Düşünce ve Kuram Dergisi

Toplumsal Sistemin Gücü, İdeolojik Kimlikle Bağlantılıdır

Ali Fırat

Tarih kapsamlı gözlemlendiğinde, toplumsal birimlerin kuruluş ve çözülüş süreçlerinde, ideolojik kimlik oluşturma ve yaymanın belirleyici role sahip olduğunu tespit etmek zor değildir. Hem toplumsal geçmişin hafızası, hem de gelecek ütopyanın tasarımları olarak ideolojik kimlikler, toplumun beyni olarak işlev görmektedir. Her canlı varlıkta beyinleşme yaşamın yönetim gücü iken, organlar daha çok yaşamın işçi gücüdürler. Değişik bir biçimde de olsa toplumsallık, bir varlık olarak şekillenince, beyin sorunu ortaya çıkar. Bunun adına ideolojik varlık kazanma demek, doğru bir tanımlamadır. Toplumsal oluşumda beynin oluşumu, bir üst yapı kurumlaşması olarak değerlendirilirken, üretim araçlarının temel rol oynadığı ekonomik kurumlaşma, alt yapı; el ve ayak olarak adlandırılmaktadır. Başat olanın ve öncelik taşıyanın ideolojik üst yapı olması, bu nedenledir. Toplumsallığın kendisi, âdeta uykudan uyanan ve sürekli çalışan bir düşünce sistemini mümkün kılmaktadır. Düşüncedeki sürekli çalışma halinin, karşılıklı olarak beyinsel gelişmeye de yol açması evrim gereğidir. Uzun süre gerektirse de aktif toplumsal yaşam, ideolojik yapılanma ve değişimi geliştiren esas etkendir.

1. İdeolojik kimlik, 2000’li yılların ideolojik kimliği olarak, hem klasik kapitalizm uygarlığının, hem reel sosyalist uygulamalarının temellerindeki felsefeyi aşarak şekillenecektir. Kapitalist sistemin süreklilik kazanan bunalımı, ne faşist restorasyon modelleriyle, ne de reel sosyalist biçimlerle aşılacak durumdadır. Savaşlar, devrim ve karşı-devrim uygulamaları bunalımı daha da derinleştirmiştir. Bunda, ideolojik kimliğin teknik seviyeyi esas almaması ve doğuşunu gerçekçi kılmaması temel belirleyici etken olmaktadır. Hem faşist ideolojik kimliğin, hem reel sosyalizme yol açan ideolojik temelin yenilgisi, bu hususta iki önemli kanıtlayıcı örnektir. Ortaya çıkan sonuç, ideolojik kimliğin yeniden doğuşunun kaçınılmazlığıdır. Sorun ne teknik ne de ekonomik, sosyal ve siyasal koşulların olgunlaşması veya çürümesiyle ilgilidir. Tüm alanlarda olgunlaşma ve çürüme fazlasıyla yaşanmaktadır. Daha da önemlisi, yeni doğuşlar için teknik temel ve ideolojik birikimler, hiçbir dönemle kıyaslanmayacak kadar elverişlilik arz etmektedir. Diğer bir deyişle, yeni tarihsel çıkış için objektif koşullar; gerekli olgunluğu ve çürümeyle birlikte çıkış için önemli ipuçlarını birlikte yaşamaktadır. Sorun, ideolojik kimliğin doğru ve yetkin belirlenememesinden kaynaklanmakta; zihniyet ve ruhsal yapıdaki parçalanma, yenilgi, teslimiyet ve yozlaşmadan ileri gelmektedir. Dolayısıyla çözümlenmesi gereken ilk iş, zihniyet ve ruhsal yapıda ideolojik kimliğin bütünlüklü, yenmesini bilen, direngen bir orijinal doğuşunu gerçekleştirmektir. Daha da somutlaştırırsak, tarihsel-toplumsal bütünlük içinde somut koşulların teorik çözümlemesini doğru yaparak program, strateji ve taktik hattını çizmesini gerektirmektedir. Bu anlamda “doğru teori olmadan doğru eylem olamaz” sözü geçerliliğini korumaktadır.

Tarihin tüm önemli çağları, güçlü ideolojik kimliklere dayanmaktadır. Neolitik toplumun ana tanrıça kültü, bu çağın temel ideolojik kimliğidir. Sümer mitolojisi, tüm sınıflı toplum çağlarının ideolojik kimliğinin ilkini ve temelini oluşturmaktadır. Kutsal kitapların, edebiyatın, felsefenin gelişiminin de bitmez tükenmez bir kaynağı durumundadır. Yunan felsefesi ve tek tanrılı dinler; Klasik Çağ ve Ortaçağ’ın ideolojik kimliklerinin tümüne damgalarını vurmuşlardır. Rönesans, Reform ve Aydınlanma dönemleri, kapitalist uygarlığın ideolojik kimliğini oluşturan temel aşamalardır. Sosyalist ideoloji, sınıfsız toplum uygarlığının ideolojik kimliği olmak istemiştir. Bütün bu ideolojik kimliklere baktığımızda, doğan ve gelişen toplum sistemlerinin ön kavgalarını yansıttıklarını görmekteyiz.

