaiah Berlin’in “iki özgürlük kavramı” başlıklı makalesinde belirttiği gibi “aydınlanma ekolü insanın özgürlüğünü ya dışsal müdahalelerden özgür olmak (Negatif özgürlük) ya da kişinin sahip olduğu potansiyeli gerçekleştirmek için gerekli kaynaklara sahip olmak (Pozitif özgürlük)” şeklinde tanımlamaktadır. Özgürlük kavramının birbirinden tamamen farklı bu iki tanımı, bize sadece liberalizm ile aydınlanma felsefesi arasındaki ilişkiyi açıklamakla kalmayacak, aynı zamanda siyasal bir ideoloji ve bireyci yaşam anlayışı olarak liberalizmin karşı çıktığı, ve/veya savunduğu moral değerlerin kaynağının ne olduğunu anlamamıza katkı sağlayacaktır.

 

Liberal Özgürlük Anlayışı

Liberalizm kendisini özgürlükçülük ilkesini benimsemiş ve özgürlük ilkesine dayanarak gelişim gösteren bir siyasal ideoloji ve hareket olduğunu ileri sürer. Fakat liberalizmin savunduğu özgürlük ilke ve ölçülerinin anlamını çözümlemeden liberalizmin hegemonik bir ideoloji olarak tanımını yapmamızda mümkün olmayacaktır. O halde liberalizm sosyal, siyasal ve ekonomik alanda kimin özgürlüğünü öngörüyor! Bu sorunun yanıtı hiçbir kuşkuya yer bırakmayacak biçimde bireydir ve bireyin özgürlüğüdür. Aydınlanma felsefesinde “insan” bir biyolojik kategori olarak görülürken, liberal kavramlaştırmada siyasal-toplumsal bir özneye dönüşür ve “birey” adın alır. Bu durumda, “liberal bireyin özgürlüğe nedir ve ne demektir?” sorusu önem kazanıyor. İşte tam da bu noktada, bu sorunun cevabı aydınlanma felsefesinin ‘Negatif özgürlük’ ve ‘Pozitif özgürlük’ biçiminde tanıma kavuşturduğu iki farklı özgürlük anlayışının kavramsallaştırmasında gizli.

Liberal felsefeye göre bireyin özgürlüğü onun her türlü ‘dışsal müdahaleden özgür’ olması, bireyin herhangi bir siyasal-sosyal baskıya maruz kalmaması, her türlü kısıtlayıcı bağlardan kurtulmasıdır. Bu bağlamda liberalizm “Negatif özgürlük” tanımlamasını benimser ve bireyin özgürlüğünü kuramsallaştırır. Liberal ideolojinin özgürlük anlayışı aslında şartlı bir özgürlük anlayışıdır. Çünkü liberal özgürlük ancak bireylerin düşünce, ifade, arzu, isten ve eylemlerinin herhangi bir dişsal müdahaleyle kısıtlanmaması, hiç engellenmemesi koşuluyla olanaklıdır. Bu bağlamda bireyin “negatif özgürlük” kuramıyla anti-toplumcu bir zihniyet ve karakterde inşa edilmesi söz konusudur. O halde liberal ideolojinin reddettiği müdahaleler ve kısıtlamalar nelerdir? Liberalizme göre bireyin “özgürlüğünü tehdit” eden başlıca üç şey vardır. Mutlakiyetçi iktidar, dinsel iktidar ve anti-kapitalist yaklaşımdır. Bu tehdit algısının ilk iki sırasını paylaşan yapıların aydınlanma felsefesinin iktidar ve devlet tekeline yönelttiği eleştirilere denk düşer. Fakat aralarında da kimi farklar da vardır. Bu hususun netleştirilmesi liberalizmin, kapitalist modernitenin zihniyet hegemonyasının temel ideolojisi olarak anlaşılması bakımından önemlidir.

 

Mutlak İktidar

Liberalizm doğuşundan günümüze kadar katı merkeziyetçi, tekçi ve totaliter iktidar yapılarına kaygılı yaklaşmış ve mesafeli durmuştur. Liberalizmin temel korkusu siyasal iktidarın tek bir kişi ya da kurunda toplanmasıdır. Liberal ideolojiye göre iktidarın tek bir kişide toplanması her türlü denetim mekanizmalarını işlevsiz kılar ve iktidar gücünün kullanımını keyfileştirir. Bu bağlamın de liberallere göre siyasal iktidar mekanizmasının doğru isleyebilmesi için iktidarı meydana getiren parçaların işbirliği içinde birbirinin dengesini gözeterek, çalışması gerekmektedir. Bu parçalardan herhangi birinin (örneğin parlamento, yargı veya kral) iktidarı elinde tutması siyasal dengenin bozulması anlamına gelir. Liberalizm, siyasal iktidarın hangi mekanizmalarla kurulduğuna, kimin tarafından ve nasıl icra edildiğine değil, mutlak bir biçiminde tek bir otoritenin kontrolünde olmasına, gücün tek bir elde toplanıp, tek bir kurumda merkezileşip “tekelleşmesine” karşı çıkar. Liberal düşünür J. Locke’a göre mutlak iktidar, hakimiyetindeki bireylerin kişilik haklarını ihlal ettiği için kabul edilmezdir. Benzer bir tarzda Kant da bireylerin sadece özgürlüklerinin değil, aynı zamanda sahip oldukları düşünme kapasitesinin karşısındaki en büyük tehdidin mutlak iktidar ve bunun geleneksel formu olan ataerkil iktidar olduğunu ileri sürmüştür.

Liberalizmin mutlak iktidar eleştirisi, birkaç hususun bileşiminden oluşmaktadır. Bunlardan ilki, iktidarın sadece sınırlı hedefleri gerçekleştirmek için yetkileri tanımlanmış olan bir araç olduğu inancıdır. Locke’a göre bu hedefler aynı zamanda bireylerin doğal haklarıdır: Yaşam güvencesi, özgürlük ve özel mülkiyet. Bu bakımdan siyasal düzen akli ilkeler çerçevesinde kurulmalı ve bilimsel bir yaklaşımla ilgili kurumların en etkili ve verimli tarzda işlemesini sağlamayı amaç edinmelidir. Bu bağlamda liberalizme göre siyasal iktidar ne tanrı tarafından dünyadaki temsilcisine verilmiş, ne karizmatik liderin etkisiyle sağlanmış ve ne de Hegelci felsefenin savunduğu gibi tarih tarafından belirlenmiştir.

