Düşünce ve Kuram Dergisi

İdeoloji: Hapishane Mi, Anahtar Mı?

Cüneyt Mercan

İdeoloji, hapishane olabilir. Bunun farkında olma ile olmama hali arasında bile büyük bir fark vardır. Farkında olmayanlar, tutsaklıklarını göremedikleri için arayış ve sorgulamaları da olmaz. Bu durum bir yerden sonra dogmatizme sürükler. Sağdan veya soldan fark etmez yani dokunulamaz, tartışılamaz, sorgulanamaz putlar, inşa edilmiş demektir. Ortaya çıkacak her olumsuzluk ile başarısızlık sorgulanırken, nedenleri daha çok dışta aranır. Puta dokunulmaz. Ta ki birileri çıkıp da İbrahim rolünü oynayana kadar!

Hapishanede olunduğunun fark edilmesi, henüz çare bulma aşamasına gelinmese de önemli bir aşamadır. Birileri bu durumu insan doğasına ve özgürlük idealine ve maddesine ters bulup reddeder, birilerinin de kaderine terstir. Olmamış gibi vaziyet böyle der, biliyoruz ama ne yapabiliriz ki çaresizliğine gömülerek kabul eder.

Yabancılaşma, kendi öz varlığının karşıtına dönüşme bunun kadrosu haline gelmekle mümkündür. Zihniyet ve bunun duyulan inancı, nihayetinde inşa edilmiştir. Bu inşa süreci tarihin hiçbir döneminde amaçsız ve rastgele gelişmemiştir. Ve çok güçlü bir silahtır. İnandırılmış ve ikna edilmiş insan gücüne dayanılarak ne imparatorluklar kurulmuş ne de zulümden yapılmış. “Beş para değeri olmayan” nice ölümlüye ne olağanüstü güçler atfedilmiştir!

Anahtar da olabilir. Bunun için ancak mevcut tablonun, kabul edilmediğinin, sürdürülemediğinin fark edilmesi gerekir. Bu arayışı beraberinde getirir. İdeolojinin anahtar olma süreci böyle gelişir. Hapishaneden çıkış önemlidir ama tek başına yeterli olamaz. Bir hapishaneden çıkıp, şekli, içeriği, farklı başka bir hapishaneye düşme ya da kendi hapishanesini yaratıp da bunun farkına bile varamama hali gelişebilir. O nedenle anahtar rolünü oynayan ideolojinin bu kez pusulaya dönüşmesi gerekir. Gidilecek yol neresidir, Oraya nasıl varılacaktır? Yeni sorular bunlardır, doğru yanıtlar ve yoldan çıkmamak için sağlam bir pusula zorunludur. Pusulamız çok kaliteli hatta mükemmel olabilir. Unutulmaması gereken, asıl belirleyici olanın Pusula değil onu talep edenler olduğudur. İdeoloji, yaşamsallaştığı oranda bir anlam ifade ediyorsa, Pusula da doğru talep edenleri olduğu müddetçe amaca götüren bir araç rolü oynar. Çok zorlu aşınması fedakârlık, emek ve bedel isteyen, bazı şeylerden vazgeçilmesini gerektiren bir engelle karşılaşınca, pusulanın gösterdiği yoldan sapıp, zahmetsiz ve konforlu sokaklara yöneldiğin de yürünen yol artık yeni bir yoldur. Büyük sapmalar da ancak küçük farklılıklarla başlar. Burada kastedilen, Pusulayı yaratıcı yöntemlerle tahrip etme becerisi değil, başkalaşmaya başlama halidir.

İdeoloji, özü itibariyle bir zihniyet ve bunun yaşama yansıma biçimi ise nasıl ve neye göre şekillendiği onun niteliğini de ortaya koyar. Kabusa da dönüşebilen, ütopyaya da, prangamız da olabilir. Ötekileşen gücümüz, esaretimiz veya özgürlük arayışımız da olabilir.Her ideolojinin dayandığı bir teorik zemin vardır. Yani bir bakış açısının sonucu olarak şekillenir. Boşlukta, kendiliğinden var olmaz. Bir anlamlandırma ile ortaya çıkar, kendini sistemleştirir. Iktidarcı da olabilir, toplumcuda, hakikatin gözüyle de bakabilir, aldanma ve aldatmanın gözüyle de. Özcesi bir paradigmaya ihtiyaç duyar. İşte bu tanımlamalar içinde de zaman zaman teori, ideoloji, paradigma ve politika kavramları birbirine karışır, karıştırılır.

 

Teorisiz İdeoloji Olmaz, Ama İdeoloji Olmadan Teori de Yaşam Bulmaz

Teori zihniyet dünyamızın temel güçlerinden biridir. Çok bilinen kökensel anlam ile theoriya, tanımsal görüş, bakış anlamına gelir. Bir bakış açısını ifade eder. Bu anlamıyla paradigmaya daha yakındır. Paradigma da bilindiği üzere oluş açısı anlamına gelir, Bir çerçeve oluşturur bu çerçeve zihinsel ve manevi gerçekliğimizi şekillendirir. Dışımızdaki dünyaya bu zemin üzerinden bakar, tanımlar ve tutum alırız. Bu durum sadece dışa dönük, değerlendirmelerimizle sınırlı kalmaz. İçe dönük, yol olanaklarımız da paradigmanın niteliğine göre pozitif ya da negatif bir rol oynar.

Teori, tanımsal görüş olarak, tarif edilirken, hakikatle kendini özdeşleştirir. Tanrı mutlak hükümse, onun gözü ve bakışıyla dünyaya bakmak da doğal olarak, hakikatin ta kendisi olacaktır. Yaşamsal karşılığına baktığımızda ise, yığınla sınıfta kalmış, teoriden bahsederiz.

İş yapabilmek, yol yürüyebilmek için doğal olarak bir teoriye, bir paradigmaya ihtiyaç duyulur. Hakikat ile uyumlu ise paradigma, uzun süre işe yarar. Pratikleşmede kolaylık sağlar, yaratıcı ve çözücü bir rol oynar. Hakikatte toplum ve doğa gerçeğiyle uyumlu değilse erkenden kriz üretir. Bu krizlerin ortaya çıkardığı sorunla olanları yorumlayarak, çözüm üretmek, mümkün olmaz. Devrevi krizler, adım adım sürdürülemezliğe doğru evrilir. Toplum da, doğa da kendi dilinde çığlık atmaya başlar. Çıkış yolu, yeni bir bakış açısıdır. Hâkim paradigma iflas etmiştir. Yeni bir paradigma şart demektir.

