Düşünce ve Kuram Dergisi

Zaman, İdeoloji ve Toplum: Ruh ve Nefes

Veysi Biçen

Bir an hayatı anlamlı kılan en güzel şeyin ne olduğunu düşünelim? Özgürlük ütopyasıyla düşündüğümüzde aklımıza gelenleri saymakla heyecanlandığımızı hissederiz. Olmak, bulunmak, yaşamak istediğimiz… Geleceği kurgulama arzumuz (yahut) yaşadıklarımızı… İçimlik hayatın peşinde ömürlük izlerinizi ararken, tadımlık zamanı keşfederiz. Koca bir alemde (kainatta), avucunuzun içindeki tadımlık zamanla karşılaştırdığımızda, işte o zaman anlarız, hayatı anlamlı kılanın, ruhumuzdan başka (daha güzel) bir şeyin olamayacağını. Ve işte o zaman kopar geliriz ırmaklardan. Toprağın her bir zerresinde yeşerdikçe içimlik hayatımızda, filizlendikçe tadımlık zamanımızda “anlamı” buluruz, hakikate varırız. Taoca taşta uyuruz (ama), bilgece güneşte uyanırız. Ve güneşin ışığıyla (Mithra-bilge) ülkemizin dağlarına konarız, ovalarına ineriz, yayarız ruhumuzu. Işıklanırız, manileşiriz… En nihayetinde yıldızlaşırız, Mezopotamya’nın gök kubbesinde. Ve işte o zaman da, kendimizden bıraktığımız şeyin “ideoloji” olduğunu anlarız. Ruhumuzun bıraktığı bir başka parçasını… Yeryüzünde kalan nefesimizi…

Tanrı Hz. Adem’i yarattığında, Hz. Adem cansız, ruhsuz bir figürdü. Evrenin ya da yaratılışın cansızlığını, inorganik sürecini, işlevsiz-fonksiyonsuz oluşunu ifade ediyordu. Nihayetinde o bir “oluş” haliydi. Ama eksikti! Uzayda yer kaplayan, zamansız bir cisimdi. Eksik olan buydu işte; Zaman!

“Mutlak uzay” ve “mutlak zaman” diye bir şeyin olabileceğini ama “mutlak uzay-zaman” diye bir şeyin olamayacağını düşünen çok sayıda düşünür vardır. Oysa Tanrı, yaratılış öyküsüyle zamansız bir uzayın, uzaysız bir zamanın olamayacağını, eksik ve cansız olduğunun mesajını çoktan vermişti bile. Tanrı’nın yarattığı Hz. Adem, zamansız bir uzaylıydı (uzamlı yani). Fakat tek başına uzaylı olmak, yaratılış için yetmiyordu. Tam da bu noktada Tanrı, Hz. Adem’in burnundan üfleyerek ona ruh verdi. Ve böylece Uzaylı-zamanlı Hz. Adem “İNSAN” oldu. Canlılık, hayat, yaratılış başlamış oldu.

Varoluşu başlatan Tanrı’nın kozmik yaratılış ikilemi uzay-zaman iken bu ikilemin mikro evren olan “kozmos-insan” da karşılık bulduğu temel olgular, ruh ve nefes ikilisiydi. Yani Hz. Adem’i hayata taşıyan uzay-zamanın canlılık öyküsü, kutsal büyünün (kudretin) ruh ve nefesiydi. Peki insan bunu nasıl anlamlandıracaktı? Tarih ne diyecekti bunun için? Ruh ve nefesin mistik özelliği neydi, neye karşılık gelirdi? Şüphesiz çok sayıda soru ve anlam türetilebilir. Az şey de söylenmiş değildir. Lakin özetle: Ruh denilen olguya zaman, Tanrının üfürme (nefes) eylemine de ideoloji diyoruz.

