Düşünce ve Kuram Dergisi

İdeolojiler Çağı: 19. Yüzyıl

Selver İspir

18. yüzyıl, Rönesans ve Reform’un etkisiyle Avrupa’nın büyük değişimlere kapı aralamasını sağlayacak siyasal, toplumsal, ekonomik dönüşümler yüzyılıdır. Fransız Devrimi’nden, Sanayi Devrimi’ne yaşanan süreçler bu dönüşümlerin ürünü olurken bir sonraki yüzyılın içeriğine de işaret eder niteliktedir. 19. yüzyıl bu düşünsel dönüşümlerin ürünlerinin ortaya çıktığı dönemdir. Bu nedenle 19. yüzyıl “ideolojiler çağı” olarak da nitelendirilir. Kuşkusuz bu dönemden önce ideolojiler yoktu, düşünsel bir ilerleme yakalanamamıştı denilemez. İnsan her dönemde (“ideoloji” kavramını üreten Destutt de Tracy’nin deyişiyle) “Hangi düşüncenin doğru, hangi düşüncenin yanlış olduğunu bulmaya yönelimi, insan düşüncelerini, düşünce kaynaklarını incelemiş ve toplumun geleceğine dönük projeler oluşturmuştur.” İnanç sistemlerinden tutalım filozoflara, halk öncülerinden tutalım inanç öncülerine kadar, her dönemde “varlık” tanımı, insanın insanla, toplumla, tanrıyla, doğayla ilişkilerini incelemiş, içinde bulunulan topluma en uygun düşünce formunu ortaya koymuştur. Bu düşünsel durum, belirli bir sınıfsal kesimle sınırlı kaldığı ya da daha çok içinden doğduğu topluluğu etkiler nitelikte olduğu gibi, geniş bir kesime hitap ettiği dönemlerde olmuştur. 19. yüzyıl ideolojilerinin kitleselleştiği, yaygınlaştığı ve birçok ideolojinin ortaya çıktığı dönem olmuştur. Aynı zamanda 19. yüzyıl ideolojileri birçok siyasal rejimi yıkarak, yeni rejimler kurma niteliğine de sahiptir. Bu ideolojilerin etki ve amaçlarını değerlendirmeye almak, dönemi anlamak açısından büyük önem taşır. Yazımızın ilerleyen satırlarında bu noktaya değinmeye çalışacağız.

18. yüzyılın dikkat çeken diğer bir yönü Aydınlanma’nın etkisinin bariz bir şekilde görülmesi ve açığa çıkan ideolojileri oldukça etkilemiş olmasıdır. Aydınlanma’nın etkisiyle mit ve dinlerin belirleyiciliğinin azaldığı, aklın ve bilimin ön plana çıktığı görülmektedir. Mitoloji ve din “varlık” sorularını cevaplarken otorite ve iktidarı geliştirip, toplumun ona itaatini güçlendiriyordu. İktidar tekeline alınan din, isteğe ve kazanca göre dönüşümden geçirilip halka sunuluyordu. İktidar tekeline alınmış dinin sorgulanması ve buna göre kabul-ret durumunun oluşması zihinsel açıdan önemli bir aşamayı ifade etmektedir. Nitekim din adı altında Avrupa tarihinde yaşananlar gözden geçirildiğinde bu gelişmelerin önemi daha iyi anlaşılacaktır. Aydınlanma Çağı ile “insanın akıl yoluyla her şeyi açıklayabileceği, geleceğini oluşturabileceği” fikri gelişmiştir. Sosyal bilimlerin; din ve metafiziğin etkisinden kurtularak ayrı bir alan olarak gelişmesini sağlamıştır. İktidar tekelindeki dinin ve dogmatizmin etkisinden sıyrılma zihinsel alanda bir yenilenmeyi, oluşumu ifade eder. Aydınlanma bu yönlü gelişim sağlarken öte yandan “aklı insan yaşamındaki mutlak yönetici” olarak ele alma düşüncesi onu farklı yönden dogmatizme mahkum etme tehlikesini barındırır. “Aklın mutlak yöneticiliği” ve aklın her şeyi kavrayabileceği düşüncesi, bilim dışında kalan alanların metafizik, din, insan ilerleyişini durduran bilim öncesi düşünce tarzları olarak ele alınmasına neden olup pozitivizme götürür. Metafizik ve bilim arasına kesin sınırlar koyan, sezgisel olanı bilimsel olandan uzaklaştıran pozitivizm, bilimin kesin yargılar oluşturduğu fikriyle dogmatizme götürür. Dogmatizm karşıtlığı iddiasında olan, fakat en derin dogmatizmi yaşayan bir duruma evrilir. Aydınlanma hareketinin öncüleri olarak nitelendirilen Bacon ve Locke’un teorilerinin, pozitivizmin temel ilkeleri olarak kabul edilmesi Aydınlanma ile oluşan fikrin, pozitivizmin temellerini oluşturduğunun da göstergesidir. “Bilimsel mutlak hakikat fikri” 19. yüzyılın ikinci yarısında oldukça yaygınlık kazanır ve son iki yüzyıla damgasını vurur. Anarşist öncü Malatesta’nın deyimiyle “bu fikir özgürlükle çelişir.” Ona göre; “Bilimsel fikrin, mutlak sosyal gerçeğe sahip olma iddiasından uzak durması gerekir. Bilimsel düşünce mutlak hakikate ulaştığı yanılsamasına kapılmamak, geçici ve değişebilir kabul ettiği kısmi hakikatler keşfederek mutlak hakikate yaklaşmakla yetinmelidir. Değişebilir olan bilimsel bir hipotezi, değişmez bir gerçek dogma haline dönüştürmek, özgür iradeye hareket alanı bırakmaz. Bu da özgür iradenin inkârına götürür.” Görüldüğü gibi Aydınlanmayla yaygınlık kazanan bilimsellik fikri, dinsel dogmalardan uzaklaştırırken pozitivizmin dogmalarına hapsetme gibi bir sonuç doğurabiliyor. Bilimin şu an yaşamış olduğu derin dogmatizm hali bunu göstermektedir.