Sistemlerin kaderi, öncelikle ideolojik kimlik savaşında tayin edilmektedir. İdeolojik savaştan geçmemiş hiçbir toplumsal sisteme tanık olamamaktayız. İdeolojik kimlik, bir çocuğun ana rahmine düşmesine benzemektedir. Sağlıklı bir doğuş ve büyüme öncelikle ana rahmindeki şekillenmeyle belirlenmektedir. Bu diyalektik gelişmeyi yaşamayan toplumlar ve uygarlıklar parçalı, yapay, ucube bir durum arz etmekten kurtulamazlar. Eğer ana rahmindeki oluş sakatsa, doğuşla birlikte hayat boyu etkisini sürdürmesi nasıl kaçınılmazsa, ideolojik kimliği eksik ve sakat olan toplumsal sistemler de bunun etkisini yaşadıkları müddetçe çekmekten kurtulamazlar.

Bir toplumsal sistemin gücü, dayandığı ideolojik kimliklerle yakından bağlantılıdır.

Günümüzde ideolojik kimliğin en önemli parçasını, teorik çözümlemeler oluşturmaktadır. Eski toplumlarda teorinin yerini mitoloji, din ve çeşitli felsefi anlayışlar işgal ederdi. Doğa ve toplum ilişkilerinin bilimsel izahı geliştikçe, teorinin de bilimsel temelde gelişimine yol açmaktadır. Teori; değiştirilmek ve yaşanılmak istenilen toplum biçiminin genel değerlendirmesini ve olası akış yönünü kestirmeyi içerir. Ne kadar doğru kestirilirse, pratik gelişme de o denli sağlıklı ve başarılı olur. Uygarlığı başlatan Sümer toplumunda rahipler, binlerce yıl süren tapınak çalışmalarında sistemin ideolojik kimlik işleriyle uğraşmışlardır. İlk doğuş, tapınak içinde ve çevresinde gerçekleştirilmiştir. Mısır rahipleri, bunu daha çarpıcı kılmışlardır. Grek felsefesinin doğuşuna yol açan ilk filozoflar, ilk ciddi eğitimlerini bu tapınaklarda görmüşlerdir. Kendileri bu modellerden esinlenerek, akademi ve liseler olarak yeniden şekillendirmişlerdir. Ortaçağ’ın kilise ve camileri, bu geleneğin devamıdır. Yeniçağ’ın doğuşunda bu gelenek, okul ve üniversiteler biçiminde adlandırılarak ve içeriği gittikçe bilimsel gelişmelere kavuşturularak sürdürülmüştür. Bu geleneğin gücü olmadan, uygarlıksal gelişmelerden bahsedilemeyeceği açıktır.

Fakat günümüz çağdaş teorik yaklaşımlarının, bu geleneksel kimlik akışını öncelikle doğru çözümlemesi gerekmektedir. “Din afyondur” demekle bu işin altından çıkılamaz. Bin yılları etkilemiş mitolojik ve dinsel kimliklerin toplum yaşamındaki gücünü ortaya koymadan, neyi temsil ettiklerini açıklamadan ve düşünce tarihi içindeki yerini belirtmeden, yapılacak çözümlemeler önemli eksiklikler taşıyacaktır. Kapitalizmin oluşumunda bireysel gelişmeyi, bireycilikle karıştırmak da benzer bir yanlışlıktır. En az maddi ilişkiler kadar manevi ilişkilerin de çözümlenmesi gerekir. Zaten ikisi arasında kesin bir koşullanma vardır. Ekonomik çözümlemeye ağırlık veren Marksizmin reel sosyalizme varışında ve çözülüşünde bu yaklaşımın payı küçümsenemez. Teori sadece günceli değil, tarihsel-toplumsal gelişmeyi ideolojik ve ekonomik boyutlarıyla, politik olguyla iç içe, hiçbirinin ağırlığını ihmal etmeden ve abartmadan olduğu gibi yansıttığında, ideolojik rolünü doğru oynadığından bahsedilebilir. Ancak o zaman ortaya koyacağı aydınlanmanın ışığında gerçekleri görmek ve ileriye doğru yol almak kolaylaşır.

2. Program, ideolojik kimliğin geleceğe kilitlenen hedeflerini ortaya koyar. Arzulanan toplum biçiminin nitelikleri belirlenir. Teorinin aydınlığında ve teknik seviyeyi göz ardı etmedikçe, toplumsal dönüşüm hareketinin sağlıklı gelişmesine katkıda bulunur. Nasıl bir ekonomi, toplum ve siyaset yapılanmasını öngördüğünü vaat eder. Kendini iç ve dış kamuoyuna karşı bağlar.

Yeni bir çıkışın programı, yakın geçmişin eleştirisi üzerine temellenir. Özellikle sınıfsız toplum uygarlığını başlattığını iddia eden reel sosyalizm ile kapitalizmin son biçimlenişine ilişkin liberal programların eleştirisiyle, kendini farklı kılan hedeflerle ortaya koyar. Çağdaş demokrasiye bağlılığını ve onu hangi yönde ilerleteceğini açıkça belirtir. Çağdaş demokratik ölçütler de başlı başına bir programdır. Yeni çıkış, bunu kendisinin asgari programı olarak benimsemek durumundadır. Örneğin toplum, siyaset ve devlet kurumlaşmalarına demokratik kriterleri uygulamayı, başta gelen görev saymaktadır.Kapitalist uygarlık çerçevesi içinde çözümlenemeyen kadın özgürlüğünü, çevre korunmasını ve tekniğin canavarlaşmasına ilişkin denetim konularını, yeni programın en önemli maddeleri olarak belirlemek durumundadır.