Tarihin, bilinen atom kuramcılarından Demokritos, canlılık ve cansızlığa, yani yaşam-ölüm ilişkisinde ruh ve nefes arasında mutlak bir bağdaşıklık kurar. Kendisi de çoğu filozof gibi insanın bir beden bir ruh olmak üzere iki ana öğeden, meydana geldiğini düşünür. Ruhun atomlardan oluştuğunu ileri süren Demokritosa göre, ruh ince, düz yuvarlak ve ateş atomlarının birleşiminden, meydana gelmiştir. Bu atomlar, nitelik bakımından atom türleri içerisindeki en hafif, hızlı ve hareketli atom türleridir. İnsan, bu hareketli atomların, bedene nüfuz etmesinin bir sonucu olarak, vardır. Yaşam-ölüm veya doğum-ölüm ikileminde insanın ömür ilişkisini atomların diziliş ve işlevselliği ile açıklamaya çalışan Demokritos, ruh ve nefes olgularının birlikteliğine dikkat çeker. Ona göre, ruh oluşturan atom türleri ile hava öğesinin atom türleri aynıdır, dolayısıyla “ateş” atomlarını ihtiva ederler. İnsan nefes alışverişinde ruhu oluşturan atomlar ile hava öğesinde bulunan ateş atomları arasında bir değiş tokuş ve süreklilik halinde devam eden bir “cereyan” hali söz konusudur. Öyle ki nefes alınamaz hale gelindiğinde, yani ruh hava öğesinin, ateş atomlarından beslenemez hale geldiğinde, ömür ilişkisi sonlanır ve adına ölüm dediğimiz şey gerçekleşir. Tıpkı elektrik kesintisiyle ışık ve karanlığın birbirinden ayrışması, daha doğrusu karanlığın, ışığın üzerine çökmesi gibi ölüm nefesin üzerine çöker, böylece ruh ve nefes birbirinden ayrılır. Çünkü atomlar arasındaki cereyan akışı durmuş, kesilmiştir.

Buradan iki temel çıkarsama yapabiliyoruz:

Birincisi; Tanrı Hz. Adem’in burnundan üflemekle gerçekleştirdiği bu eylemde ona sadece ruh vermedi, kesintisiz ve süreklilik arz eden ve varlık dünyasıyla ömür ilişkisini sağlayabilecek bir de nefes verdi. Ruhu, Hz. Adem’in uzayda yer kaplayan varoluşunun, zamanı olarak değerlendiriyoruz. Ruh öncesi sadece zamansız bir uzay vardır. Ruhun varlığa gelmesiyle birlikte varoluşun ikilemi olan, uzay-zaman bütünlüğü, meydana gelmektedir. Yani beden ruh bütünlüğü oluşmaktadır. Fakat buna rağmen eksiklik halen de giderilmiş değildir. Sürekliliği sağlayacak olan nefes, yani ideoloji eksik kalmıştır. Uzay-zaman bütünlüğünün, “canlılık ilkesini” ifade edecek olan, Tanrı’nın üfürüğü(nefes olgusu), sürekliliğini sağlayacak ve “kalıcılığını” oluşumun birlik ve bütünlük ilkesinde var edecektir. Organizmanın canlılığını-cansızlığını gösterecek olan yegane gerçeklik olarak, “nefes” olgusu, “ideoloji” olarak, öyküde önem kazanacaktır.

İkincisi; Uzay, zaman, ruh, nefes gibi olguların ideolojiyle ne kadar yakınlık içerdiklerini anlıyoruz. Şüphesiz ‘ideoloji’, doğrudan uzay, zaman, ruh nefes demek değildir. Biz, varoluşun kendisini oluşturmaya çalıştığı canlılık ilkesinin, temel olgularından olan uzay, zaman, ruh, nefes ögelerinin, ideolojiyle ne kadar bağdaşık olduklarını anlatmaya çalışıyoruz.

-”Zamanın ruhu denilen olgu, ideolojilerin ruhundan başka bir şey değildir.”

-”Tanrı Hz. Adem’in burnundan üfleyerek ona ruh verdi, işte biz bu ruha ideoloji diyoruz.”

…şeklindeki gibi denilmesinin, abartılı bir yanı yoktur. Bu yönlü çözümlemeler haksızda sayılmazlar. Çünkü, gerçekten de ideoloji dediğimiz şey bir ruh olayıdır. Zamandır. Uzaydır! Organizmanın aldığı nefestir! Zaten ideolojinin en yakın durduğu olgu da, nefestir. Nefessiz ruhun nasıl ki varlık dünyasından bağı kopuyorsa, aynı şekilde ideolojisiz insanın da bağı toplumdan, yaşamdan, hakikatten, kimliğinden, varoluşundan, inanç ve değerlerinden kopar.

