Düşünce ve Kuram Dergisi

İdeolojik Kimlik İnşası; Düşmanlaştırma, Yas ve Mezardan Yoksunlaştırma Stratejisi

Ramazan Çeper

Mikhail Bakhtin ideolojinin, Lengüistik(dil bilimi) teorisini öne süren kişidir. Bu teori kelime ve ifadelerden tutalım da bir topluluğu, grubu stigmatize(acı duyarlılığı) eden tüm terim ve tanımlarında, ideolojinin malzemesi olduğunu, bu yönüyle toplumsal dil kodlarının, niteleme, sınıflandırma veya herhangi bir grubu tasnif eden terim ve tanımların mutlak anlamda ideolojik analize tabi tutumları gerektiğini ifade eder.

Söylem; anlatılan bir olay, kişi ya da grup hakkında üretilen imajlar, benzetmeler, anlam repertuvarları ve hikayeler grubuna dayanır. O söylemin bildirdiği anlam yani o imajlar, benzetmeler ve nitelemelerle ifade edilen kişi, olay veya grubu belli bir ışık altında görünür kılar, belli çerçevelere büründürerek, takdim eder. Bu yüzden her söylem bir anlam inşasıdır aynı zamanda. Kişi belli bir konuda söz üretmeye başladığında bu anlam inşalarından seçerek konuşur.

Bu da bizi Bilig’in “dil ideolojiktir” dediği noktaya getirir. Biligci bakış açısına göre insanlar o dili konuşanlar olarak, etrafındaki nesneler ve olaylar hakkında dünyayı özellikle ya da kısmen belli tarzda anlama yollarına ikna edilmekte ya da bu şekilde kültürleştirmektedir. Bu ikna ya da kültürleştirilme ideolojiktir. Kamusal alanla temas halinde olanlar bu ideolojiye bağlanır ve buna uygun şekilde konuşmaya çalışırlar.[1]

Althusser ise ideolojiyi, devletin toplumsal kültürü bir konfigürasyon ve bir hegemonya aracı olarak lanse ederek, devletin kuluçkasında o kültürle yetişen toplumun başkalaşım halini görünür kılar. Althusser ideolojiyi tüm topluma yayarak, tüm toplumsal katmanları onunla bütünleşik halde ele alır. Tüm bu alanları devletin konsolide etmesi nedeniyle Althusser de okul, aile, hukuk, medya gibi devlet merkezli şekillenme alanlarını “devletin ideolojik aygıtları” olarak tanımlar. Devletlerin bu alanlar ve kurumlar aracılığıyla belli bir takım fikir ve düşünce kalıpları ürettiğini ve bu kurumlarda yetişen bireylerin de bu icad edilen kalıplara uygun davrandığını ifade eder. Althusserci yaklaşımda herhangi bir olay veya olgu hakkında ne düşündüğümüz ya da nasıl düşündüğümüz, içinde yaşadığımız ve sosyal olarak paylaştığımız kavram, söylem ve anlam inşaları tarafından belirlenir. Özetle, insanlar toplumsal kalıpların bildirdiği sınırlarda düşünüp konuşmaya, onun pozitif veya negatif kodlarına refleks göstermeye koşullandırır.

Foucault’nun katkısı, dil ile iktidar arasındaki ilişkiyi derinlemesine ele alması, yine buna mukabil, sembol (simge) gibi semiyotik(göstergebilim) özelliklerden tutalım da temel kurumların düzenlenişine kadar, iktidar ve tahakküm ilişkilerinin konfigürasyonu olarak, düzenledikleri alanlar üzerinde durur. Foucault bir şiddet tekeli olarak devleti çözümlerken, özellikle şiddetin sergilenmesi, teatral sunumu, halka sahnelenmesi ile disiplin teknikleriyle madun etme, hizaya çekme süreçlerini birbirinden ayırır. Mega ölümü icat eden devlet mekanizmasının, “eski egemen ölüm hakkına” ruhsat verme amacı güden bir yapılanma olduğunu, biyo-iktidar çözümlemesi içinde, milliyetçiliğin maskelenmiş bir ırkçılık tezahürü olduğunu, bunun işlevinin de ölümün dağıtımını düzenlemek ve devletin öldürücü işlevini olanaklı kılmak olduğunu görürüz. Foucault bunun “öldürmenin kabul edilebilirlik koşulu” olduğunu söylemektedir. Yine, egemen öldürme hakkı ile biyo-iktidar mekanizmalarının, bütün modern devletlerin, işleme biçimlerinin içerisine kayıtlı olduğunu söyler.

 

Schmitt’çi İdeolojik Kimlik İnşası İçin “Düşman” Yaratma Stratejisi

Devletin ölüm hakkının meşruiyeti ve her türlü şiddete ewaz(Onay-Olur) vermesi, şiddetin hukuklaştırılmasıyla başlar. İtalyan düşünür Giorgio Agamben’in ifadesiyle “şiddetle hukukun ayırt edilmediği nokta, hukukun şiddete, şiddetin hukuka geçiş yaptığı eşiktir” diyerek şiddete secde eden ulus-devletçi hukuka atıf yapar. Yine Marx’ın da, Walter Benjamin’in de hukuku, iktidar şiddetinin, ewaz mercii olarak tanımlaması, C. Schemitt’in “düşman” yaratma stratejisine dayanır.