Paradigmalar mutlak anlamda sürekli taşan bir değişimi her yönüyle barındırmak zorundadırlar, denilemez. Ama paradigmalar ucu kapalı zihniyet kalıplarına da dönüşmemelidir. Yani özgürlük paradigması, yazılmış, netleştirilmiş, sorgulanamaz ve dokunulamaz bir put’a dönüştürülmemelidir. Zihniyet inşalarında böylesi tehlikeler vardır. Dogmatizm, ciddiye alınması gereken zihniyet ve inanç durumudur. “Özgürlük” paradigmasının bir süre sonra özgürlüğü sınırlayan bir hal alması paradigmanın paradoksu oluyor. Bu her şeyin mutlak bir değişimi barındırdığı anlamına gelmez. Değişmek, çağ ile ayak uydurmak gerekir, türünden ideolojik zemini muğlak söylemlere karşı ne değişime karşı olmak ne de değişim adı altında hakim çağ muktedirlerinin üfürdüğü suni rüzgarlarla oradan oraya yorumlamak gerekir. Bu anlamda, toplum ve doğa gerçeği ile uyumlu sağlam bir paradigma ve onun yaşamla buluşma hali olan güçlü bir ideolojik bilinç ve direniş, büyük önem arz etmektedir.

Görüldüğü gibi ideoloji teorinin yaşamla temas etme hali oluyor. Teori, sistemleşmiş bilgi, yorum ve değerlendirme olurken, henüz soyuttur. Somutlaşması için ideolojiye ihtiyaç duyar. Yani bir zihniyet ve duygu oluşumunda, pratikleşme iradesine göredir. Demek ki, ideoloji teori ile pratik arasında bir köprü görevi görmüş oluyor. Bununla da sınırlı kalmıyor, yani köprü görmesinin ötesine de geçiyor. Yaşamı şekillendiriyor, pratiğe yön veriyor. Kimileri ideolojiyi teorinin sonu pratiğin başlangıcı olarak tanımlıyor. Belki şöyle tanımlamak daha isabetli olur. Teorinin sonu ve pratiğin başlangıcı olabilir ama aynı zamanda daha ötesidir. Pratiğin başlangıcından sonuna kadar, damgasını vurur. Başlangıçtaki, dokunuştan ibaret değildir. Yaşamı şekillendiren ideolojiyi çeşitli sebeplerle bu pozitif ya da negatif de olabilir. Sonuç olarak ortaya çıkan, teoriye de etki edebilir. Yıkabilir, bozabilir, yenileyebilir veya baştan yaşatılabilir. Sonra, yeniden inşa edilen bu teorinin, uygulayıcı gücü olabilir.

Politika ise, uygulama alanıdır. Bir nevi son halkadaki pratikleşme çeşitliliğidir. İdeoloji ve paradigmadan beslendikçe onun usta bir uygulayıcısı olur. Bir pergele benzetirsek, ideoloji ve paradigma pergelin sabit ayağı iken, politika ise, hareketli olan diğer ayaktır. İdeolojik zemin güçlü olduğu müddetçe sabit ayağın esnekliği, üretkenliği sürekli pozitif etki üretir. Ancak, ideoloji ve paradigmadan kopuk, politik hamleler, köküyle bağını koparmış, ağaca benzer. Geçici ve sağlıklı gibi görünen dış görünüşü aldatıcı olabilir. Kurumaya ve savrulmaya mahkumdur.Bir daha altını çizerek, ifade edersek; olması gerekeni belirtmek, teoridir. Onun yaşamsallaştırılması ve bunda ısrar, ideolojidir. Bunun esnek ve yaratıcı yollarını bulmak, politikadır. Uygulama sürecinde kullanılan dil ve tarz ise, yöntem ve üsluptur.

Yaşam, ideoloji üzerinden şekillendirildiğine göre hâkim olan yaşam bulunca hangi ideolojinin başat olduğunu anlamak mümkündür. Toplumsal açıdan da böyledir, kurumsal ya da bireysel açıdan da böyledir. Bir nevi kimlik bildirimi gibidir, aidiyet gösterir. Söz, eylem, tercihler ve genel duruş hangi ideolojinin dile geldiğini anlatır. Ne güzel söylemiş Mevlâna “söz, hastaların idrarına benzer, beden doktoruna bu bir delildir. İş ve söz iç’in tanıklarıdır. Bu ikisine bakda iç’in nasıl, anla” idrar örneğinden, bedensel hastalıkların anlaşılması gibi söz ve davranışlarımız da kişiliğimizde olanı dışa vurur. Bildikleri kişiyi aldatmamalı ona göre yaşayıp, yaşamadığına bakmalı. Çağlar boyunca en temel problemlerden biri de bu olmuştur. Yeni fikirler, yeni bakış açıları pek çok kereler bulunmuştur, belli dönemler Şifa da olmuştur. Ancak erkenden yozlaşmaların başkalaşıma uğramalarının sebepleri iyi sorgulanmak zorundadır. Çeşitli ekollerden, ehli vicdan ilim insanları bu duruma parmak basmışlardır. Doğruları bulsan bile ondan daha zoru, zahmetlisi ona göre yaşayabilme iradesini gösterebilmektir. İyi düşün, iyi söyle, iyi yap düsturu da buna işaret eder. Düşünce fikirdir, dile gelir zikir olur. Tüm bunların birbirini tamamlayabilmesi için pratikleşmesi şarttır. Soyut olan çok değerli olsa da somuta dokunma, dönüştürme, iyileştirme ve güzelleştirme becerisi gösteremiyorsa fazla anlam ifade edemez.

Söz gelimi ahlaki ilkeleri vaaz etmek, değerli bir şey olabilir. Ama yaşama yansımadıkça, olumlu etkisini bir yana bırakalım, sözün değerini de düşürür ve negatif etkiler üretir. Ahlaksızlığı anlatan, uygulayan bile onu gerekçelendirme bir parçacık da olsa ahlak sosuna bandırmaya çalışır. Yığınla örnek sıralanabilir. Ama nihayetinde asıl olan neye göre şekillendiriyorlar. Söz ve davranışlarına, tercihlerine neyin damga vurduğudur. Ağız farklı söyleyip, gözler farklı bakabilir. Söylenenlerle yapılanlar ayrı tellerden çalabilir. Sosyalizmi teorik olarak hatmetmiş, külliyatı yutmuş biri ya da aynı derecede kendini Müslümanlık esaslarına göre yetiştirdiğini iddia eden biri söylediği her neyse onu özümseyememişse pek ala özünde saklı olanı yaşayacaktır. Ya da parçalı bir kişiliği temsil edecektir. Bazen söylediklerine göre, bazen özünde saklı olana göre, hareket edince eylem ve söylemleri kendini dışa vuracaktır. Pratikteki bu parçalı hal aynı zamanda bir muğlaklık, net olmama halidir. Kaynağını ise, ideolojik muğlaklıktan alır.Teorik yetkinlik, mutlaka pratikte yaratıcı ve çok boyutlu sonuçlar üretir. İşleri kolaylaştırır. Ufku genişletilir. Yeter ki ideolojik zemin de, güçlü inşa edilmiş olsun. Teoriyi bilmeden, ideolojik olunmaz. Her ikisi yeterince güçlü kılınmadan ya da özümsenmeden, salt politika ile yol alınamaz. İdeolojiden yoksunluk, pusulasını yitirmiş bir gemiyi andırır. Pusulasız gemi ise dalgaların götürdüğü yere sürüklenir, kendi istediği yere değil.