Kadın özgürlüğü, yeni uygarlığın şekillenmesinde en dengeleyici ve eşitçi rolü oynayacaktır. Neolitik toplumunun çözülüşünden beri adeta toplumdan silinen kadın, tekrar saygın, özgür ve eşitlikçi koşullarda yerini alacaktır. Bunun için tüm teorik ve programsal, örgütsel ve eylemsel çalışmalar yapılacaktır. Kadın, bir dönem çok sözü edilen proleter sınıf ve ezilen ulus kavramından daha somut ve tahlil edilebilir bir konudur. Denilebilir ki, toplumun en köklü dönüşümü, kadının sağlayacağı dönüşümle belirlenir. Kadın ne kadar eşit ve özgürse, toplumun tüm kesimleri de o kadar eşit ve özgürdür. Demokrasinin ve laikliğin kalıcı olarak yerleşmesinde de kadının demokratikleşmesinin rolü belirleyici olacaktır. Kadın olgusuna ilişkin bu kısa programsal tanımlama bile yeni sosyal hareketliliğin kadın renginde başat bir durumu yaşayacağını göstermektedir.

Çevre sorununun program hedefi haline konulması; yeni çıkışın diğer önemli bir konusudur. En az iç toplumsal çelişkiler kadar, doğayla yaşanılan çelişkilerin bir ağırlığa sahip olduğu ortaya çıkmıştır.

Çevrenin korunması, esas olarak toprağın, yeşilin, suyun, havanın ve iklimin korunmasıdır. Bu temel konularda en sağlam koruyucu önlemler, programın vazgeçilmez maddeleri olarak yer tutmak durumundadır. Hayvanların korunması ve bir nevi vahşeti andıran hayvan kesimlerine karşı önlemler de programda yer tutmak zorundadır.

Kapitalist toplum koşullarında teknik bir yandan atıl bırakılırken, diğer yandan kontrolü güç olan bir canavara dönüştürülmektedir. Tekniğin tehditkâr gelişmesine karşı, insanlığın temel ihtiyaçlarına uygun tekniğe ilişkin politika ile çok ilkeli bir yaklaşım programda kesinlikle yer bulmalıdır. Yeni uygarlıksal çıkışı, tekniğin düzeyi ve uygun kullanılışı belirleyecektir. Nükleer enerji, sera etkisi, hormonal gıdalar ve gen teknolojisi başta olmak üzere, bazı alanlarda en sıkı denetim ve yasaklamalar geliştirilirken, öte yandan nüfus planlaması, hastalıklara karşı önlem, eğitim vb. alanlarda tekniğin daha da geliştirilerek uygulanması konularının program maddeleri haline getirilmesi zorunludur. Teknik ve ekonomik alan; toplum, siyaset ve devletin demokratikleştirilme hedefiyle iç içe örülmek durumundadır.

Çocuklar ve ihtiyar insanların sorunlarına da daha duyarlı yaklaşımlar programda ifade edilmelidir. Bu konular aileye bırakılmayacak kadar önem kazanmıştır.

Yeni etik, ahlaki ölçüler kesinlikle tanımlanarak, kurumsal bir biçimde programda yer bulmalıdır. Yeni ahlakın yasaları ve kurumlaşması, tarihi çıkışın en özgün ve gerekli yanı olacaktır. Hiçbir politik tedbir ve yasanın, ahlakın gücüne erişemeyeceği bilinerek, ahlakın rolü tanımlanmalı ve kurumlaşması sağlanmalıdır.

Bir toplumda ahlakın çözülüşü, yaşanılan bunalımın derinliğine kanıtıdır. Ancak ahlak deyince, geleneksel töre ve dini kuralları kastetmiyoruz. Ahlak; iyiliğine, güzelliğine ve doğruluğuna inanılan, en derin gönül ve vicdan bağıyla takip edilen, yasalara zorunlu olmayan ama en güçlü yasadan da daha güçlü ve gereklerine göre yaşanılan toplumsal davranışı ifade eder. Gerici ve tutucu ahlak kadar, ilerletici ve özgürleştirici ahlak da vardır. Bu ayrımı gözeten bir programlaştırma, eğitici ve dönüştürücü bir rol oynayabilir. Buna toplumun manevi kurumlaşması demek de mümkündür. Bunalımın çözdüğü ahlak, ancak yeni ahlaki tutum sayesinde yenilenerek; bunalımın aşılmasında ve yeni toplumun gerçek koruyucu değerlerine ulaşmasında kalıcı rol oynar. Ahlak, aslında bütün gerekleri oluşturulmuş toplumsal sistemler için bir nevi kişiliğin iyi ve doğru karakter özellikleriyle, güzel bir elbise gibi içinin iyiliğini güzellikle tamamlayan sanatın rolünü oynamasında bir köprü konumundadır.