Hz. Adem’in ilk yaratılış haline döner. Tıpkı Hz. Adem’in ilk yaratılış hali olan cansız, ruhsuz, zamansız bir figür olması ve uzayda yer kaplayan, olumsuz bir cismi olması gibi. Yani hareketsiz duruyor olmaktan, başka bir şey değildir, olamaz. Dolayısıyla ‘ideoloji’ her şeyden önce bir nefestir, nefes işidir, nefes alıp vermenin ritüeldir. Ruh ve beden arasında, düzen kurucusudur. Adorno’nun ideoloji için dile getirdiği ‘düzen kurucu faaliyet’ tanımı bu anlamda önemlidir. “Nefes”, düzen kurucu faaliyetin, hayati önem taşıyan en temel yaşam ve canlılık ilkesidir. Nefesin ruh ve beden, yaşam ve canlılık üzerindeki düzen kurucu faaliyeti, hiçbir şeyle kıyaslanamayacak kadar, hayati önemdedir.

 

Emek Bir İnanç ve Yaşam Tutkusudur

Yeni doğan bir bebeği anımsayalım. Bebek bir uzaydan başka bir uzaya geçiş sağlar. Her iki uzayın zamanı farklıdır. Dolayısıyla her iki uzayın ruhu da farklıdır. Bebek ana rahminde/karnındayken, uzayı sıvı dünyasıdır. Varlık dünyasının uzayına geçiş (doğum) yaptıktan sonra, nefesle tanışır. Bebeğin ruhu, uzayı, zamanı yeni bir dünyaya açılırken bu üçlüye eşlik edecek olan şey nefes olacaktır. Nefes alıp vermekle bebeğin ruhu, uzayı, zamanı varlık dünyasının formatı ve canlılık ilkesinin nefes uyumuna göre yeniden şekillenir (oluşur) ve büyük bir olasılıkla değişir. Durum böyleyken “ilk nefes” ilk ruh-uzay-zaman demek oluyor ki, canlılık ilkesi olarak, “nefes” öne çıkar. Bundan çıkardığımız sonuç, insanın ilk nefesle doğuşunun, gerçekleşiyor olmasıdır ki, buna, “bebek ideolojiyle doğar” diyoruz. Yeni bir oluş hali olarak, doğuş gerçekleşirken her ne kadar iki dünya arasında ruh-uzay-zaman farklılığı olsa da bebek, temel yaşam kodlarını ve genlerini koruyarak doğar. Bomboş gelmez. Var olanı nefesleştirir, ideolojikleştirir. Nefesle, ideolojiyle doğar. Hal böyleyken “benim ideolojiyle, ideolojilerle herhangi bir bağım yok, işim olmaz…” diyenlerin, farkında olmaksızın, aslında ne kadar da çok gerçeklikten uzak durduklarını anlıyoruz. “İdeolojilerle işim olmaz” ya da “ideolojilerin sonu…” denilene dursun, oysa bebek daha doğduğu ilk andan, nefes almakla “ideolojik uzaya” dahil olur. Cansız değil, kuru değil, boş değil aksine ideolojiyle doğar, ideolojik uzaya geçiş sağlar ve ilk nefesle ideolojik oluşumu kanıtlar.

“Nefes” hayatın kendisine bağlı olduğu, ince bir çizgidir. Bu çizgi hem doğrusal hem döngüsel hem parçalıdır. Hayat devam ettiği sürece bir tüyden bile çok daha ince olan bu çizginin üzerinden okyanus suları geçse, sağa sola tek bir damla akıtmaz. Çünkü canlıdır, orada hayat devam eder, nefes alıp veriyordur; Ölümü ona yaklaşamaz. Ancak çizgi üzerindeki akışı durdurmak için cansızlığın, nefessizliğin hükmünü getiriyorsa şayet…

