Düşünce ve Kuram Dergisi

İkili Devletin Biyopolitikası, İkili Hukuk, Cezasızlık ve ‘Yeni Bir Yaşam’ İnşasının Zorunluluğu

Selaheddîn Biyanî

Ünlü Prusyalı General Clausewitz’in ‘Savaş siyasetin başka araçlarla sürdürülmesidir’ tezine karşı Foucault’un ‘Siyaset savaşın başka araçlarla sürdürülmesidir’ itirazıyla başlayan siyasetin kapsadığı varoluşsal alan tartışmalarına Agamben adeta bir ünlem işareti iliştirir ve şöyle der: ‘Egemenliğin olduğu her yer bir savaş alanıdır!’

Tarihleri boyunca klasik ve modern bütün iktidar yapılarının değişmez momenti olan savaş ekonomisinin tam ortasında kalan Kürtler, bir taraftan ikili bir cendereye benzeyen egemenlerin hukukuyla boğuşurken öbür taraftan evrenselleri kendine kalkış noktası yaparak sömürgelerin ve madunların pozisyonunu görünmez kılan bir tarih ve toplum yazımı ile savaşmak zorunda kalmışlardır. Bu yazıda Kürtlerin mevcut tarih ve toplum yazımındaki konumlanışlarından ziyade ikili devletlerin ikili hukukları üzerinden nasıl biyopolitik bir sömürge alanına dönüştürüldükleri, uygulanan düşman hukukuyla nasıl hem hukukun içinde hem de dışında bırakıldıkları ve en nihayetinde Kürtlerin neden demokratik bir toplumsal inşayı varoluşsal bir zorunluluk olarak tahayyül edip mücadele dinamiklerini ‘verili olan’ değil, ‘alternatif olan’ üzerinden kurgulamak zorunda kaldıkları üzerinde durulacaktır.

Kurdistan, modern ulus-devletlerin ve kapitalizmin bir işleyiş formuna dönüşen biyoiktidarın en çıplak uygulama alanlarından birine dönüşmüştür. Kürtler bir taraftan egemen hukukun hem içeren hem dıştalayan ikili yapısıyla mücadele ederken bir taraftan da kendi hukuksal öz savunma sürecini yaratmanın mücadelesini vermektedirler. Egemen bir hukukun belirsizlik alanına hapsedilmiş olmaktan ve verili hukukun suçlulaştırılmış, aynı zamanda milli çeperin dışına düşen kırılgan öznesi olmaktan kurtulmanın yollarından biri egemenlik tarzlarını devrimci bir tarzda dönüştürmenin mücadelesini vermek, biri de tamamıyla söz konusu hukuksal düzlemin dışına çıkıp kendi siyasal egemenlik alanını yaratabilmektir. Siyasi egemenliğin meşruluğu düşüncesi, siyasetin içindeki savaşı, bilhassa ezen ile ezilen arasındaki savaşı gizlemek için kullanılan pratik ve kurnazca bir aparattır. Çünkü bugün Kürtlerin mevcut siyasal statüleri herhangi bir rıza ya da toplumsal sözleşme ile siyasal bir egemenliğe bağlanmamıştır. Hatta tam tersinden bir okumayla egemen hukuk, Kürtlerin hukuksal ve siyasal yaşamdan toptan tasfiyesi için ideolojik bir araçsallığa dönüşmüştür.

Biyopolitik, bütün hayatı güvenlik, toprak ve nüfus üçgeninde politik olarak stratejik bir savaş alanına dönüştürürken diğer taraftan yaşamı politik olarak denetlemek, türler arası farklılığı ve ırklar hiyerarşisini oluşturmak için hukuksal meşruluğu kendine bir savunma kalkanı olarak inşa eder. Bu bağlamda, sömürgecilik ile faşizm tarihini birbirinden bağımsız okumak artık mümkün değildir. İktidarı elinde tutan ve hukuksal/siyasal normu belirleyen güç, bir ırkın diğer ırklara üstünlüğünü söz konusu normun içine yerleştirir. Irkın biyolojik mirasına tehdit oluşturan her türlü farklılık ayıklanarak pastörize ve hijyenik bir ırk oluşturulur. Böylelikle savaş sadece egemen bir klik adına değil bir ırk adına yürütülür! Öldürme eylemi bazen birini öldürmenin ötesine geçerek kurbanı ölümün önüne atmak, ölme riskini arttırmak, ölümü pornografik bir teşhir imgesine dönüştürmek, ölümün haysiyetini zedelemek için gerçekleştirilir. Cizre Bodrumları, Ekin Wan, Taybet Ana ve Hacı Lokman Birlik’in öldürülme biçimleri tam da bu vahşet tablosunun içine yerleştirilebilir. Faşizm bir taraftan ölümün haysiyetini zedelemek için ‘leş’ tanımını dolaşıma sokarken öbür taraftan bütün bu ölümlerle ilgili açılan davaların takipsizlikle sonuçlanması için ‘bağımsız yargıyı’ yürüttüğü savaşın ideolojik bir aparatı haline getirir.