Dolayısıyla toplumsal yaşamda sanatın yeri de en az ahlak kadar yeniden tanımlanmayı gerektirir. Sanatsız toplum, çıplak ve ilkel vücut gibidir; daha da ötesi, ruhun ve fiziğin doğru zihniyet yapısından kopukluğunu ifade eder. Doğru zihniyet ve programın ekonomik, sosyal ve siyasal kurumlaşmasını belirlerken, ortaya konulan hedefler; sanat ve onun hedefleriyle örtüşmedikçe sakat, çıplak ve çirkin kalmaya mahkûmdur. Sanatsız toplum düşünülemez. Sanat sanıldığının aksine seçkinlerden çok halkın mitolojiye, din ve felsefeye verdiği yanıtın dili olarak anlaşılmalıdır. Sanat, üstün zihniyet ve iradeler tarafından doğurulan düşünce ve ahlakın, halkın kavrayacağı ve uyum sağlayacağı kalıplara dökülmesini ifade eder. Bütünleyici bir program, sanat çerçevesini kurarak kendini tamamlar.

3. Stratejik ve taktik tutumla, teorik ve program yapısına ulaşmayı hangi yol ve yöntemlerle başarmak istediğini ifade ederek, ideolojik kimlik yetkince tamamlanacaktır.

Teori; duru, net bakış açısını ifade ederken, program teoriden süzülmüş, eleştiri süzgecinden geçirilmiş kısa ve net hedefleri açığa vurur. Ama bu hedeflere nasıl ve hangi araçlarla ulaşılacağını, doğru bir yol hattı olarak stratejiyi, sağlam adımlarla yürüme anlamında taktiği belirler. Strateji, hedeflere gitmek için ortaya konulan birçok yol arasında seçim yapma sanatıdır. Çıkmaz yollar vardır; acılı, kanın çok akıtıldığı yollar vardır. Bununla birlikte hedefe varmadan biten yollar da az değildir. O halde doğru bir strateji, tüm bu sakıncaları olan yolları belleyerek, gerektiğinde ulaşılması gerçekçi olmayan hedeflerini revize ederek, toplumu kendi tarihi haklılığını mümkün kılacak ve gerçekleştirecek başarılı bir yürüyüşe kaldırma, taşıma ve ulaştırma yönetimini ifade eder. Böyle bir stratejiden ve yönetimden mahrum toplum ve örgütler, tarihte de örneği çok görüldüğü gibi, ya çıkmaz yollarda, ya acısı ve kanı çok olan yarı-yollarda kalarak trajik durum ve başarısızlıklara düşerler. Bunu önleyecek sanat, doğru yönetimin sanatı anlamında stratejidir.

Strateji; hangi temel güçlerle ve yedeklerle birlikte, geçici yol arkadaşlarının kimler olduğunu doğru belirleyerek, hedefe en gerçekçi biçimde, en az kayıp ve acılarla ama başarılı bir yürüyüşün, koşuşun, hatta ve hatta maraton koşusunun yönetimidir. Bu gücü oluşturamamış ve kullanmasını bilmeyen her toplum veya örgüt, yaşam enerjisini boşa harcamaya, geri kalarak dağılmaya ve çürümeye mahkûmdur. Bir toplum veya örgüt için strateji oluşturmak, beyin gücü oluşturmak gibidir. Beyinsiz veya çok ilkel oluşmuş varlıkların en ilkel düzeyde kaldıkları bilinmektedir. Dolayısıyla bir teorik görüş ve programın anlam ifade etmesi, stratejik yönetim gücüyle mümkündür. Bu da tüm önemli aşamalarda stratejik, tarihi kararlar alabilme ve yürütebilme gücüye olanaklaşır. Gerektiğinde yürümeyen ve başarılı olmayan stratejinin nedenlerini ortaya koyarak, doğrusunu yeniden geliştirerek yönetmeyi bilmeyi gerektirir. Bu tanımlamaya göre stratejik çerçeve, komutanlık ve liderlik kurumunun yetkin oluşumu ve yaratıcı gücünü kendinde bularak yürütmeyi ifade etmektedir. Bu güçten yoksun toplum veya her türden örgütlenmeler; yön istikametini kestiremeyen, ileriye mi geriye mi gittiği belli olmayan, yerinde sayan ve böylelikle yozlaşarak çürüyen yığınlara dönüşmekten kurtulamazlar. Tersine bu gücü kazanan yetersiz toplum veya her türden örgütlenmeler bile toparlanarak yetkinleşmeye ve hedefe vararak dönüşmeye, yeniden büyüyerek güçlenmeye başlarlar. İdeolojik kimlikte stratejik unsur, bu denli hayati ve gerçekleşmek açısından vazgeçilmezdir.

 

İdeolojik Kimliğin Son Unsuru Taktik Kavramıyla Dile Getirilir

Taktik, hedefe yürümek için sahip olunması gereken organları ve enerjiyi ifade eder. Bir nevi gövdenin beyin dışındaki tüm organları anlamına gelmektedir. Günlük yaşam için bu organların nasıl işbölümü halinde bir bütün olarak çalışmasına ihtiyaç varsa; toplum veya örgütlerin de buna benzer organlara ve bütünsellik içinde çalışmaya ihtiyacı vardır.