18. yüzyıl bilimselliği böylesi sorunlara yol açmış olmakla birlikte bu dönemde pozitif bilimlerde ön açıcı değişimler de yaşanmıştır. Kimi örneklerle değinecek olursak, “Evreni kavrayış ve yorumlayış tarzları büyük değişimlere uğramıştır. Dünyanın, evrenin merkezi olduğu düşüncesi insanı da gezegenin üstün varlığı, yaratıcısının seçilmiş kulu olma düşüncesine götürüyordu. Bu fikir artık yerini dünyanın evrende bulunan sayısız gezegenden biri olduğu fikrine bıraktı.”

Yalnız astronomi alanında değil, fizik alanında da değişimler yaşanmış, “elektriklenmiş ya da ısıtılmış madde; içine meçhul bir güç giren cansız madde değil; her yönüyle ilerleyen, titreşen, kımıldayan, yaşayan ve titreyişleriyle, çarpışmalarıyla, yaşamlarıyla ısıyı, ışığı, manyetizmayı ya da elektriği meydana getiren son derece küçük atomların titreyişini, yürüyüşünü, bu cismin ve onu çevreleyen uzayın içinde fark etmeye çabalamaktadır. Psikoloji de insanı tek, bütünlüklü ve bölünmez bir varlık olarak ele alma, dini geleneğe bağlı olarak insanları iyi-kötü, bencil-fedakar olarak sınıflandırma durumu geride kalmış; artık tek yönlü insan tipi yerine her biri bağımsız olarak işleyen, değişken, birbirinden ayrı sayısız yetenek ve kendi aralarında eşit-özerk eğilimlere sahip nitelendirmeleri önem kazanmıştır.” (Kropotkin) Tarih biliminde de büyük değişimler yaşanmıştır. Tarih artık yalnız kralların tarihi değildir, halkların tarihi olmaya evrilmiş, inceleme ve araştırmalar bu temelde yapılmaya başlanmıştır. Aynı şekilde 18. yüzyılda Avrupa’da doğa bilimlerinde ulaşılan bilimsel keşifler ile doğanın düzenlenebilir ve kontrol edilebilir olduğu fikri yaygınlaştığı; döngüsel-durağan tarih ve zaman anlayışının ileriye yönelik ve ilerlemeci bir karaktere büründüğü bir dönemdir. Aydınlanma ürünleri olan “ilerlemecilik”, “rasyonalizm”, “hümanizm”, “evrenselcilik”, “dünyevilik” üzerine kurulu bir dünya görüşü dönemin temel eğilimlerini oluşturur. Özünde farklı siyasal ve toplumsal örgütlenme biçimleri olsa da bu dönemde açığa çıkan iki önemli akım olmuştur; Liberalizm ve sosyalizm. Aydınlanmanın açığa çıkardığı ideolojilerle birlikte “Aydınlanma karşıtlığı” olarak adlandırılan “milliyetçilik”, “ırkçılık”, “irrasyonalizm”, “romantizm” gibi akımlar da ortaya çıkmıştır. Bu akımlar pozitivist dünya görüşüne tepki niteliği de taşır. Aydınlanma karşıtlığı olarak ele alınan bu akımlar 19. yüzyılda olgunlaşarak iki ana alanda yoğunlaşır; milliyetçilik ve anti-pozitivizm. Anti-pozitivizm özellikle psikolojide, felsefe ve sosyolojide yeni akımlar şeklinde açığa çıkmıştır. 1800’lerin başında Napolyon Savaşları’yla siyasal bir güç olarak ortaya çıkan milliyetçilik; insanı toplumun parçası olarak ele alırken Aydınlanma bireyciliğine tepki göstermektedir. Diğer yandan toplulukların milletleri ile özdeşleştiklerinde bir diğer kazandıklarını iddia ederken de Aydınlanmanın “evrenselci” yaklaşımına karşı tepkilerini dile getirmişlerdir. Milliyetçilik zamanla ırkçı ve yayılmacı karakteri derinleştirirken, Sanayi Devrimi’nin “pazar” ihtiyacını karşılayacak ulus-devlet fikrinin oluşumunda da önemli rol oynamıştır.