Carl Schmitt’e göre “düşmanlık” ulus kimliğinin kurucu öğesi olmalıdır. Nazi hukukunun fikir babası olarak da bilinen Schmitt’e göre toplum ancak düşman tarafından varoluşsal bir tehlikeye girince ve kendini düşmana karşı savunmak zorunda kalınca, yani savaş, çatışma ve gerilim anında politikleşir. Reel şiddet olasılığı siyasetin özünü oluşturur. Mücadele yalnızca devletlerarasında değil, aynı devletin içinde de yaşanabilir. Ulus-devlet hukukunun oluşumunda pek çok fikrinden yararlandığı Schmittçi görüşe göre; “ben” kendini sadece düşman “öteki” ne bir bağışıklık tepkisi içinde tanımlayabilir. Özcesi Schmitt ulus-devletin ideolojik kimlik inşası için “iç düşman” üzerinde durur.[2]

Düşman ötekine yönelen şiddet, kendine sağlamlık ve güçlü bir istikrar getirir. Kimlik kurucudur. Düşman imgesi ne kadar belirginse, kendi varlık şekli de o kadar net kontürlere kavuşacaktır. Düşman imgesi ve öz imge birbirini şart koşar, birbirini doğurur. Kısacası, ötekine doğru akan yıkıcı enerjiler, hatları net çizilmiş bir kendi’nin oluşması için kurucu önemdedir.[3]

Ulus-devletlerin “iç düşman” yaratma üzerinden toplumu ideolojik kalıplarda yeniden tahkim etmesi “terörizm” kavramının tedavüle konulmasıyla başlar. 1950’lerde Amerika’da bir toplumsal konfigürasyon stratejisi olarak tedavüle konulan bu kavram, daha sonra NATO’ya üye olan tüm ulus-devletlerde bir özel harp aparatı olarak devreye konuldu. “Teröre karşı savaş” adı altında devletler artık kendi halklarına karşı bir savaş yürütüyor. Ulus-devletler artık “terörizm” adı altında kendi vatandaşlarını öldürüyor. Schimitt’in tanımladığı ideolojik kimliğin inşası için kendi normlarına uymayan sınıf, grup veya etnik yapıları “biz”in konsolidasyonu için yine Schmittçi “düşman” kategorisine alıp, rahatlıkla “terörist” olarak niteleyerek, Agamben’in ifadesiyle “homo sacer” (yani ölümü caiz insan) ilan edebiliyor.

Medya Schmittçi kimlik inşasında ve Althusser’in “devletin ideolojik aygıtları” bağlamında “biz”in sesi olarak kimlere seslendiği ve kimleri “onlar” kategorisine aldığı, kimlerin öznelliğini silerek, bilinçli özneler yerine cahil ve kandırılmış kalabalıklar olarak nitelediğine, kriminal suçları hangi kimliklerle ilişkilendirdiğine, epistemolojik çerçevelere dahil olmayan, dikte edilen hikayelerin kötü kişisi, devlet dramatarjisinde hep fail rolü yüklenen kesim, sınıf veya topluluklara bakmakta fayda vardır.

Bu konuda Türk medyasında haberlerde mütemadiyen TC’nin gücü üzerine güzellemelerin yapıldığını ve bir çeşit gözdağı operasyonunun günlük olarak medya aracılığıyla sürdürüldüğünü ifade etmek gerekir. Neredeyse her günkü haber kuşağında bir bölüm öldürücü silahların tahrip edici niteliklerine, Türk devletinin keşfettiği yeni robotik silahlara, Siha’lara, füzelere, ordu ve polisinin “imha etme” konusundaki, üstün becerileri görselleştirilir.

Türkiye devletinin gücü, “onlar”ın yenilgileri ve güçsüzlüğü, Türkiyelilerin kendi-imajlarını oluşturmaları sırasında, başvurabilecekleri bir kaynak oluşturur. “Onlar”ın güçsüzlüğüne ve çöküşüne karşılık, “bizim” gücümüz ve zaferimize dair haberler bu söylemi besler. Bu haberlerin etkisi tam da devletin gücünü ve bunun üzerinden, Farsların kendi algısını ve karşısında “yenilmekte olan” “şeytani” bir güç olarak kürtlüğü, söylemsel olarak üretmektedir. [4]

Bilig’in, dilin terim ve tanımlarının ideolojik olduğu vurgusundan hareketle Türk devletinin “terör”e eşlik eden tanımlarının tümünün insani kimlikten çıkarma stratejisinin parçası olduğunu görürüz. Sık sık başvurulan “in” kelimesi, “yuvalanma”, “av”, “avlanma” gibi ifadelerle devletin savaştığı şeyin, hayvani olduğu fikri örülür. Operasyonların “temizlik harekâtı” olarak adlandırılması sterilizasyonu(dezenfekte), yani marazi bir mıntıka temizliği tasavvurunu oluşturmak için üretilir.Yine “ölü ele geçirme” bir av terimidir. Öldürülmesi caiz görülenlerin ava (sürek hayvanına), öldürenleri av sürüsüne dönüştürür. “ölü ele geçirme” söylemine uyum sağlayanlar da bir ucundan dahil olurlar av sürüsüne. Günah keçisinin cemaat adına kurban edilerek, topluluk bağlarının sağlamlaştırılması gibi… “Ölü ele geçirme” lafının benimsendiği bir toplumda, kadim av sürüsünün ruhu hala kirli bir hırıltıyla soluk alıyor demektir”[5]

“Cenazelerin “leş” olarak tanımlanması, cenazenin ait olduğu toplumun değerlerine layık görülen muameleyi gösterir. Leş, kelime anlamı itibariyle ‘ceset’ ve ‘kokuşmuş’ hayvan ölüsü anlamına gelebilmenin yanı sıra, kötü kokan bir şeyi nitelemek üzere sıfat olarak da kullanılabilmektedir. Leş’in daha en başından dildeki çağrışımları ve ilişkili olduğu sözcükler ‘kötü olan’ı çağrıştırır niteliktedir. Bu yönüyle siyasal çağrışımları oldukça yoğun bir nitelemedir. Bu açıdan leş bir ölü bedenin, cenaze ritüelinden dışlandığını belirtmek için en sık kullanılan nitelemelerden biridir.”[6]

