Düşünce ve Kuram Dergisi

İdeolojiler Kıskacında 2. Tarım ve Köy Devrimini Tahayyül Etmek

Mehmet Nuri Özdemir

Giriş

Dünya nüfusunun kentleşmesi yaşadığımız çoklu krizleri (iklim, adalet, gıda, su, devlet, kent, cins, kent krizleri…) içinden çıkılamaz hale getirmiştir. 18. Yüzyılın ortalarından itibaren sanayileşme ile birlikte batı toplumlarının yaşamında köklü değişimler oldu. Batı toplumlarının ekonomik, sosyal ve siyasal yaşamında yaşanan sarsıntılar küresel ölçekte bir etki alanı yarattı. Dönem itibariyle en büyük alt üst oluş üretim ve yerleşme alanında yaşandı. Bu altüst oluşla birlikte beş bin yıllık tarım ve köy devrimi adeta yağmalandı, eski yerleşim formları parçalandı ve akabinde nüfus yoksullaştırılarak modern kentlerde yaşamaya zorlandı. Kapitalist modernite zor ve rıza aygıtlarıyla yaşamın tüm büyüsünü bozdu ve toplum modern şiddetin tüm versiyonlarına maruz bırakıldı.

Politik, ahlaki ve entelektüel görevlerimiz doğrultusunda yaşadığımız çoklu krizlere çoklu çözümler bulmak zorundayız. Bunun için yeniden düşünmek, analiz etmek ve tahayyül etmek gibi görevlerimiz var. Kent sosyologu David Harvey’e göre kavrayışlarımız, algılarımız ve ideolojilerimiz üzerinde eleştirel biçimde kafa yormak, dünyaya bakarken dayandığımız kavramları ve yöntemleri hem kolay ve anlaşılır kılmak, hem de egemen kılmak için mücadele etmek, tarihsel ve coğrafi değişime ilişkin kendi deneyimimizi değerlendirmeye çalışmak, en az barikatlardaki politik ve sosyal mücadeleye katılmak kadar önemlidir. Bu yazıda ideoloji ve kent ilişkisinden hareketle mevcut kapitalist modernite sistem içi kavrayışlara, algılara ve ideolojilere eleştirel bir çerçeveden bakarak tahayyül ettiğimiz tarım, köy ve kent yaşamı üzerinde bir tartışma yürüteceğiz. Makalemiz sol eleştiriden kaynağını alacaktır. Bir başka kent sosyologu Lefebvre göre sağ eleştiri kimsenin görmezden gelmediği genellikle geçmiş hayranı ve çoğu zaman hümanisttir. Neoliberal ideolojiyi doğrudan veya dolaylı olarak içerir ve meşrulaştırır; kapitalistlerin ve onların sermayesinin her tür özel girişimine kapıyı açar. Sol eleştiri ise mümkün olanın yolunu açmaya, yalnızca mevcut ekonomik toplumsal ve siyasal güçler tarafından işgal edilen alanla sınırlı olmayan bir alanı araştırmaya ve belirlemeye çalışan bir eleştiridir. Haliyle makalemiz soldan eleştiri refakatinde yol alacak. Makalenin sonunda kenti yağmalayan sistemik pratiklerin teşhiri ile birlikte insana yaraşır bir kent eşliğinde ikinci bir tarım-köy devriminin motivasyonuyla yüzleşmeyi umuyoruz.

 