Zihniyet ve buna göre şekillenecek, yaşam ilkeleri büyük bir güçtür. Sistemler bunun bilincindedirler ve buna göre kendilerini var ederler. Toplum karşıtı bile olsalar, milyonların sırtında kendilerini var ederken, güvendikleri en büyük silah ise, yaratıp, sürekli besledikleri zihniyettir. İkna edilip, inandırılmış insanlar, iktidarlar için tehlike arz etmezler. Böyle büyük bir topluluğun, çıkarları hilafına bir yaşam dizayn edilmiş olsa bile bunun olağanlığı inşa edilmiş bir zihniyetle sarılabilir ancak. Ve bu süreç bir oldu-bitti ile sınırlı değildir. Sürekli işleyen bir makine gibidir. Hiç durmadan işler, yaşamın her anına dokunur. Bir an durursa tuzla buz olacağını bilir. En büyük ideolojik saldırı mekanizması iken ve bunu sürekli diri tutup besliyorken, toplumu kendi için var edebileceği ideolojiden, uzak tutmaya çalışır. Aksi takdirde büyünün bozulacağını çok iyi bilir. Sadece sopa ile yapamayacağının farkındadır. Dayandığı tarihsel mirastan iyi beslenmektedir.

 

İktidar ve İdeoloji

İktidarlar sadece güç ile zor ile kendilerini var edemezler. Güç ve zor gereklidir elbette ama yeterli değildir. Rıza üretimi şarttır. Yani kendilerini ve oluşturdukları sistemi bir şekilde topluma kabul ettirmeye çalışırlar. Rıza üretimi için mutlak çoğunluğa ihtiyaç duymazlar. Bunun olmasını isterler ama yapamayacaklarını bilirler. Varlıklarını sürdürebilecekleri oranda bir toplumsal yapıyı oluşturdukları zihniyet ile denetimlerinde tutmayı kendileri için varoluş gerekçesi olarak görürler. Bunu sağladıktan sonra eksik kalan kısım için zor gücü devreye girer. Meşruiyetlerini böyle sağlamaya çalışırlar. Kendilerini bir sistem haline getirebilmeleri için topluma en azından belli düzeyde kabul ettirmeleri şarttır. Aksi düşünülemez.

İktidar, toplum karşıtlığı ise, toplumlar bile isteyerek, iktidarların ve onun oluşturduğu zihniyet kalıplarını nasıl ve ne şekilde benimserler? Sopa zoruyla mı? “Sopa”nın elbette bir etkisi vardır. Fakat ilanihaye tek başına sopa bu etkinliği sağlayamaz. Muktedirler de bunu bildiklerinden bu yeni durumu çok çeşitli vaazlarla olması gerekenmiş gibi göstermeye çalışırlar. Toplumun genetik endişeleri, ihtiyaçları bunların temini, akla gelebilecek her şey iktidarın kurmaya çalıştığı sistem için suistimale uğrar. Toplumcu hakikat iğfal edilirken, iktidarcı yapı adım adım, kendi hakikatini inşa etmeye başlar. Hiç durmadan çalışan zihniyeti adeta inşaat makinesi gibi çok değişik kılıklarda, çoğu zaman kurumsallığın tüm hali toplumun karşısına çıkar. Anormalin, normalleşmesi süreci adım adım hiç durmaksızın vaaz edilerek böyle gelişir, yaygınlaşır, kabullendirilmeye çalışılır. İtiraz ve direnç küfür atfedilir, cezalandırma mekanizmaları devreye sokulur. Sistem sebeplerinin ikna’ya zorlandığı süreçler de ileri güçler devreye konur. Zerre tereddüt duymaz. Cayır cayır engizisyon mahkemelerinde yakılan Bruno’nun şu çığlığı tüm din ve tanrı istismarcılarının gerçeğini suratlarına çarpar gibidir. Tanrı, iradesini hâkim kılmak için yeryüzündeki iyi insanları kullanır. Yeryüzündeki kötü insanlar ise kendi maddelerini hâkim kılmak için tarihi kullanırlar. Çünkü bunun etkileyici gücünün farkındadırlar. Tek kutsalı iktidarlarını var etmek olanların kullanmayacağı kutsiyet, olabilir mi?

Bireyler ve toplum, kendine öz çıkarlarına yabancılaştırılmalıdır! Muktedirlerin temel düsturu budur. Her insanın başına bir Jandarma dikmenin, çözüm olmayacağını bilirler. Ama herkes olmasa da çoğu kişi kendi kendisinin jandarması haline getirilebilir. İktidarlar için insanları tehlikeli kılan, güçlü bedenleri değil, güçlü itirazları ve bunu örgütlü hale getirme kapasiteleridir. Hedeflenmesi gereken de budur. Bu nedenle toplumun kendisini sürdürmesi, koruyup, geliştirmesi üzerine kafa yorma, alan açma yerine toplumu çözme, parçalama ve savunmasız bırakması üzerine faaliyet yürütürler. Kendini ancak böyle var edeceklerini bilirler. Bir yerde güçlü toplumlar varsa orada güçlü iktidarlardan söz edilemez. Muhtaç insanların, sadaka veren ele bakması gibi toplumun da devletin himmetine mahkûm olmasını öncelerler. İktidar, hakimiyet, muhtaçlık, dikey ilişki ve hiyerarşi üretir. Bunu doğallaştırmaya çalışır. Ne kadar kabullendirebilirse o denli sorgulanmaz olduğunu düşünür.

Toplumun kendine yetmesi, örgütlülüğü oluşturacağı yatay ilişki ve modeli muktedirlerin en büyük kabusudur. İktidarlar, yeryüzünde oluşturdukları modele göre ilahi olanı da dizayn etmek isterler. Toplumla oynadıkları gibi inanç alanıyla da oynarlar. Bozma, özünden boşaltma, başkalaştırma konusunda pek muktedirler. Geride bıraktıkları çoğu zaman şekildir, kabuktur. O şekle kendilerini meşrulaştıracak bir içerik, yüklemeye çalışırlar. İsim aynı kalsa da anlam farklılaşmış olur. Toplumun savunma araçlarını bu şekilde kendi saldırı silahına dönüştürürler. Tarihin her kesitinde kendilerini yeni koşullara göre yeniden formatlamaya çalışırlar. Zihniyet üretim merkezleri her daim faaliyettedir. Kadına karşı gerçekleştirilen darbe düzeni ve bu yeni durumu olağanlaştıracak, zihniyet inşasını birlikte yürütmeye çalışmışlardı. Zorlandılar belki ama başardıkları kadın, muktedirlerin ilk kurbanı olan toplum kesimi oldu. Bu kötülüğü, dua ve Tanrı buyruğu gibi göstererek, önce erkeği, adım adım kadını bu yeni normale dahil ettiler. Kadın bu şekilde hapse alınırken, erkek onun jandarması haline getirildi. Jandarma erkek, kadın üzerindeki hakimiyeti ile yaşadığı köleliği daha kolay benimsedi. Hapishane ise, kadın için erkek olan, yaşam alanıydı. Jandarma erkek, bu rolü özümseyip, gereğine göre yaşayarak, muktedirlerin işbirlikçiliğine soyundu. “Ağacın kurdunun kendi içinde olması” misali, kadının yeni durumunu olması gereken gibi kabul ve telkin eden, yığınla kadın, kendi özüne yabancılaşmadaki örnek tavrıyla, muktedirlerin zihniyet saldırılarındaki gurur duyduğu emsaller haline geçtiler.