Bir insanın ölüsünün leş olarak algılandığının en yalın örneklerinden biri bedenin teşhir edilmesi, ibretlik olarak sergilenmesidir. Nurdan Gürbilek; ölüm temsillerinin bir “dehşet!” imgesiyle topluma sunulurken, bakışları etkilemeye, izleyicileri belli bir algıya yönlendirmeye, politik bir mesaj oluşturmaya dönük olduğunu söyler. Burada maruz kaldığımız ölüm görüntülerinin çoğunda politik bir mesaj var. Bir sindirme politikası bir tehdit havası, devlete kafa tutanı bekleyen tehlikeyi önceden sezdirmeye yönelik, alaturka bir ibret hikayesi, ‘yoldan saparsanız sonunuz böyle olur’ mesajı, bir ‘Türk polisi yakalar’ havası var. Bu yüzden siyasi cinayetlerin, faili meçhul ölümlerin ülkesinde ölüm görüntülerine daima bir siyaset korkusu da eşlik eder.”[7]

 

“Nekropolitika”

Türkiye’de sistematik hale gelen ölü bedenlerin parçalanması, askeri araçların arkasında sürükleme, çıplak hale getirilen bedenlerin, sosyal medyaya servis edilmesi, kargo paketleriyle ailelere yollanması, mezarlıkların bombalanması, kimsesizler mezarlığına, kaldırım altlarına gömülenler, cenazelerin ailelere verilmemesi gibi bir nekropolitik tutum, TC’nin ölü bedenler ve cenazelerle oynamayı savaş ve politikasının, asli unsuru haline getirdiğini gösterir.

Faucault “Hapishanelerin Doğuşu” adlı kitabında Ortaçağ boyunca Avrupa’da uygulanan ve en gaddar azap çektirme yöntemlerine dayanan, seyirlik ceza uygulamalarından örnekler verir.[8] Foucault; azap çektirmenin bir iktidar tekniği olduğunu ve öldürücü şiddetin bir büyüme, güç, iktidar ve ölümsüzlük duygusu ürettiğini söyler. İktidar, intikam ve cezalandırma kapasitesini halka sergileyerek, halkı bu gaddar cezalandırma metodlarıyla dehşete düşürürken, gücünün yüceliğini de bu edimlerle tasdik etmiş oluyor. Foucault bunun aynı zamanda egemen gücün bir meydan okuma biçimi olduğunu, iktidarın gazabına uğrayanların sonunun ne olduğunu sergileyerek, güç duygusunu artırdığını ifade eder.

Türkiye örneğinde karşılaştığımız durum ise; kesinlikle münferit tekilliklere indirgenemeyecek, kronolojik ve tematik(konusal) bir süreklilik halinde uygulanan bir devlet politikasıdır. Achille Mbembe; hasmını öldürmenin, mutlak amaç haline geldiği ve siyasetin savaşa tahvil edildiği, “terörle mücadele” kılığında cereyan ettiği toplumları açıklamak için nekropolitika kavramını önerir.

Türkiye örneğinde mesele sadece siyasal alanın konsolidasyonu değil, bir “kulturkampf(devlet müdahalesi)” yaratma çabası, sürekli şekilde enstrümantalizm edilen ultra milliyetçilik ve ırkçılığın sosyaliteyi arseniklemesi ve toplumu bir cangıla, kitleleri de hınçla yüklenen bir sosyopatlar sürüsüne dönüştürmesidir. Korku ve dehşet hiyerarşisinden beslenen tarihsel algı, şiddeti ideolojik bir bagaj olarak kullanan ve Schmittçi düşman algısıyla büyülenen zihniyet mevcudiyetini “anti” si, karşıtı veya düşmanı üzerine kurgulandığında, şiddet ve dehşet repertuarı sadece kendi varoluşunun, ayrılmaz parçası olarak kalmaz, aynı zamanda şiddete başvurmak, güçsüzlüğünü çaresizce güce dönüştürmenin de bir sıçrama tahtası oluyor.

Hasmıyla büyülenmek, varlığın hasmının anti’si olarak ikame etmek, yaşamın bütün sorunlarını boşvermiş, gözünü bir tek meseleye, yani düşman bellediğine dikmiş, delice bir teyakkuz hali. Bu Schmittçi teyakkuz, temel rezerv olarak, hınç ve nefret ekonomisinin teyakkuzuna dayanır. “hınç” tamda Nietzshce’nin “Ahlakın Soykütüğü”nde belirlediği anlamda reaksiyoner olup, eylem halinde olan hayali bir nefret mekaniğinin rövanş vasıtasıyla kurduğu ifadesidir. Hınç, nefret ve cezalandırma hırsı etrafında örülmüş “biz” kimliği paranoid milliyetçiliğin şah damarını oluşturur.

 

“Şizopolitika”

Nefret tüm milliyetçilik ve ırkçılık pratiklerinde bir yatırım şekli olarak işler. Belirli bir ötekiyi, bir gruba dahil ederek ona negatif anlamlar yükler ve çoğunlukla narsist bir saplantıyı da besler. “Öteki”nin karşıt imgesi olarak “biz”i oluşturan yüzlerde kendi imgesinin devamlılığını fantastik bir yatırım aracı olarak, Fromm’un tanımladığı anlamda kolektif narsisizmi de yapılandırır. Nefretin hitap kitlesi, kolektif narsisizmin çatısı altında duranlar, yani homojen kimliğin ikamecileri oluyor. Burada ulusun yanında durma çağrısı, aynı zamanda ulusun karşıt imgesi olarak, tahayyül edilenlere karşıt olma davetidir de.