Bu ilk ilkeye göre siyasal iktidar sadece bir araçsa mutlak iktidar talebi de akıl dışıdır. Yine bağlantılı olarak gelişen ikinci liberal ilke sınırları belirlenen iktidarın bütün bireyleri temsil etmesi gerekliliğidir. Liberal anlayışa göre kuramsal olarak her bireyin eşit ve özgür olduğunu kabul eden liberal iktidar kurgusunun, herhangi bir bireyi dışlaması sadece çelişkili değil aynı zamanda ahlaki bir probleme de sebebiyet verecektir. Eğer bireyler özgür ve özgür bir iradeye sahipse o zaman iktidarın oluşması ve işleyebilmesi için onların rızası gereklidir. Yine eğer bireyler eşitlerse o zamanda iktidarın işleyişindeki bütün kurallara aynı biçimde tabi olmaları gerekmektedir. Böylesi bir durumda mutlak iktidar olma istemi çelişkili ve akıl dışı bir durum olarak görülür. Liberalizmin mutlak iktidar anlayışına yönelik son eleştirisi, eşit ve özgür bireylerin örgütlenme haklarına dair olan inançtan kaynağını alır. Liberal düşünürlerden Alexis de Tocqueville, liberal toplumların olmazsa olmaz özelliği olan bireylerin bir araya gelerek çeşitli sosyal, ekonomik ya da entelektüel örgütler kurmalarının hem özgürlük ilkesinin gereği olduğunu hem de örgütlenme aracıliĝıyla siyasal iktidar karşısında sivil bir kontrol mekanizması oluştuğunu öne sürer. Mutlak iktidar tanımı gereği toplum üzerinde sahip olduğu sınırsız gücü hiçbir şartta kaybetmek istemeyeceğine, paylaşmayacağına göre liberal düşünce ile sürekli çatışma halinde olması da kaçınılmazdır.

 

Dinsel İktidar

Liberalizmin mutlak iktidar eleştirisinin yanı sıra diğer önemli bir eleştirisi de laik ve dini otoritenin birbirine karıştırılması ve vicdan özgürlüğü hakkının ihlal edilmesine karşı geliştirilmiştir. Kuşkusuz ki, laiklik ilkesi, yani dinsel ve siyasal iktidarın birbirinden ayrılması aydınlanma düşüncesinin en temel ilkelerinden birisidir. Liberalizm bu ilkeye sahip çıkmakta kalmaz, yanı sıra bir de farklı dini inançların toplumda hoşgörüyle karşılanması ve hiçbir inancın bir diğerine baskı uygulamaması gerektiği görüşünü de savunur. Liberalizme göre siyasal iktidar hiçbir dinsel inancı bir diğerinden ayrı değerlendiremez, hiç birine ayrıcalık tanıyamaz. J. Locke’in ilk kez “Hoşgörü Üzerine Bir Mektup” adlı yapıtında ele aldığı iktidar ve dini otoritelerin birbirinden ayrılması gerektiği ilkesine göre siyasal iktidar, dinsel inancın gereklerinin nasıl uygulanacağına dair söz sahibi olamazken, dini otorite ve kurumların laik düzenin kanunlarına karışması da kabul edilemez bir durumdur. Liberal ideolojiye göre bireylerin manevi kurtuluşunu sağlamak siyasal iktidarların sorumluluğunda değildir. Böyle bir çaba ve girişimde bulunan siyasal iktidar sadece bireylerin doğal hakları olan yaşam güvencesi, özgürlük ve özel mülkiyetin korunması ilkelerini çiğnemekle kalmaz, aynı zamanda dinin ilkelerine de müdahale etmiş olacaktır.

Liberal düşünürlerden John Stuart Mill’de benzer bir görüşü savunur. Mill’e göre siyasal iktidarın kullanabileceği baskı ancak yaşam güvencesi ve özgürlük gibi temel hakları garanti altına aldığı sürece meşrudur. Akılcı her birey, siyasal iktidarın sadece bu sorumlulukları yerine getirdiği takdirde kendine fayda sağlayacağını bilir. Yoksa siyasal iktidar bireyi değersiz görecek ve bu da bireysel özgürlüklerin kısıtlanmasıyla sonuçlanacaktır. Bu nedenle hoşgörü ilkesinin korunması dindar veya seküler her bireyin yararınadır.

Antikapitalizm: Liberal ideolojiye göre bireylerin sahip olduğu hak ve özgürlüklere dışarıdan yapılacak en son müdahale (aslında başlıca korku) onların ekonomik faaliyetlerinin kısıtlanmasıdır. Aslında savunulan kapitalist sömürü özgürlüğüdür Liberal kuramın bireyin üç doğal hakkından biri olarak formüle ettiği özel mülkiyet hakkı, ancak kapitalist üretim modeli ve buna bağlı olarak gelişen serbest piyasa anlayışı aracılığıyla korunup geliştirilebilir.

Liberal kuramda özel mülkiyet kavramı sadece kişilerin sahip olduğu taşınmaz ya da taşınır mallarla sınırlı değildir. Bununla birlikte her bireyin sahip olduğu emek gücü de bir çeşit özel mülktür. Bu bağlamda kapitalist bir serbest piyasa aracılığıyla yaratılmak istenen “ekonomik özgürlükler sadece her türlü ticari sözleşme yapabilmeyi, malların alım-satım yoluyla değişimini ve azami kâr sağlamak amacıyla teşebbüslerde bulunabilmeyi değil, kişinin kendi emeğini olası en yüksek fiyata satabilmesini içerir. Böylece kapitalist üretim ve emek sömürüsü için rıza üretimi yapılmıştır. Kısaca liberalizme göre kapitalizm karşıtlığı sadece alim-satim ya da yatırım haklarına yapılan müdahale ve engellemeleri değil, aynı zamanda çalışma engini satma ve üretim hakkı üzerinden yapılan müdahale ve kısıtlamaları da kapsar.

Liberalizmin serbest piyasa ilişkilerini savunmasının arka planın da yatan nedenler mutlakiyetçi ve dinsel iktidarlara karşı çıkış nedenleriyle aynıdır. Kapitalizme ve kapitalist sömürüye olanak tanımayan ya da sahip olunan birikim ve mülklere tehdit oluşturan siyasi ve dini otoritelerin eleştirisi özünde kapitalist sömürüye ve kapitalist bireyciliğe alan açma amacı taşır. Liberalizme göre siyasal iktidarın sorumluluğu sadece bireyin doğal haklarını korumakla sınırlıdır. O halde kişinin özel mülkiyetinin ve sermayesinin güvencesini sağlamak dışında, piyasaya yapılacak her türlü müdahale iktidarın sınırlarını aşması anlamına gelecektir.