  1. Kavramsal Olarak İdeoloji ve Kent

İç içe geçen kent ve ideoloji gerçekliğine dair kavramsal izaha ihtiyacımız var. Bu izahatı ideoloji ve kent ilişkisine yönelik kavrayışlarımıza ve algılarımıza eleştirel bir çerçeveden bakarak yapmak mümkün. İlk insanlar mekanı göstermiş, tarif etmiş, anlamlandırmış ve işaretlemişler. Köylere şehirler eşlik etmiş. Toprağın işlendiği kırsal alanlar medeniyet gerçekliğini doğurmuş. Modernite ile birlikte zamanın ve mekanın disipline edilmesi, kentte yaşayan bireylerin ve toplulukların arasındaki sosyal ilişkiler, düşünsel ve kültürel hayatı köklü olarak değiştirmiş. Bu gelişmeler ideolojilerden bağımsız düşünülemez. Bu durumda İdeolojilerin kentlerden önce inşa edildiğini ve kentlerin kurulmasında ideolojik tasarrufların belirleyici olduğunu öne sürebiliriz. Şehirler ideolojilerin etki alanını kurumsallaştıran bir işlev görmüştür. Zira din, devlet, sermaye ve sınıf odaklı güç ilişkileri sadece mekan ile ayakta kalmamış; her dönem mekan üzerinde kurulan hakimiyet ve otorite biçimlerine ihtiyaç duyulmuştur. Tüm zamanlarda mekan üzerindeki hakimiyet, her türlü güç mücadelesinin nihai stratejik hedefi olmuştur. İdeolojinin tanımını tam da buradan yapabiliriz: İdeoloji mekan üzerindeki hakimiyeti sağlayan temel argümanların bileşkesidir; başka bir deyişle mevcut kurumları teyit eden, meşrulaştıran veya tam aksine eleştiren, reddeden-fakat onların planı üzerinde hareket eden kurumsal bir söylemin örgütlü kapasitesidir.

Kent kavramı mekan üzerinde inşa edilen uygarlıkla (Arapçada medeniyet) ilişkilidir. Kent, kentli ve uygarlık arasındaki ilişki, kenti anlamanın tarihsel ipuçlarını bize sunuyor. Uygarlığın, sınıfların, devletin ve sermayenin doğuşunu; zenginlik, otorite ve yönetici sınıfının oluşumunu kentin inşasıyla birlikte ele alabiliriz. Kent merkezli iktidar, sermaye ve devlet yayılımının tarihine günümüzü anlamak açısından sürekli dönüp bakmamız gerekmektedir. Bu nedenle iktidarın, sermayenin, sınıfın, uygarlığın bir mekan olarak kent odaklı yükselişine eleştirel bir yaklaşım geliştirmek zorundayız.Kent, insanlarının yaya olarak yürüdükleri, obje yığınlarının önünde ve içinde buluştukları, faaliyetlerinin sonuçlarını göremeyecek şekilde çaprazlama temas kurdukları, öngörülemeyen durumlar meydana getirecek şekilde kendi durumlarını karmaşık hale getirdikleri yer olarak tanımlanabilir. “Kentleşme” kavramı kent sayısının ve kentlerde yaşayan nüfus sayısının artmasıdır. “Kentlileşme” ise kent kültürüne ait değer, davranış ve tutumların benimsenmesi olarak tanımlanabilir. Fernand Braudel’a göre bir kent ister büyük olsun ister küçük; içindeki evlerin, anıtların, sokakların toplamından çok daha başka bir şeydir; sadece bir ekonomi, ticaret, sanayi merkezi değildir. Giddens ise kenti, yeniliklerin ve buluşların, ekonomik gelişmenin, sanayileşmenin, askeri, dini ve ekonomik örgütlenme ile siyasal değişimlerin; yeni değerlerin ve tutumların, özgürlüklerin, yabancılarla karşılaşmanın, işlevsel farklılaşmanın, biyolojik ve kültürel çeşitliliğin, kozmopolitleşmenin, melezleşmenin, sosyalleşmenin, uygarlaşmanın ve örgütlü kontrolün mekanı olarak tanımlar. Kentlerle ilgili değerlendirmeler ve tanımlar hareket halindedir; zira kentlerin kendisi hareketli yapılardır; başka bir deyişle kentler hem inşaya, hem yıkıma olanak sunan ideolojik politik bir gerilim alanıdır. Kentin hikayesi tamamlanmış değildir. Birçok iddia ve ütopya gibi tamamlanmayı beklemektedir. İnsana yakışır şehircilik henüz ortaya çıkmamıştır.