Zararsız hiçbir nefret duygusu olmadığı gibi, zararsız veya hümaniter kalıplarda sunulacak hiçbir milliyetçilik ve ırkçılık türü de yoktur. Nefretin öfke veya kızgınlıktan farkı yıkıcı olmasıdır. Aristo “Normal olarak kızgınlık sadece belirli bir kişiye yöneltilir, oysa nefret bütün bir insan sınıfına karşı olabilir” der. Nefret, negatif duygular arasında en yoğun olanıdır ve her zaman kasıtlı bir karşıtlık hissi içerir. Yani spontan bir duygu kabarması değil bir tercih, kasıtlılık; öfke, kızgınlık, tepki katmanlarını aşmış ve yoğunlaşmış, yıkıma ötekine yönelmiş bir anti’lik halidir. Doğası gereği bazı insanları birbirine yakınlaştırırken, onları başka insanlara karşıt ve düşman hale getirir. Bu karşıtlığın milliyetçilik ve ırkçılıkla, günlük şovenizm gıdasıyla beslenmesi, patetik(geleneksel) bir obsesyona neden olur. Bu obsesyon(Takıntı) öfkeyi bir haklılık simülasyonu olarak ikame etmenin hazzıyla, bir sade’ci performans, Freudyen bir libido tatminine dönüştürerek, bir patolojiyi alımlı giysilere büründürme, bir marazı yurt sevgisi, milliyet sevgisi olarak yani marazı “sevgi” olarak sunma illüzyonuna başvurur. Burada artık normal siyasal bir performanstan ziyade Delevze ve Guattari’nin; “ şizopolitika” olarak tanımladığı durum tezahür eder.Bu “şizopolitika” yada patetik obsesyon, öfkeyi narsistik bir infilaka dönüştür. Carl Schemitt’in ideolojik kimliğin varlığını bir karşıt düşman imgesi şartına bağlayan önermesi, Sartre’ci varoluşçuluk gibi, bütün varoluş koşulunu anti’sine bağlayan zihniyet konuşmayı, sözü anlamsızlaştıran, normal politikayı iptal eden bir cinnet haline dönüşür. Bu obsesyon çoğunlukla Romalı senatör Marcus Cato’nun her ağzını açtığında “Bu Kartaca sorunu ne olacak?” refleksiyle örneklendirilir. Dönemin Roma senatosunda Kartaca meselesi imparatorluğun patetik obsesyonudur. Cato’ya atfedilen sözlerde, her konuşmaya başladığında veya sözünü her bitirdiğinde konuyu Kartaca meselesine getirmesi ifade edilir.

Peki TC’nin Kartaca’sı Kürtler mi? Türkiye’de artık iktidarından muhalefetine herkes birer Cato’ya dönüşmüştür. İktidarından muhalefetine kim Kürtlere selam verse, “ihanetle” suçlanır, sigaya çekilir. Schmitçi ideolojik kimliği deforme eden, “biz” saflarını bozan bir fiil olarak affedilmez suçlar mertebesinde bir muameleyle karşılanarak adeta recmedilir. Bu her şeyi düşmanlık uğruna araçsallaştıran, her konuyu kendi davasını gütmenin vesilesine çevirerek ekarte eden patetik obsesyon, Hitler’in Almanya’da yaratmak istediği “kulturkampf” idealini çoktan Türkiye’de ikame ederek toplumu, sosyaliteyi de bununla arseniklemiştir.

Dehşet saçma; kendini tanrının gazabıyla özdeşleştirme biçimidir. Türkiye cenazeler ve ölü bedenlerle ilgili servis edilen görüntüler, antik Yunan’ın kanla ve paramparça bedenlerle dolu mitolojisini anımsatır. Savaş tanrılarına secde eden toplum, modern leviathan’ın tebaasına dönüşmüştür. Azap, devletin düşmanlarını felaketlerle sınama stratejisidir. Beden ceza ile yıldırmanın aracı olmaktan çıkmış, artık cenazelerle toplumun maneviyatını aşağılama metotlarıyla, hedef kitlesine hayatı binlerce ölüme bölerek daimi bir acı yaşatmayı hedeflemektedir. TC savaşı manevi alana kaydırarak, ölü bedenler üzerinden diri bedenleri hizaya ya da sıraya çekmeye çalışmaktadır.Yas ve mezarlıktan mahrum bırakma bir “insanlıktan çıkarma” stratejisi, bir egemenlik pratiğidir. Bir iktidar egzersizi olarak savaş, sadece nüfus ve coğrafya kontrolünü değil, yaşamın tüm yönlerini üretmeyi amaçlayan bir idare biçimini geliştirir. Fakat halkın değerlerine, inançlarına karşı savaş ya da inanç ve ritüellerini engelleme ve bunun üzerinden sonsuz azap çektirme, Makyavelizme secde eden yeni bir devlet pratiğidir.

Mezarlıkları bombalayarak mezarsız bırakma veya kimsesizler mezarlığına gömme, ölenin ait olduğu topluluğa, onların göreneklerine, inançlarına karşı bir aşağılama pratiğidir. Ölüye layık görülen bu muameleyle hem ölü, hem de mensubu olduğu toplumu aşağılamaktadır. Ölüye saldırma ve ölümünü değersizleştirme gailesi, onlar gibi hayatlar yaşayanlara da bir mesaj içerir. Ölü bedenlere saldırma ve cenazelerin tahrip edilmesi pratiğinin en yaygın örneklerini insanlık Ortadoğu’da radikal selefi grupların sahneye çıkmasıyla, DAİŞ pratikleriyle, tüm dünyaya servis edilen görüntülerle gördü.