Gün geldi Tanrıyı yeryüzüne indirip, sahiplendi mutlu muktedirler. Tanrı karşıtlıklarını böyle ilan ettiler. Gün geldi Tanrı ile iktidarı paylaştılar. Yeri geldiğinde tanrıyı göğün ötelerine çıkarsalar da onu kendi çıkarları doğrultusunda konuşturdular. İktidarları için ne gerekiyorsa ona söylettiler. Onlardan hariç Tanrıyla konuşan yoktu çünkü. İnsan iradesinin hiçleştirilmesi kölelik düzeninin olağanlaştırılmakla kalmayıp, zihinlere ilahi bir emir olarak, nakşedilmesi kötülükte sınır tanınmayacağının, açık göstergeleriydi. Doğaya ve diğer canlılara yönelik, benzer yaklaşımlar, bozulmaya başlayan zihniyetin, doğal sonucuydu. Her şey, önce zihniyette başlar. Bozulma da, düzelme de! Oradan topluma, yaşama ve doğaya yansır.

İktidarlar her değişen devirde yeni duruma ayak uydurdular. Toplumcu itirazlar hep oldu, muktedirler için politik ve toplumsal alan hiçbir zaman dikensiz gül bahçesi olmadı. Zihniyetin esneklik kabiliyetinden, yararlanmaya çalıştılar. Oluşan yeni toplumsal tanımlara göre, kendileri de özü aynı, formatı farklı yeni biçimlere benzetirler. Toplum iradesini reddedemeyeceklerini gördüklerinde, toplumu tebaa yaptılar, vatandaş yaptılar, nihayetinde seçmen olarak kabullendiler. Kendilerine yeni ideolojik hegemonya araçları yarattılar. Ulus’tan, ulusçuluk fikriyatını yaratıp, tekellerinin hizmetine sundular. Toplumu devletin, yapay ulusu haline getirdiler. Kullandıkları zihniyet oluşturma aracı milliyetçilik oldu. Özü, ulus ve toplum karşıtlığı olan milliyetçilik ile devletçi iktidarlarını tahkim etmeye çalıştılar. Ulus-devletin modern demi haline getirdiler. Dincilik ile geleneksel, kültürel toplumcu din anlayışını özünden kopardılar. Topluma, toplumsal sorunlara yabancılaştırılarak, iktidarın tahkim amacına dönüştürülen dinamiği kimseye yaptırmak istemediler. Dini, özü, toplumsallığı, ahlaki politik yanlarıyla buluşturmak isteyenleri sapkınlıkla, derinden sıkmakla suçladılar. Yaktılar, çarmıha gerdiler, derilerini yüzdüler. İçini boşalttıkları ne varsa, mutlak sahipliğine soyundular. Biçim ve söylemde, hamaset öne çıktıkça öz kayboldu, muhteva önemsizleşti. Ahlakı önemsemeyen dincilik, vatan ve toplum severlikten kopuk, milliyetçilik, erkeğin bile güdükleştiği cinsiyetçilik ve iktidarın tekelindeki bilimcilik, şaha kalktı. Köpürtüldükçe köpürtüldü. Özellikle günümüzde buldukları her araçla bunu yapmaya çalıştılar. Bir an geri durmadılar, durmuyorlar. “Toplumun tepesinde her gün binlerce Çernobil patlatılıyor” Abdullah Öcalan’ın sözü bu durumu çok iyi ifade etmektedir. Bir Çernobil’le çok sayıda insan öldü, bedenler yara aldı, sakatlandı. İktidarların ideolojik saldırı silahı olan dincilik, milliyetçilik, cinsiyetçilik ve bilimcilik ile her gün milyonların zihniyeti sakatlanıyor. Bozguna uğratılıyor. Sakatlanan bu zihinlerin pratikleşme süreçleri de hastalıklı oluyor. Toplumsal krizler böyle oluşuyor, yaygınlaşıyor. Çare ise, yasal düzenlemelerde, arttırılan hapishanelerde ya da daha fazla dincilik, milliyetçilik ve cinsiyetçilikte aranıyor. Sorunun kaynağı ortadan kaldırılmadan, sonuçlarla uğraşılıyor. Bu da meseleyi kronikleştirmekten başka bir işe yaramaz. Bu nedenle köklü sorgulamalara, yeni bir bakış açısına ihtiyaç vardır. Paradigma değişimi tam da böylesi süreçler için gereklidir. Kimi farklı örnekler işlenebilir ama tarihsel ve coğrafik önemi açısından Zerdüşt’ü hatırlamakta fayda vardır. Zerdüştî çıkış bu anlamda, anlaşılmayı daha fazla hak ediyor. Belki yarım kalmıştır, muktedirlerce başkalaşıma uğratılıp, özünde çarpıtmalara gidilmiştir ama bu durum felsefesindeki cevherin, değerini düşürmez. Anlamak, tanımlayıcı olmak, güçlü dersler çıkarmak, hakikat yolcularının işidir.

 

Zerdüşti Çıkış

Zerdüşt’ün ne buyurduğu hala tartışılan bir konudur. Öğretisi kadar, yaşamı üzerine de çeşitli spekülasyonların yapıldığı biliniyor. Geç kalınmış olsa da bilimsel ve tarihsel veriler ışığında Zerdüşti öğretinin tüm yönleriyle açığa çıkarılması, tartışılması en başta Ortadoğu’da olmak üzere yeni zihinsel ufuklar yaratacaktır. Bu nedenle muktedirlerin anlattığına değil, toplumsal hakikat ışığında, titiz bir arkeolojik kazı yaparcasına, öğretinin bozuma uğratılmamış özüne odaklanmak gerekecektir. İktidarların her toplumcu çıkışı sonradan içini boşaltıp sahiplenmek suretiyle nasıl topluma karşı kullandığını biliyoruz. Sayısız örnek ortadayken yalan ve zorbalık üzerine inşa edilmiş iktidarların, tarih anlatısı yerine toplumsal tarihe yönümüzü çevireceğiz.