 

Hem Yasanın İçinde Hem De Yasanın Dışında: Kürtler

Kürtlere karşı gelişen hukuksal şiddet o kadar normalize edilmiştir ki, uygulanan yasal şiddetin meşruluğunun yanında kurbanı da şiddetin suçlusu haline getirmek bir rutine dönüşmüştür. Şiddeti tahrik eden, sınır ihlali yapanın bizzat suçlunun kendisi olduğu binlerce örneğin başında bariz bir gasp ve el koyma eylemi olan kayyumluk uygulamalarına karşı demokratik itiraz haklarını kullanan belediye eş başkanlarının onlarca yıl hapis cezalarına çarptırılmalarıdır. Kürtlerin bütün güçlerinin siyaset dışı bırakılmaları ile İngilizlerin faşist milletvekili Mackay’ın Romanlar için söylediği ‘Onlar birer çöp ve gündelik hayatı paylaştıkları benim saygın seçmenimle aynı insan haklarından faydalanmayı hak etmiyorlar’ demesi arasında zerre kadar fark yoktur. İkili ve düşman hukuku denilen diyalektik tam da burada devreye girer: Kürtleri temel demokratik uygulamaların dışında tut ama, öbür taraftan ceza yasalarına tabii olmalarını sağla. İstisna olmaktan çıkıp kurala dönüşen bu uygulamalar, özellikle son beş yılda güncel politikanın bir normu haline gelmiştir. Çıplak hayat ve egemen iktidarın karşılıklı konumlanışları üzerine Kafka’nın ‘Yasanın Önünde’ denilen kısa öyküsünde mahkemeye çağrılmış bir adam yasanın açık kapısının önünde bekletilir. Yasa tarafından dışlanarak içlenmiş, içlenerek dışlanmış bu adamın hapsedildiği bu belirsizlik mıntıkası devletin mahkemelerine düşmüş yüzbinlerce Kürdün ve devrimcinin hikâyesiyle birebir örtüşmektedir.

Doğa durumunun insanları kısa, kötü ve vahşi bir duruma mecbur bırakması sonucu devlet denen canavarın zorunlu olarak ortaya çıktığını iddia eden Hobbes’e karşı Agamben, bizzat egemenliğin kendisini bir şiddet biçiminde ortaya koyduğunu söyler. Roma Hukuku’nda geçen bir figürü refere ederek ‘homo sacer’i teorisinin merkezine alan Agamben, kutsal insanın belli bir suçtan dolayı toplumdan sürülmüş, herhangi biri tarafından öldürülebilir ama dini bir kurban etme ritüelinde asla kurban edilemez kişiyi betimlediğini söyler. Yakışıksız bir hayat sürmüş ve yakışıksız biçimde ölmüş olan Homo Sacer’in Türk egemen tanımındaki karşılığı ‘leş’tir! Hukuk onlar için uygulanamaz ama aynı zamanda onlar hukukun koruması altındadır. Bu nedenle hem yasanın içinde hem de yasanın dışındadırlar.

Neyin istisna olup neyin olmayacağına dolayısıyla yasanın uygulanıp uygulanmayacağına karar verenin ‘Egemen’ olduğunu iddia eden Schmitt’e karşı Benjamin, tartışmayı istisna halinin artık bir kurala dönüştüğü noktasına çekmiştir. Buradan sözü devralan Agamben, istisna halinin yasanın varlığı ile yokluğu arasındaki gizli ama asli ilişkiyi tesis ettiğini, bunun bir boşluk olduğunu ve yasanın yokluğu olasılığının mütemadiyen arttığını iddia etmiştir. Terörü asli odağı haline getiren bir devlet bizzat teröristleşme tehlikesiyle karşı karşıya gelir. Tam da burada devletin bütün yasal ve yasal olmayan terörüne karşı tarihin en büyük demokratik direnişlerinden birini ortaya koyan Kürtler, nefretin, terörün ve yıkımın yol açtığı koşulların daha da büyümesini engellemek için olağanüstü bir mücadele yürütmektedirler. Daha çok nefreti, terörü ve yıkımı göze alarak üstelik…

