Düşünce ve Kuram Dergisi

İdeoloji ve Kader

Murat Aslan

Bugün “bilinç” adına insana hükmettirilen şey, uygarlık tarihi boyunca merkezi hegemon güçlerinin oluşturduğu sahte, illüzyonist betimlemeler ve canlandırmalardır. Hemen her konuya dair senaryolar oluşturulmuş, bu senaryolar mitolojiden felsefeye teolojiden bilime dek birçok yöntemle birer film karesi haline getirilip bize izletilmiş ve bu illüzyonlar hakikatmiş gibi bizlere kanıksatılmıştır. Böylece bu senaryolar hemen her konuya dair bizim bakış açımız haline getirilmiştir. Bu yabancı bilinç hakikatten kopuk, anlamdan ve sorgulamadan oldukça uzaktır. Tam da bu saikle bugün insanlık anlamdan ve anlama eyleminin derinliğinden uzak düşmüş haldedir.

Anlam derinliği, bağlantılandırma ve boyutlandırma düzeyini ifade eder. Bilgi, olay ve olgular arasındaki ilişki ne kadar çok keşfedilirse, öznenin anlam derinliği de o düzeyde gerçekleşir. Ayrıca anlam derinliğinin gözlemciden bağımsız olarak, olgunun kendisiyle ilgili olan bir yanı da vardır ki bu da “hakikat potansiyeli” ve ilişki yoğunluğunun ve de boyut sayısının kendisidir. Yani bir olgu veya fenomen ne düzeyde bir hakikat potansiyeli taşıyorsa o düzeyde bir anlam derinliği taşır. Ama bu haliyle de ilişki ve boyut çokluğu aynı önemi arz etmektedir. Zira anlam tekillikten ve müzminlikten değil, yoğunluktan ve karmaşıklıktan doğar. Özetle, ne kadar çok mühteliflik, o kadar çok ilişki imkânı; ne kadar çok ilişki, o kadar çok anlam; ne kadar anlam, o kadar hakikat potansiyeli açığa çıkar. Anlamı hakikatin potansiyeli olarak değerlendiren Abdullah Öcalan, hakikati de söze ve yapılanmaya kavuşmuş “anlam” olarak tanımlar.

Anlamlama ve anlamak eyleminin bu temelde bir özdeşleşmeyi yaşadığını görüyoruz. Anlamak, olgunun ve-veya fenomenin hakikatini idrak etmeyi, bilince çıkarmayı, farkına varmayı ifade eder. Haliyle sezgisel, duygusal, analitik ve deneyimsel bir yönetimi elzem kılar. Bakılabilecek bütün boyutlardan bakmayı ve bu temelde bir çıkarsama yapmayı gerektirir. Yetkin bir anlama düzeyi, salt öznelcilikten, ön kabullerden ve tek boyutlu bakış açısından kurtulmayı gerektirir. İnsanı kendisine giydirilen yabancı benliği aşıp öz-benliği, yani hem tarihsel-toplumsal hakikatin bir yaratımı olarak mayalanan hem de kendi kendini oluşturan özgür varlığını açığa çıkardığı oranda, anlam ile bütünleşir. Bu sayede daha iyi duyumsamaya, gözlemlemeye ve hissetmeye başlar. Algıyı tekilciliğin yarattığı daracık alanın hepsinden kurtarmak da ancak bu temelde mümkündür. Aksi halde insanın gördüğünü, duyduğunu ve hissettiğini sandığı ve dolayısıyla anladığını zannettiği durumda aslında gerçekte yaşanan şey, insanın kendi dar penceresinin, kendi dar zihninde oluşturduğu algısal yanılsamadan başka bir şey olmayacaktır. Sübjektivizm ve egosantrik saplantıları da buradan doğar.

“Anladım” demek, kesinlikle “her şeyi anladım” demek değildir. Olay ve olguların özgünlükleri, yaşamın sonsuz renkliliği ve gerçekliğin her zaman birden fazla boyuta sahip olan anlamı “anlamak” eylemini hem boyut hem derinlik olarak sınırsızlaştırıyor. Bu bakımdan yetkin bir “anlamak” için ezber zincirini ve yöntem fetişizmini aşmak elzem bir hal almaktadır.

Anlamak bir taraftan egosantrik, salt öznel algı ve yargılardan ve de aynı biçimde mutlakçı-salt nesnelci algı ve yargılardan kaçınmayı gerektirirken, diğer yandan da özbilincin varlığını mecburi kılmaktadır. Özbilinç ve yabancı bilinç kavramlarına eğildiğimiz zaman kültür ve ideoloji kavramlarıyla karşılaşırız. İdeoloji mi kültürü doğurur yoksa kültür mü ideolojiyi doğurur sorusunun cevabı da hayli karmaşık ve muhteliftir. Öyle ki bu soruya verilecek cevaplar doğru olmalarına rağmen birbirleriyle tezatlık da oluşturabiliyorlar. Mesela her ideoloji yeni bir kültür hedefler. Ama aynı zamanda her kültür de maddi ve manevi boyutlarıyla (ama özellikle manevi boyutlarıyla) bir ideolojiyi ifade eder. Her kültür maddi ve manevi boyutlarıyla yaşam tarzını ifade eder. Ama ideolojinin de yaşama bakış olması nedeniyle nihayetinde bir yaşam tarzına karşılık geldiği söylenebilir. İkisi arasında, ilk bakışta anlaşılması zor olan şöyle ince bir fark vardır; ideoloji tasarımsaldır. Kültür ise tasarlanmadan da oluşabilme özelliğine sahiptir. İdeoloji de öncelikle bakış açısı oluşturulur, yaşam tarzı ise buna bağlı olarak geliştirilir. Kültürde ise (tasarımsal olmak zorunda olmadığı için) öncelikle yaşam tarzı gelişir, buna bağlı olarak da bakış açısı şekillenir.