 

  1. Kentlerin Kısa Hikayesi: Kentsel Devrim

Tarihsel olarak köy yerleşkeleri, antik şehirler, Ortaçağ şehirleri ve 1800’li yıllarla beraber sanayi şehrinin yükselişi kentleri hayatımızın merkezine yerleştirmiştir. Kent sorunsalı ile ilgili her ne kadar çıkış noktası olarak sanayileşme devrimi esas alınsa da şehir sanayileşmeden önce de vardı. Haliyle şehirlerin bir tarihi olacaksa bu tarih Mezopotamya şehirleri, Antik şehirler ve Ortaçağ şehirlerinin tarihinden bağımsız ele alınamaz. Kentleşmenin kökleri 10.000 yıla kadar gitmektedir. Nil’in, Dicle, Fırat’ın ve İndus Nehri’nin vadilerinde zamanımızdan 5000 yıl kadar önce toplumlar ilk şehirleri kurdular. İlk şehirlerin toplumsal, siyasal ve kültürel ilklerin merkezi olduğunu belirtelim. Etrafı surlarla çevrilmiş ve koruma altına alınmış şehir toplumu, ilk kez kendine özgü bir dünya kurmuştur.

Gordon Childe nehirlerin kıyısında olagelen toplumsal değişiklikleri “Kentsel Devrim” olarak nitelendirmektedir. Kent devrimin belki de en önemli aşaması çiftçilerin kendi gündelik ihtiyaçlarının ötesinde artı ürün üretmeye razı edilmesiydi. Zamanla bir birikim rejimine dönüşen artı ürün stoku tacirlerden, rahiplerden, memurlardan ve yazıcılardan oluşan şehir nüfusunu beslemekte kullandı. Böylece insanlık tarihi Neolitik dönemdeki balçıktan, kamışlardan, ağaç gövdelerinden, taşlardan ya da üzerleri balçıkla örtülmüş dallardan yapılmış kulübelerden küresel kentlere akan bir kent tarihine tanıklık etmiş oldu.Mezopotamya’daki şehir devleti çağımızın totaliter devletinin olağanüstü gücüne ulaşmamış olsa da şehir lideri veya kabile tanrısının temsilcisi olan İshâku hiçbir zaman modern zamanların Führer’i olmamıştır. Ancak Mezopotamya şehirleri politiktir; başka bir deyişle ideolojiktir. Politik şehir soylular, askeri şefler, prensler ve rahiplerin egemen olduğu şehir modelidir. Politik şehir veya ideolojik şehir örgütlü bir toplumsal yaşamın, tarımın ve köyün inşa edilmesine eşlik eder, bunu yakından izler; tepeden tırnağa emir, buyruk ve iktidar içerir. Kentin ideolojisini oluşturan siyaset, din, kültür ve coğrafyanın etkisi oldukça belirleyicidir. Özellikle Mezopotamya antik kentlerinin üst yapı ve altyapı arasındaki ilişki ağı irdelenmeye değerdir. Buradaki siyasi otoritelerin ekonomi, bilim, din ve kültür ile ilişkisi denilebilir ki tüm dünyaya yayılan bir yönetim ve iktidar modeli oluşturmuştur.

 

  1. Modern Kent

Batı gelişen modernite toplumsal, siyasal ve ekonomik yapılarda büyük bir altüst oluşa neden oldu. Antik ve Ortaçağ şehirleri modernitenin teşvik ettiği sanayileşme yoluyla istila edildi. Kentler modernitenin yapısal zemini haline geldi. Toplumu iktidar mücadelelerinin ganimeti haline getiren Bonapartist devlet adamı baron Hausmann, engebeli ama canlı sokakların yerine uzun caddeler, hareketli mahallelerin yerine burjuvalaşmış semtler koyarak modern kentleri inşa etti. Modern kent bugün globalleşmiştir. Muhalifler bu mimariye radikal eleştiriler getirdiler. Radikal kent muhaliflerine göre bulvarların açılması boş mekanların düzenlemesi, güzel perspektifler elde etmek istediğinden değil Paris’in saçlarını mitralyözlerle taramak içindi.

Modern kent planlamacıları, programcılar, kullanıcılar insanları mutlu etmek veya insanlara mutlu olmayı emretmek için iktidardan yol ve usul talep ederler. Bu kentlerde mutlu olmayanlar sistem dışına itilir yalnızlaştırılır, tasfiye edilir. Sembolik olarak Hausmann’da ifade bulan düzene ve düzlüğe bağımlı şehircilik, küresel bir boyut kazandı. Hausmann’ın şehirciliği kent dokusunda dizginsizce çizdiği çizgilere odaklıydı. Bu henüz dik açının diktatörlüğü değil kuralın, hizanın ve geometrik perspektifin düzeni olarak tarif edildi. Bu şehircilik devletin suretidir; iktidar ve otoritedir, rasyonelliktir. Antikiteden, Roma’dan, doğudan gelen bir iktidar eyleminin tamamlayıcısıdır. Çıkışından itibaren devlet, kendini boşluklar üzerinde ifade eder: Açık mekanlar, büyük bulvarlar, gösteriler, açık dev meydanlarda varlığını hissettirir. Modern şehirler bu hissiyatın en iyi işlendiği mimarinin dışa vurumudur.