Bir devlet, belirlediği temel politikalara; yasama, yürütme, yargı, ekonomik ve askeri örgütlerle ulaşmaya çalışır. Toplumların da buna benzer araçları vardır. İhtiyaç ve hedefler, sahip olunması gereken araçları da belirler. Bunalımdaki toplumun çıkışı için gerekli öncü ve yan örgütlerle nasıl bir çalışma tarzına sahip olmaları gerektiğini taktik belirler. Şiddetle mi şiddetsiz mi, saldırı mı savunma mı, az güçle mi çok güçle mi, hızlı mı yavaş mı soruları, taktik yönetim kapsamındadır. Başarılı olmak isteyen bir taktik yönetim, bu soruların gerçekçi değerlendirmesini yaparak başarılı olmaya çalışır. Aksi halde iri beyinli ama tüm destek ve uygulama araçlarından yoksun bir duruma düşerler. Hiçbir toplum, ister bunalımda ister esenlikte olsun, taktiksiz yaşayamaz. Örgütler açısından da bu böyledir. Taktik güç olmayan, taktik yeteneğini kaybeden bir toplum veya örgüt; teorisi, programı ve stratejisi ne kadar güçlü de olsa kaybetmeye mahkûmdur. Dolayısıyla günlük yaşam için vücut organlarının oynadığı role benzer biçimde her türlü toplumsal örgütlenmelerde, günlük yaşam için gerekli işlevsel kollarını ve eylemsel tarzlarını belirlemek durumundadır. Daha doğrusu kendini organlaştırmak, diğer deyişle örgütleştirmek ve çalıştırmak zorundadır.

Hedefin gereklerine göre örgütlenme ve eylemler, ruhsal alandan askeri alana kadar bir zenginlik içerirler. Uygun olan her biçim uygulamaya sokulur. Eylemsellik açısından da hedefe göre en barışçıl olanından savaşçıl olanına, ekonomik çalışmadan siyasi çalışmaya kadar bir biçim zenginliğini ihtiva eder. Hedefe giderken, araç ve çalışma biçimini doğru belirleyemeyen örgütler, yenilmekten ve yozlaşmaktan kurtulamazlar. Örgütlenme ve eylem biçimlerini gerektiğinde birbirlerinin yerine ikame etmesini bilemeyenler, yenilerini zamanında geliştiremeyenler, yeterli tempoyu sergileyemeyenler, sağlam bir taktik önderlikten bahsedemezler. Günlük çalışma ve eylemin yönetim gücü ve araçları anlamında taktik önderlik geliştiremeyen toplumlar veya her türden örgütlenmeler, kaybetmeye mahkûm oldukları gibi, bu rolü başarıyla oynayanların da başarmaması düşünülemez. Yeterince araç ve eylem biçimlerini geliştiremeyen ideolojik kimliklerin; tüm teorik, programatik ve stratejik öğeleri nasıl felç olmaya mahkûmsa, tersine bu yönlü öğelere sahip olup da gerekli tüm örgütsel araç ve eylem biçimlerini zamanında ve yeterince bir hızla çalıştıran güçlerin de hedefe doğru yürüyüşlerini başarılı kılmaları kaçınılmazdır. Taktik rolün oynanması, söz konusu gücün kendini hedefe göre olgu halinde bir nevi gerçekliğe, var olmaya kavuşturmasıdır.

 

Bilim Demokrattır

Çağımızın temel karakteri; sınıflı topluma dayalı uygarlığın genel bunalımı ve çözülüşü ile yeni toplumsal uygarlık kimliğinin şekillendiği bir geçiş aşamasının özelliklerini içiçe taşımaktadır. Her iki dünyanın farklı özellikleri, birbirine karşı büyük savaşımlar vermesine karşın, birbirlerini hızla ve kesin bir biçimde aşacak ve yok edecek güçte değildir. Kaldı ki, bu tip ak-kara ikilemi, doğanın temel yasalarıyla çelişmektedir. Doğa ve onun bir biçimi olan toplumsal gerçeklik, son-sonsuzluk arasında sürekli değişim geçirmektedir. Toplumsal biçimleri ve uygarlıksal uzanışlarını, dar bir ak-kara ikilemine göre değerlendirmek, en tehlikeli ve yanlışlıklar içeren ideolojik sapmalara yol açar. Ak ve kara, aslında renkler âleminin iki uçuk ve hızla değişen uç noktasıdır. Gerçekliğin en büyük kısmı, tüm renk zenginlikleri, bu iki uç arasında sıralanmaktadır. Toplumsal ve uygarlıksal dönüşümleri de bu zenginlik içinde görmek, doğru bir ideolojik doğuş için hayati önemi haizdir. “Ya ak ya kara doğarım” demek; “ya faşist, ya reel sosyalist olurum” demektir. Peki diğer daha güzel ve muazzam zenginlik içeren renklere ne diyeceğiz veya bu renkleri ne yapacağız? Bilimsel sosyalizm adına bu darlığa düşmek, uygulamalardaki tüm yanlışlıkların temelidir. Sonuç yıkımdır. Fakat yine de uç noktaların varlığını her zaman göz önünde bulundurarak, en uygun biçimleri belirlemek, yeniyi doğurmak yanlısı güçlerin, en temel görevleri olarak görülmelidir.