“Bir insan yaşadığı hayatı ister bir Müslüman, ister kafir, ister münafık olarak geçirsin. İnsan öldükten sonra bunların hiçbir hükmü kalmaz. Artık defter kapanmıştır. Ölenin hesabı artık Allah iledir. Geriye kalan cansız beden, geriye kalan insanlığa emanet… Zira iman çalma vazifesi üstlenmiş şeytan bile artık onun üzerinden elini çekmiştir. O zaman cesetlere yapılan eziyetler, ayak altında çiğnemeler, tekmelemeler, küfretmeler, tükürmeler, kurşunlamalar, dağılmış beyni tekrar dağıtmalar neyin nesi? Daha da ötesi vardır: kestikleri kellelerle top oynamalar, sağa sola savurmalar, tabaklar içine koyup göz korkutmalar… Öfkesini hırsını yenemeyip, canlı canlı insan yakmalar, ölmüş bedenleri tekrar öldürmeler…”[9]

DAİŞ’in kafa kesme ve ölü bedenleri tahrip etme pratiklerini bir insanlık suçu olarak değerlendirenlerin, TC’nin bunu devlet adına yapıyor olmasına, üstelik askeri araçların arkasına bağlanan cenazelerin, şehir merkezlerinde gezdirilmesinden tutalım da, çıplak hale getirilmiş bedenlerin başında selfie çektirme görüntüleri karşısında sükutu ayet edinenlerin pratiği, bir onaylama ve sessiz kalarak iştirak etmedir. Türk devletinin bu insanlık dışı fiillerinin, mağdur kitlesinin Kürtler olması, sessizliğin ırkçı saiklerle ve bilinçli bir tercih olduğu gerçeğini yansıtır. Zira ırkçılık bahsinde sessiz kalmak veya “ırkçı olmadığını” beyan etmek bile kişiyi bu fiilin iştirakçisi olmaktan azade kılmadığını en iyi, İbrahim X. Kendi’nin değerlendirmelerinde görüyoruz.

“Irkçılık mücadelesinde tarafsızlığın yeri yoktur. Irkçının zıttı “ırkçı olmayan” değildir. “Irkçılık karşıtı”dır. Fark nedir? Bir insan ya ırkçı olarak ırk hiyerarşisi fikrini ya da ırkçılık karşıtı olarak ırk eşitliği fikrini destekler. Bir ırkçı olarak ya sorunların temelinin, insan gruplarında olduğuna inanır ya da ırkçılık karşıtı olarak, sorunların köklerini iktidara ve politikalara yerleştirir. Kişi ya bir ırkçı olarak ırksal eşitsizliğin devam etmesine izin verir ya da bir ırkçı karşıtı olarak ırksal eşitsizliklere karşı çıkar. İkisinin arasında “ırkçı olmayan” diye bir güvenli alan yoktur. “ırkçı olmayan”ın tarafsızlık iddiası ırkçılığın maskesidir.”[10]

Bütün ulus-devletler hegemonik bir kimliğin, diğer kimlik ve kültürlerin hilafına dikte ettirilmesine, ikonlaştırılmasına dayanır. Ulus-devlet doğası gereği asimilasyonist, milliyetçi ve ırkçı projelerden öte bir şey ifade etmeyen, 20. Yüzyıldan kalma post-travmatik bir gelenektir. Üst kimlik olarak kurucu rol atfedilen ve bu sebeple ikonlaştırılan kimlik dışında yabancı, mülteci ve diğer mikro kimlikler, kelimenin tam anlamıyla faşist üst ben’i kirleten sakiler, dışarıda bırakılması gerekenler olarak imlenir. Ulus-devletin kimliği yatay ve kültürel değil, dikey ve hegemoniktir. Bu sebeple bizi otoriter ulusçuluğun tanımından, mikro faşizmler ve iktidar şebekelerinin tanımına götürüyor.

Patolojik reaksiyoner bir makina işlevi gören milliyetçilik, Foucaultçu ifadeyle; ırkçılığın maskelenmiş ifadesidir. Irkçılığın nötralize hali asimilasyon, maksimalist hali de kıyam ve katliamdır. Bu yüzden Kızılderi Hareketleri Federasyonu temsilcisi Bobby Castillo, başlarına gelen felaketleri anlamak için Kürtler ve Filistinlileri örnek gösterir: “Bizim gerçeğimiz, 500 yıldır sistemli bir şekilde yok edilen 50 milyon Kızılderili’dir. Sömürgeciler katliamları teşvik etmek için birbirlerine madalyalar dağıtıyorlardı. Dağıtılan 400 madalyadan (1865-1890) 20’si katledilen çocuk, kadın ve yaşlılar içindi. Bizim gerçeğimizi kavrayabilmek için, Kürtlerle Filistinlilerin gerçeğini iyi izlemek gerekir.”[11]

Asimilasyon da ırkçılığın metastaz ve minimal halidir ama en nihayetinde o da bir ırkçılık tezahürüdür. Çünkü asimilasyoncular, herhangi bir ırk grubunu, başka bir ırk grubunun kendine ölçü alması gereken, üstün standart, ulaşmaya çalışması gereken kıstas olarak, konumlandırırlar. Asimilasyoncu düşünceler ve ayrımcı düşünceler ırkçı düşüncenin iki türüdür. Türk devletinin tarihsel süreç boyunca kesintisiz olarak Kürtlere dönük, kıyam ve asimilasyonu iç içe kullanması nedeniyle M. Çem diğer dünya örnekleriyle mukayese ederek, “Yer küremiz hiçbir yerinde ırkçılık TC’deki kadar pervasızca yapılmıyor. Hiçbir halk Türk halkı kadar ırkçı ve şoven duygulara esir düşmemiştir” demektedir.[12]