Mutlak iktidar ve dinsel otorite yapıları değişik sebeplerle kapitalizme ve kapitalist piyasa ilişkilerine engeldir ve serbest piyasanın gelişebilmesi için bu yapıların dönüşüme uğratılması gerekmektedir. Orta sınıf klasik hegemonlarla (kral, kilise) iktidar mücadelesi içerisine girmiştir ve liberalizm orta sınıfın (burjuvazi) ideolojik kimliği olarak şekillenmeye başlamıştır. İkinci neden, liberal ideolojinin kapitalizmin işleyiş prensiplerine ve bunların liberal bireyin doğasına uygunluğuna alan felsefi inanç ve güvendir.

Bir aydınlanma düşünürü ve aynı zamanda klasik kapitalist ekonominin teorisyenlerinden olan Adam Smith’e göre, rekabet üzerine kurulu olan kapitalist üretim modelinin işleyiş prensibi, serbest piyasada malların değişimi ile sağlanan kazancın arttırılmasıdır. A. Smith’e göre, bunun ön koşulu ise bireylerin ekonomik girişimlerinin önünde hiçbir engel ve sınırlama olmamasıdır. Bu koşul sağlandığı takdirde sadece bireylerin değil ulusların da zenginliği artacaktır.

A. Smith’in önermesini kendi içinde iki temel varsayım barındırmaktadır. İlk varsayıma göre toplumu meydana getiren bireyler her zaman kendi çıkarlarını azami seviyeye çıkartma yönünde hareket ederler. Bu varsayım, aynı zamanda liberal kuramda insan doğasının esasini oluşturur ve kişilerin sadece azami kazanç elde edebilecekleri yatırım olanakları doğrultusunda hareket etmekle kalmayıp, gerektiğinde bu tür fırsat ve olanaklar için rekabete gireceklerini de öngörür. Bu çetin yaşam rekabette kazanan olmayı amaçlayan bireyler, kişisel meziyet ve becerileri başta olmak üzere ellerinde bulunan diğer bütün araçların niteliklerini daha da geliştirmeye çabalayacak ve böylece sadece bireysel düzeyde değil, toplumsal düzlemde de gelişim sağlayacaklardır.

İkinci varsayımsa, kendi çıkarlarını azami seviyeye çıkarmaya çalışan, azami kâr yasasına göre hareket eden bireylerin davranışlarının dışsal müdahalelerle düzenlenmesine ihtiyaç olmadığıdır. Bu varsayım örtük olarak manevi kurumların bireyin davranışlarını düzenlemesi ve toplumun ahlaki denetiminin kapitalizme ve kapitalist sömürüye olanak vermemesine gönderme yapmaktadır. Yani kapitalizm ancak toplumun ahlaki ve politik niteliklerinin zayıflatılması oranın da bir sistem olarak gelişme olanaklarına kavuşmuştur. Liberalizm özünde toplumun komünal demokratik niteliklerine karşı, kapitalist sınıfın yürüttüğü zihniyet savaşının kurumsal ifadesidir.

Gerçeklik böyleyken, Adam Smith’e göre ise ekonomik faaliyetlerin serbest bırakıldığı bir piyasa, çıkarların azami sağlanması ilkesiyle hareket edeceği, dolayısıyla herkesin daha az kazanmasına çabalayacağı için kendi kendini düzenleyecektir. Durumu “görünmez el” kavramıyla açıklayan Smith, bireylerin bencil ve rekabetçi davranış ve yaklaşımlarının piyasada bir karmaşa yaratmayacağını, bilakis, kendi kendini düzenleyen piyasanın bireylerin ekonomik ve sosyal yaşam standartlarını iyileştireceğini bununda “sosyal uyumu” arttıracağını savunmuştur.

Bu varsayımlar temelinde şekillenen kapitalist pazar ilişkileri, diğer bir deyişle, serbest piyasa mekanizmasının en önemli sonucu, piyasanın bütün bireylere açık olmasıdır. Her bireyin piyasada meydana gelen ekonomik değişim süreçlerine katılma hakkı vardır. Yani aydınlanma felsefesinin “her insan eşittir” ilkesi liberal kuramda her bireyin ekonomik bir özne olarak eşitlenmesine dönüşür. Fakat serbest piyasanın sunduğu yatırım fırsatlarına eşit oranda sahip olduğu varsayılan bireylerin, yatırım yapma olanaklarına ve yaratılan zenginliğin topluma yeniden paylaşımında eşit olduğunu söyleyemeyiz.

Bu noktada liberal ideolojinin karşı çıktığı bir ilke de ekonomik üretimin yarattığı zenginliğin eşit bir tarzda topluma yeniden dağıtılmasıdır. Yani komünal paylaşımın reddi John Locke’in geliştirdiği “emek-değer kuramı”na göre, her birey emeğini dilediğince kullanmakta özgürdür diye ifadeye kavuşturulur. Doğadaki kaynakları emeğini kullanarak dönüştüren her kişi, bir değer yaratmış ve yarattığı bu değerin üzerinde özel mülkiyet hakkı kazanmıştır. Bu durumda her bireyin özel mülkiyet hakkına eşit erişimi vardır. Kapitalizmin yol açtığı ekolojik sorunlar bu zihniyetle ilgilidir.

Doğal kaynakların sınırsız sömürüye açılması liberalizmin değer teorisiyle mümkün olmuştur. Fakat herkesin harcadığı emek, nitelik ve nicelik bakımından birbirinden farklı olduğu için ortaya çıkan ürünlerin değeri, yani kişilerin elde edeceği mülk miktarı (doğa sömürüsünden alınan pay) farklı olacaktır. Bu liberal bireyci teorinin, dolayısıyla düşünüş tarzının iki basit sonucu vardır: Bireyin sahip olduğu mülkün değeri sarf ettiği emeğin nicelik ve niteliğiyle bağlantılıdır. O halde zenginlik emeğin nicelik ve niteliğinin artmasıyla sağlanır. Azami çıkar güdüsüyle hareket eden birey doğal çevreyi ve toplumsal doğayı tüketen bir canavara dönüşür ve bunun doğal sonucu eşitsiz mülk dağılımının adaletsiz olmadığının kabul edilmesidir.

Bu bağlamda liberalizme göre farklı değerler üreten bireylerin aynı tarzda ödüllendirilmesi ya da emeğinin ücretlendirilmesi adil olmayacaktır. Dolayısıyla bireyin bencil, çıkarcı ve rekabetçi doğasıyla uyumlu olduğu iddia eden kapitalizm, sadece liberalizmin savunduğu özel mülkiyetin korunmasını sağlamaz, aynı zamanda ekonomik üretimin yarattığı zenginliğin yeniden dağılımına ilişkin benimsediği ilke çerçevesinde bir “adalet” anlayışı da yaratır.