Kaba bir tarih belirlenecekse 20. Yüzyılın başında kurulan dört ayrı ulus-devletin hukuk ve hukuk dışılığının belirsiz alanına mahkûm edilen Kürtler, Fraenkel’in tarif ettiği ikili devlet hukukuna karşı tarihin en zorlu direnişlerinden ve demokratik mücadelelerinden birini vermek zorunda kalmışlardır. Fraenkel’in Nazi Almanya’sını merkeze alarak kuramsallaştırdığı ‘İkili Devlet’ modelinde devlet ikili bir yapıdan teşkil olmuştur: Birincisi kendi ‘yasal meşruluk’ zeminini yasalara ve kurallara bağlayan ‘norm devleti’ ve dönemsel gelişmeler ve keyfi kararlarla ülke yöneten ve kendini bile var eden normlar silsilesini yok sayan bir ‘önlem devleti.’ Söz konusu ikili yapı, yan yana var olabilir; bazı alanların norm, bazılarının önlem devletinin hükmü altında olduğu bir iş bölümünden de söz edilebilir. Dönem dönem bu iki alan birbirinin ayağına dolanabilir, rekabete girişebilirler. Fakat en nihayetinde hangi zaman hangi yapının yüzünü göstereceği asla belli değildir. Bu belirsizliği arttıran, yaşamın tümünü güvencesizleştiren bu düzen, kudretin eninde sonunda önlem devletinin elinde olduğunu bize gösterir. Abluka boyunca onlarca sivilin yaşamını yitirdiği ve kentin büyük oranda yıkıldığı Silopi’ye 4 Mart 2016 tarihinde giden Ahmet Davutoğlu’nun orada yaptığı konuşmada kullandığı şu cümle tam da son sözün hangi devlet tarafından söylendiğinin net bir ifadesi olarak okunabilir: ‘Devlette iki şey vardır. Kudret ve şefkat. Teröristler kudretimizi test etmeye kalktı bu kudreti gördüler. Şimdi şefkat zamanı…’ Davutoğlu’nun geçtiği devlet tedrisatında, kutsal olan hayatından vazgeçmeyi bile göze alabilen ve iktidarın politik bir özne olarak değil kültürel ve politik bir atık olarak kurguladığı Kürt, egemen tarafından hayata döndürülmek için öldürülebilir. Bu dehşetli hizaya getirme ediminin sonunda devletin şefkati, o sinsi sırıtmasıyla sırasını beklemektedir çünkü!

Karll Schmitt, egemenin hem hukuk düzeni içerisinde hem de dışında bulunuyor olmasının kesinlikle fazlasıyla belirleyici bir durum olduğunu, egemen hukukun geçerliliğini askıya alma konusunda yasal yetkiye sahip olanın kendisini yasanın dışında tutmasının şu paradoksu ortaya çıkardığını aktarır: ‘Hukukun dışındaki egemen olarak ben, hiçbir şeyin hukukun dışında olmadığını ilan ediyorum!’ Egemenlik sorunu, siyasal düzen içerisinde iktidarı elinde bulunduran güçlere indirgendiğinde kurulu siyasal düzenin kendi eşiği ve onu var eden diğer tüm dinamikler gözden kaçırılır. Reel sosyalizm ve anti sömürgeci mücadeleler dâhil bütün dünya devrimlerinin yolunda onları bekleyen ve gelinen bütün yolu geçersiz kılan büyük bir mayınlı arazi karşımıza çıkar: Devlet Teorisi! Türkiye devletinin ‘sahada oyun kuran’ olarak tanımladığı ama özünde alt emperyal bir güce dönüşmeye çalıştığı, olağanüstü bir rejimi olağana evirdiği, bütün kurumsallıkları tasfiye edip Neo-Osmanlıcı fanteziyi ve onunu savaş ekonomisini yaratmaya çalıştığı tarihin bu döneminde, savaşın bir cephesi de hukuk üzerinden yürütülmektedir. Kürtlerin verili siyasal egemenlik tarzına ve onun hukuksal sistematiğine karşı alternatif bir yaşam arayışı tam da bu verili zemin üzerinden meşruluk kazanmaktadır.