 

Sanayi Devrimi ve Sosyoekonomik Durum

Aydınlanmayla oluşan ideolojiler Sanayi Devrimi’nin hızla yayıldığı bir dönemde gelişmekteydi: Değişen yalnızca ekonomik, sosyal yapı değil, ideolojik ve politik alanda da değişimler yaşanmaktaydı. Kürt Halk Önderi Abdullah Öcalan’ın Sanayi Devrimi’ne dönük değerlendirmeleri konuyu daha anlaşılır kılacaktır: “En başta Sanayi Devrimi’ne dönük ekonomik devrimden ziyade bir ideolojik, politik devrim olarak düşünmek bana daha açıklayıcı gelmektedir. Hatta askeri yanı ağır basan bir devrim olarak algılanmadıkça ne Avrupa’nın uygarlıksal çıkışını ne de temel aldığı kapitalizmi yetkince anlayabiliriz. Sondan söylenmesi gerekeni başta söylemeliyim ki, merkezi uygarlık güçleri Avrupa kapitalizminin Sanayi Devrimi’yle tarihin en büyük ideolojik, politik ve askeri seferberliğini gerçekleştirme ve küreselleştirmeleriyle karakterize edilebilir. Avrupa uygarlığının tarihsel tanımı budur.”

19. yüzyıl, liberal ve sosyalist düşüncenin birbiri ile kıyasıya rekabet ettiği bir dönemdir. Her iki düşünce sistemi arasındaki çatışma hem “politik olan”ın yeniden inşasına hem de sosyoekonomik yapılanmaların içeriğinin değişmesine yol açmıştır. Bir yandan birey fikrini topluma aşılamaya çalışan ve bunu ekonomi alanında yaptığı “yeniliklerle” güçlendiren liberalizm, diğer yandan “birey”e karşı “toplum” ve komünaliteyi temel alan sosyalizm.