Kimi araştırmacıların, farklı tarihlerde yaşamış, üç Zerdüşt’ten bahsetse de milattan önce bin ila altı yüz arasındaki bir tarihte yaşamış Zerdüşt fikri, daha baskın durmaktadır. Asıl isminin SPİTAMA olduğu söylenmektedir. Medya ülkesinde yaşayan, soylu bir ailenin çocuğudur. Ailesi onu olanakların da etkisiyle iyi bir eğitimden geçirir. İyi bir gözlemcidir, etrafında olup bitenlere karşı duyarlıdır. Sadece insanları, insan ilişkileri, muktedirleri, ortaya çıkan sosyal sorunları gözlemlemekle yetinmez. Doğaya karşı da ilgilidir. Sınırsızlaşan hayvan kurban etme geleneğini kabul etmez. Köleliğin derinleştiği, insan iradesinin hiçe sayıldığı sistemde, insanlarda meydana gelen yabancılaşmayı fark eder. Kendine yabancılaşan insan, doğaya karşı da mesafeli hale gelir. Neolitikten köleci ve devletli düzene geçilmiş olsa da Neolitik sürecin hayali, izleri kaybolmamıştır. Toprağa yabancılaşma, tarım ile araya konan mesafe Zerdüşt’ün dikkatini çeker. Kadın tümden iradesizleştirilmiştir. Tanrıça düzeni ile kadın iradesinin, özgünce var olduğu dönem çok gerilerde kalmıştır. Kadın, bende’nin bendesi durumuna getirilmiştir. Yaşanılan dönemler, silinmiş ya da oldukça silikleşmiş olsa da, doğru bakmasını bilenler o izlerden, yeterli anlamları çıkarmasını becerirler. Zerdüşt’ün eğitimli, zeki, çevresine ve tarihe karşı ilgili olduğunu belirtmiştik. Kafasına yatmayan, yüreği ve bilincinin kabul etmediği bir şeyi, herkes öyle yapıyor diye kabullenmez. Örneğin evlenecek gençlerin, birbirlerini görmesinin yasak olduğu bir dönemde, evleneceği kızı görmeyi dayatır. Bu, Zerdüşt’ün ilk başkaldırı eylemidir. Kadının da rızasını alır. Bu tavrı hiçleştirilen kadına, alan açmadır. İradesini ortaya koymasını sağlayarak, kadına kişilik kazandırma çabasıdır. Kölenin kölesi haline getirilen kadınla, özgür ve iradeli, mutlu bir toplum yaratılamayacağını erkenden fark eder. Yeni bir toplum yaratma adına bir yola çıkılacaksa kadınla birlikte yürünecektir. Zerdüşt bu açıdan kesin olarak “kadın güzelliğinin farkındadır” (Abdullah. Öcalan). Zerdüşt, öğretisini topladığı belirtilen, Avesta metinlerinde yer alır. Kadına dair ifadelerin, Zerdüşt gerçekliği ile alakası yoktur. Uzun süre yazılı haline getirilemeyen deyişler, iktidarcı zümrelerce kendilerine göre yorumlanmış, çoğu ifade özünden boşaltılmıştır.

Zerdüşt, tanıklık ettiği çarpıkları daha yakından görmek, anlamak için çeşitli toplulukların içinde yaşamıştır. Karşılaştığı her yeni durumla önceki gözlemlerini geliştirmiştir. İnsan acı çekmekte, toprak acı çekmekte, doğa acı çekmektedir. Muktedirler bu acıya karşı biganedir. Din yozlaşmıştır. Bunca acıya şahitlik etmek, Zerdüşt’ün yüreğinde de tarifsiz acıların, oluşmasına yol açar. Fakat acıların farkına varmak bir şeyi değiştirmeye yetmez. Mevcut durumun farkında olan, başka din adamları da vardır. Sistemin sürdürülemezliği karşısında, reform arayışında olsalar da kalıcı ve radikal bir müdahale de yeni bir bakış açısı şarttır. Sorgulama çok esaslı olmak zorundadır. Ne yıkılacak, yerine ne kazanacaktır? Asıl soru budur. Benim için ciddi bir yoğunlaşmaya ihtiyaç olduğu açıktır. Zerdüşt, sırtını topluma yaslar ama önceki ve sonraki süreçlerin, pozitif deneyimlerinden de faydalanır. Bir nevi ideolojik ve teorik yetkinleşme süreci olarak, inzivaya çekilir. On yıl sürdüğü belirtilir. Büyük Hesaplaşmaya girmeden önce kendiyle hesaplaşmasını tamamlar, yola böyle çıkar. Artık ne yapacağının, nasıl yapacağının farkındadır. “Köleci uygarlığın insanına, kendi gölgesine bile sahip çıkamayacağı tarzda dayatılan tavrı yasalarına, dayalı geçen üç bin yıllık zihniyetine sahip ruh yapılarına! ‘Ayağa kalk iradene ve Zihnine sahip çık ve saygılı ol’ demek çok zor bir ahlak ve zihniyet devrimidir. İşte Zerdüşt’te en çok belirginleşen ve gittikçe önemi daha iyi anlaşılan uygarlık katkısı budur” (Öcalan). Bu çok esaslı bir paradigmasal farklılıktır. Aynı zamanda büyük bir ideolojik devrimdir. Dokunulamaz olana dokunmak, sorgulanamaz olanı sorgulamak, ben varım, benim de iradem var, haklarım var isyanı, zihinsel zincirleri koparıp, atmak getirir. Her şey zihinde başlar demiştik. Kölelik de özgürlük de! Zihni özgürleşenler, artık fiziki köleliğe, tahammül edemezler. Muktedirlerin sarayları artık zangır zangır titreyecektir. Toplumun üzerine kabus gibi çöken, insanı iradesizleştiren, toplumu kullaştıran bu egemen ideoloji zaten temelsizdi, yapaydı, hiçbir meşruiyeti yoktu. Gücünü yerleşip, etkisizleştirdiği zihinlerin, çokluğundan alıyordu. Böyle bir atmosferde birçok insan geleceğine, gölgesine bile sahip çıkamayan, insanı özgür irade ile donatmak, büyük bir devrimsel çıkıştır. “İnsan iradesine özgürlük tanımak, o döneme kadar hep tanrıya özgü düşünülen yaratıcılığa insanın da sahip çıkması demektir. Batı düşüncesinin özü olan bireysel yaratıcılık Zerdüşt’ün en önemli felsefi yanıdır. Özgür iradeyi esas almak, felsefenin başlangıcı ve kul anlayışının reddidir. Öğretisi tam da bu noktada dinle felsefe arasında bir geçiş durumundadır.” (A.Öcalan). Antik Yunan felsefesindeki Zerdüşti izler, kaynağını bu realiteden alır.

Kendi öz iradesine sahip çıkan kadın ve erkekler, birbirlerini iyileştirmeyeceklerdir. Bu, doğayla ilişkilerine de yansıyacaktır. Kendisini hiçleştiren, meta haline getiren, sadece kullanım değeri açısından, ele alan, iktidar kuşatmasından çıkan, kadın ve erkeklerin, yeni bir bakışla, zihniyet ve ahlak devrimiyle buluşması halinde toprağa, hayvanlara doğaya aynı şekilde yaklaşması mümkün olabilir mi? Zerdüşt bu anlamda bu coğrafyanın, Rönesansının temellerini çok önceden atmıştı denebilir. Ama sekteye uğratıldı, özünden boşaltıldı, hatta Sasaniler döneminde, güçlü bir konuma bile yükselmişti. Ancak sadece isim olarak? Yukarıda ifade ettiğimiz, özgürlükçü öğretinin sözcülüğünde ısrar eden, Zerdüşt takipçileri, bizzat o dönemin muktedirlerince katliamdan geçirildiler, sürüldüler. İktidar sahipleri bu dinin ve öğretinin patentini gasp etmiştir. “Markasını” kullanırken, içeriğini kendi çıkarları doğrultusunda, yeniden dizayn etmişlerdi.