 

Zamanın, Paranın ve Mekanın Metalaşması

Modernite ile birlikte insanın parasız yaşayamayacağı kentler inşa edildi. Para ve kent ilişkisi çok belirleyici olmaya başladı. Kentin ideolojik hatlarını direk para belirlemeye başladı. Modern kentleri antik kentlerden ve ortaçağ kentlerinden ayıran temel olgulardan biri paradır. Para hakkında bir roman yazmak bile çok zordur demiş Emile Zola. Zira para soğuktur, buzludur, çıkara adanmıştır. Simmel para her ne kadar hayatımızın ve medeniyetimizin tüm yönlerini merkezi unsuru olsa da kendi başına her türlü içerikten sıyrılmış bir şeydir, mülkiyet haricinde hiçbir içeriği yoktur, der. Bir diğer kurucu unsur ise zamanın ele geçirilmesidir. Modern kentlerin inşası ile birlikte yeni emek alışkanlıkları ve yeni bir zaman disiplini oluşturuldu. Dakikalar, saniyeler, iş programlarının ritmi ve yoğunluğu, çalışma hayatı, iş günü haftası ve iş yılı üzerinde çok ciddi müdahaleler yapıldı. Para, zaman ve mekan birbiriyle ilişkili şekilde inşa edildi. Kent mekanı, para ve zaman ile kapitalistleştirildi. Bazı romanlarda kentin zaman ve değer açısından tamamen kapitalistleştirilmesine yönelik geçişler dikkat çekicidir; bu kısa geçişte zamanın ve mekanın aynı anda fethedilmeden önceki dönemin tasviri ve eleştirisi var: “hızlı yürümeye uygun olmayan karanlık ve kıvrımlı patika ya da sokak boyunca yürümeye başladı; bu sokak henüz toprağın her santimetre karesinin değer kazanmadığı ve tek kollu saatlerin günü yeterince bölmediği dönemlerde döşenmişti.” Kentlerde toprağın her santimetrekaresini değere ve kişisel kara çeviren spekülatörlerden, yeni bölgesel ve uluslararası işbölümünün şekillendiren kuvvetlere; kentle banliyöyü, bir bölgeyle diğerini yarıştıran çekişmelere ve bazen dünyanın bir yarısıyla diğeri arasında şiddetli çatışmalar yaratan jeopolitik dalaşmalara kadar pek çok durum yaşandığını ifade eden Harvey, bu tür olguların ciddiyeti karşısında en tehlikeli yolun mekan sorununu göz ardı etmek olacağını söylüyor.

Kapitalist modernitede mekanın sürdürülebilirliği kesintisiz bir sürati ve koşuşturmacayı zorunlu kılmaktadır. Hareketin hiç durmadığı bir mekan tasavvuru, Amerika kentleri ile başlayıp tüm dünya kentlerine yayıldı. Zamanın kapitalistleşmesine yönelik toplumda yakınmalar ve itirazlar artsa da çalışma zamanı, tüm yaşamı gasp etmeye başladı. Zamanın otoriterlerleşmesine yönelik reaksiyon, para da olduğu gibi yine edebiyat dünyasına yansımıştı. Baudelaire ‘Her an zaman kavramının ve duygusunun baskısı altındayız’ diye yakınıyordu. Simmel saatin katı disiplinine karşı isyan ediyordu. Benjamin bir kısım Paris’linin zamansal disipline saygı duymadıklarını göstermek için kaplumbağalarını alıp sokakta yürüyüşe çıkmanın moda olduğunu yazıyordu. Tüm bu anlatılanlar sanayi devrimi ile eş zamanlı başlayan ikinci kent devriminden sonra kent sorunsalı diye bir olguyla karşı karşıya olduğumuzu gösteriyor. Kentsel devrim nasıl ki tüm gezegene ait bir fenomen ise kent sorunsalı da küresel bir olgudur. Günümüzde kent sorunu bir belediye sorun olmaktan çıkıp ulusal ve dünya ölçeğinde bir sorun haline gelmiştir.