Nefes olgusu, ideolojinin aynı zamanda bir tür, “eylem” biçimi olduğunu gösterir. Bebeğin aldığı ilk nefes, öyle kolay bir şey olmasa gerek. Nefessiz kalmak nasıl ki zor bir şeyse (ki ölümle sonuçlanır; yani sıra Covit-19 sürecinde nefessiz kalmanın zorluklarına, insanlık tanıklık etti), ilk nefesi almak da bu denli zor olmalıdır. Zira ruh ve beden, yeni bir uzay-zaman tünelinden geçerken, kendisi için ilk ve yeni olan bir şeyle (nefesle) tanışmış oluyor. İster zor ister kolay olsun, kozmik ilkler her zaman karmaşık ve zahmetlidir. Bir tür kaos aralığıdır. Doğum anı da ölüm anı da, bu kaos aralığından geçer. Dolayısıyla bu kaos aralığından geçmek bir tür eylemdir. Çünkü irade anlamında, ideolojik bir şeyleri gerektirir. Nefes almak da, nefessiz kalmak da bu eylemin bir sonucudur ve işin en zahmetli olan kısmıdır. İlk nefesle başlayan bu eylem, son nefese kadar sürer. Bu nedenle nefes alıp vermek, ideolojik eylemin yaşam ritüeli olarak ilk ve en temel olanıdır. İnsanın ilk eylemi nefes alışverişidir. İnsan için “eylem” denilen şey ilk nefesle başlar. Güçsüz, çaresiz tüm zayıflığına rağmen, daha doğum esnasında aldığı ilk nefesle bebek, uzay-zamanın ilk eylemini gerçekleştirmiş oluyor. Demek ki insan, nefes alıp vermekle yaşadığı hayatın her bir anını eylemle geçirmektedir. Nefessiz bırakılmaya çalışılan birey ve toplumların temel nedeni de budur. Her nefes bir eylemdir. Birey ve toplumları nefessiz bırakmakla amaçlanan şey, onları ideolojisiz ve eylemsiz bırakmaktır. Bir özgürlük direnişçisi için nefes, devrimci tutumun en temel ilkesidir. Ne diyor özgürlük direnişçisi: “Her şeye rağmen nefes alıp vermeye devam edeceğim” der. Çünkü o nefes de ideoloji var, eylem var, ruh ve zaman var… Hayatın ütopyanın gerçekliği o nefeste gizlidir. Her şeyden önce asıl hedefi, iradesi olan nefesi korumak ve savunmaktır.

Kaynağı kozmik hareketten gelen bir başka ideolojik gerçeklik de emektir. Nefesten sonra emek, bebeğin ikinci ideolojik eylemidir. Bir bebek ayakları üzerine dikilsin, iki adımı atabilsin diye yaşamadığı zorluk kalmıyor. Düşe kalka yürümeyi öğreniyor. İlk emeği emeklemektir. Ayakları üzerinde durmayı ve her adımda ter dökmeyi öğrenir. Onun teri nefes nefese kalma teridir. Demek ki ideoloji yürüme işidir, emek işidir, emeklemektir! Abdullah Öcalan’ın deyimiyle “ideolojisiz insan, hedefsiz, pusulasız ve mevzisiz birisi gibidir. Yürüyemez ve yürürsede yürüyüşü rastgeledir, kurulmamıştır, plansızdır.” Dolayısıyla ideolojisiz yürünemeyeceği açıktır. İster bebek olsun, ister bir düşünce sistemi, ister bir özgürlük hareketi, ister bir sosyal etkileşim ağı olsun, ideolojisiz emek olmaz, nasıl olsun, nasıl emeklensin? Pusulasızdır! Emek bir inanç ve yaşam tutkusudur. Bu yaşam tutkusunu harekete geçiren ruh, ideolojidir, ideolojinin eylem ruhudur. Emek işi, yürüme işi, emekleme işi kozmik hareketin bir sonucudur ve ideolojik eylem ruhunu içerir.

Aynı şey dil içinde geçerlidir. Durağanlık, sessizlik, sözsüzlük, suskunluk demektir. Hareketsizliktir yani. Dil-söz-söz bir tür, (beşeri) kozmik harekettir. Bebeğin telaffuz ettiği ilk heceyi anımsayalım. İlk hece-kelime bebeğin nefes ve emek sonrası üçüncü ideolojik eylemidir. Bir heceyi, kelimeyi söyleyebilmek için bebeğin sarf ettiği enerjiyi, göstermiş olduğu çabayı, yetişkin bir insan, cehaletten kurtulmak için sarf etse, “bilge” olmaması, neredeyse mümkün değildir. Dil düşüncenin aynasıdır ve insan düşüncesiyle vardır. Dolayısıyla insanda üçüncü ideolojik gerçekleşme hali dildir. Bunu, en genel toplumsal olgu olan kültür ögesi takip edecektir. İdeolojik kültür tüm ideolojik eylemlerin anasıdır. Bebek nefes alıp vermekte, emeklemekle, söze-dile gelmekle artık “birey” olmanın ölçüsü olan toplumsallığın, kültür sahasına inecektir. Böylece sosyal varlık kimliğini, inşa edecektir.