Tarihin 20. yüzyıl gerçekliği, her iki uç noktasının kendini tüm hışmıyla insanlığa dayatmalarına tanık olmuştur. İnsanlık, tekniğin görülmemiş ateş gücü altında, ya ak ya kara bayrağı altına emir-kumanda sistemi halinde dizilmeye zorlanmıştır. Korkunç acılar yaşatılıp, kanlar dökülmüştür. Ama hayatın yalnız gri değil, her renge bürünen diyalektik akışı, bu zorlamaları boşa çıkarmıştır. İster sınıflı toplum uygarlığının mutlak, hakim, kahhar tanrısının emrettiği kara düzen, ister onun zıddı gibi gözüken ama özde ona benzeyen diğer biçimi olan tek renkli ‘ak komünizm’ düzeni olsun; teorik olarak düşünülmek ve zaman zaman pratikleşmelerine yaklaşılmakla birlikte, bunlar, sanıldıkları gibi insanlığın hiçbir zaman ve sürekli yaşayamayacağı kurgusal (spekülatif, hayali, ütopik) düzenlerdir. İnsanlık da tıpkı doğadaki gibi renk zenginliğini toplumda gerçekleştirerek yaşayacaktır.

Bu anlamda Sümer mitolojisi, tek tanrılı dinlere göre daha esnek ve daha insanidir. Tabi bazı yönleriyle de tanrıların, yani tam da kralların kara düzenidir. Ama tüm mitoloji ve din tarihi incelendiğinde bile, oralarda mutlak bir kara düzen yoktur. Tüm dogmatik yanlarına rağmen, aynı renk zenginliğini kabullenmekten kurtulamazlar.

Bu gerçekliğin bilimsel doğrulanması, 20. yüzyılda genişçe gösterilmiştir. Evrim teorileri, madde-enerji dönüşümleri, kuantum fiziği, zaman ve mekânın izafiliği, ak ve karanın iki değişmez renk veya düzen olmadığını fazlasıyla kanıtlamıştır.

Bu bilimsel ve felsefi çerçeve altında toplumsal gerçekliğe bakıldığında, zıtların uzun süre birbirine bağlı ve muhtaç halde yaşamak durumunda oldukları daha iyi anlaşılmaktadır. Çağdaş demokrasinin 20. yüzyılın sonlarında zafer kazanması, aslında gerçekliğe yatkın karakterinden ileri gelmektedir. Doğa ve toplumun zengin biçimlenişini temel alan bir felsefe ve pratikte evrimsel dönüşümlerin esas olduğunu öngörmesinden kaynaklanmaktadır. Gücünü bilimden ve felsefeden almaktadır. Çağdaş demokratik uygarlık; gelişme yasalarının derinliğine kavranması ve toplumsal değişimleri de etkisi altına almasından sonra, tüm insanlığa mal olmaya başlamıştır. Bu durum, tesadüfi olmayıp bilimin gücünün en önemli sonuçlarından biridir. Çünkü bilim demokrattır. Ama yine de eski toplumun dogmalarına dayalı yapılar mevcudiyetlerini korudukları gibi, yeni toplumun ütopik bazı yapılanmaları da varlık kazanacak ve yapılarını koruyacaklardır.

Buradan hareketle çağdaş demokrasiyi, sadece iki ucun uzlaşması gibi ele almak, büyük yanılgı oluşturacaktır. Bilinmesi gereken en önemli husus, iki uç yaklaşımı bulunmasına rağmen, temel demokratik kriterlere bağlı kalındıkça onların da yaşam hakkının olduğudur. Fakat en geniş kuşağın, renk zenginliği durumundaki toplumsal çeşitlilik olduğu kesindir ve esastır. Çağdaş demokrasi, daha çok toplumsal biçimlenmenin zenginliğine dayanmaktadır. İki ucun uzlaşmasından öteye, toplumun tarih boyunca yaşadığı ve daha da yaşayacağı biçim zenginliklerine saygılı, kendilerini özgür ifade etmelerine ve yaşamsal kılmalarına en temel ilke düzeyinde bakmayı esas alan bir sistem olarak değerlendirilmektedir. Zengin bir teorik kuramı ve pratik gelişmeyi, biçimlenmeyi ifade etmektedir. Basit bir siyasi iktidarı belirleme teorisi değildir. Bir siyasi iktidar biçimine de indirgenemez. Uzun süreli ve kapsamlı bir uygarlık biçimidir. Hem sınıflı, hem sınıfsız öğeleri de barındıran ama daha çok bunların karma tonlarını, sınırsız biçimde ve özgür olarak belirlemeye, yaşamsal kılmaya dayanan bir sistemdir. Hayatın özgür gelişmesinin teori ve pratiğidir. Tüm bunları gerçekleştirirken, hukuksal tanımı açık olan meşru savunma dışında zora başvurmayı yadsıyan bir sistemdir. Tüm toplumsal kesimlerin, özellikle en eski ezilen sınıf ve cins olarak kadın ve çocukların, özgürce kendilerini ifade ettikleri bir sistemdir. Sadece toplumun iç çelişkilerini değil, çevreyle gittikçe büyüyen çelişkilerini de bilimsel-teknik gelişmeyle çözümlemeyi, değişim ve dönüşümü barışçıl koşullarda gerçekleştirmeyi esas alan bir sistemdir.