 

  1. Kent Ne Yapar, Ne İşe Yarar?

Kentler sınıfın, uygarlığın ve devletin kalbi, ideolojilerin kök mekanıdır. Kent merkezli siyasal, sosyal, kültürel ve ekonomik formların inşası ideolojik çerçevelerle inşa edilmiştir. Dinsel mabetler, siyasal mekanlar, modern dönem ile birlikte okullar, hastaneler ve fabrikalar bireyi ve toplumu kutulara kapatan, belli bir stratejik akıl ile kontrol ve denetim altına alan ideolojik mekanlar olarak tasarlanmıştır. Bu mekanların kök hücresi kentlerdir. Haliyle kentler ideolojik formlardır; tasarlanır, belirlenir, otoritenin ve gücün perspektifiyle inşa edilir ve yönetilir. Kent her şeyden öte bir yaşam alanıdır. Yaşam alanı tarihin hiçbir döneminde sadece yeme, uyuma ve üreme gibi işlevlerle sınırlı kalmadı. Yaşam alanlarının tümü ideolojik ve pratik boyutlarıyla, yukarıdan aşağıya doğru inşa edildi. İnşa etmek, toplumsal, psikolojik, teknik, iktisadi yaşamı bir bütün olarak örgütlemektir. Bu nedenle insanlar mekanı yalnızca tecrübe etmiyor, aynı zamanda mekan aracılığıyla düşünüyor, hayal kuruyor ve yeniden inşa ediyor. Kentler insanların birçok ihtiyacını karşılayan amaçlı, çok yönlü toplumsal mekanlardır. Bir varlık olarak insan, biriktirme ve unutma ihtiyacının yanı sıra güvenliğe ve maceraya, sosyalleşmeye ve yalnızlığa, tatmine ve tatminsizliğe, dengesizliğe ve dengeye, keşfe ve yaratmaya, işe ve oyuna, söze ve sessizliğe de ihtiyaç duymaktadır. Tüm bu ihtiyaçlarla birlikte ev, konut, barınak ve daire, komşuluk, mahalle gibi çağrılara da kent yanıt vermiştir, hala vermektedir. Peki ne karşılığında? Bu soruyu akılda tutarak devam edelim.

 

  1. Görünmez Kentler

Yükseklerden bir şehri seyrettiğimiz zaman sokaklar, binalar, insanlar ve araçlar adeta bize kaos gibi görünür. Özellikle modern küresel kentlerde kesintisiz süren akışkan hareketlilik baş döndürücü. Neden bu kadar bina, bu kadar araç ve bu kadar insan var, bu insanlar her gün düzenli bir şekilde nereye gidiyor, nasıl anlaşıyor, nasıl bir arada yaşayabiliyor? Bir kaos olarak görünen kuşbakışı şehir portresi insanın sade zekasıyla anlaşılabilir mi? Bir kentsel düzen inşa etmenin ötesinde ona giden yolları anlamak ve açmak kritik bir meseledir. Şehirde kaos gibi görünen ama aslında belli bir düzen ve disiplin içinde işleyen akışı anlama çabamız bir mücadele, bir direniş biçimidir ve anlamlıdır. Bu konuda daha çok kafa yormak zorundayız. Bu yazının temel amaçlarından biri de ütopyalarımızdaki kente giden yola biraz daha ışık tutmaktır. Kent bize ne veriyor, bizden ne alıyor?

Bunu nasıl yapıyor?Kent olgusu bir kaos ve düzensizlik gibi görünse de özünde düzen kavgalarıyla şekillenir. Kentte kaotik ve düzensiz gibi görünen gündelik hayat aslında görünmez bir düzen ve disiplin ile işlemektedir. Bu akıl ve düzene yön veren güç kenti de yönetiyor. Bazen gündelik hayatın üzerine çöken hegemonyayı göremeyiz.