Günümüz Ortadoğu’sunda aynı mücadele hala devam ediyor. Despotik rejimler, her türlü ideolojik hakimiyet amaçlarını en etkili şekilde kullanmaya çalışarak, kendilerini yaşatmak istiyorlar. Göstermeye çalıştıkları azametlerine rağmen, güçlü değiller. Toplumun güçsüz, örgütsüz bırakılması en büyük güçleri oluyor. Camdan kulelerde oturduklarını biliyorlar. Kendilerini sorgulamaz kılmalarının tek sebebinin, kutsallıkları değil, verebilecekleri bir yanıtın olmamasının, farkındalar. Toplumun önemli bir kesiminin hep birlikte soracağı isabetli bir soru kadar, can’ları var. Rahat olmalarının, rahat gözükmelerinin en büyük nedeni, “Kral Çıplak” denilemeyeceğini düşünmeleridir. Çocukluk hayallerine ihanet etmeyen, insanlık tarihin de esas aldığımız, çocukluk yaşamı, özlemi ve iradesine sahip çıkarak, zihinlerine ve yüreklerine kelepçe vurulmasını reddeden, nice hakikat yolcusu ise, kendi öncülü olanların ayak izinden, yürümeye devam edecektir. Her birinden beslenerek ve yeni şeyler ekleyerek!

 

Ortadoğu Rönesans’ını Arıyor

İktidar ve devlet geleneğinin en eski olduğu topraklarda, yaşayamaz. Dolayısıyla muktedirlerin bu hafızadan fazlasıyla yararlanma, kendilerini yeni şartlara uyarlama becerisi, hafife alınmamalıdır. Bugün bin yıllar öncesinin, tanrı kuralları yoktur. Tanrılık iddiasında bulunanlar, meczup muamelesi göreceklerini bilirler ama tanrıya atfettikleri ne varsa değişik şekillerde, iktidarlarına içkin göstermekten, vazgeçmemişlerdir. Devlet ve onunla özdeşleşmiş yapılar, genel anlamıyla bağlıdır. Devlet, tıpkı tanrı gibi soyuttur, elle tutulmaz, gözle görülmezdir. Hem her yerdedir, hem hiçbir yerde. Hem bağışlayıcıdır, koruyup kollayıcıdır hem de yani kahreden, cezalandırandır. Tanrıya şirk koşulmaz sözü, inanç alanının konusu iken, devletli kesimin sözcüleri sıklıkla devlete şirk koşulmaz, derler. Devlet vazgeçilmezdir, onsuz asla olunamaz, yaşanılamaz. Düzen ve nizam koyucudur, besleyendir, koruyucudur, kollayıcıdır. Devlet, halkın ta kendisidir, onun ortak iradesidir, hizmetkarıdır. Devletsizlik hali asla düşünülemez, dinden çıkmak gibi bir şey olur. Devlete eleştiri ya da itiraz, Tanrı’ya başkaldırı anlamına geleceği için küfür ve yoldan çıkmak olarak, atfedilir. Ne yapılacaksa devletle yapılacak onun gücüne azametine gölge düşürebilecek her şeyden uzak durulacaktır. Vaaz edilen ve uygulamaya çalışılan budur. Ortaya çıkan sonuç, yeni put düzenidir. Putlaştırılan devlet, iradesizleştirilen kullar yığını anlamına gelir. Başka türlü varlığını sürdüremez. Özgür yurttaşlık bu nedenle önemlidir.

Büyük acılara sebep olan bir deprem felaketi yaşadığımız bu günlerde de devlet, doğası gereği bu yüzünü çokça gösterdi. Kendisi dışındaki organizasyon ve dayanışmalara müsaade etmedi, onları şirk koşmak olarak tanımladı. Halk dayanışmasından müthiş korktu her birini kendine bağlamaya çalıştı. Devletsiz de olabilirmiş gerçeğinin ortaya çıkmasını en büyük kâbus saydı. Yaralarını sarmak için bir araya gelip organize olabilenlerin, yarın, öbür gün kendisine karşı bir araya gelebileceği vehmine kapıldı. Varlığının örgütsüz ve iradesiz bırakılmış, insan topluluğuna bağlı olduğunu, çok iyi biliyorlar. Felç olanlar, başkalarının yardımına ihtiyaç duyarlar. İdeolojik ve örgütsel hegemonyasını tesis ederek, toplumu felçli hale getiren iktidarlar, toplumu kendine muhtaç halde, tutmak isterler. Düşünemeyen, sorgulamayan, irade olamayan, sadece ara sıra ne verdiyse veren, şükür ve dualar eden bir topluluktur aradıkları. Put ile ona bağlı yaşayanların ilişkisi tam da böyle bir ilişkidir. Çokça anlatılan putçuluk döneminin, çok geride kaldığıdır. Acaba gerçek böylemidir? Putlara tapma devri gerçekten kapandı mı? Yoksa şekli ve ismi başka, putlar dönemine mi geçildi? Put neydi? Hangi zemin, üzerine var olabilmişti? Düşünme yok, sorgulama yok, mutlak kabul ve itaat var. İnsan, zihniyet ve iradesinin gereksizleşmesi, işlevsizleşmesi söz konusu. Bu farklı bir felç olma halidir. Kolun, ayağın olmamasına felç hali demiyoruz, organ olarak yerinde duruyor ama fonksiyonlarını, işlevini yerine getirmiyor, çalışmıyor, işlemiyor yani. Öylece yerinde duruyor, o kadar. Beyin işlemezse, yürek duyumsamazsa tam da böyle bir felç olma haline tekabül eder. Zihinlerde kurulan hegemonya, düşüncenin ve doğal olarak iradenin, esaret altına alınmasıdır. İktidarcı, devletçi zihniyete sahip olanlar arasındaki en temel uzlaşı zemini budur. Kendi aralarındaki, kanlı bıçaklı sonuçlara, aldırmamak lazım. Bunlar özgürlük mücadelesi değil, iktidar mücadelesidir. Özgürlük en büyük kabuslarıdır. İktidarlarını var ettikleri temelin, yerle yeksan olmasıdır. O nedenle kendi aralarında savaşırken bile özgür irade savunucularını göz ardı etmezler. Aralarında kuracakları ittifakla özgürlük savunucularına, kahredici yüzlerini göstermekten, çekinmezler. Sistem içinde birbirine düşman olanlar neden aynı hınçla aydınlanmaya, özgür düşünceye karşı olurlar? Dayandıkları zemin, bu sorunun yanıtıdır.

Özgür düşüncenin yarını olmaz. Öz örgütlülüğün sınırı olmaz. Buna iman edenler put seçici değil, put yıkıcıdırlar. Sistem içi muhalefet rolünün dışına çıkmayanlar ise, başka putlara karşıdır, kendi putlarını allayıp, pullamaya ise, pek meraklıdır. Özünde put karşıtlıkları yoktur. İktidar savaşının taraflarına bakınca bu putlara isimlerini koymak zor olmasa gerek.Toplumun doğasına, doğanın işleyişine ve özüne yönelik saldırılar ile bu dünyayı cehenneme çevirenler, mağdur ettiklerini bir de öteki dünyadaki cehennemle korkutarak, kontrol altında tutmaya çalışıyorlar. Umberto Eco; “Ne yani; böylesi korkunç bir dünyanın bir de cehennemi mi var” diye haklı olarak sorarken bu duruma işaret etmiş olmalı. İnşa edilmiş bir zihniyetin ve uygulamalarının sonucu olarak bu dünya cehenneme döndürülmüşse, pekala yeniden ama güncellenmiş hali ile özüne de döndürülebilir. Cenneti bu dünyada var etmek mümkündür. Bozulan, başkalaşıma uğratılan her ne varsa onu özüyle buluşturmak, iyileştirmektir yapılması gereken. Bunun için önce cehennemi fark etmek, sonra kader olmadığını kabul edip, reddetmek ve ardından cennet inşasının, mümkün olabileceğini görmek, inanmak o bilinç ve irade ile kolları sıvamak gerekir.