Çağdaş demokrasiyi tekrar tekrar tanımlamamız, onun yeni ideolojik kimliğin en önemli bir çerçevesini teşkil etmesinden ötürüdür. 21. yüzyılın hâkim ideolojik kimliğinin bayrağında ‘Çağdaş Demokratik Uygarlık’ yazılıdır. Bu bayrak altında eski yapılardan bile yararlanarak toplumun, dolayısıyla yenileşmenin hizmetinde kullanma gücünü göstermektedir. Bu bayrak altında istediğiniz kadar tarih, istediğiniz kadar gelecek yaşayabilirsiniz. İstediğiniz kadar aktüel de olabilirsiniz. Ama temel kriterlerinin derin bilinci ve kurumlaşmalarının gücünü tanıyarak, saygıyla ve ibadet edercesine bağlılığını göstererek yaşayacaksınız. Yoksa bu demokratik yaşam kişiliği, kapitalist kâr dürtüsünün çılgınlaştırdığı bireyciliği istediğiniz gibi yaşamak değildir. Yine bu yaşam, “geleceğin yüce ütopyasının gereklerine göre yaşamdır” deyip, patolojik bir tarikatlaşmayı keyfince dayatarak yaşanılacak bir yaşam da değildir. İstediğiniz kadar özgür birey olacak ama tarihine ve geleceğin bilimsel yaratılışına bağlanarak kendinizi gerçekleştireceksiniz. Ne dogmaların esiri, ne de ütopyaların mahkûmu olacaksınız.

Tarih ve gelecekle ancak bilimsel olduğunda özgür yaşamanın mümkün olduğunu bileceksiniz. Ne dogmaların ve ütopyaların hatırına özgür bireyden vazgeçecek, ne de onlara küfrederek inkârcı birey haline gelmeye fırsat tanıyacaksınız. Özgür bireyin ancak dogmanın da, ütopyanın da gücünü bilerek ama boyun eğmeyerek, alabildiğine bilimsel ve felsefi gücünü yakalayarak yaşanabileceğini bileceksiniz.

Benimseyeceğimiz ideolojik kimliğimizde bu hükümler yazılmaktadır. Bunlar ne kader ne de başıbozukluk hükümleridir; sonuna kadar bilimselliğin ve özgürlüğün hükümleridir.

İdeolojik kimliğin bireysellikten sonra ikinci önemli alanı, sivil toplumun çağdaş gelişimidir, bir nevi yeniden doğuşudur. Sivil toplum alanına üçüncü alan demek, yardımcı bir kavramlaştırma adımı olabilir. Çağdaş demokratik uygarlık, üç ayak üstünde yükseliyor denebilir: Demokratik toplum, siyaset ve devlet. Üçünün de iç içe demokratikleştirilmesi en sağlıklı yoldur. Fakat eski toplumun demokratikleştirilmesi zor ve yavaş gelişen bir süreçtir. Devletin demokratikleşmesi ise, klasik yapısından ötürü en zor olanıdır. Çağdaş demokraside devletin demokratik duyarlılığa zorlanması büyük mücadeleler gerektirmektedir. İlk dönemlerde toplumun genel ayaklanması buna götürüyordu. Ama giderek ideolojik ve pratik üstünlük kazanan devlet, toplumun demokratikleştirme refleksini oldukça törpülemiştir.

Klasik yöntemlerin bastırılması ve saptırılması zor olmamaktadır. Bunda klasik devrim ve karşı-devrim koşullarının geride kalması da önemli rol oynar. Geriye devlet ve toplum arasında zorunlu olarak işlev kazanan demokratik siyaset ile onun araç ve eylem biçimlerinin öne çıkmasına sıra gelir.

Tarihte toplum ve devlet alanları oldukça tanınmıştır. Halkların isyan gücü toplumun sesi ve talebi olarak rol oynarken; devletin en eski otorite olarak varlığını hissettirmesi, bir nevi kader gibidir ve etkisinden kaçınılmaz sanılır. Özellikle kapitalist uygarlık merkezlerinin dışındaki klasik toplum ve devletlerin en olumsuzundan içe büzülmeleri ve dışa yansımaları, tutuculuğu daha da körükleyici niteliktedir. Bir nevi yeni bir tutucu denge kurulmaktadır. Devrimle bu dengenin kırılacağına inanılmıştı. Bazı başarılı örnekler, bunun yaygınlaştırılabileceği sonucuna götürmüştür. Ama kapitalist-emperyalist statükonun aldığı tedbirler, bu yönetimin etkisini oldukça sınırladı. Tutucu dönemin devleti de kendi kendine demokratikleşmeyeceğine göre, yeni bir alanın harekete geçirilmesi zorunluluk haline geldi. Kaldı ki, bunalım döneminin kapitalizm merkezlerinde bile tutuculaşan ve özellikle çevreyi tahrip eden devlet anlayışı, buralarda da üçüncü alanın hareketini kaçınılmaz kılıyordu.