Her ideoloji yeni bir kültür yaratmayı hedeflemese de yine de bir kültürün bağrında doğduğu için, kaçınılmaz olarak, bağrında doğduğu kültürün izlerini de şu veya bu düzeyde taşır.

Bu açıdan baktığımızda diyebilir ki ideoloji, kültür, bilinç (bakış açısı) eylem ve amaçtan oluşan bir “fikirler paketi” ile yaşam tarzı bütünlüğünü ifade eder. Kendini arayan ve-veya özgürlük erdemine göre yaşamak isteyen toplumsal insanın varmayı hedeflediği “kendisine münhasır bir yaşam ütopyası kurup bu ütopyayı gerçeğe dönüştürmek için özgürlük erdemine denk gelen ilkelerle izlediği teori ve pratiğin bütünlüğüdür, ideoloji. Ayrıca yöntem ve araçta bu bütünlüğün temel parçalarıdır. Bu bakımdan ele alındığında tam da Adorno’nun dediği “düzen kurucu faaliyettir ideoloji”.

Bir ideoloji açısından hedef önceden belirlenmek durumundadır. Hedefe doğru uzanan yol, yöntem ve araçlarda hedefin ve hedeften uzaklaştıktan sonrasının temsili (habercisi ve belirleyicisi) niteliğindedir.

İdeoloji de amacın toplumsal mı yoksa bireysel veya sınıfsal mı olduğu konusunda oldukça önemlidir. Zira bu durum ideolojinin karakterini, ideolojinin karakteri ise hem olumlu hem de olumsuz anlamda insanların (ana hatlarıyla) belirler. Toplumsal bir yaşam tarzının inşası ya da böylesi insanların arayışı ideolojilerle sağlanır. Söz konusu olan bu yaşam tarzları, kendilerini yaratan ideolojilerin ilke, yöntem ve araçlarıyla (hem olumlu hem de olumsuz yönleriyle) birebir benzerlik gösterirler. I. Wallerstein bir ideoloji, bir düşünceler ya da kuramlar kümesinden daha fazla şeydir. Ahlaki bağlılık ya da bir dünya görüşünden daha fazla bir şeydir. İdeoloji toplumsal alanda oldukça özel, politik sonuçlar çıkarılabilen tutarlı bir stratejidir derken bir yönüyle bu gerçekliğe değiniyor.

İdeoloji ve kader arasındaki etkileşim bağlamında ideoloji ile politika arasındaki güçlü ilişkiyi de görmek önemlidir. Her ideolojinin temeli bir felsefeye dayanır. Ancak her ideolojinin kendini söze, örgütlülüğe, eyleme ve yapılanmaya kavuşturması politika ile gerçekleşiyor. Haliyle her politik çizgi bir ideolojik perspektife dayanır. Politika bu sayede bir amaç kazanır. İdeolojisiz bir politika tarzı, politika adına politiksizliği ifade eder. Dikkat edilirse günümüzde ideolojisizleştirme ile politikleştirme iç içe geliştirilmektedir. İdeolojisiz bir toplum apolitiktir. Haliyle kendi yaşamını dileğince inşa etmede, geleceğini belirlemede aktif özne değildir. Aksine nesneleştirilmiş, iradesizleştirilmiş toplumdur. İdeolojisiz “politikada” egemen sınıfçılık, iktidarcılık, ailecilik, bireycilik gibi unsurlar başat öznelerdir. Bunların çıkarları politikaya yön verir. Bunun tam anlamıyla anti-toplumculuk olduğu açıktır. Ama aynı zamanda toplum karşıtı ideolojiler de vardır. Bunlar tabi anti toplumcu yüzlerini maskeleme ihtiyacı duyarlar. Bu tarzdan ideolojilere dayanan politika tarzları da, bahsettiğimiz ideolojisiz politika ile eşdeğerdir.

 