Peki, aynı topluluğa mensup insanların, Türk devleti adına insanlığın en çirkin, en aşağılık temsillerini sunarken, sessiz kalmaları neden? Durmadan maruz kalınan bu kötülük ve bayağılık karnavalında Leviathan’ın bu ahlak yoksunu temsilcileri ve onların çılgın müritlerinin fiilleri artık ahlaken tahammül edilebilecek seviyenin dibine vurmuşken, bu acımasız gerçekliğin gönülsüz izleyicileri olmak neden? İnsanın çılgın bir kötülük saldırısına maruz kaldığında yanı başında çıldırtıcı biçimde bayağı, sıradan, teslimiyetçi davranan insanların bu kadar çokluğu neden?

İsviçreli psikolog Elisabeth Kübler-Ross bunu “Kaderin Beş Aşaması” olarak kuramsallaştırır. Ross’un beş aşamalı şeması şöyle özetlenebilir: Örneğin birey ölümcül bir hastalığa tutulduğunu öğrendiğinde ilk evre olan “inkar evresi” devreye girer (birey durumu kabul etmeyi reddeder; bu benim başıma gelmiş olamaz” diye refleks gösterir). İkinci evre; “öfke evresi” dir. (birey “neden ben?”, neden benim başıma geldi? Neden bu illet gelip beni buldu? Diye pasif tepkisellik süreci) Üçüncü evreyi; “pazarlık evresi” olarak tanımlar (birey çoğunlukla olacakları erteleyebileceğini, durumun etkisini azaltabileceğini umar). Dördüncü evre; “depresyon evresi”dir (libidinal yatırım geri çekilir; nihayetinde öleceğim, ne diye uğraşıp duruyorum ki) ve son evre; “kabullenme evresi”dir (ölüme direnemem, en iyisi buna kendimi hazırlayayım).[13]

Bu radikal kötülüğe, bu mezbaha kültürüne karşı bir direniş ontolojisi geliştirmek ve insan olmanın gereği olarak bu insan maneviyatına dönük çirkin saldırılara dur demek yerine, Ross’un “Kaderin Beş Aşaması” olarak tanımladığı psikolojik aşamalardaki pasif insan refleksi gibi, umut dilemek, umut arayışına çıkmak veya umut dilencisi misali siyasetçilerden umut dilenmek, insanın kendi konformizmi uğruna veya pasifizmiyle kendi kendini Arafta beklemeye zorlamasıdır. Peki ya umut varsa ne yapacağız? Yine Ross’un pasif kabullenme aşamalarını geçip nihilizmin kapsısında çürümeye mi terk edeceğiz kendimizi? Yoksa gereğini yapacak mıyız? Umut var, evet, peki umut arayan insan bunun gereğini yapmaya, mücadelesini vermeye hazır mıdır?

Judith Butler, kendi pasifizmini veya ahlaki tutum eksikliğini, içinde yaşadığı koşullarla ilişkilendiren tutumun riyakarlığı ve salt kınama ile sınırlı edilgenliğin, insanda yarattığı tatmin olmuşluk duygusuna değinir: “Hem başkalarının eylemlerine maruz kalıp, hem de eyleriz ve ‘sorumluluğumuz’ bu ikili arasındaki o kesişme noktasında yatar. Beni şekillendiren koşullar, beni neyi yapma konusunda sınırlıyor? Onları dönüştürmek için ne yapabilirim? Başkalarının eylemlerine maruz kalmak ile eylemek arasında tam bir süreklilik yoktur, dolayısıyla üzerimizde etkisi olan kuvvetler, yaptıklarımızdan nihai olarak sorumlu değildir(…) Ahlakçı kınamalar derhal tatmin eder ve hatta kıymeti kendinden menkul kınama eylemi konuşmacıyı işlenen suça herhangi bir yakınlıktan geçici olarak arındırır. İyi ama bu kınama denen şey sorumlulukla, yani dert edinmekle ve eşitliğe dayalı ilişkileri rehber edinerek, gerçekleştirilmesine katkıda bulunmak mıdır?”[14]

Pasif kınama tutumu kötülüğün utanmazlığı ve arsızlığı karşısında sorumluluk alanımızı görünürsüzleştiren bir etki yaratıyor. Bu kötülük okyanusunda sığınabileceğimiz küçük vicdan limanları yaratıyor bize. Bireysel eylemlik ve etkinlik alanı olarak da kullanılabilen sosyal medya üzerinden, yani dijital ekran üzerinden belirlenen bireysel tutum, sorumluluğumuzu ifa ettiğimiz duygusuyla bizi rahatlatıyor ve bir şeyler yaptığımız hissiyle ödüllendiriyor. Peki, bu pasif kınama biçimleri bir yerde sorumluluğumuzun perdeleyici unsuru olmuyor mu? Bu kötülük Levlathan’ın tam da bu pasif varoluş biçimlerinden güç almıyor mu? Karşısında hiçbir gücün varlık bildirmemesi nedeniyle kötülüğün pişkinlik, utanmazlık ve hayasız örnekleri gün geçtikçe daha da çoğalmıyor mu?Ölü bedenlere uygulanan işkence, aşağılama uygulamalarının benzerlerine Filistin örneğinde de karşılaşmaktayız: “Örneğin İsrail tarafından öldürülen Filistinlilerin, ölü bedenlerinin, aşağılayıcı ve insanlık dışı muameleye tabi tutulması rutin bir güvenlik uygulamasıdır. Ekim 2015’te sosyal medyada paylaşılan bir video, İsrail askerlerini, öldürdükleri 19 yaşındaki bir gencin ölüsüne ‘al bu domuz etini de cennetinde bakirelerinle ye’ diyerek domuz eti fırlatırken gösterir. Müslümanların domuz eti ile kaplanarak gömülmesi ve böylelikle ölümün ‘günah’ haline getirilmesi İsrail muhafazakar çevreler tarafından, ‘teröristleri’ durdurabilmek için sıklıkla uygulanan bir taktiktir.”[15]