Rıza üreten bir mekan olarak kentler sömürüyü, eşitsizliği ve baskıyı görünmez kılan kozmetik formlar aracılığıyla makro düzene eklemleniyor. Harvey’in ifade ettiği üzere gündelik hayatın detaylarına odaklandığımızda yeniden üretim sürecinin nasıl gerçekleştiğini yalnızca süper marketteki alışveriş deneyimimizi kullanarak kavrayamayız. Örneğin lahananın üzerinde sömürü izi yoktur ya da Güney Afrika’dan gelmiş bir meyvede ırk ayrımcılığının tadını hissedemeyiz. Yüzeydeki görüntünün arkasına geçmek zorundayız.

Her şey yüzeyde göründüğü gibi olsaydı bilime ihtiyaç olmazdı der, Marx. Haliyle kentin yüzeyi ve içeriği arasındaki farkı görmek ve ayırt etmek politik, ahlaki ve entelektüel bir görevdir. Bu görev bizi geniş bir kent analizine; sermayenin nasıl kentleştiğine, kentin nasıl ve kimler eliyle inşa edildiğine, kentlere kimlerin hakim olduğuna, sermaye ve devlet yasalarının kentle ilişkisine ve en nihayetinde kentin bizden ne aldığına götürüyor.

 

  1. Bir Mekan Olarak Kent Ve Direniş

Mekan ve mekanın yönetimi olarak kent olgusu her zaman politik bir mesele olarak politika yapıcıların, sermayenin, devletin ve sosyal bilimlerin gündeminde yer almıştır. Ancak mekan olgusu yalnızca yeniden üretim güçleri tarafından değil direniş dinamikleri tarafından da oluşturulur. Kapitalist modernitede kentin egemenlerin eliyle birer hapishaneye çevrilmesi sürecine ilişkin analizimize direniş kavramını eklemeliyiz.

Mekanı kullanma özgürlüğünün kısıtlanması, tahakkümden kurtarılması ve yeni bir imajla yeniden kurulması birçok protesto hareketini de beraberinde getirmiştir. Özellikle batıdaki modern kentlerin kullanma özgürlüğünün sınırlanmasıyla, örneğin komün sırasında Paris’in merkezinin Hausman‘ın yaptığı düzenlemeler nedeniyle buralardan kovulan halk sınıfları tarafından yeniden ele geçirilmek için başlayan direnişler, yurttaşlık hakları için yapılan oturma eylemlerini ve “geceyi geri al” yürüyüşleri bu protestoların sadece birkaçı. Bu direnişler çok farklı zeminlerde, farklı öznelerle süregelmiş olsa da özünde aynı amaçlara dayanmaktadır; yani bugüne kadar devam eden bir sorun olarak kent yurttaşlarının kentin yönetimine, üretim ve karar süreçlerine doğrudan katılım hakkının savunulmasına. Mezopotamya’daki kent gerilimleri, Antik Yunan’da felsefe, mantık ve bilimsel direniş, Roma’daki kölelerin ve pleblerin kente dahil olmak için verdikleri muazzam direnişler, 1848 devrimleri, 1871 Paris komünü, 1968 gençlik, kadın ve ekoloji muhalefeti ve sonrasında gelişen toplumsal hareketlerin kahiri ekseriyeti kenti savunma, kente dahil olma amacıyla kent toplumu üzerinde süregelen tarihsel hegemonyanın gidişatına ihtar çekmiş devrimci momentlerdir.

Kentlerin oluşumunda, kölelerin, işçilerin, kadınların, yerli halkların ve moderniteyle birlikte toplumsal hareketlerin egemen kent aklına karşı direniş mecrasında buluşması ve kent hakkından toplumun payını alma mücadelesi, bize kentin toplumsallaşması iddiasında umudun hala bu dinamiklerde olduğunu hatırlatıyor. Kentlerin sahiplenmesi, politik ve ahlaki merkezler haline gelmesi kentin bu kurucu unsurlarının kent hakkı noktasında iradeleşmesine doğrudan bağlıdır. Dolayısıyla her kent analizi eleştiriyle, itirazla ve protesto ile kendine has perspektiflerle müdahale eden direniş dinamiklerinin katkısını göz ardı edemez.