İdeoloji; Esasta Geçmiş ve Gelecek Tasarımıdır

İdeoloji sözcüğü tarihte ilk olarak 1735-1836 yılları arasında yaşayan Destutt de Tracy tarafından geliştirilip literatüre dahil edildi. Tracy’den önce idea ve loji sözcükleri elbette yoğunca kullanılmışlardır. İdea sözcüğü felsefenin temel kavramlarından olurken, loji sözcüğü ise bilimsel metotların temel kavramlarından başlıcası olmuştur. Tracy “düşünce, fikir” anlamlarına gelen “idea” sözcüğü ile “bilim, mantık” anlamlarına gelen “loji” sözcüğünü birleştirerek bir bilim felsefe sentezi yaratmıştır. Ancak bir bilim-felsefe sentezi olarak oluşturulmasına rağmen, ideolojinin bilim ve felsefeden daha fazla siyaset ve sosyoloji alanını etkilemesi dikkat çekicidir. Tracy’e göre ideoloji fikirlerin bilimi bilimlerin kraliçesidir. Fikirleri, düşünceleri inceleyen bilim dalıdır. Fakat kavram Tracy’nin çerçevesini aşarak salt bir bilim dalı olmanın çok ötesine geçer. Sosyoloji ve politikanın başat kavramı haline gelmesiyle birlikte 19., 20.ve 21.Yüzyılda dünya üzerinde esen bir umut rüzgarına dönüşür. Öyle ki çağa “ideolojiler çağı” adını verenlerin sayısı azımsanmayacak bir düzeye çıkar. Hiç şüphe yok ki tarihsel, toplumsal temelleri olmayan bir şeyin dünya çapında toplumları bu denli derinden etkileyip harekete geçirebilmesi zordur. Kaldı ki hiçbir şeyin yoktan var olmadığı gerçeği de günümüz bilimince ispatlanmıştır. Yani her ne kadar kavram ilk olarak Tracy tarafından oluşturulmuşsa da siyaset ve sosyolojide ifade ettiği anlam itibariyle ideolojinin Sümer Rahip Devletlerinin kuruluş süreçlerine de uzanan bir geçmişe sahip olduğunu belirtebiliriz. Sümerli Rahipler, tasarladıkları biçimiyle bir toplum yaratmak ve idare edebilmek için ideolojiyi geliştirmeye mecburdurlar. Bu amaçla tarih yorumunu ve politika biçimini yeni baştan yapmaları hayati bir görev olarak çıkıyordu karşılarına.

İdeoloji esasta bir felsefe-bilim-inanç-geçmiş (tarih) ve gelecek (tasarım) sentezidir. Birbiri ile bütün olan 3 temel ayak üzerinden örgütlenir. Bunlar teori (bilgi sistematiği), inanç ve eylemdir. Bu üç ayaktan herhangi birinin eksik olması halinde ideoloji ortadan kalkar. Örneğin yalnızca teori varsa ama inanç ve eylem yoksa ortaya kürsü felsefeciliği çıkar ki bu da Nietzsche’nin, Schopenhauer’ın ve Öcalan’ın çokça eleştirdiği gibi yalnızca lafazanlığı, oportünizmi geliştirir. Sadece inanç varsa ve öbürleri yoksa gelişecek olan şey bağnazca bir kulluktur. Neye hizmet ettiğini bilmeyen bir eylemselliktir. Hakeza yalnızca eylem varsa, ama teori ve inanç yoksa insan ya hamallaşır ya da yalnızca emir-komuta ile hareket edebilen bir askere dönüşür. J.P Sartre’ın dediği üzere uzağa bakma komutu aldığı için uzağa bakan ancak hiçbir zaman uzağı göremeyen bir askerlik halidir bu. Özcesi İnsan Bilmeli, Bildiğinde İnanmalı, İnandığını Yapmalı!  İşte bu kıstas ideolojinin ve ideolojikleşmenin temeli olmaktadır.

Peki tüm bilinenler, inanılanlar ve bu temelde yapılanlar hakikati temsil ederler mi? Bu sorunun cevabını biraz irdelerken ideolojilerin yapısı çıkıyor.

A. Öcalan “manevi kültür gücü olarak ideolojisiz toplum olamaz. İdeoloji zihniyetle bağlantılı olmakla birlikte, farklı bir kavramdır. Hayvanların hatta bitki ve atomların da zihninden bahsetmek mümkündür. Ama ideoloji insan toplumuna özgüdür. Görevi esas olarak yaşamı anlamlandırma ve düzenlemektir. Bu anlam ve düzenlemeler olmadan toplum ayakta kalamaz, dehşete düşer. İdeoloji bu nedenle hayli ilginç bir sorundur (…) insan toplumu ideolojiyle çok esnek bir doğa olarak biçimlendirmeye, özgürleşmeye yakındır. Ama bu özelliğiyle köleleştirmeye de yakındır. Hem sorun çözücü hem de sorun kaynağı olması, yapılanmasıyla ilgilidir” diyor. Aynı zamanda “her ideoloji bir felsefeye dayanır” demekle de ideolojilerin yapısını anlamak için kendilerine kaynaklık eden felsefelerin incelenmesi gerektiğine işaret eder.

Felsefe bir taraftan anlam arayışını sorgulamayı ifade ederken öbür taraftan da erişilen anlama dayalı olarak şekillenen bakış açısını, yorum biçimini ifade eder. Nedir felsefenin amacı? Bana göre felsefe, iç içe geçen üç aşamalı bir amaca sahiptir. Birinci amacı doğruluk ve hakikat temelinde özgür, demokratik bir sosyal yaşam geliştirmektir. Ancak böyle bir sosyal yaşamı geliştirmek için güçlü ve hakikatli bir politik bilince ve politika tarzına ihtiyaç vardır. Doğru bir siyaset tarzı geliştirebilmek için de öncelikle siyaset denilen şeyin kendisini iyi kavramak gerekiyor, ayrıca felsefeden siyasete giden yolda ideolojiyle karşılaşır insan. Haliyle felsefenin ikinci amacı siyaset felsefesi geliştirmek oluyor. Ancak hakikatli bir siyaset felsefesi geliştirebilmek için her şeyden önce doğru bir varlık tanımı, varoluş izahı yapmak gerekmektedir. Haliyle felsefenin üçüncü amacı varlık felsefesini geliştirmektir. Bu sayede varlık felsefesi hayati bir önem kazanarak felsefenin temel konusu haline gelir. Alain Baudelair “siyaset, felsefe ve demokrasi birbirini koşullar” derken yukarıda dile getirdiğimiz üç amaca dikkat çekmektedir. Varlık felsefesinden tarih felsefesine, tarih felsefesinden de siyaset felsefesine gidilir.