Liberal ideolojinin esasını oluşturan “Negatif özgürlük” anlayışı ve bu anlayışın sorunsallaştırdığı bireylerin doğal haklarına müdahale etme formu ve tarzları, yani mutlak ya da dinsel iktidarlar ve anti-kapitalizm liberalizmin kökenindeki aydınlanma felsefesiyle aralarındaki benzerlik ve farklılıkları görmeniz açısından önemlidir. Bu noktaya kadar liberalizmin reddettiği veya sorunsallaştırdığı siyasal pozisyonları inceledik; birde liberalizmin çözüm olarak önerdiği siyasal toplumsal yapı vardır. Liberalizm öngördüğü siyasal toplumsal yapı nasıldır?

 

Liberalizmin Çözüm Perspektifi

Liberalizm birey merkezli özgürlüklerin savunusunu yaparken kendi önerdiği çözümler konusunda açık ve net bir dil kullanmamaktadır. Liberalizm ortaya çıktığından bugüne değin, birçok liberal düşünür savundukları siyasal düzene dair değişik yapılar ve değerler önermiş ve çoğu kez birbiriyle çelişen çözüm modellerini önermişlerdir. Klasik ve çağdaş olarak bölümleyebileceğimiz liberal düşünce sistemi, siyasal toplumsal yaşamın anakronik sorunu olan devlet modellemesinden siyasal rejime, toplumsal aktörlerin rolünden kamusal alanın sınırlarına, bireysel hakların esasını oluşturan özgürlüğün içeriğinden “iyi yaşam”ın tanımına kadar uzanan birçok temel konuda çelişik fikirleri içerir.

Bu çelişik durum içinden çıkabilmek ve liberalizmin savunduğu siyasal tahayyülü tanımlayabilmek için liberal kuramın araçlarına bakmak gerekiyor. Siyasal tasavvurunu üç bileşenli bir düzenle izah eden liberalizmin temel aktörleri birey, toplum ve devlettir. Liberal ideoloji tanımladığı her üç aktör için de ayrı teori ve bunlara bağlı siyasal bir yapı geliştirmiştir. Bu bakımdan liberal perspektif derken, esasen tanımlanan üç siyasal bileşen veya katmanın incelenip çözümlenmesi demektir.

 

Liberal Birey Kuramı

Liberal ideolojinin odağında birey ve bireyin en iyi yaşama nasıl ulaşacağı ve nasıl yaşayacağı sorusu vardır. Aydınlanma düşüncesi insan doğasını tanımlar. Liberal felsefenin klasik varsayımları doğrultusunda diğer kişilerden ayrılmış ve onlarla hiçbir aidiyet ilişkisi kurmayan liberal birey, sadece kendi duygusal ve güdüsel ihtiyaçlarının tatmini ile ilgilidir. Daha doğrusu her zaman önceliği kendi ihtiyaçlarının tatminine veren karakteristik bir yaklaşıma sahiptir. Bu birey Hobbes’a göre acı veren her şeyden uzaklaşıp haz veren her şeyi, azamileştirmeye çalışan; Locke için aklı ve bencil doğası nedeniyle kendi mutluluğunu her şeyin üstünde tutan ve her şartta bunu önceleyen, J.S.Mill’e göre ise daima sağladığı faydayı azamilestirmeye çalışan ve E.Kant’a göre de özerkliğine düşkün olan liberal bireyin doğası ahlaki açıdan bozuk veya kötü değildir. Bilakis, bencillik ve güdüsel tatmine dayalı yaşam liberalizme göre sadece doğasının değil, aynı zamanda insanın en önemli özelliklerinden birisi olan özgür iradesinin de bir yansımasıdır. Liberalizmin birey özgürlüğünü her türlü dışsal müdahaleden uzaklık olarak tanımladığını da anımsıyoruz. Özgür iradeye sahip her birey kendi çıkarını olanaklı kılan en iyi seçenekleri tercih edecek ve bunu gerçekleştirmek için çabalayacaktır. Fakat tam da bu noktada önemli bir etik-estetik ve epistemolojik soru-problem boy verir: Özgür iradeyle yapıldığı varsayılan seçimlerin hem birey hem toplum açısından iyi sonuçlara yol açacağını nasıl bilebiliriz? Bu sorunun cevap liberal felsefenin bilgi kuramı ve etik anlayışında gizli.

Liberal ideolojinin bilgi kuramının esasını oluşturan görgücülük (ampirizm) anlayışına göre, bilginin kaynağı duyularımız ve duyular aracılığıyla edindiğimiz deneyimlerimizdir. Locke’a göre insan zihni deneyimlerinden önce bomboş bir levha, bir Tabula Rasa’dır. Bu bakımdan bilgi ancak deneyime bağlı olarak edinilebilir. Bu önermesin iki temel sorusu olacaktır:

İlki, aydınlanma düşüncesinin akılcılık ilkesine bağlı olarak öne sürdüğü saf insan aklının, deneyimden bağımsız olarak doğanın işleyiş kanunlarını keşfedebileceğine olan inancın reddedilmesidir. Liberal felsefenin önde gelen düşünürlerinden D. Hume’a göre, insan aklı ancak deneyimler aracılığı ile bilgi edilebiliyorsa kişiler sadece doğaya dair algılarını bilebilirler, doğanın kendisini değil. D. Hume’un önermesini izleyen ikinci sonuçsa akıl aracılığıyla nesnel ve evrensel bilgilere ulaşılamayacağıdır. Her bireyin yaşam deneyimi ve algısı bir diğerinden farklı olacağına göre bilgi sadece öznel ve göreceli olabilir. Bu yaklaşım benmerkezci bir dünya görüşü ve yaşam tarzının yolunu sonuna kadar açar. Herkesin kendi algısını olgu yerine koyduğu veya herkesin kendi doğrusunu tek toplumsal gerçek yerine koyduğu, bir dünyada hakikat diye bir şey kalmaz.