Burada sorulması gereken temel sorulardan biri, neden bebek örneğini veriyor olmamızdır ve bununla bağlantılı olarak diğeri, neden insanların büyüdükçe, ideolojik gerçekleşme ölçülerinden uzaklaşıyor, olmaları sorusudur. Her ikisinin cevabı aynıdır: Bebek ve belli bir yaşa kadar, gelen çocukluk yaşında “ruh” en saf, sade, yalın halini yaşar. Her şeyden önce bebeğin/çocuğun ruhu, bedene yabancıdır. Varlık dünyasının maddi gerçekliğinden uzaktır. Hesapsız ve çıkarsızdır. Ruh, daha çok, içinde bulunduğu uzay zamanı, tanıma arayışındadır. Yaşı ilerledikçe önce bedenini tanımaya başlar, dolayısıyla içinde bulunduğu, uzay zamanın farkına varır. Bedenle buluşup, bedenle tanıştıkça bu sefer de tersinden ruhundan uzaklaşmaya başlar. Ruhtan uzaklaşıldıkça maddi gerçekliğin baskın unsurları onu çıkar/yarar dünyasına doğru çeker. Yaşlılığa doğru yaş ilerledikçe ruh, artık bedenden kurtulma arzusunu hissedecektir. Maddi yaşamın her türlü ağrı ve acı izlerinden kurtulmanın yolunun, bedenden kurtulma olduğuna inanacak ve böylece tıpkı çocukluğunda olduğu gibi bedene yabancılaşma, kendisini tekrar edecektir. Bu yaşlarda, dinsel inançta koyulaşmanın, bedene yabancılaşmanın, daha fazladan hissediliyor olmasından kaynaklıdır.

Bu anlamda “ideoloji” varlık dünyasının, maddi gerçeklerinden uzak, hesapsız, çıkarsız, saf, sade, yalın olan ölçüleri gerektirir. Bebeklik, bu ölçülerin en güçlü yaşanıldığı dönemdir. Bebeğin ideolojisi ruhu kadar saf, temiz ve durudur. Gerçek irade, gerçek azim ve kararlılık, gerçek kabul ve red ölçüleri bebeklik/çocukluk çağındadır. Devrimcilik onun için çocuk ruhluluktur, zararsız ve maddi gerçeklikten uzaktır. Bu çağ, ideolojik gerçekleşmenin çağıdır ki, her eylemi ideolojiktir ve sonuç alıcılığa dayanır. Çocuk dış çevrenin (toplumsallığın) etkisiyle bu formunu koruyarak, aynı ruh ve ideolojik gerçekleşme halini gençlik çağına da yansıtabilir. Gençliğin ideolojik gerçekleşmedeki yeteneği, gücü ve kararlılığı da onun çocukluk çağının ideolojik yapısından gelir. Yani proto-ideolojik eylem ve ideolojik kültür değerlerini yarı yarıya koruduğu için inancı (kısmi olarak) bedene değil, ruha-ideolojiye daha yakındır. İdeolojiye inanç yatkınlığı, kendisini koruduğu, terbiye ettiği sürece yaşlılığa kadar da ideolojik gerçekleşme hali devam edecektir. Bu bir tür nefs mücadelesi anlamına gelir ki, bedene hep yabancı, maddi gerçeklikten hep uzak, ruha yakın duran eğilimin nişanesidir. Fakat bu formunu koruyamayanlar (özellikle yetişkinler) ruha yabancılaştığı, bedene yakınlaştığı ve maddi gerçeklikle buluştuğu içindir ki, ideolojik gerçeklikten ve ideolojik gerçekleşme halinin sürekliliğinden uzaklaşır. İdeolojik eylem ve ideoloji kültür dediğimiz şey, bir anlamda, ondan nefessiz kalır; Çünkü ideolojik nefes tükenmiştir, ruhtan kopmak üzeredir, ölüm döşeğindedir.

Dolayısıyla nefessizlik ideolojisizliktir. Zaman, ideoloji ve toplum, prensipte birbirlerinden ayrışsalar da canlılık ilkesinin özü olan ruh ve nefeste buluşurlar. Ruh ve nefes ikilisi zaman, ideoloji ve toplumu uzay-zamanı yaşam ve canlılık ilkesinde (varoluşta) buluşturarak, ortaklaştırır. Bu nedenle onları birbirinden ayırmak güçtür. Zaman ve ideolojisiz, ruh ve nefessiz (hayat) birey ve toplum düşünülemez.

 

 

 

 

 

 

Bunları da beğenebilirsin

Yoruma kapalı.