Varlık felsefesi ile doğru, ikna edici bir varlık tanımı ve varoluşun nasıllığının cevabı hedeflenir. Şüphesiz ki “Tanımlama” “Tanımlananın” nesnel yapısına (buna Kant’ın tabiriyle Kendinde-şey de diyebiliriz) rahmen her zaman öznel bir muhtevaya sahip olduğundan (çünkü kendinde-şey kesin olarak değil, ancak olasılıksal olarak bilinebilir.) onun üzerinden geliştirilecek olan siyaset felsefesi kesinlikçi, mutlak-nesnel tahliller yapmaya çalışmak yerine, olgunun nesnel hakikatine de ters düşmemeye çalışmak kaydıyla kültürel bağlamda öznel tahliller geliştirmek durumunda kalır.

Varlığın tanımlanmasıyla beraber geliştirilen bütünsel tanımlamaya dayalı olarak politika tanımlamasına ve özellikle de “nasıl bir politika?” sorusunun sorgulanmasına gidiliyor. Bu soruya verilen cevaba göre bir sosyal yaşamın geliştirilmesi hedefleniyor. Şunu belirtmek gerekir ki siyaset felsefesine yön veren varlık tanımının doğruluğu ve-veya yanlışlığı, geliştirilmesi hedeflenen sosyal yaşam açısından hayati bir öneme sahiptir. Daha da önemlisi şudur ki, varlığa getirilen tanım ve varoluşun nasıl gerçekleştiğine verilen cevaplarda bilinçli olarak pekala saptırmalara gidilebiliyor. Böylece sapkın, anti-toplumcu ideolojilerin gelişmesinin ve kabul görmesinin zemini hazırlanmış oluyor. Öcalan’ın, ideolojinin en az özgürlük kadar köleleştirmeye de yatkın olduğunu söylerken kastettiği gerçeklik işte budur. Köleliğe razı gelen, kulluğu özümseyen bir sosyalite geliştirilmek istendiğinde iktidarcı, sınıfçı, cinsiyetçi bir ideoloji gerçekleştirilir. Varlığın tanımı buna göre yapılır. Varlığın tanımı ve varoluşun nasıl gerçekleştiği konularında müthiş bir çarpıtma, saptırmak yapılır. Bunun üzerinden olumsuz gelenekler ve kültürler yaratılır. Hangi ideolojinin varoluşu nereden başlattığınız, varoluşun tarihsel serüvenini nasıl anlattığınıza bakılırsa bu konu daha iyi fark edilecektir.

Devletçi uygarlık mitolojisinde insanın varoluşu Tanrının ‘dışkısına’ dayandırılır. Bunun üzerinden bir algı ve inanç oluşturulur. Varlık olarak insan Tarının ‘dışkıs’ından oluşmuşsa, onun açısından kulluk sadece reddedilemez bir kader değil, aynı zamanda bir şereftir. Her şeye muktedir bir Tanrı karşısında, onun dışkısından yaratılmış olan insan “Hiç” ten başka nedir ki? Hiçliği kabullenmek, değer bilincini yitirmekle başlar. Öyle ya, dışkıdan yaratıldığına inandırılan insan kendisi için hangi değerden bahsedebilir ki? İnsanın kendine karşı yaşadığı değersizlik hali onur duygusunu yitirmesine yol açar. Onur duygusunu yitiren insan bütün erdemlerin anası olan özgürlük erdemini de yitirir. Çünkü değer ve irade eşdeğerdir. Haliyle değer yitimiyle irade yitimi de birbirini koşullar. Böylece söz konusu mitolojiyi yaratanlar amaçlarına ulaşmış olurlar. Kulluğu kader olarak kabul eden insan aslında Tanrı ve zillullah (Tanrının gölgesi) karşısında hiçliği de kader olarak kabul etmiş olur. Kader olarak kabul edilen kulluk devletçi uygarlık toplumunun yeni sosyal yaşam biçimi olur.

Varlık olarak kadın, Tanrının dışkısından yaratılan erkeğin kaburgasının en değersiz yerinden yaratılmıştır bu ideolojiye göre. Dolayısıyla kadın erkeğin değersiz bir uzvundan başka nedir ki? Dikkat edilirse buraya kadar anlattıklarımdan ideolojilere içerilmiş derin bir psikoloji ile karşı karşıyayız. Yeni “kulcu” sosyal yaşamda kadına biçilen rol erkeğe nazaran iki kat derin bir “hiçlik” tir: Birincisi tanrı ve zillullah (iktidar, devlet, sınıf) karşısında yaşadığı hiçlik; ikincisi ise kendisi de “hiç” olan erkeğin karşısında yaşadığı hiçliktir. (Hiçliğin karşısındaki hiçlik!). Yaklaşık beş bin yıldır süregelen bu ideolojik-algısal yönelim hem kültürel hem de zihinsel kodlara büyük oranda egemen olmuş durumdadır. Dolayısıyla liberallerin uydurduğu gibi doğduktan ve belli bir yaşa geldikten sonra kendi irademizle tercih ettiğimiz anlayışlar değildir. Biz doğarken bu kodların içine düşüyoruz. Bugün kadın olsun erkek olsun hemen herkes erkekçilik ideolojisinin kodlarıyla şu veya bu düzeyde donatılmış durumdadır. Niçin “kadın cinsiyetçiliği” veya “erkek cinsiyetçiliği” değil de “toplumsal cinsiyetçilik” olarak tanımlıyor erkekçilik ideolojisinin düzenini? Zira söz konusu ideoloji tüm toplumu hedeflemekte ve toplumsal mühendislik kapsamında şekillendirmeye çalışmaktadır. Bu kodların içine doğuyoruz. Bu odlarla şekillenen ve derinleşen geleneklerin ortasında buluyoruz kendimizi. Bu bağlamda toplumsal cinsiyetçilik temelinde kadına ve erkeğe biçilen roller “kader” haline gelmektedir. Erkekçilik ideolojisi bu kadar kanıksanmasını sağlayan ideolojidir. Erkekçilik ise geleceğin kutsalı, ideolojinin temel ülküsüdür.