Zerdüşt’ün kendince yapmaya çalıştığı buydu. O da felçli hale getirilmiş zihinleri canlandırmaya çalışmıştı. Kendisini Zerdüşt’ün çömezi olarak tanımlayan, büyük filozof Nietzsche’nin, bin yıllar sonra Zerdüşt’ü araması, ayak izlerini takip etmesi, çağın Tanrısı olarak, tüm azameti ve heybetiyle kendini konumlandıran devleti sorgulayışı, oldukça dikkat çekicidir. Adeta eline balyoz almış İbrahim gibidir, devlet putunu darbelemektedir. Devlet, tüm soğuk azmanların en soğuğuna verilen addır. Onun yalanı da soğuktur ve sürüne sürüne çıkar ağzından şu yalan; ben, yeni devlet, halkım!

Yalandır bu! Yaratıcılardır halkları yaratan ve halkların üstüne bir inanç ve sevgi asanlar, böyle hizmet ettiler hayata.

Yok edicidir, birçokları için tuzak kuran ve buna devlet diyenler. Bir kılıç ve yüzlerce iftira attılar üzerlerine onların.

Devlet, her iyinin ve kötünün dilinde yalan söyler, söylediği her şey yalandır ve sahip olduğu her şey çalıntı.Her şey sahtedir onda, ısırır çalıntı dişleriyle bu ısırgan. Bağırsakları bile sahtedir onun.Daha büyüğü yok benden yeryüzünde. Nizam yaratan parmağıyım ben tanrının, böyle kükrer o canavar. Ve önünde diz çökenler, yalnız uzun kulaklı ve dar görüşlüler değildir!Devlet derim; iyilerin ve kötülerin, tüm zehir içenlerin bulunduğu yere, devlet derim; iyilerin ve kötülerin, herkesin kendini kaybettiği yere, devlet derim; herkesin ağır ağır intihara, “hayat” denilen yere.Şu lüzumsuzlara bakın hele! Hastadırlar daima, kusarlar sofralarını ve buna da gazete derler. Yutarlar birbirlerini ve hazmedemezler üstelik.

Şu lüzumsuzlara bakın hele! Çalarlar eserlerini keşiflerin, hazinelerini bilgelerin, “yüksek öğrenim” diye tanımlarlar hırsızlıklarını ve her şey bir hastalık bir dert haline gelir onlar için.Tırmanışlarına bakın hele! Şu çevik maymunların! Birbirlerinin üzerine basarak yükselmeyi istemekteler, böylelikle batağa ve uçuruma sürüklemekteler birbirlerini.

Tahta ulaşmak ister hepsi de onların. Sanki tahtta otururmuş gibi saadet! Bataklık vardır oysa çoğu kez taht’ın üzerinde, hatta çoğu kez bataklık üzerindedir taht.Hala mümkün yüce gönüllüler için hür bir hayat. Hakikaten mülkü az olanın, tutkusu da az oluyor, küçük yoksulluk çok yaşa!Devletin bittiği nokta neresi ise, orada başlar, lüzumsuz olmayan insan, orada başlar lüzumların türküsü, biricik ve yeri doldurulamaz şekilde. Oraya, devletin bittiği yere, şöyle bir bakının kardeşlerim! Görmüyor musunuz, ebemkuşağı ve köprülerini üst insanın?Aydınlanma, Rönesans, Ortadoğu’da neleri değiştirir bir düşünelim. Büyük bir sorgulama gücü ortaya çıkar, olmaz denilenlerin olabileceği fark edilir, yığınla ezber bozulur, un ufak olur hakikat karşısında. Özgür insan iradesi, örgütlü toplum, öz yönetim, yaratıcı güç, kendini tüm haşmetiyle gösterince hangi sahte ihtişamlar bunun karşısında dayanabilir? Tüm bunlar için farklı bir bakış açısı, farklı bir okuma ve perspektif şart oluyor. Zihinlerin özgürleşmesi bunun için çok önemli bir başlangıç olacaktır. Ve görülecektir ki insanlık tarihi, devletçi, iktidarcı sistemle birlikte iki hat üzerinde yürümüştür. Bir nehrin iki yakası gibi düşünülebilir. Bir yanda devletli uygarlık, diğer yanda demokratik uygarlık, her inanç grubu, etnik yapı veya farklı toplumsal kesimler iki yanda da olabilir. Eğer bir kategorileştirme olacaksa buna göre yapılabilir. Şu milletten olanlar o tarafa, bu milletten olanlar bu tarafa ayrımı ve kolaycılığı iktidarcı bir oyundur. Aynı şey inanç grupları ve diğer toplumsal kesimler içinde geçerlidir. Ulus-devlete karşı demokratik ulus bakışı farklı bir zihinsel okuma ve duruştur. Sistem sorgulayıcı ve yıkıcıdır. Aynı zamanda inşa gücü de vardır. Devletçi, iktidarcı zihniyet ve uygulamalara karşı, onun başkalaşıma uğrattığı ne varsa onları nehrin öte yanında, yeniden bir araya getirmek, gerekiyor. Milliyetçilik, dincilik, cinsiyetçilik, bilimcilik nehrin diğer yanında inşa ettiği zihniyeti ile kendini var etmeye çalışıyor. Ortadoğu başta olmak üzere dünyamız bu cendere içinde iktidarların sonsuz oyun alanı haline, getirilmeye çalışılıyor. Demokratik ulus ile milliyetçiliğin ortaya çıkardığı karşıtlığın sona ermesi, inanç gruplarının, dinci kategorileştirmenin dışında, toplumcu özleriyle buluşup, birbirleriyle yeniden tanışması, kadın ve erkek eşitliğine dayalı cinsiyet özgürlükçülüğünün, yeniden özüyle buluşması, bilimin toplumcu hale gelmesi, artık yeni bir dünyada olunduğunun, göstergesi anlamına gelecektir. Sadece Ortadoğu’da kadının özgürleştiğini hayal edelim, erkek merkezli din okuması, iktidarcı sistemler, milliyetçi mezhepçi buhran, hangisi eskisi gibi kalır. Kadının özgürleşmesi, erkeği de iyileştirecektir. Hastalıklı toplumsal ilişkiler, travmalar, kullanılan dil bunun ürettiği sözel kötülük ve yanılsamalardan, adım adım düzelecektir. Özel yaşamlardaki küçük cehennem ile genel yaşamdaki büyük cehennem ateşleri giderek sönümlenecektir. İyileşen her insan, dokunuşuyla bir şeyleri düzeltecektir. Ortadoğu’daki kış bahara evrilecek, bileşik kaplar misali çevresinden başlayarak, büyük bir etkileyiciliğe kavuşacaktır. Zihniyette başlayan bu değişim, topluma yansımakla sınırlı kalmayacak, insanın doğayla ilişkilerini de yeniden düzenleyecektir. Demokratik, ekolojik, Kadın özgürlükçü toplum paradigması, bu nedenle farklı bir okumanın ortaya çıkardığı, farklı bir bakıştır. İnkar’ın gerçekle, yalanın hakikatle, hırsızlamanın paylaşımla, zulmün adaletle, esaretin özgürlükle, dikey ilişkinin yataylıkla, tabuların eleştiriyle, özcesi cehennemin cennetle yer değiştirme hali olarak, düşünülebilir. Yeniyi inşa sürecinde eski hatalara düşülmemelidir. Birilerinin ilk başlarda öncülük etmesi anlaşılırdır ama böyle devam etmemelidir. Zihniyet, mutlak düzeyde topluma taşmamalıdır. Bu, inşada kolaylık sağlayacağı gibi toplumu geçmişte olduğu gibi olası saldırılar karşısında da dirençli kılacaktır. Kesinlikle ihmale gelmemesi gereken bir konudur, hayatidir.