 

Direnişin Bilinci

Egemen ideolojiler, egemen düzenin devamı için kendilerine göre hakim bilinç setleri oluştururlar. Hakimiyet kurmanın yollarından biri kendine göre kentler inşa etmek ve kentlere uydurulan bilinç setleriyle bilinci kentleştirmektir. Sermayenin ve bilincin kentleşmesini barbarlığa geçiş olarak görebiliriz. Sermayenin ve bilincin kentleşmesi kapitalizmin yaşaması ve deneyimi açısından merkezi bir yer tutuyor. Eğer kapitalizmin iç çelişkileri artık ağırlıklı olarak bu tür kanallarla ifade ediliyorsa, bu durumda kent sorunsalına çözüm olmak için devrimin kentleşmesini de politik stratejilerimizin odağına koymalıyız. O halde kentlerin bu bilincin yaratımları ve hegemonyasına karşı bir direniş mekanına çevrilmesi kaçınılmaz hale gelecektir. Tersi durumda gücünü kent sürecinin baharında sağlamlaştırmayan, çağdaş kent yaşamının sayısız yabancılaştırmalarından kurtulma yolu önermeyen bir siyasi hareket yenilgiye mahkum olacaktır. Uzun zamandır hayal edilen ve sık sık uğruna savaşların yapıldığı insana yaraşır bir kent deneyimi, her zaman mücadele etmeye değerdir. Dolayısıyla sol siyasetler, sosyalist hareketler orta ve uzun vadede kentlerin kapitalist moderniteden kurtuluşuna yönelik bir programa sahip olmalı ve bu program doğrultusunda siyaseti pratikleştirmeli.

 

  1. Sonuç: Bir Dünyanın Çöktüğü Kesin; Yenisi Doğuyor. Ne Yapmalıyız?

Makalemizi bazı önermelerle bitireceğiz.Şehir ve kır ilişkisi tarih boyunca dönemlere ve üretim tarzlarına göre derinden değişmiştir. Kimi zaman son derece çatışmalı, kimi zaman dingin ve işbirliğine yakın olmuştur. Sonuç itibari ile yaygınlaşan şehir kıra saldırır, onu kemirip ortadan kaldırır. Köylüler özgürlüklerini yitirerek kendilerini şehre uydururlar. Geleneksel köylü yaşamının ve tarımın dünya çapındaki krizi geleneksel şehrin dünya çapındaki krizine eşlik eder. Köy-kent dengesinin küresel ölçekte bozulması ve karşılıklı bağımlılık ilişkisinin yağmalanması tüm yaşamımızı tehdit edecek boyutlara ulaştı. Bu bozulma ve yağmalama pratiğinin arkasında kapitalizm, endüstriyalizm ve ulus- devletçiliğin mutabakatı vardır. kinci tarım-köy devrimi mümkün mü? Evet mümkün. Çoklu krizlerle kuşatılan 21. yüzyılda ikinci bir tarım-köy devrimine olan ihtiyaç hayati düzeydedir. İkinci bir tarım- köy devrimi olmadan su, gıda, iklim ve kent krizleriyle baş etmek sonuçsuz kalacaktır. Buradan hareketle birbiriyle uyumlu köy-kent yapılanmaları demokratik modernitenin yeni mimari yapısı ile inşa etme tahayyülü, önümüzdeki 20-30 yılın temel stratejik hedeflerinin merkezinde olmayı hak etmektedir. Tam da bu nedenle şehir-kır ilişkisi hiyerarşi ve sermayeden arındırılmalıdır. Şehir ve kır arasında barışçıl bir ilişki ağı kurulmalı. Şehir hakkı tanınmalı; yani merkezin ve merkezin hareketinden dışlanmama hakkı tanınmalıdır. Şehir hakkı birçok hakkı barındıran çatı bir hak biçimidir: Özgürlük hakkı, toplumsallık içinde bir iyileşme hakkı, habitat ve mesken hakkı, yapıt hakkı, katılım ve sahiplenme hakkı şehir hakkının içinde yer alır. Tüm yurttaşlar şehir hakkından faydalanmalı. Bu konuda yerel yönetimlerde ve parlamentoda gerekli yasal adımlar atılmalı. Şehir hakkı bilincinin gelişmesi kent yurttaşının sorumluluk hissetmesine ve kente katılımını artırmasına vesile olur.Bir şehir felsefesine her zaman ihtiyaç vardır. Platondan Hegel’e klasik felsefe açısından şehir kesinlikle ikincil bir tema ya da herhangi bir konu değildi; bundan çok daha fazlasıydı. Site ve şehir, filozoflar ve felsefe açısından basit bir nesnel koşul, sosyolojik bir bağlam, dışsal bir veri olmamıştır. Filozoflar şehri düşündüler, hissettiler, analiz ettiler, kendi hayatlarını şehre kattılar ve kavramsallaştırdılar. Çağımızın kentlerinin felsefeye ve filozoflara ihtiyacı var. Sokak buluşma, toplanma, konuşma, dokunma ve dayanışma mekanıdır. Sokak canlandırır. Sokaklar ortadan kaldırıldığında şehir bir mezarlığa dönüşür. Kent yaşamını sabit unsurları sokaklarda özgürleşerek merkezlere doğru akar. Sokağın ortadan kalktığı her yerde ciddi riskler barınır. Sokağın gücü ve hareketliliği şiddetin, hırsızlığın ve suçun önüne geçebilir. Sokak mekanı sahiplenir. Sokak sözün, kelimelerin ve işaretlerin mekanıdır. Sokak bir iletişim mekanıdır. Hakim kent ideolojisine karşı en büyük savunma mekanı sokaklardır. İktidarların kendilerini tehdit altında hissetmeleri durumunda ilk yapacakları şey sokaklarda gezinmeyi, toplanmayı, yürümeyi, dolaşmayı, hatta konuşmayı yasaklamak olabilir. İktidar sokağı sadece gücün ve sermayenin gösterisinin yapıldığı mekana dönüştürmek ister. Şehir ve sokak ilişkisi önemlidir; sokaktan yana bir kent tasavvurumuz olmalı, sokak savunulmalıdır.Kapitalist kentleşme yarattığı en büyük tehlike kent yurttaşının bilincinin kentleşmesidir. Sermayenin ve insan bilincinin eş anlı kentleşmesi ile yüzleşmek zorundayız. Bilincimizi kapitalist kentlere karşı korumanın yollarını bulmak zorundayız.Tüm kent ve devlet, sermaye ve iktidar odaklı mekan stratejileri red edilmeli, büyüme modeli durdurularak üretim başka amaçlara yönlendirilmeli.