Bildiğimiz kadarıyla “toplumsal cinsiyetçilik” kavramı sosyolojiye ilk olarak Ann Oakley ile girer. Oakley toplumsal cinsiyetçiliğin biyolojik kodlarının olmadığını, haliyle toplumsal cinsiyetçi rollerinin biyolojiyle izah edilmeyeceğini ileri sürer. Ona göre toplumsal cinsiyetçilik bir kültür meselesidir.

 

Mutlaklaştırılan Kader İnancı Kaçınılmaz Mı?

Kültür ile ideoloji arasındaki sıkı ilişkiyi bu yazımızda görünür kılmaya çalıştık. İdeolojinin kültür, kültürün de ideoloji oluşturabilme özelliğine değindik. Haliyle Oakley’in burada “kültürel bir mesele” olarak ifade ettiği toplumsal cinsiyetçiliğin gerçekten de kültürel bir mesele olduğunu kabul etmemiz halinde, onun aynı zamanda ideolojik bir mesele olduğunu da kabul etmemiz gerekir. Bu ideolojinin erkeklik olduğunu fark etmek işten bile sayılmaz. Bu ideoloji de yaratılan kültürü bugün maalesef toplumsal yaşamın neredeyse her alanında görmek mümkündür. Çocuk henüz anne karnındayken erkek mi yoksa kadın mı olacağı büyük bir merak konusu olur, erkenden öğrenilir. Henüz çocuk doğmadan onun için, cinsiyetine göre bir gelecek tasarlanır. Maddi imkanı el veren aileler, henüz doğmamış çocuk için özel bir oda hazırlarlar. Oda çocuğun cinsiyetine göre hazırlanır. Elbise ve oyuncaklar da cinsiyete göre seçilir. Bu şekilde erkeğe yüce, kadına mahsence bir dünya hazırlanır. Richard Leuan’in “bir kişinin kendi kimliğini birincil olarak kadın ya da erkek diye belirlemesi, bu belirlemeye eşlik eden tutum, düşünce ve isteklerin toplamıyla birlikte bu kişi çocukken hangi kimliğin yüklendiğine bağlıdır” der. Leuan’in bu tespiti Oakley’in toplumsal cinsiyet kodların biyolojik değil, kültürel olduğu yorumuyla paraleldir. Ancak Leuan’in aynı zamanda “yüklenen bir kimlik”ten bahseder. Gerçek anlamda bir kimlik dışardan yüklenmez, kişi kendi yaratır. Ama eğer bu insan ya da topluma dışardan kimlik yükleniyorsa, bu bir yabancılaşmayı, öz kimliğini yitirmeyi, kendi olmaktan çıkarmayı ifade eder. Kendine yabancılaşan insan, dışarıdan yüklenen yeni kimliğe göre form tutar. Yaratıcısının istediği gibi davranır. Yabancı kimlik yabancı ideolojiyle yüklenir. Böylece yaratıcısının onun için yazdığı yazgısının farkına bile varmadan boyun eğer.

Kader olarak bellenen bir durum, kanıksanan, boyun eğilen bir durumdur. Kadın erkekten daha değersiz olduğunu bu ideoloji yüzünden kanıksamış durumdadır. Erkekte kadından daha değerli olmasını kendi kaderi olduğuna yanı ideolojiyle inandırılır. Söz konusu ideoloji topluma hakim hale getirildiğinden dolayı toplum erkek ve kadından kendilerine yüklenen kimliğe göre davranmalarını bekler ve hatta bunun için baskı yapar. Öyle ya, biz “kız kardeşlerimizden daha değerli olduğumuz” yanılgısına, annelerimizin her gün bize kurban etmesi ve babalarımızın da bizleri onların başına amir olarak tayin etmesiyle düştük! Bize yüksek imtiyazlı kız kardeşlerimize tavizsiz yaklaşımlarıyla edindik bu yanılgıları. Kız kardeşimizle her kavga ettiğimizde, annelerimiz haklı-haksız demeden kız kardeşlerimizi peşinen suçlu ilan ederlerdi. Oysa çoğunlukla haksız olan biz erkek kardeşlerdik. Çünkü üstünlüğümüzü zorla kabul ettirmeye çalışırdık. Hem Kuran’da bile “erkekler kadınlardan bir derece daha üstünler” diye yazmıyor muydu? Anne ve babalarımızı asla suçlayamayız. Çünkü, gelenek böyledir. Onlara böyle davranmaları gerektiği, bunun kader olduğu kanıksanmışıtır, acımasız ve hakikatsiz bir kader onlarda aynı “kader”in kurbanıdırlar.