Güzide uygarlığın merkezi demokrasilerinde bile insanların özgürlük ve mutlulukları bağımlılık ve boyun eğişler sarmalına sıkıştırılmışken, çıplak hayatın, kampın ve istisna hallerin olağan kurbanlar yarattığı bir tarihsel eşikte ‘demokrasiye en uzak demokrasilerden’ biri olan Türkiye egemenlik sisteminin biyopolitik iktidar alanını nasıl bir hoyratlık ve vahşet üzerinden kurguladığına hem retorik hem de pratik süreçler üzerinden her gün şahit olmaktayız.

Agamben’in deyimiyle ‘Bugün siyaset, hayattan başka bir değer tanımıyor; dolayısıyla hayattan başka bir değersizlik de tanımıyor. Bu gerçeğin içerdiği çelişkiler yok edilmedikçe Nazizm ve faşizm hayatlarımızdan asla çıkmayacaktır’ (Agamben, 2013)

Kürtlerin demokrasi ve adalet mücadelesinin en sert geçtiği mekanlardan biri de devletin yasal şiddet mekanizmaları ve mahkemeleridir. Çünkü bu ülkede adalet bizzat yasalar eliyle ilga edilir. Devletin topluma karşı işlediği suçlarda fail belirsizleştirilir, fiilin kendisiyle orantısız cezalar verilir. Dönemsel gelişmelere bağlı olarak yargılanan fail, bir dönem sonra iktidarın ortaklığına terfii edilir. Türkiye hukukundaki cezasızlık politikası, yasayı keyfi yorumlama, devlet aklının hükmettiği ideolojik yargı mekanizması, fiili hatalı nitelendirirken bile fiili ve faili yasadan kaçırtıp suçu örtbas etme, zaman aşımında o suçu tarihsel bir uzama hapsedip yok sayma gibi edimler Kürtlerin bu ülkenin demokrasisine ve yargısına olan bütün inancını yok etmiştir. Devletin meşruluk krizi olarak tevarüs eden bu tutum, Kürtlerin kendi alternatif kurumsallıklarını oluşturma ve zıtlık üzerinden değil alternatif projeler üzerinden yeni bir yaşam politikasını tahayyül etmelerini sağlamıştır. Üçüncü Yol, demokratik cumhuriyet, demokratik ulus gibi teorik yaklaşımları aynı zamanda bir inşa hareketi ve kendi praksisini yaratmaya çalışan bir zihinsel devrim ve tarihsel bir zorunluluk ilkesi üzerinden okumak gerekir.

İttihat Terakki’den başlayıp yakın tarihte özellikle 1980 Darbesinden sonra ve 1990’larda devlet adına işlenen ağır suçları zamanaşımı üzerinde fiili bir cezasızlığa tabii kılma pratiği, failler için cezasızlığı doğuran bir yargının adalet karşısındaki direnci olarak tanımlayabiliriz. Cezasızlığın fail için yarattığı ayrıcalıklı alan, şiddeti yeniden üreten bir mekanizmaya dönüşerek suçların daha pervasız ve aleni işlenmesine zemin hazırlamıştır. Son beş yılda parçalanmış cesetleri, kıyımları ve vahşet tablolarını gözümüze sokan pornografik şiddetin bu denli artışı failin bu konforlu ve korunaklı alana yaslanma rahatlığından da kaynaklanmaktadır. Faillerin mütemadiyen işledikleri suçlar için dokunulmazlık zırhlarını bizzat yargının kendisi üretmekte ve bu durum savaşın bütün aygıtlarıyla sürdürülebilir kılınmasında işlevsel bir rol üstlenmektedir. Linç, pogrom, katliam, cinayet şeklinde uzanan suçlar silsilesi, yargı tarafından zamanaşımı, haksız tahrik, iyi hal indirimi, ceza erteleme, cezayı paraya dönüştürme, delil yetersizliği ve zaman aşımı gibi stratejiler üzerinden inşa edilen bu mekanizma, yargı eliyle yaratılan bir koruma olmanın da ötesine geçerek, 2016 sonrası hukuki denetimden muaf kılındı. İnşa edilen bu hukuksal mekanizma, daimî savaş mekaniğinin ve egemen hukukun tarihteki en nadide işbirliği örneklerinden biridir. 2015-16 yıllarında Kurdistan kentlerinde bizzat kolluk eliyle işlenen yıkım, göç ve toplu kıyımlarla ilgili açılan davalar meşru müdafaa, delil yetersizliği gibi gerekçelerle takipsizlikle sonuçlandırıldı.