Görgücülük okulunun düşünürlerinin akılcılık karşıtı bilgi kuramı, birey doğasının toplumsal yapı içerisinde düzenlenmesi sorununun esası olmuştur. Bilgi deneyimler aracılığıyla edinildiği için kişiden kişiye değişen bir özellik içeriyorsa, bu durumda liberalizm perspektifinde “iyi” ya da “doğru” ya da “güzel” olanın evrensel bir tanımını yapmamız mümkün olmaz. Buna bağlı gelişen liberal ahlak kuramı “iyi”nin tanımını kişinin seçimlerinin sağladığı fayda ve hissedilen mutlulukla eş anlamlı tutmuştur. İngiliz düşünürleri Jeremy Bentham’in temellerini attığı ve J.S. Milli’n geliştirdiği faydacılık (ki daha sonra pragmatizme dönüşür) düşüncesine göre, liberal bireyin ihtiyaçları ve çıkarları doğrultusunda hareket etmesi zaten onun doğasıdır. Bu anlayışa göre ahlaki “iyi”nin ölçüsü yarardır. Felsefenin doğuşundan beri diyor J.S. Mill, “düşünürler en üstün iyi’nin ne olduğunu aramışlardır. İşte bizde, Bentham’la beraber bu sorunun karşılığını veriyoruz: En üstün iyi yarardır. İyiyi kötüden ayırabilmek için yararlı olup olmadığına bakılmalıdır…”[1] “İyi” olanı bireye mutluluk sağlayacak davranış ve eylemlerle özdeşleştiren faydacılık sonuç odaklı ve bireyci bir “ahlaki” kuramdır. Bir davranış ve eylemin ahlaki değerini ancak eylem ve davranışın bütün sonuçlarını gördükten sonra değerlendiren bu kuram, ahlaki ödev ya da ödev bilimi (deontoloji) yaklaşımının tersine bireyin evrensel bir ahlak kuralına göre hareket edip etmediğinden ziyade davranış ve eylemin bireye mutluluk sağlayıp sağlamadığıyla ilgilenir. Değer ölçüsü bireydir. Eğer davranış ve eylemler neticeleri bakımından bireyde mutluluk sağlıyorsa o zaman ahlaken iyi, estetik olarak “güzel” ve hakikat bağlamında da “doğru”durlar.

Liberal zihniyetle inşaya uğramış her bireyin ihtiyacı (doğal olarak zevkleri, tercihleri, beğeni ölçüleri) ve bunların karşılanmasında yaşayacağı mutluluğun farklı olması, faydacı ahlak kuramında birden fazla “iyi” tanımının yapılmasıyla sonuçlanacaktır.

Dolayısıyla bu kuramsal çerçevede ortaya çıkan sorun, her an değişen bireysel faydalar üzerinden tanımlanan liberal ahlak anlayışının toplumsal düzeyde nasıl işleyip hayat bulacağıdır. J. Bentham ve J. J. Mill, faydacılık kuramının sadece bireysel değil, aynı zamanda toplum yararını da sağlayacak bir ilke olduğunu ileri sürmüş ve toplumsal “iyi”yi de en çok sayıda bireyin mutlu olduğu durum biçiminde açıklamıştır. Bir diğer ifadeyle “iyi”, siyasal düzen çok sayıda bireyin azami mutluluğunu sağlayan yapıdır. Bu anlayışa göre toplumsal çıkarlar, onu oluşturan bireylerden bağımsız olmadığı gibi toplumsal yarar da ondan faydalanacak bireylerin tercihleriyle şekillenecektir. Öyleyse toplumun faydası basitleştirilmiş bir hazlar ve acılar hesaplamasının sonunda belirlenebilir. Hazların toplamının acıların toplamından fazla olduğu her uygulama bireylere fayda getirecek, yaşamda mutlu olduğu anları çoğaltacak ve bu da toplumsal yararı sağlayacaktır.

Benmerkezci ve faydacılık anlayışını esas alan liberal ahlak kuramı, anti toplumsal, bireyci ve menfaatçi, yararlanmacı, daha doğru bir ifadeyle istismarcı ve pragmatist özellikleri nedeniyle kendi içinde bile eleştirilmiştir. Bu noktada J. Bentham, faydacılık anlayışını J. S.Mill bile aşırı bulur ve kimi düzeltmeler yapar: Mill’e göre insanların doğası sadece duyumsal ve maddeci hazlardan değil, aynı zamanda entelektüel zevklerden de faydalanmaktadır. Bu bakımdan payda sağladığı düşünülen hazlar için gerçekçi bir sınıflama ve sıralama yapılmalıdır.

Mill entelektüel eylemlerin her zaman bedensel ve duyumsal deneyimlerden daha fazla haz ve mutluluk vereceğini ileri sürer, dolayısıyla iyi bir yaşamın anlık hazlardan ziyade keyifli bir varoluş hali olduğunu savunur. Mill’e göre, bireyin bencilce ve güdüsel davranışın sonucu olarak sürekli haz peşinde koşmaktansa toplumsal yarara katkıda bulunarak, daha mutlu bir hayat sürebilme şansına sahiptir. Mill’in “aydınlanmış kişisel çıkar” adını verdiği bu liberal tutum, toplumsal yararın sadece tatminkar, dolayısıyla mutlu bireylerin sayısal toplamıyla sağlanamayacağını savunur. Bu anlayışa göre, kendi çıkarı ve mutluluğu kadar başka insanların da çıkar ve tatminini de gözeten bireylerin meydana getirdiği toplum “iyi” bir toplumdur.

Bireyi görgül bir bilgi kuramı ve benmerkezci faydacı bir ahlak anlayışı çerçevesinde inşa eden liberalizm, bir sonraki adımda liberal bireylerin bir arada yaşamasının koşulları ve kurallarıyla ilgili hamleler geliştirmek durumundadır. Bu bakımdan birey kuramından sonra liberalizmin ikinci adımı toplum kuramıdır. Liberalizmin özgürlük anlayışı ve ahlak kuramı negatif toplumculuğu koşullar.

 

Liberal Toplum Kuramı

Liberal ideolojinin yoğun olarak karşılaştığı eleştiri, toplumun bireyi inşa etme gücünü hafife aldığı, toplumsal bağları görmezden geldiği ve tam da bu nedenle birey-toplum ilişkisini çatışmacı bir karaktere büründüren bir ideoloji ve siyaset tarzı olduğudur. Gerçi, her ne kadar A. Tocqueville, I. Kant, I.T. Hobhouse gibi liberal felsefecilerin kuramsal çalışmaları bu eleştiriye cevap niteliğinde olsa da, liberal felsefenin toplum odaklı bir siyaset-toplumsal formasyon öngörmediği veya “liberal toplum” denilen bir siyasal yapı geliştirmediği açıktır.

Liberalizmin birey kuramını incelerken vurguladığımız üzere, liberalist anlayışta ve düşünce sisteminde toplum için iyi olan azami sayıda bireyi mutlu edecek koşulların yaratılmasıdır. Bu cümleyi sadeleştirecek olursak, liberalizmin toplum vurgusunun özünü anlamış oluruz: Toplum onu oluşturan tek tek bireylerin toplamından ibarettir. Ontolojik olarak toplumun bireylerden ayrı bir öznelliği ve kimliği yoktur, onu oluşturan bireylerin sayısal niceliğidir. Bu sayısal bir aradalığa “toplum” denilir. Peki bu bireyler niçin ve nasil bir araya gelerek “toplumu” oluştururlar?