 

İdeolojiyi Eleştirmek, Toplumu Savunmasız Bırakmaktır

Senin yerine biz düşünürüz yaklaşımı, hangi niyetle olursa olsun, zihni ve iradeyi ipotek altına almaktır. Toplum, farkında olsun ya da olmasın, savunmasız bırakmaktır. Tarihten doğru ders çıkaranlar, böyle hareket etmezler. Zihni esaret, esaretlerin en kötüsüdür. Zihnen özgür alanı da kapatabilecek bir hapishane henüz icat edilememiştir. İdeolojik saldırıların çok boyutlu ve süreklileşen bir şekilde devam ettiği süreçleri yayamaz. Bunları etkisiz kılmanın en önemli yolu zihinleri güçlü, dirayetli kılmaktır. Bunun yolu da eğitimdir. Nerede bir halk topluluğu varsa orayı eğitim akademisine çevirmek, toplumu aydınlatmak, bilinçlendirmek, o da yetmez örgütleyip, karar gücü haline getirmek çok büyük önem taşımaktadır. Problemleri tespit etmenin yanında çözüm gücünü de ortaya çıkarmak, gerekmektedir. Meşhur deyimle balık vermek değil, balık tutmayı öğretmektir asıl olan. Halk atıl kalmayacak. Sürekli bir yerlerden beklemeyecek. Kendisi irade olacak, bilinçlenme faaliyetlerini sürekli kılacak, örgütlülüğünü diri tutacak, öz yönetimini var edecek. İdeolojiyi, teoriyi ne taşıyanlar elitleşecek ne de halk bunu elitlerin işi görecek. İdeolojiden kopuk olmak her türlü tehlikeye kapı aralamak olduğunu bilecek. Savunmasız kalan toplum, bağışıklığı zayıflamış bünye gibidir. Her türlü dış etkiye açıktır. Aynı şey doğal olarak, bireyler için de geçerlidir. Bir doktor, hastasına beslenme, spor yapma, ilacını almaya da gerek yok, senin yerine ben yapıyorum diyebilir mi? Bu, hastasını ölüme terk etmek, anlamına gelmez mi?

İdeolojik inşa bireyin kendisinden başlar. Kendini netleştirememiş, donanımlı hale getirememiş birey neyi taşıyabilir, neyin prototipi olabilir? Neyi yaratmayı hedefliyor ise, hangi yaşamı ve kültürü temsil ettiğini iddia ediyorsa önce kendinde, eylem ve söyleminde yaratmak zorundadır. Bu hem kendisini dirençli korunaklı kılacak hem de inşa gücü haline getirecektir. Bireyin bu kötülük çağında, kötülüğe karşı dirençli kalıp, kendini bozmaması, bozduysa düzeltmesi elbette değerlidir. Ama yeterli olamaz. İyi olmak yetmez, bir de kötülükten mücadele etmek gerekir. İyi olmayı becerenlerin, çevresindeki kötülüğe, gözünü kapatması, düşünülebilir mi?

İdeolojikleşen insanın ayağı yere sağlam basacak. Kendini daha güçlü, daha net ve iradeli hissedecek. Tıpkı kökleri toprağa sağlam bir şekilde yayılmış, ağaç gibi. “Evvelce her yel beni kapıp götürürdü, fakat şimdi ağırlaştım” diyor Mevlâna. Yeri belli, düşüncesi ve tercihleri net. Dışarıdan esen rüzgarlar, etki etmiyor artık, oradan oraya savurmuyor. Ne yaptığını, niye yaşadığını, neyi hedeflediğini biliyor, farkında yani. Kendini buna göre yeniden inşa ediyor, terbiye ediyor. Söylemin iddiası, ütopyası değerliyse, eylemi, yaşamı da öyle olsun istiyor. Sözü ve eylemi ile ayrı telden çalmak, istemiyor. Bunun zorluğunun farkında, o nedenle nefsine yükleniyor. Teoriyi Böylece ideoloji ile yaşamsallaştırıyor. Esen rüzgarlar işte bu nedenle onu oradan oraya savuramıyor. Zihniyet devrimi, vicdan devrimi ile buluşuyor. Kafa net olunca söylemler, talepler de net oluyor. Muğlaklık yaşanmıyor. İdeolojiden kopuk, esneklik söylemlerinin nereye varacağı çok net görülüyor. İdeolojik zemin güçlüyse politika da sonuna kadar, esnek olunabilir, asla kaybettirmez. Ama ideolojik doğrultu göz ardı edilerek, talep edilen, savrulan, göz yumma yaklaşımları sonuçları itibariyle ölümcül olabilir, telafi edilmesi zor sonuçlar yaratabilir. Sırf gönlü hoş olsun, ağzının tadı ve rahatı bozulmasın diye bir doktorun, hastanın ölümcül sonuçlar doğurabilecek, isteklerini onaylaması, mümkün olabilir mi? Ağlasa da sızlasa da, kendini yerden yere vursa da böylesi taleplere göz yummak o hastanın gönlünü hoş edebilir ama geleceğini karartır. İdeolojiyi yaygınlaştırmak, toplumu ideoloji ile buluşturmak bu nedenle de önemlidir. Bireyi ve toplumu edilgen, talep eden olmaktan, çıkarır. Partiler, ideolojiyi topluma taşıma araçlarıdırlar. Amaç değildirler yani, put haline getirilemezler, getirilmemelidirler. İdeoloji toplumsallaştıkça, bu araçlar da işlerini tamamlamış olacaktır. Halk partileşecek, parti de misyonu tanımlamış olacaktır. Toplumlar, kendi dönemsel ihtiyaçlarına göre öz örgütlülüklerini ihtiyaca göre kendini şekillendirecektir. Güçlü toplumlar böyle olur, böyle yaşar, böyle geleceği korurlar.

 

 

 

Bunları da beğenebilirsin

Yoruma kapalı.