 

İkili Devlet Kuramı

İkili devlet mekaniğinde hangi devletin ne zaman devreye gireceğini daha çok koşullar belirler ilkesi, kendini en çok 2015-16 Özyönetim Direnişleri ve 2016 Cemaat Darbe Girişimi sonrası göstermiştir. Örneğin, askeri güçlerin kent merkezlerinde operasyon düzenleme ve sokağa çıkma yasağı ilanı Anayasanın 15. maddesinin belirlediği normatif çerçeve içerisinde usulüne uygun bir olağanüstü hâl veya sıkıyönetim ilanı kapsamında mümkünken devlet, tüm bu hukuksal çerçeveyi rafa kaldırarak olağan bir dönemde bütün savaş tekniklerinin kullanıldığı istisna bir rejim yarattı. Yürütmenin olağanüstü yetkilerle kendini donatıp Anayasayı devre dışı bıraktığı bu uygulama, her tür yasal denetimden muaf, kural dışı, kendini yasanın dışında ya da üstünde sayan yeni bir kontra dinamiğini devreye soktu. 10 ilçe ve 1 il merkezinde tarihin en ağır insanlık suçlarından birine imza atan devlet, yasaklar sona erdikten sonra 6722 sayılı Kanun ile olağanüstü hali, olağan dönemde de yürürlükte tutabileceği bir düzenleme yaparak Sur’un belli mahallelerinde 2015 Aralık ayından beri hala devam eden tarihin en uzun süreli sokağa çıkma yasağını uyguladı. Yapılan yasal düzenleme ile vatanın ve ulusun bekasını esas alan terörle mücadelede devlet adına işlenen her türlü suçun yargılanması neredeyse imkânsız hale getirildi. Bütün askeri güçleri harekete geçirme yetkisinin Reisicumhura devredildiği yeni düzenlemede terörle mücadele kapsamında işlenen suçlar ile ilgili asker ve sivil kişiler hakkında soruşturma izni alınıncaya kadar gözaltı ve tutuklamanın önü kesildi. Bireysel olarak işlenen suçlarda bile failin değil bizzat devletin yargılanacağı ilkesi getirilerek failin bedeni, devletin çelikten bedeninin içine alınarak koruma altına alındı. Suçun somutluğunu belirsiz ve soyut bir düzlemin içine alarak suçluyu yargıdan kaçıran bu mekanizma, suçlunun yargı önünde hesap vermesini olanaksızlaştırarak yargının göreli özerkliğini de tamamıyla ortadan kaldırdı. Olağan yargı rejimini olağanüstüleştirme şeklinde betimlenen bu uygulamada devlet, teröre karşı savaşta süngüyü ileriye doğru uzattıkça hukuku geri çeker ve kendi meşruluğunun kaynağı olarak gördüğü yasallığı gri ve belirsiz bir alana hapseder. Agamben bu istisna halinin sadece totaliter rejimlerin değil, demokratik rejimlerin de normaline dönüştüğünü iddia ederek yeni bir egemenlik sistemine dönüştüğünü söyler. Özellikle cezasızlık mekanizması, siyasi iktidarın düşmanlara karşı verdiği savaşta olağanüstü halin yeniden üretebilmesi için sonsuz bir savaş stratejisinin meşruluğuna hizmet için son derece kullanışlı bir aparat işlevi görür.

Kısacası hem geçmişte hem de gelecekte işlenme ihtimali yüksek suçların hukuk eliyle aklanması, devlet şiddetinin süreklileştirilmesine hizmet etmenin yanında kalıcı bir istisna halinin yaratılmasına zemin yaratır. Mağdur için bütün adalet mekanizmalarının devre dışı kalması, mağdurun her türlü saldırı ve imhaya açık bir çıplak hayata (homo sacer) dönüşmesini sağlar. 2007 yılında kolluk güçlerine öldürme yetkisinin kapılarını aralayan 5681 No’lu yasa, Gezi Direnişi sonrası uygulamaya konan İç Güvenlik Paketi, 2016 yılında yayınlanan 667 ve 668 No’lu KHK’ların her biri cezasızlığı yeniden üreten ve temel yasalar kadar kalıcı ve güçlü kararnameler olup her biri birer Düşman Hukuku ve Yurttaşın Düşmanlaştırılmasına dönük birer hukuk vesikası olarak tarihe geçmiştir.