Kendi ölüsünü şehadet çerçevesinde yüceleştirip, Car Schmitçi “biz” ve “onlar” bağlamında, yani ideolojik kimlik inşasında kullanırken, kendisine başkaldıran “ötekileri” ise bir anlam ve değere dönüşmesini engellemek, dahası o ölü beden üzerinden yakınlarına, sonsuz azap çektirmek için toplumun manevi değerlerini, inanç ve geleneklerini onlara karşı bir savaş aracına dönüştürür ve biyolojik olarak öldürmekle yetinmez, bir de manevi olarak ölü beden üzerinden onun mensup olduğu toplumu aşağılar. Bu şekilde zulmün daha ayrıntılı, daha çarpıcı ve daha kalıcı biçimlerini icat ederek, saldığı dehşet duygusuyla mağdurlarını travmatize eder.

 

Judith Butler İle Birlikte Düşünmek

TC’nin Makyavelizmi kılavuz edinen, savaş stratejisi olarak, mezardan yoksun bırakma uygulamaları, geride kalanların yas hakkını da elinden alan bir özel savaş uygulamasıdır. Judith Butler, kamusal yas hakkının düzenlenmesinin, milliyetçilik payendışı ve şekilsiz bir ırkçılık tezahürü olarak kullanıldığını söyler: “Kamu, belli imgelerin medyada belirmemesi, belli ölü isimlerin dile getirilememesi, belli kayıpların ilan edilmemesi ve şiddetin gerçeklikten çıkarılıp, yayılması koşuluyla yaratılır. Böyle yasaklar, askeri hedef ve pratiklere dayanan bir milliyetçiliği payandalamakla kalmayıp, bu milliyetçilikten kaynaklanan şiddetin somut, insani etkilerini teşhir eden, herhangi bir iç muhalefeti bastırır (…) Medya üzerinden yayılan terör uyarıları ırksal histeriye alan tanıyıp, histeriyi artırıyor. ‘meşru müdafaa’ iddiasıyla gerçekleştirilen, şekilsiz bir ırkçılık yayılıyor. Nüfusun her üyesinden, Bush’un ordusunda ‘piyade eri’ olması talep ediliyor.”[16] Butler’ın ABD eksenli çözümlemesini alıp, TC pratiğine uyarladığımızda, varlığı “kınalı kuzulara” indirgemiş, masumiyet kisvesine büründürülmüş polis ordusunun bir kıyam ordusu olarak, konumlandırıldığını görürüz. Leviathan’a secde eden toplum yaratma, her şeyi intikam diline transfer etme, şiddetin taşeronlaştırıldığı, devlet adına racon kesen paramiliter grupların, Türkiye’nin her yerinde peydah olduğu, “celallenen” lider profilinin aslında şovenzmin ikamesi için çalışan ve Butler’ ın “şekilsiz ırkçılık” olarak tanımladığı toplumu bu temelde üreterek, konfigüre etmek içindir. Türkiye’de polis veya Türk Ordusu’ndan birilerinin ölmesi durumunda, medya üzerinden oluşturulan bu ideolojik kimliğin yeniden inşası ve toplumu militarize etme kampanyaları sonucu, sporcuların bile müsabakalara çıkarken, önce asker selamı vererek başladıklarını unutmamalıyız.

Butler kimin yasının kamu önünde tutulabileceğini, kimin tutulamayacağının düzenlenmesi işinin, kaybedilen bedenin “biz”den mi yoksa “üstekiler”den mi olduğuna bağlı olarak değiştiğini aktarır. Butler’a göre yası tutulamayan hayat aslında hayat değildir. Yani yasını engellemekle ötekileri ya da düşman bellediği kesimi bir yaşayan ölüye çevirme amacı öne çıkar. Tutulamayan yas, olmayan mezar, yapılamayan ritüel, anlatılamayan felaket, mağdura bir ömür boyu bir azap olarak, yaşayacağı bir travmaya sürükler.

“Medyanın imge üzerinden insan olanın içini boşaltması normatif, anlaşılabilirlik şemalarının neyin insan olup, neyin olmayacağını, neyin yaşanabilir bir yaşam, neyin yası tutulabilir bir ölüm olacağını tesis ettiği daha genel mesele açısından kavranmalıdır. Bu normatif düzenler, insan olana dair, daha çok insan olanlarla daha az insan olanları birbirinden ayıran idealler üreterek, işlemekle kalmazlar. Kimi zaman insan kılığında insandan aşağıda olanın imgelerini üreterek, insandan aşağı olanın kendini nasıl gizlediğini ve orada, o yüzde bir başka insan gördüğümüzü düşünebilecek olanlarımız nasıl aldatabileceğini gösterirler. Fakat kimi zaman bu normatif düzenler tam da hiçbir imge, hiçbir isim, hiçbir anlatı sağlamayarak işlerler, öyle ki bir hayat hiç olmamıştır bir ölüm hiç olmamıştır. İşte normatif iktidarın iki ayrı biçimi; biri yüzü insan dışı olanla sembolik olarak özdeşleştirerek, sahnedeki insanı idrak etmemizi önleyerek işler; diğeri ise radikal silme üzerinden işler. Öyle ki, bir insan hiç olmamış, bir hayat hiç olmamış, dolayısıyla bir cinayet gerçekleşmemiştir.”[17]

Ölü bedenlere işkence ya da defin ve yas ritüellerini engelleme, topluluğun toplumsal bağlılıklarına bir darbe vurma ve insan kimliğini inkar etme gailesiyledir. Butler’in iki yönlü anlattığı sürecin bir yönü; radikal bir silme, görünürsüzleştirme, öznellikten çıkarma ve hatta insani kimliğini yadsıma süreci iken; diğeri ise; devlet dramaturjisinin özel bir işlemi olarak, görsele aktarılan Polis veya Türk Ordusunun, ölü bedenlerinin ideolojik kimlik inşası, toplumun konfigürasyonu ve intikamı davetiye anlamında görselde hikayeleştirilmesidir.