Üçüncü alan, demokratik siyaset alanıdır. Karmaşık bir hal alan uygarlık koşullarının dayattığı her ihtiyaç için sivil bir araç zorunluydu. Bu araçlar ne sıkı devrim araçları ne de devletin topluma uzattığı iletişim kayışlarıdır. Daha çok devlet ile toplum arasında, ikisine de belli bir mesafede duran, kendi kimliği olan, ihtiyaca göre şekillenen bağımsız örgütlenmelerdir. Ne devlete karşıdır, ne de devletin işbirlikçisidir. İhtiyaçların emrindedir. Temel toplumsal örgütler de değildir. Bir din, ahlak kuruluşu değildir. Üyeleri sınırlı yerine getirdikleri görevlere göre şekillenmiştir. Görevin bitmesiyle kendileri de biten örgütlenmelerdir, en azından yeni görevlere göre dönüşen örgütlerdir. Bu model, devrim ve karşı-devrimin derinleştirdiği çıkmazdan kurtulmanın herkes için gerekli yolu olarak da varlığını etkili kılabilmiştir. İhtiyaçlar ekonomik alandan kültüre, spordan çevreye, barıştan insan haklarına kadar her alanda kendini dayattığı için, alanın önemi de her geçen gün artmaktadır.Üçüncü alanın bu çerçevede tanımlanması yetmemektedir. Alan, kendi teorik ve pratik konumunu daha net kılmaya ihtiyaç duymaktadır. Üçüncü alan teorisine ve pratiğine her geçen gün artan bir oranda ihtiyaç duyulmakta; kendi teorisini, program ve stratejisi ile taktiğini gerektirmektedir. Bu bir nevi yeniden pratikleşmedir. Klasik anlamda devlet veya toplum rantına dayalı parti anlayışından fonksiyonel, ihtiyaca göre belirlenen partileşmeye geçişi zorlamaktadır. Klasik partiler başta olmak üzere, benzer rant anlayışlı tüm örgütlenmeler, sivil toplum teorisine göre yeniden yapılanmayla karşı karşıyadır.

Çağdaş demokratik uygarlığın başarısı, daha çok bu alanın rolünü yeniden tanımlama ve ona göre örgüt ve eylem biçimine kavuşmayla bağlantılıdır. Üçüncü alanı geliştirmeyen toplum veya devletler, çağdaş demokraside topallamaktan kurtulamazlar. Çok zorlayan ayrılıkçı eğilimi ve şiddet unsuru, ancak bu alanın özgürlüğünü kazanıp, rolünü tam oynamasıyla sorun olmaktan çıkacaktır. Bu yönüyle, demokratik siyaset alanı da diyebileceğimiz bu olgu; tıkanmış siyasetten çözüm üreten siyasete de bir kapı aralamış olmaktadır. En sıcak, en üretken alan olarak demokratik siyaset alanı; sivil toplum kuruluşları ne kadar çeşitli, işlevsel ve koordineli olurlarsa o kadar çözüm üretebilecektir. Tek yol ne devrim ne de karşı-devrimdir. Daha çok çeşitli çözüm alternatiflerini barındıran demokratik siyasetin çözüm yoludur. Hayat gittikçe sivil toplumun geliştirilmesi için proje oluşturulmasını ve uygulanmasını öne çıkarmaktadır. Kim, hangi kuruluş ve parti, bu sivil toplum projelerine, örgüt ve çalışmalarına sahipse, toplumun ve devletin demokratikleştirilmesine de en önemli katkıyı yapma imkânına kavuşacaktır. Bunu, rantçı siyaset anlayışından uzak, değer üreten, demokratik toplum ve devlete taşıran anlayışa sahip parti ve kuruluşlar gerçekleştirecektir. Tarih, dönüşüm rolünü artık bu tip teori, program, strateji ve taktiklere sahip olan kişi ve kuruluşlara oynatmaktadır. Toplumun gerçekçi olmayan taleplerine ve devletin dayatmalarına alet olmayan, ancak çağdaş demokratik ölçülerin geliştirilmesiyle topluma ve devlete en yararlı hizmeti bu tarzda yerine getireceğine inananlar, bu tarihsel rolün üstesinden başarıyla gelebileceklerdir.

Bu rol; bunalım döneminin çıkmaza giren toplumu ile çıkmazı derinleştiren devlet anlayışının artık bir engel durumuna gelen konumlarından üçüncü alan teorisinin çözüm üretme şansına kavuşması anlamına gelmektedir. Üzerinde ne kadar doğru ve yetkin çalışılır; gerekleri yerine getirilirse, başarının o denli büyük olacağı bir teorik ve pratik yol demektir.

Tüm bu anlatımlar, çağdaş demokratik uygarlığın statükocu bir aşama olmaktan çok uzak; ayrıca ya uçuruma ya yeni bir statükoculuğa, devletçiliğe mahkûm eden maceracı, ütopyacı toplum mühendisliğinden de farklı olduğunu göstermektedir. Çağdaş demokratik uygarlıkta devlet yıkılarak veya parçalanarak değil, yavaş yavaş hurdalık bir malzeme konumuna getirildikten sonra tarihin çöp sepetine atılmaktadır. Doğrusu ve gerçekleşir olanı da budur. Bu, en eski uygarlık aracının yerine kurulan yeni baskı aracı olarak devlet değildir. Tersine herkesin, tüm kurumların ve toplumun üretken emeğine dayalı, genel adalet ve özgürlük ölçülerini en üst düzeyde temsil eden ve denetleyen bir genel koordinasyon aracıdır. Dövecek sopası, öldürecek silahı, tıkılacak zindanı olmayacaktır. Her geçen gün “herkese yeteneğine göre ve ihtiyacı kadar” bir paylaşıma yaklaştıkça, devletin son kalıntılarını da tarihin antik eşyalar müzesine atacak bir toplum haline gelinecektir. Bilimsel ve teknik devrimler, insanlığı her zamankinden daha fazla bu gerçekçi hayaline yaklaştırmıştır. Eksik olan, çağdaş demokratik uygarlık kalkanı idi. Tarih onu da devreye geçirdiğine göre, zafer her zamankinden daha çok emekçilerin ve ezilen halkların hakkı olacaktır.

 

 

 

Bunları da beğenebilirsin

Yoruma kapalı.