Sonuç olarak; insanlık ancak çözebileceği sorunları önüne koyar, der Marx. İktidar dinamikleri siyaseti manipüle ederek çözümsüz sorunlar üzerinden oyunu kuruyor. Aslında çözümü kolay sorunlar vardır; çözümleri de dibimizde olabilir; fakat insanlar bu sorunları önlerine koymazlar. Bu yerleşik düşünme rejimini değiştirmeliyiz. Kentlerimizi tanımalı, sorunlarını bilmeli ve çözümünü bulmalıyız, kentlerimizin üzerindeki hegemonyayı kırmalı ve kentlerimizi toplumsallaştırmalıyız. Tarımın ve kırın sanayi ve kent odaklı baskılanmasını durdurmalıyız. Tarımın ve kırın korunması için baskıya, hiyerarşiye, ranta ve sömürüye dayalı şehircilikten insana yaraşır bir şehirciliğe giden yol haritasını çizme görevi için devrimci teoriye, tahayyül edilen dönüşümü gerçekleştirmek için de devrimci pratiklere ihtiyacımız var. İkinci bir tarım-köy devrimi mümkün. Antikapitalist, yeşil, eşit, özgür ve sömürüsüz kentler mümkün.

 

 

 

 

Yararlanılan kaynaklar ve okuma önerisi
  1. İdeoloji, Terry Eagleton, Ayrıntı Yayınları
  2. Tarihte Neler Oldu, Gordon Childe, Kırmızı Yayınları
  3. Ortadoğu’da Uygarlık Krizi Ve Demokratik Uygarlık Çözümü, Abdullah Öcalan
  4. Mekanın Üretimi, Henrı Lefebvre, Sel Yayınları
  5. Şehir Hakkı, Henri Lefebvre, Sel Yayınları
  6. Kentsel Devrim, Henri Lefebvre, Sel Yayınları
  7. Kent Deneyimi, David Harvey, Sel Yayınları
  8. Kentsel Heterotopya, Stavros Stavrides, Sel Yayınları
  9. Maddi Uygarlık: Gündelik Hayatın Yapıları, Fernand Braudel, İmge Yayınları
 
Bunları da beğenebilirsin

Yoruma kapalı.