Sanayi Devrimi Avrupa’da yaşanan sosyoekonomik değişimleri belirleyen öneme sahiptir. Özellikle sanayileşmeyi yalnızca teknolojik gelişme olarak ya da fabrikayı salt üretim merkezi olarak ele almak eksik bir değerlendirme olacaktır. Sanayileşmeyle birlikte kırdan kente büyük göç dalgaları yaşanmış, bu da demografik değişimlere neden olmuştur. Kır ve kentin yapısı tamamen bir değişime uğramış nüfus kentlere yığılırken kır üreticilik vasfını yitirmiştir. Öcalan’ın belirlemesiyle devam edecek olursak, 19. yüzyılla birlikte kırsal-köy toplumuyla şehir toplumu arasındaki denge hızla kaybolmuştur. “Şehirleşmede ortaya çıkan büyümenin toplumsal ölçümlerle ilgisi hızla kaybolur. Mega kent denilen, özünde kentin inkarı anlamına gelen süreç başlar. Değil yüz binleri, milyonları aşan bir mekanın toplumsal gerçeklikle bağı yırtılmış demektir. Kentsiz kentleşme veya kentin inkârı diyebileceğimiz bu süreç, en büyük toplumsal sorun zeminidir. Sadece sınıfsal sömürü değil, çevre sömürüsünün azami mekanı olarak kent hem gerçek hem de metaforik olarak toplumsal kanserleşmeyi ifade eder. Son iki yüzyıllık kent azmanlaşmasının yıkıcı etkileri saymakla tükenmez. Ama ilk sıraya on bin yıllık tarım-köy toplumunun yıkılışını almak doğru bir tespittir. 19. yüzyılın başında başlayan süreç 2000’lerin başlarında tamamlanmış gibidir. Yıkım sadece fiziki anlamda değildir; insanlık binasına inşa edilen on bin yıllık maddi ve manevi kültürün yıkımı demektir. Bu yıkımın sonuçları yeni ortaya çıkmaktadır. Bu öyle bir darbedir ki, insan toplumunun varlığının sürdürülebilirliği şimdiden tartışılmaya başlanmıştır. Sınıfsal yapı, ulus-devlet aklı, ekonomisiz ekonomi, felsefesizleşme, ahlak ve politikanın tükenişi, küresel kapitalizmin yapısal krizi, çöküşü olmaktan daha fazlasını ifade eder. Kendisiyle birlikte beş bin yıllık hegemonik uygarlık sisteminin kaotik hali yaşanmaktadır.”

Sanayileşmeyle ortaya çıkan büyük üretim merkezi fabrikalar, özellikle ekonomik nedenlerle kırdan kente göç etmek zorunda kalan kitlelerin buluştuğu yerdir. Klasik anlamda “işçi sınıfından” bahsedebilmenin ön koşulu fabrikanın varlığıdır. Bu anlamda sanayileşmenin işçi sınıfını ortaya çıkardığı kabul edilir. Fabrikalara kapatılan kitleler “sınırsız” bir üretim durumuna girişir. Zorlu koşullarda saatlerce çalışmaya mahkum edilen işçiler için zorlu bir süreç başlamaktadır. Toplumdaki derin sınıf farklılıklarının ve işçilerin içinde bulunduğu zorlu yaşam koşullarını ortadan kaldırma iddiasında olan sosyalizm, işçiler için çekim merkezi konumuna gelir. Sanayi Devrimi’nden büyük etkilenen diğer bir kesim ise zanaatkarlardır. Küçük atölye sahipleri olan zanaatkarların fabrika oluşumuyla birlikte atölyeleri işlevini yitirmiş ve tek tek kapanmıştır. Bu nedenle çalışan işçilerden bir farklarının kalmadığını ve işçi üzerindeki “hakimiyetlerinin” kırıldığını düşünüyor ve bu durum zanaatkarları da hareketlenmeye itiyordu. Mülksüzleşen zanaatkar kesimi ekonomik anlamda yaşamış oldukları bu gerileme ile “statü kaybına” uğramış oluyordu. Bu durum 1840’ta yaşanan hareketlilikte işçi sınıfından çok zanaatkar kesimin önde oluşunu getirdi.

1830-1848 devrimleriyle Fransız Devrimi’nden itibaren içten içe şekillenmekte olan politik ayrımlar (özelde liberalizm ve sosyalizm) bariz hale gelmiştir. 1848 Devrimlerinde sanayileşmeyle alt sınıfların kendi yaptıkları devrime sahip çıkma kararlılıkları belirginlik kazanır. 1789’da başlayan devrimci sürecin burjuvazi ve alt sınıflar arasında yarattığı “barikat ortaklığı” son bulmak üzeredir. Bilindiği gibi tarihe burjuva devrimleri olarak geçen devrimlerin asıl öncüleri halktır. Fakat burjuvaya mal edilen bu devrimlerde burjuva tekrar eden rolüyle halk ve iktidarlar arasında güç olabilme temelinde denge durumu oluşturuyordu. 1848 devrimlerinde burjuva artık işçi sınıfındaki radikalleşmeyi görmüş ve denge üzerine oluşturduğu politikasından iktidar yönlü bir yakınlığa geçmiştir. Bu nedenle barikatlar mülksüzler ve giderek mülksüzleşen kesime kalmıştır. Burjuvanın iktidar yönlü yakınlaşma durumunun esas nedeni de açığa çıkan bu mülksüzler hareketinin mülkiyet sistemini tehdit eden bir düzeye ulaşmasıdır, bu da burjuvanın mülkiyet sahipliğini tehdit eden bir durumdu.