Liberalizme göre toplumlar bir sözleşmenin sonucu olarak oluşmuşlardır. Liberalizmin öncü filozoflarından olan ve toplumsal sözleşme fikrini ilk kez kuramlaştıran T. Hobbes’a göre toplum öncesi süreçte, yani “doğa hali”nde bireyler herhangi bir ahlaki kural, kanun yo da otoritenin düzenleyici gücü olmadan eşitlik ve özgürlük içinde yaşamaktadırlar. “Doğa hali”nin tarihin hiçbir döneminde gerçek olmadığını, insanın ve toplumların varoluş doğasını açıklamak amacıyla kullanılan kuramsal bir araç olduğunu söyleyen Hobbes’a göre, bu varsayımsal durum insanlığın yaşamı için uygun bir zemin oluşturmaktan uzaktır. Hiçbir düzenleyici kurum ve gücün olmadığı, “doğal hal” dünyasında her arzusunu gerçekleştirmekte özgür ve eşit olan insanlar daima güdüsel arzularını tatmin etme eğilimi ve eylemi içerisindedirler. Bencil bir doğası olan insan ferdinin “doğal hali”nde en büyük korkusu, başka bireyler tarafından varlığının ve yaşam olanaklarının tehdit edilmesidir. “Can” ve “mal” (biyolojik yaşam olanakları) güvenliğinin olmadığını düşünen, sürekli ölüm korkusu içinde yaşayan birey için doğa halinde yaşam bir başınalık, acımasızlık, yoksulluk ve her an ölüm demektir.

Bu bağlamda Hobbes’a göre toplum doğa halinin güvencesiz ve kaotik varoluş tarzından kurtulmak için bireylerin kendi özgürlüklerinde (güdüsel davranış serbestliği) vazgeçerek kendi aralarında yaptıkları sözleşmenin ürünüdür. Hobbes’un toplumsal sözleşme adını verdiği bu antlaşmanın koşulları oldukça basittir: Hiç kimse bir diğerinin can ve mal güvenliğine zarar verecek bir eylemde bulunmayacak ve onun özgürlüğünü kısıtlayacak davranış ve tutumlar geliştirmeyecektir. Kısacası toplum yaşam güvencesi, özgürlük ve mülkiyet haklarını garanti altına almak için bireylerin rızasıyla kurulmuş “yapay” bir oluşumdur.

Liberalizmin toplum tanımı, bir yandan ikinci bir doğa olarak toplumsal varoluş halini inkar etmekte, diğer yandan kapitalist modernite surecine kadar güçlü bir biçimde varlığını sürdüren komünal toplum değerlerine karşı bireyci yaşamı ve negatif toplumculuğu bir alternatif olarak sunmayı içermektedir. Bu bakımdan bireyin güvencesini sağlamak için onun rızasıyla oluşan bu zihniyet ve bencil yaşam anlayışı, her şeyden önce toplumun sahip olabileceği her türlü otoriteyi ve komünal demokratik nitelikleri reddetmektedir. Bireyin ihtiyaçlarını ve haklarını toplumsal olanın yerine ikame eden liberal ideoloji, faydacı bir ilkeyle toplumsal yararın ancak kişisel mutlulukların toplamından oluştuğunu iddia eder. Bu bakımdan toplumun refahı adına hayata geçirilecek her politika, bireysel hak ve özgürlüklerin kısıtlanmasına sebebiyet vereceği gerekçesiyle kaygıyla karşılanır. Bu yaklaşımda toplum “iyi” veya “doğru” olana dair normatif bir model oluşturamaz. Ancak temel hak ve özgürlükleri toplumsal sözleşmeyle güvence altına alınmış olan bireylerin bir araya gelerek, kendi şahsi çıkarları doğrultusunda hareket etmelerini kolaylaştıran bir zemin hazırlayabilir. Bu bağlamda liberal toplumun işleyişi, bireylerin doğal kaynaklarının güvencesini sağladığı, serbest piyasa mekanizmasından farklı değildir. Bireyler sahip oldukları varoluş potansiyelleriyle topluma katılırlar ve toplumsal sözleşmenin kuralları çerçevesinde düzenlenmiş bu kapitalist sömürü düzeninde kendi paydalarını azami seviyelere çıkarmak amacı doğrultusunda hareket ederler. Modernitenin toplumsal yaşamın tüm alanlarında toplumun özgür varoluş edimi olan ahlak ve politikayı minimize edip, yerine hukuk kuralları ve bürokratik idare kararlarını hakim kılması liberalizmin öngördüğü bencilliğin bir gereğidir. Bu yaşam tamda T. Hobbes’un “doğa hali” olarak tanımladığı ve “toplum öncesi” dediği yaşam durumuna tekabül eder. Yeni bireyin özgürlüğü adına bireyin her türlü toplumsal bağ ve sorumluluklardan azade kılınarak ve toplumsal değerlerle çatışır hale getirilerek, dolayısıyla toplumun güçten düşürülmesi ve “yok”luğu üzerinden kapitalist sisten kurgulanmıştır.

Sonuç olarak oluşumu açısından toplumun ahlaki-politik doğasına ters ve yapay, özyŏnetim erki açısından zayıf bir niteliği olan liberal toplum kurgusu, kapitalist sömürü çarkları altında bireylerin nefes almasını nispeten kolaylaştırma ve bireyi bu çarkın gönüllü bir öznesi haline getiren bir ideolojik-politik mekanizma olarak kavramsallaştırmak mümkündür. Bu noktada cevaplanması gereken bir soru daha karşımıza çıkar: Toplumun kendi yaşamını doğrudan düzenleme ve bireyler üzerinde ahlaki denetim gücü yoksa, toplumsal sözleşmenin kurallarını uygulamak kimin sorumluluğundadır? Bu sorunun yanıtı bizi liberalizmin devlet kuramına götürür. Çünkü liberal perspektifte bireysel hak ve özgürlüklerin güvencesi ve toplumsal sözleşmenin uygulayıcısı devlettir.

 

Liberal Devlet Kuramı

Her ne kadar liberal ideolojinin bireylerden oluşmuş toplum için geliştirdiği rıza esasına dayalı sözleşmeci yapı, liberalizmin devlet kuranı için geçerli olsa da farklı toplumsallıklardan oluşan demokratik çoklu karakteri, ulus-devlet mekanizmasında alternatifi olmayan tekil ve homojen bir yaşam formuna dönüşür. Kuramsal olarak devlet her ne kadar sınırlı ve kontrollü, kurallı bir iktidar kullanım alanına sahipse de, hükmü altında olan toplumun üzerinde yasal çerçeveyi baskıcı bir araç olarak kullanabilecek tek yapıdır. Dolayısıyla, “toplumsal sözleşmeyi uygulayacak olan devletin iktidar yapısı nasıl ve hangi araçlarla sınırlandırılmalıdır?” sorusu liberalizmin devlet kuramının nirengi noktasıdır.