Tanrının dışkısından veya en iyi ihtimalle çamurdan ve Tanrı babanın üfürüğünden ve tükürüğünden yaratıldığına inanan bir erkek ve bu erkeğin kaburgasının en pis yerinden yaratıldığına inanan bir kadından oluşan toplum, kendi varlığının kaynağının buraya dayandığı müddetçe yaşadığı hiçlik cehennemini kaderden başka neyle izah edilebilir ki? Yaşadığı her mezalimin ezelden yazılmış olan kaderinin kaza olunması olduğuna inanan bir insanlık, kendisine yaşatılan yanlışlıllara nasıl “DUR!” diyebilir ki? Öyle ya, “Ne eylerse mevlam eyler, mevlam ne eylerse güzel eyler!”

Kader inancının doğuşuna kaynaklık eden şey büyük ihtimalle “Felek” inancıdır. Feleğin bir anlamı Gökyüzü iken diğer ve konumuzu ilgilendiren anlamı ise gökyüzündeki yıldızların ve diğer gök cisimlerinin insanın kaderi üzerinde yarattığı etkidir. Bu saikle baht, şans gibi analamlarda da kullanılır. Bu sebeple felekin kadere hakim olan talih olduğuna inanılmıştır. Bilindiği üzere eski zamanlardan beri gökyüzündeki olayların yeryüzünü yakinen etkilediğine inanılmıştır. Bu inanç tümden asılsızVV olmayıp abartılı yanlarına rağmen uzun bir zamana yayılan bir gözlem gücüne ve deneyimine dayanmaktadır. Bilinen en eski yapı olan Xravreş (Göbeklitepe)’in de yıldız takımlarına öykünerek yapıldığı kabul edilir. Binlerce yılın gözlemi sayesinde artık gökyüzünde ki olaylar takip edilerek mevsimsel döngüler, iklim durumu, karanlık, verimlilik, sel vb. afetler nehirlerin taşması ve suların çekilme süreçleri öngörülebilir olmuştur. Toplumların binlerce yıllık gözlemlerinden damıtılmış olan bu bilgileri çok daha yetkince sistematize edilip derinleştirilen Sümerli rahipler bu bilgileri “Kehanet” gibi sunmuşlardır.

Kehanet, gaipten haber almak anlamına gelir. Gaip ise Kürtçeye “Xeyb” Türkçeye “kayıp” olarak geçen gözle görülmeyen alem anlamına gelir. Kehanet bildiren rahip “kahin” (gaipten haber veren) olarak kabul edilecektir. Gaipten haber veren rahip (xahin) elbetteki gaip aleme gidebiliyor ve gaipten birileriyle görüşüyor olmalı, Zigguratın en üst katı (içinde tanrının bulunduğu ve yanlızca baş rahibin çıkabildiği kat) tamda buna göre tasarlanmış rahip Zigguratın en üst katında gaip aleme geçer. Orada tanrıyla buluşur. Söz konusu kehanetler kendisine Tanrı tarafından bildirilir. Böylece rahip artık tanrının elçisidir, sözcüsüdür ve temsilcisidir. Onun ağzından çıkan her söz tanrının sözüdür. Rahibin sözüne uymak, ona biat etmek Tanrı’ya biat etmekle eş değerdir.

Felek inancında gökteki olayların yerdeki olayları etkilediğine inanılsa da henüz mutlak bir belirlemecilik (kadercilik) inancı yoktur. Gökteki olayların yeryüzündeki olaylara etkisi doğayla sınırlıdır. İnsan üzerindeki etkisi de doğrudan olmayıp doğa aracılığıyladır, yani dolaylıdır. Bu inanç zaman içerisinde, yerdeki düzenin de gökteki düzene göre oluşturulması gerektiği inancını doğurmuştur. Haliyle xiravreşk başta olmak üzere Neolitik dönemde inşa edilen yapılar çoğunlukla bu inanç temelinde tasarlanmıştır. Ama yine de Felekten doğan belirlenimecilik ile canlıcılıktan doğan belirsizlik iç içedir. Daha sonra iktidara, ataerkil uygarlığa geçişle beraber, Felek inancı hayatın her alanına indirgenir ve yukarıdaki düzen de Tanrıya bağlanır. Böylece artık tanrı aşağıdaki herşeyi belirler hale gelir. Tam olarak kader inancına geçilir.

Kader şöyle tanımlanır; alın yazısı! Yani her şeyin ham varoluş biçimi hem zamanın hem de tüm karar ve davranışlarının tanrı tarafından ezelden beri hükmedilmesi, dolayısıyla yine onun tarafından önceden bilinmesi ve belirlenmesidir. Herşeyin önceden Tanrı tarafından kararlaştırılıp anlına yazılmasına kader denilirken, bu hükümlerin gerçekleşmesi durumuna da kaza denir. Dinde “kaza ve kader cenabı hakkın takdiri ve bu takdirin olay şeklinde ortaya çıkışıdır” denir. Kazaya ve kadere inanmak imanın altı temel şartından biridir. Felek inancından kader inancına geçişle beraber insanların gözleri de ideolojik argüman ve yöntemlerle Felekten (gökleri gözlemlemekten) Zillullah’a (Tanrının yeryüzündeki gölgesi olan Rahibe, iktidara) dönderilmiştir. Bu durum, uzun zaman içerisinde, insanların, gözlem gücünü önemli oranda yitirmesine yol açmıştır. A. Öcalan “Gözlem gücünün kaybı uygar toplumun sorunudur” derken bu sürece dikkat çekmektedir. Hermetik, Zerdeşti ve uzak doğudaki Budizm, Taoizm gibi inançlarda hala Felek inancı ile özgür irade inancı iç içe yaşanırken, İbrahimi dinlerde kader inancının katı, mutlak bir hal aldığını, özgür iradenin tümden reddedildiğini görmekteyiz.