Kente göç eden köylü ve atölye sahipleri üzerinden açığa çıkan mülksüzleşme sadece toplumun üretici kesimlerinin mülklerinden olmaları anlamına gelmez. Kendi toplumsal grupları içinde yer alıyorken onu var kılan tüm toplumsal ilişkilerden soyutlanmış olur. Özelde kırsal alandan göç edenler üzerinden değerlendirecek olursak, köy-kır yaşamı içinde karşılıklı ilişki ihtiyacı üretme ve bunu paylaşım durumu doğal bir seyirde izlerken; büyük şehirlerde “bağımlı” ve fabrikalara hapsolmuş bir yaşama mahkum olunur. Köy yaşamının dayanışan, ihtiyaçları takasla temin eden yaşamı gitmiş yerine “ücretli emek” gelmiştir. Emeğin ücretli hale gelmesi, emeğin kapitalist toplumun başat üretici gücü olarak ön plana çıkmasına neden olur. Ücretli emek doğal dayanışma ilişkilerini de geriletiyordu. Ücrete bağlanan emek ve bunun kazanım koşulları toplumsallığa darbe vuruyor, liberalizm ise “birey” fikrini besleyen işlevini yürütüyor ve var olan durum üzerinden bu fikrini yaygınlaştırıyordu.

Yaşam alanlarındaki ayrışma durumu da bu dönemde başlar. Çalışan ve iş yeri sahiplerinin aynı yerde oturma durumu ortadan kalkar. Sınıfsal ayrışmalar her yönüyle hissettirilmeye, kabul ettirilmeye çalışılır.

19. yüzyılın ikinci yarısında sanayileşme özellikle Kuzey Avrupa ve Amerika’da önemli bir etki yaratmıştır. Sanayileşmenin yaygınlık kazanması hem yeni kapitalist merkezlerin ortaya çıkışını hızlandırmış ve bu merkezler arasında rekabeti arttırmış, hem de toplumların kendi aralarında gerilimlerini arttırmıştır. Sanayileşme ve kapitalist dönüşümü yaşayan toplumlarda yeni sosyal sınıfların mücadeleleri ile yeni siyasal çatışmalarda baş göstermiştir. Sanayileşme olgusu toplumların iktisadi, kültürel, toplumsal ve siyasal yapılarında çok köklü değişimler yaratmış, yeni politik temalar ortaya çıkarmıştır. Marksizm ve sosyalizmin bu dönemde belirginlik kazandığına değinmiştik. Aydınlanma’yla büyük önem kazanan ve 19. yüzyıla damgasını vuran liberal yaklaşımlarda da bu dönem değişimler yaşanmıştır. Belirttiğimiz gibi 19. yüzyıl liberalizminde birey oldukça ön plana çıkmıştır, bununla birlikte bu dönem liberalizmin muhafazakarlıktan etkilendiği dönem olma özelliğini taşır. Liberalizmdeki bu değişimin esasta, sosyalizm ve anarşizm gibi toplumu esas alan ideolojilere karşı geliştiği değerlendirilmektedir. 19. yüzyıl ideolojisi olan muhafazakarlık Aydınlanma’nın akılcılığına, Fransız Devrimi’nin geliştirdiği özgürlük fikrine karşı çıkar. Ayrıca sanayileşmeyle birlikte oluşan makineleşmeye kırsal yapıyı bozduğu ve sosyal yapıyı bozduğu gerekçesiyle karşı çıkar. Liberalizm ve muhafazakarlık ana temalar çerçevesinde ele aldığımızda birbirine zıt iki ideoloji olma özelliğini taşır. Bu noktada liberalizmin karşıt olanı da ortak potada buluşturma “becerisi” devreye girmiştir. Böylece kendisine karşıt olabilecek görüş ve toplulukları bertaraf ettiği gibi söz konusu ideolojilerin kitlelerini de kendi cephesinde toplamıştır.