Topluma dikte ettirilen hikayelerin tümünde ölen Polis veya Türk Ordusunun bir aile, eş veya çocuklar üzerinden, dramatize edilen sunumu, milli toplumsallığın hayatiyetini, kandaş ilkel bağları anımsatan simgeler eşliğinde, bu ancak kanla temizlemeye olan davetiyedir. Salt kendisiyle sınırlı tek bir hikaye veya anlatımla karşılaşamazsınız. Mutlaka eşi veya çocuklarıyla birlikte sunulan görseller ya da yolunu gözleyen anne-baba hikayeleri… Bu şekilde fail olarak işaretlenen topluluğa karşı “milli refleksi” seferber etmek, bir gayrinizami asayiş tedbiri olmanın yanı sıra, egemen ulusun ideolojik kimlik temelinde inşası ve konsolidasyonu da sağlanmış oluyor.

Öte yandan Butler’in tabiriyle, kamusal görme ve duyma usulleri tesis eden, neredeyse her gün öldürücü, yokedici, tahrip gücü yüksek silahların sunumlarından oluşturulmuş fragmanlarla Leviathan’nın gazabını ve kahredici gücünü cümle aleme sergilerken, cinai eylemleri canlandıran görseller eşliğinde toplumun intikam duyguları, linççi ruhu harekete geçirilmeye çalışılır. Baudrillard’ın “simülakra”sı misali bu duyarsızlaştırıcı rüya makinesiyle yeri geldiğinde narkozlanan, yeri geldiğinde linççi bir güruha dönüştürülen kitlelerin, toplumsal öfkeyi bir saldırganlık diline kanalize etmeleri için kolayca manipüle edilebilir, kıvama getirilir. Öteki kimliklerin, kriminal çağrışımlar eşliğinde yaşananların müsebbibi olarak gösterilmesi, Leviathan’ın şah damarını dolduran ırkçılığında rasyonalize edilmesini sağlar. Ötekini yaralayıp (kriminalize etme, tüm suçları bazı kimlikler üzerinden anlatma veya “terör” yaftasıyla mimleme), o yarayı da ötekinin hakikati kabul etmek, her türlü şiddetin meşrulaştırıldığı ve ardından inkar edildiği daimi bir zemin sunar.

 

 

 

[1]     Sibel A. Arkonaç, Psikolojide Söz ve Anlam Analizi, s-180, Hiperlink Yayınları, 2017 İstanbul
[2]     Byung-Chul Han, Şiddetin Topolojisi, s.48, Metis Yayınları, 2018 İstanbul
[3]     A.g.e s. 53
[4]     Der. Prof. Dr. Ayşen Uysal, İsyan- Şiddet- Yas, s. 161, Zeynep Gönen yazısı, Dipnot Yayınları, 2016 Ankara
[5]     Tanıl Bora, Zamanın Kelimeleri, s. 184, İletişim Yayınları, 2. Baskı, 2018, İstanbul
[6]     Der. C. İflazoğlu- A. Aslı Demir, Öteki Olarak Ölmek, s.127, Dipnot Yayınları, 2016 Ankara
[7]     Nurdan Gürbilek, Kötü Çocuk Türk, s. 33, Metis Yayınları, 6. Basım, 2020 İstanbul
[8]     Michel Foucault, Hapishanenin Doğuşu, Çev-M. Ali Kılıçbay, İmge Kitabevi, 6. Baskı, 2015 İstanbul
[9]     Abdullah Ağar, İŞİD ve Irak, s. 311, Remzi Kitabevi, 2015 İstanbul
[10]    İbrahim X. Kendi, Panzehir: Irkçılık Karşıtı Bir Rehber, s.16, çev. Murat Karlıdağ, Doğan Kitap, 2022 İstanbul
[11]    Kutsiye Bozoklar, Emperyalizm Küreselleşme ve Yalanlar, S-218, Ceylan Yayınları 2016 İstanbul
[12]    Munzur Çem, Hewraman-Dersim Sırrı, S-125, İsmail Beşikçi Vakfı Yayınları, 2017 İstanbul
[13]    Slavoj Zizek, Ahir Zamanlarda Yaşarken, S-14, Metris Yayınları, 4- Basım 2021 İstanbul
[14]    Judith Butler, Kırılgan Hayat: Yasın ve Şiddetin Gücü, s. 32-33, Metis yayınları, 3. Baskı, 2018
[15]    Der. Evrim C. Yalazoğu- A. Aslı Demir, Öteki Olarak Ölmek, s. 156 Dipnot Yayınlar, 2016 Ankara
[16]    Judith Butler, Kırılgan Hayat: Yasın ve Şiddetin Gücü, s. 52, Metis yayınları, 3. Baskı, 2018 İstanbul
[17]    A.g.e., s.148

 

 

Bunları da beğenebilirsin

Yoruma kapalı.