Ortadoğu’daki Zerdeşt-komünalist mezhepler ve Avrupa’daki hermetik mezhepler ve tarikatlar acımasız bir şekilde kırımdan geçirilince Felek inancı ile iç içe olan özgür irade inancı da önce Ortadoğu’da sonra Avrupa’da zihinlerde iyice silinmeye başladı. Kader imalatının ilk olarak Ortadoğu’da (Güney Mezopotamya) yapılması ve oldukça uzun bir zamana hükmetmesi, onu inançta ve haliyle zihinlerde çok daha sarsılmaz bir hale getirmiştir. Kader ile beraber insan kulluğa, köleliğe her türlü istismara “Razı” edilmiştir. Bu anlamda kader inancı, ideolojisiyle beraber bir “Rıza İmalatı” dır. Wilhelm Reich tam da bu konuya dikkat çekmek için, Dinle Küçük Adam! adlı kitabında, bu durumu çok iyi görünür kılan bir resim çizer ve altına da son derece çarpıcı bir not düşer. Resimde kocaman genişlikle bir masa vardır. Masanın üzerinde muhteşem bir ziyafet ifade eden her türlü yiyecekten bol bol vardır. Masada sadece bir tek adam vardır. Masanın baş köşesine kurulup tek başına tüm bu ziyafeti götüren zengin adamın fil kadar büyük de bir göbeği vardır. Onun hemen yanı başında, zayıflıktan kırılmak üzere olan hizmetçi bir adam elinde havlu ile ayakta (efendisinin olası bir emri için) öylece beklemekte ve izlemektedir. Bu resmin altındaki notta şöyle yazar Wilhelm Reich; “Eğer kader inancı olmasaydı, hiçbir güç bu zayıf adamı şu şişman adam karşısında bu şekilde durmaya ikna edemezdi.”

Mutlaklaştırılan kader inancı kaçınılmaz olarak “kötülük sorunu” konusunda hep bir kuşku uyandıra gelmiştir. Madem ki her şey Tanrının emri ile oluyor, madem ki insanın hiç iradesi yok, tercih hakkı yok, o halde insanın işlediği kötülükler nedeniyle cehenneme atılması veya sevapları sayesinde cennete gönderilmesi adaletsizlik değil midir? Çünkü kaza ve kadere göre her şey Tanrının emri üzerine gerçekleşir. Dolayısıyla kimin kötülük yapacağına kimin iyilik yapacağına karar veren Tanrıdır. Tanrının emri üzerine kötülük yaptığı için nasıl olur da bir insan cehennem ile cezalandırılabilir? İşte bu durum Tanrının adaletini sorgulatmış olmuştur. Kader imalatçılarının başı bu soruyla beladadır. İslam teologları bu soruna bir çözüm bulmak için mutlakçı kader anlayışında bir esnetme yapmanın zorunlu olduğunu fark ederek kaderi “külli irade” ve “cüzi irade” biçiminde yeniden yorumlamışlardır. Buna göre külli irade tanrının iradesidir. O, büyük iradedir. Olayların büyük çoğunluğuna karar verendir. Cüzi irade ise insan iradesidir. Sınırlı bir iradedir. Cehennemi göze almak şartıyla kötülük yapabilme yetkisini içerir. Böylece kötülük sorunu insan iradesine bağlanır ve Tanrının adaletinin tartışılmazlığı güvenceye alınır. Fakat sorun şu ki, İslam teologlarının bu çözümüne rağmen Ortadoğu’da kader inancı yine de mutlak sınırlarında seyretmektedir.

Eğer her şey Tanrıdan var olmuşsa o zaman kötülük de tanrıdan var olmuştur. Şayet öyleyse o halde tanrı mükemmel ve kusursuz olamaz. Ama eğer Tanrı mükemmel ve kusursuz ise o halde kötülük Tanrıdan olmaz. Nu durumda, yani eğer kötülüğü Tanrı yaratmamışsa, o halde her şey Tanrının iradesiyle gerçekleşmiyor. Hem Descartes hem de Leibniz Tanrı’nın mükemmelliğine halel getirmemek için kaderi esnetmeyi tercih ederler. Tanrı mükemmel ve kusursuzdur. Kötülük tanrıdan değildir. İnsanın kötülük yapma iradesi vardır. Kötülük insanın kendi iradesiyle yaptığı bir şeydir. Bedeli cehennem olsa da insanın nihayet kader imalatçıları karşısında kazandığı “kötülük hakkı” asla basite alınamaz. Zira o mutlak kadere açılan bir gediktir.