 

Ulus-Devlet

19. yüzyılda yaygınlık kazanan diğer bir durum ulus-devletler arasında yaşanacak olan mücadeleler ve ulus-devlet fikrinin hızla yayılmasıdır. Ulus-devlet fikrinin yaygınlık kazanması, sanayileşmeyle oldukça gelişen ticaret ve onun en çok ihtiyaç duyduğu “pazar” olgusundan bağımsız ele alınamaz. Ticari tekeller talana açılmış pazara ihtiyaç duymaktaydılar. Bu nedenle ulusun bir bütün olarak devlete bağlanması temel amaç olmuştu. Bir bütünen “devlet”e bağlanmış toplum, sömürünün yaygınlaşıp içselleşmesi için en uygun zemini yaratabilirdi. Ulusların kendini var kılma, ifade edebilme durumu devlet olabilmeyle ifadelendiriliyor, devlet olma fikri de kendisiyle sınıfsallığı-sömürüyü meşrulaştırıyordu. Avrupa’da devletler arası rekabet devletlerin militarist yönlerini güçlendiren bir etki yaratmıştı. Toplum odaklı yeni düşünce sistemleri gelişip yaygınlık kazanırken, aynı dönemde militarizmi, sınıfsallığı diri tutacak hareketlenmelerde etkin kılınmıştır. Kuşkusuz ulus-devletler arası mücadele döneme en uygun argümandır. Ekonominin dar boğazına hapsedilmek istenen toplumu farklı argümanlarla da sistem karşıtlığından uzak tutmak gerekiyordu. Liberalizm, muhafazakarlık ve milliyetçilik toplum odaklı ideolojiler karşısında bu gayeyle hep diri ve etkin tutulmuştur.

Kısaca 18. ve 19. yüzyıllarında Avrupa’da sanayileşmenin, devrim hareketlerinin, tutuculuğun, yoksulluğun, monarşilerin ve özgürlükçü ideolojilerin bir arada ve birbiriyle mücadele halinde yaşandığı tarihsel dönemlerdir. Bu mücadele Avrupa’da monarşilerin yıkılışı ve cumhuriyetlerin kuruluşuyla devam eder. Yüzyıllardır krallıklarla yönetilen halkların daha demokratik içeriğe sahip cumhuriyete geçişi önemli bir aşamayı ifade eder. Aynı dönemde gelişim kat eden ve yaygınlaşan liberalizm ise yaydığı “birey” fikri ile “mutlak güç, krala bağlı kişi”den “mutlak ben’e bağlı kişiler” oluşturuyordu. Bu durum toplumda ayrışma, kopukluk yarattığı gibi cumhuriyetin demokratik muhtevasında işlerlik kazanmasını engelliyordu. İkinci büyük politik mücadele dalgasının sanayileşmeyle yaşanan toplumsal değişim sonucu şekillendiğini belirtmiştik. Liberal tezler ile; değişimlerin çalışan yoksul kesim lehine düzenlenmesini talep eden sosyalizm…

 

Bilimsel Sosyalizm

18. ve 19. yüzyıllara damga vuran Aydınlanma, Sanayi Devrimi, Fransız Devrimi ve ulus-devlet fikri dönemin düşünsel dönüşümlerini de belirlemiştir. Uygarlığı, kapitalizmi güçlendiren ideolojilere karşın toplumsallığı geliştirmek isteyen ve sınıfsallığa karşıtlığın mücadelesini veren ideolojiler de olmuştur. Anarşizm ve bilimsel sosyalizm, bu ideolojilerin içerisinde en çok yaygınlık kazananlarıdır. Konumuz itibariyle bilimsel sosyalizme değineceğiz. 18. ve 19. yüzyıllarda düşünce akımları bilimsel sosyalizm üzerinde etkili olmuştur. Aydınlanma’nın bilimciliğini esas alan bilimsel sosyalizm, materyalist bir içeriğe kavuşmuş, bu ana bilim dışında kalan alanların ötelenmesine neden olmuştur.