Bu bağlamda ister “demokratik” isterse antidemokratik olsun, liberalizmin devlet formu adına olmazsa olmaz şartı anayasal bir rejimin var olmasıdır. Aksi takdirde “özgürlüklerinden vazgeçerek doğa halinin güvensiz ortamını terk eden bireylerin” keyfi, despotik bir iktidarın baskısı altına girmeyeceğinin bir garantisi olamaz. Dolayısıyla liberalizmin hukuk devleti ilkesi, devlete ve onun her türden faşizan iktidar biçimlerine, homojen ulus anlayışlarına, meşruluk kazandıran niteliktedir. Toplumsal yaşam düzenini oluşturan bu ortak hukuk, ancak çoğunluk tarafından onaylanması halinde sözleşme geçerlilik kazanabilir. Tıpkı birçok devlette diktatör ve darbecilerin anti-demokratik anayasaları göstermelik referandumlarla hayata geçirme meşruiyetini sağladığı gibi.

Sözleşmeci toplum kuramını savunan Hobbes’a göre, siyasal iktidarın ve toplumun kuruluşu bireyler doğa halinden çıkmaya karar verdikleri anda gerçekleşir. Yani toplum ve devlet iktidarı aynı anda, aynı rıza mekanizması ile kurulur. Toplum ve siyasal iktidar tekelinin ideolojik rıza üretimiyle aynı anda kuruluşu anlayışına karşı çıkan bir diğer liberal düşünür J. Locke’a göre ise doğa halinden çıkış iki aşamalı olarak gerçekleşir. Birincisi sözleşme ile bireylerin toplumu kurduğu ikincisi ise, toplumun çoğunluğunun kendini yönetme hakkını siyasal erke ve onun yasal çerçevesindeki devrettiği andır. Böylece Locke’in kuramsallaştırdığı çerçevede toplumsal ve siyasal erk birbirinden ayrıştırılırken, siyasal iktidarın salt tekil bireyler üzerinden değil ancak toplumsal düzeyde, herkes üzerinden erk sahibi olabileceğinin altı çizilir. Liberalizmin temsili demokrasi kuramı da bu anlayışla şekillenir ve bir rıza üretme ve siyasal tekele meşruiyet sağlama mekanizması olarak işlevselleşir.

Bu durumda liberal devlet kuramı her bireye eşit mesafede duran ve toplumsal sözleşme ile yaşam güvencesi, özgürlük ve mülkiyet haklarını korumak, bu hakların çerçevesini genişletmek üzere görevlendirilmiş sınırlı güç ve yetkilere sahip bir siyasal iktidar tanımı yapılmış olmaktadır. Bu yaklaşım sadece “liberal devlet”in görevlerini belirlemekle kalmaz, aynı zamanda görevlerinin kendisini siyasal iktidarla bir sınır olarak çizer. Diğer bir deyişle, devlet bu alanları korumakla görevli olmakla birlikte, bireylerin bu alanlarda nasıl yaşayacaklarını belirleyemez. J. S. Mill’e göre, devlet bireylerin bir başkasına zarar verebilecek hareketlerini kontrol etme yetkisine sahip olmakla birlikte, bireylerin kendi hayatlarını nasıl düzenleyeceklerinin kararını veremez, yaşam tarzlarına müdahale edemez. Liberal ideoloji, bu sınırı kuramsal olarak bir netliğe kavuşturmak için devlet-birey ilişkisini iki farklı zeminde ele alır: özel ve kamusal alan.

Özel alan; bireylerin sadece deneyimlerinden beslenerek kendi çıkarlarını azami düzeyde sağlamak üzere bir başkasına zarar vermeyecek şekilde yaptıkları seçimlerin tamamından oluşmaktadır. Özel alan içerisinde bireyler devlet iktidarından tamamen “bağımsız”dırlar ve “tam bir özgürlük” içerisinde düşünce, ifade ve hareket özgürlüğüne sahiptirler. Bu nokta da önemle vurgu yapılması gereken husus; özel mülkiyet ve vicdan özgürlüğü kavramları, devletle bireyler arasında oluşan ve bireyin tam özgürlüğe sahip olduğu özel alanın temelini oluşturmaktadır. Bireyler sahip oldukları her türlü mülkün yanı sıra, sahip oldukları emeklerini de diledikleri tarzda değerlendirebilirler. Mülkiyet hakkı ancak bir başka bireyi ilgilendirir hale geldiğinde alım-satım vs.) devletin koyduğu kural ve kanunlarına tabi olur. Aynı tarzda, bireylerin hangi inanca mensup olacakları sadece onların tasarrufunda olabilir. Devlet herhangi bir biçimde herhangi bir inancı destekleyemez, imtiyazlı yaklaşamaz veya tahakküm altına alamaz. Devlet sözleşme gereği inanç özgürlüğü sağlamakla mükelleftir.

Kamusal alan; özel alanın dışında kalan ve devletin sözleşme gereğince her türlü müdahale hakkına sahip olduğu alandır. Anayasa ve kanunlar kamusal alanı düzenlemek için yapılmıştır. Bireylerin birbirleri ve siyasal iktidar ile olan ilişkilerini kanunlar aracılığıyla düzenleyen kamusal alanda, devlet otoritesi nihai söz sahibidir. Bu nedenle sınırlı bir siyasal iktidar kurgusuna sahip olan liberalizm, iktidarın sorumluluklarını yerine getirmesi için güçlü olması gerektiğini savunur. Devletin gücü (ya da güçlü devlet) bireyin temel hak ve özgürlüklerine müdahale etmeden kanunlar aracılığıyla toplumsal uyum ve düzeni sağlamasından gelir. Bu bağlamda liberalizm bireyi iktidar ve devlete bağlayan, kapitalist modernitenin zihniyet hegemonyasının tekelinde sürdürmesini sağlayan en temel siyasal ideolojidir.

Sonuç olarak liberalizm, birey kavramı ve felsefi kategori olarak özne birimi ile komünal toplumsallığı reddeder. Bu zihniyetten beslenen modernist siyasal hareketlere göre “toplum” diye komünal bir varoluş biçimi yoktur. Çünkü toplum bireylerin toplamından oluşur. Birey olmadan toplumun var olması da söz konusu olamaz. “Kuşkusuz ki insan olmadan toplum olamaz, ama toplumu insanların toplamından ibaret görmek önemli bir yanılgıdır. Toplumsuz insan ise müthiş bir güç olabilmektedir. Büyük bir düşünce gücüne erişilebilmektedir.”A.Öcalan Bu bağlamda insan bireyinde gerçekleşen her şey toplumsaldır. Tarihsel toplumsal gerçeklikten, toplumun öznelliğini meydana getiren maddi ve manevi değerleri dışında, ondan kopuk bir bireyleşme anlayışının hakikatle bağı yoktur.