Bu gediği onarmak için kader imalatçıları bu defa bilimden medet ummaya başladılar. Felsefe de şansını kaybeden Fatalizm(kadercilik) bilimde Determinizm(belirlemecilik) ile kendini yeniden hakim kılmanın arayışlarına girdi.

Belirlemecilik yeryüzündeki bütün olayların, hatta evrendeki bütün olayların daha önce gerçekleşmiş olan başka olayların zorunlu sonucu olduğunu savunur. Ona göre her şey neden sonuç ilişkisinin zorunlu sonucu olarak gerçekleşir.

Galileo Galilei(1564-1642) Aristoteles’in gökteki ve yerdeki devinimlerin birbirinden bağımsız gerçekleştiği iddiasına karşı çıkarak evrensel devinim konusunda mekanist (düzenekçi) anlayışın temellerini atar. Galilei’den etkilenen Isaac Newton (1642-1727) keşfettiği kütle çekim kuvvetinden de yararlanarak Galilei’nin mekanizmasını tüm evrene indirgeyerek, bütün evrenin dev bir saat gibi mekanik bir işleyişe sahip olduğunu savunur. Bütün evrenin dev bir mekanik saat olması demek her şeyin kusursuz bir yerel nedensellik zinciri şeklinde gerçekleştiği anlamına gelir. Bu arada Newton’un Tanrısı da artık metafizik değil, profesyonel bir fizikçi ve matematikçidir. Evreni de fizik ve matematik ilkelerine göre yaratmıştır. Newton’un mekanik evren anlayışı bilimsel belirlenimciliğin temel kaynağı olur. Bu konuda Newton’dan yoğunca etkilenen Fransız matematikçi ve gökbilimci Pierre-Simon Laplace (1742-18271) Bilimsel Determinizmin ve olasılık biliminin temelini atar. Laplace’a göre evrenin şu anki durumu bir önceki durumunun kaçınılmaz sonucudur. Haliyle evrenin bir sonraki durumu da şimdiki durumunun kaçınılmaz sonucu olacaktır. O halde verenin şimdiki halini her açıdan tam belirlersek onun bir sonraki durumunu ve hatta ondan sonra ki bütün durumlarını kesin olarak bilebiliriz. Parçacık fiziğinde başlangıçta Determinizmin etkisiyle bir parçacığın konumunun ve hızının aynı anda belirlenmesi halinde, parçacığın sonraki hareketlerinin de bilinebileceğine inanırdı. Bazıları kendilerini bu fikre o kadar kaptırdı ki, sayısız deneyler yaptılar. Newton ve Laplace’ın bu evren tasvirinden etkilenen Amerikalı pragmatist William James(1842-1910) evren için “Demirden evren” tanımlamasını yapmaktan alamadı kendini.

Modern-bilimsel kadercilik olan determinizme ilk darbe 1925-26 yıllarında Werner Heisenberg’den geldi. Heisenberg’in bir parçacığın konumunu kesin olarak bildiğimizde hızını; hızını kesin olarak bildiğimizde de konumunu hiçbir zaman kesin olarak bilemeyeceğimizi deneylerle ortaya koydu. Parçacığın konumunu ve hızını aynı anda kesin olarak bilemeyecek olmamız belirsizliğin, Laplace’nin sandığı gibi cehaletten kaynaklanmadığını, varlığın doğasına özgü bir ontolojik özellik olduğunu ifade eder. Böylece belirsizlik ilkesi kuantum fiziğinin beş temel ilkesinden biri olarak kabul edilir. Determinizme karşı indeterminizm(belirsizlik) genel bir kabul gördü.

Bilimsel kadercilik olan determinizme ikinci darbe Aspect deneyleriyle ünlü olan Alain Aspect’ten geldi. Aspect, birbirinden uzak iki parçacığın “aynı anda” birbiriyle etkileşebildiklerini kanıtladığında, her olayın illa yerel bir nedenselliğe dayandığı tezi de çürümüş oldu.

Üçüncü darbe ise kaos teorisinden geldi. Kaos teorisine göre “küçük bir girdi devasa büyüklükte bir çıktıya dönüşür.” İste şu meşhur “Çin’de bir kelebeğin kanat çırpması Amerika’da fırtınaya yol açabilir” esprisi bunu anlatır. Buna kaos denilir. Kaos teorisi bırakalım kesin bir belirlenimciliği, tahminleri bile altüst etme özelliğine sahiptir. TV’lerde izlediğimiz hava durumu spikerlerinin genelde kesinlikçi bir üsluptan kaçınır “bekleniyor”, “tahmin ediliyor” gibi ihtiyatlı sözlükler tercih etmelerinin nedeni budur. Çoğu kez hava tahminlerinin doğru çıkmadığına tanık olmuşsunuzdur. Zira kaos tahminleri de altüst edebilir, olağan akışın seyrini değiştirebilir.

Sonuç olarak; teolojideki adıyla kader, felsefedeki adıyla fatalizm, bilimdeki adıyla determinizm kendilerini yaratan ideolojilerle beraber ciddi darbeler aldılar ve kaybetmeye başladılar. Kaderciliğin ve ona yol açan erkekçilik ideolojisinin ilk doğduğu yer olan Mezopotamya’da bugün kadın kurtuluş ideolojisi temelinde özgür yaşam yeniden inşa ediliyor. Ve tüm dünya halklarına umut ışığı oluyor…

 

 

 

Bunları da beğenebilirsin

Yoruma kapalı.