Ulus-devlet fikri de bilimsel sosyalizmi etkilemiş, fiiliyata proleter ulus-devlet oluşumu gibi bir sonuca götürmüştür. Proletarya diktatörlüğünün, sosyalizmin karşı olduğu sınıfsallığı ortadan kaldırmak yerine benzer bir sorunu yaratacağı, yaşama geçen sosyalist örneklerde de görülmüştür. 19. yüzyılda sosyalist ütopyalar Aydınlanmanın büyük etkisiyle bilimsel bir temelde şekil almış, bu tarih görüşlerini de etkilemiştir. Kürt Halk Önderi Abdullah Öcalan’ın deyimiyle, “Her olgu sanki yeni yapılanıyormuş, geçmiş ve gelecekle bağı yokmuş gibi ele alınmış. Hatta geçmişle ilgili her şey negatif değerlendirmelere tabi tutulmuştur. Marx geçmiş aşılmışlıktan da öteye hükümsüz saymış veya bir gölge olaydan, görüntüden ibaret gibi değerlendirmiştir. Geçmişin tüm uygarlığıyla ‘şimdi’ olduğunu idrak edememiştir.”

Bilimsel sosyalizmin yanılgılarını daha anlaşılır kılmak için Öcalan’dan kimi alıntılar yaparak yazıya son vermek yerinde olacaktır: “17. yüzyıl, bir anlamda felsefi devrim yüzyılıdır. Felsefi devrimle birlikte 18. yüzyılda bilimsel devrim gerçekleşti. Aynı zamanda “Aydınlanma yüzyılı” olan 18. yüzyılda dinden bağımsız laik düşünce büyük gelişme kaydetti. Yüzyılın sonunda gerçekleşen Fransız politik devrimiyle İngiliz sanayi devrimi, sosyal bilimlerde de devrime zorladı. 19. yüzyıl bu bakımdan sosyal bilimlerde devrim yüzyılı olarak da anlam ifade eder. Sosyoloji her ne kadar Auguste Comte’nin kavramsallaştırmaya çalıştığı sosyal bilimlerin yeni adı olsa da, gerçek sosyolojiyi Karl Marx ve Freidrich Engels ‘Bilimsel Sosyalizm’ olarak inşa ve ilan ettiler. Tarihsel ve materyalist temeli olan bilimsel sosyalizm düşüncede diyalektik yöntemi esas alıyordu. Hem tarih felsefesinin hem de diyalektik düşüncenin yeni peygamberi olarak Hegel tüm sosyal bilimleri, bu arada A. Comte sosyoloji ile K. Marx ve F. Engels’in bilimsel sosyalizmini derinden etkilemiştir. Ulus-devletle bireyin azami özgürlüğüne kavuşacağını sanıyordu. En gelişmiş toplumsal yapı olarak ulus-devletin bireye azami özgürleşme imkanı sağladığı ideası buydu. K. Marx ve F. Engels’in kendileri de Alman oldukları için, Hegel’in Alman devletinin merkezileşmesi ve ulus-devlet olarak şekillenmesi gerektiği yolundaki görüşlerini ilerlemeci bir gelişme olarak yargılamaktan geri kalmadılar. Başta Bakunin olmak üzere, anarşistler bu yargıya karşı çıktılar.

Ulus-devletin en az gelişmiş birey özgürlüğünü değil, modern kişiliği ifade ettiğini komüneteler halinde yaşamanın bireysel özgürlüğe daha çok katkı sağlayacağını ifade ettiler.

Bilimsel sosyalizm kendi içinde çatı olarak merkezi ulus-devleti aldı. Her ülkelerin proleter sınıf öncelikle hem bu çatının gelişmesi için çaba harcamalı, hem de bu çatı altında kendi sınıf örgütlenmesini yaratmalıydı. Enternasyonalizmin yolu milli sınıf devletinden geçecekti. Bilimsel sosyalizm realize oldukça kendini reel sosyalizm olarak ifade etmeye başladı; Sovyetler Birliği’nin inşasıyla kendini resmen reel sosyalist sistem olarak ilan etti. Reel sosyalizmin devleti de proleter öncülüklü ulus-devletti. Hatta proleter, ulus-devlet, burjuva, ulus-devletten çok daha fazla merkezileşmek ve topluma yayılmakla farkını ortaya koymaktan geri durmadı. Bir nevi proleter ‘firavun sosyalizmi’ doğmuştu…”

 

 

Bunları da beğenebilirsin

Yoruma kapalı.