Toplumlar insanlar tarafından inşa edilmiş yapılar olduğu gibi, toplumların da kendi bireylerini inşa ettiği gibi bir özellikleri vardır. Çünkü toplumlar insanın kendiliğini, yani doğasını oluşturdukları için tarihsel olarak kolektif kimlik ve mekana dayalı birer özgür yaşam formlarıdırlar. İnsanın anlam düzeyi görecelidir ve bu onun toplumsal özelliğiyle bağlantılıdır. Liberalizmin iddia ettiği gibi toplum-birey ilişkisi karşıtlığa dayalı bir ilişki olmadığı gibi, soyut kavramsal ya da yapay bir ilişki de değildir. İnsan birey! tarihsel süreç içinde oluşmuş ve gelişkin bir ilişki düzeni olan toplumsal yapılara katılırlar. Bireyin toplumsallaşması, insani, zihinsel ve duygusal özelliklerinin gelişmesi ancak böyle mümkün olmaktadır. Pozitif özgürlük anlayışı, bireyin potansiyelini gerçekleştirme olanaklarına sahip olmasını öngörür. Dolayısıyla bireyin varlık zemini, özgürce kendini gerçekleştirme olanağı toplumdur. Bireyin toplum dışında kendini gerçekleştirmesinin olanağı olmadığı gibi, toplumsallığa da istediği tarz ve biçimde katılma şansına sahip değildir. Devletli ve sınıflı toplumlarda bireyin hak ve özgürlük problemi hep olacak, fakat özgürlük ve hakların kendileri de tarihsel ve toplumsaldır. Liberalizmin özgürlük kuramı bu gerçekliği ters yüz eder. Ve kapitalist modernitenin her siyasal ideolojide kendini var eder ve görünmez kılan ruhu, zihniyeti haline gelir.

Bu yüzden Marksizm’de dahil modernist ideolojik-politik akımlar bireyi tarihsel toplumsal gerçeklikten kopuk ele alırlar. Liberalizm gibi bireye öncelik veren ideolojilerin toplum tahayyülleri ile cins, sınıf, ulus, din gibi sosyolojik kategorilere öncelik veren ideolojilerin toplum anlayışları arasındaki ayrım yanılsamalıdır. Kapitalist bireycilik ile devletçi komünizm arasında özde bir fark yoktur. Çünkü felsefi düzlemde özne kategorisi liberalizmde birey, Marksizm’de sınıf bilinçli birey, milliyetçi ideolojide ulusçu birey, muhafazakarlık gibi dinsel ideolojiler de inançlı bireydir. Ve bu siyasal ideolojilerin hepsi de kendi birey birimleri üzerinden bir hak ve özgürlük mücadelesi verirler. Bu bağlamda modern siyasal ideolojiler her ne kadar birbiriyle çatışıyor görünsede, özne kategorisinde buluşup, kapitalist bireycilik de ortaklaşırlar. Liberalizm, birey merkezli hak ve özgürlük anlayışıyla kapitalist modernitenin tekelci ideolojisi niteliğini kazanır.

Esasen insan toplumunun “birey” adında bir birimi yoktur. Zaman-mekan bütünselliği içinde farklı, çoklu toplum ve toplumsal yaşantıları vardır. Toplum gerçeği farklı toplumsallıkların kendine özgü iç içe geçmiş yaşam düzeylerinin tarihsel ifadesidir. Dolayısıyla bireyin kendiliğini oluşturan bilinç de tarihsel ve toplumsaldır. Kapitalist bireyciliğin toplumsal inşa ideolojisi olan liberalizm bu gerçekliği saptıran bir algı oluşturmuştur. Liberalizm, benmerkezci bir dünya görüşü ve faydacı /pragmatist, binbir kılıkla birey somutunda topluma ve doğaya karşı yürütülen savaşın ideolojisidir. Kapitalist modernite liberalizm ile zihin ve ruh dünyasını feth edemediği bir insan yada muhalif birey ve hareket yoktur. Çünkü, tarih ve toplum bilincinden kopuk bir özne/ben algısı eril, hiyerarşik toplum zihniyetinin bireyde hücrelerine kadar sirayet etmesi ve toplumun kapitalist bireycilikle teslim alınması anlamına gelir. Kapitalist modernite gücünü bu bireyci gerçekleşmeden ve bu gerçekleşmeyi olanaklı kılan liberalizmden alıyor.

“Egemenlerin ideolojik, felsefik kuşatmaları ve saldırıları, tarihten günümüze kadar sürüyor. Güncelde çok daha yoğunlaştırılarak, inceltilmiş tarzda sürdürülüyor. Bireyler ve toplumlar bu anlamda bitirilmek isteniyor. En kötüsü de egemen sistemin düşünsel hegemonyası kendilerini bireylerde, yeniden ve değişik biçimlerde üreterek inşa ediyor. En vahim olanı ise, bireylerin, toplumların kendi beyinlerinde inşa edilen egemen düşünceyi, kendilerinin öz düşünceleri sanmalarıdır (…). Gelişmek isteyenin merkezi uygarlığın yarattığı gerçekliği ile kapitalist modernitenin ideolojik hegemonyasını aşması zorunludur. Bu iki şeyi aşmayanın bir şey yapması mümkün değildir. Sürekli ‘ben, ben’ diyorsunuz. Öyle ‘ben’ diye bir şey yoktur. “Ben” dediğimiz şey, beşbin yıllık merkezi uygarlığın kendisini bizde inşa etmesidir. Bunu doğru anlamalıyız.”A.Öcalan

Doğru bilinçle, yani hakikat algısıyla bağlantılıdır ve hakikat de toplumsaldır. Doğru anlamanın ve özgür oluşmanın yolu hakikat savaşından geçiyor. Bu bir zihniyet kazanma, özgür bir algıya ulaşma ve insanın kendi doğasıyla buluşarak, kendi özgür toplumsallığını inşa eylemidir.Buluşma ve inşa, bir tutkuyu ve arayışı ifade etmek kadar, bir öfkeyi, bir reddediş ve kopuşu da koşullar. Reddettiğimiz inşa edilmiş “Ben”imiz iken, arayışımız insanın yitirdiği kendiliğine yöneliktir. Bu bağlamda hakikat arayışımızın ve ideolojik mücadelemizin özü, kendini tanımak ve özgür toplumsallığın demokratik öznesi olmak demektir. Bu toplumsal doğayı, bu doğanın ve evresin kristalize olmuş hali olan insanı anlamak demektir. Ancak kendini bilen insanda özgürleşme gelişebilir. Ve bunun da olarak haline geldiği yer demokratik komündür, örgütlü toplum eyleyişidir.

 

[1]     John Stuart Mill; Özgürlük Üzerine
Bunları da beğenebilirsin

Yoruma kapalı.