Kurulduğu günden beri yapısal bir bütünlük oluşturamayan ve yüz yıllık tarihine üç askeri, bir post modern ve iki de darbe girişiminin yanında, onlarca sıkıyönetim dönemi, ıslahat fermanı ve olağanüstü haller sığdıran devletin tarihinde olağan dönemler parmakla sayılacak kadar azdır. Toplumu kendisi gibi yapay bir icat olarak kurgulayan devlet, toplumu korku, endişe ve panik üçlüsü sayesinde sosyal bir imalat nesnesine dönüştürmüştür. Hikmet Acun’un deyimiyle, ‘Eksiklik hissi ve kurgusal bir ideolojik harçla karılan Türklük ideolojisini siyasal tarihinin içine yerleştiren, tüm toplumsal tahayyüllere bizzat şekil veren, kendini zıtlıklar üzerinden tanımlayan, uzlaşımsızlık ve olumsuzlama üzerinden kendini her türlü müzakereye kapatan itaati, erkekliği ve yekpare bir düzeni, uyum, ahenk ve simetri mekaniğine oturtmaya çalışan bir devlet aklından’ (Acun, 2020) çıkan bir hukukun Kürtlerin ve muhaliflerin nazarında meşruluğu her zaman tartışmalı bir alan olarak kalmıştır. Atatürk’ün Gençliğe Hitabesinde geçen ‘Bir gün, istiklâl ve cumhuriyeti müdafaa mecburiyetine düşersen, vazifeye atılmak için, içinde bulunacağın vaziyetin imkân ve şeraitini düşünmeyeceksin! Bu imkân ve şerait, çok namüsait bir mahiyette tezahür edebilir…’ şeklindeki bu çağrısı, rejimin yapısal krizlerinde demokrasiyi, adaleti, eşitliği değil, olağanüstü bir teyakkuzun, toplumsal bir panik halinin ve beka histerisinin tetiklediği bir darbe mekaniğini devreye koymasına dair acil görev çağrısıdır.

Kuşkusuz ne Fraenkel’in İkili Devlet kuramı ne de Agamben’in Biyopolitik İktidar çözümlemelerini bugün Türkiye’de yaşanan gerçekliğe indirgemeci bir tarzda giydirmek analitik olarak bizi bir dizi yanlışlarla yüz yüze getirecektir. Fakat bu kuramsallıklar, bu topraklarda olan bitenin biraz daha görünür olmasını sağlayan birer projektör görevi görebilirler. Totaliter rejimlerin kodlarını çözmek için biyoiktidar ile egemenliğin bağını çözümlemeye çalışan Agamben batılı anlamdaki bütün politikaların en başından beri biyopolitik olduğunu, modern iktidarların yaşam ile siyaset arasındaki dinamik bir özdeşlikten teşkil olduğunu iddia eder. Türkiye devleti gibi kökleri kan ve toprak esasına dayanan bütün iktidarların anayasalarında devletin nitelikleri açıklanırken ilk başta demokratik çerçeveler çizilir ve tüm bu demokratik teamüller, başlangıçta belirtilen ‘değişmez temel ilkelere’ göre son derece kırılgan hale getirilir. Özetle, resmî ideolojik kurgudaki tekçilik ve yekparelik ethos’u temel amaç, hukuk, insan hakları ve demokrasi tüm bu amaçlara hizmet eden araçlar konumuna yerleştirilir. Günümüzde aşınan ve aşındıkça daha çok terk edilen ulus-devlet formasyonunu ısrarla sürdüren, ‘82 Anayasası’nın bile gerisine düşebilen bir hukuksuzluk düzleminde ülkenin bütün seküler ve muhafazakâr faşist öbeklerini ve küresel güçlerle birlikte bir iktidar bloğu yaratan devlet, tek adam rejimi altında yeni bir ittihatçı rejim inşa etmiştir.

Anayasanın girişinde yer alan ‘Her Türk vatandaşının bu Anayasadaki temel hak ve hürriyetlerden eşitlik ve sosyal adalet gereklerince yararlanacağı, bu haklara doğuştan sahip olduğu’ ifadesi, insan hakları bütün evrensel bağlamından koparılarak millileştirilmiştir. Üstelik kimlerin o milli çepere dâhil olup olmadığı da yargı süreçlerinde yargının verdiği kararlardan bariz olarak ortaya çıkmaktadır. Bununla birlikte söz konusu ilke ‘evrensel insan hakları’ anlayışına değil, sınırları bu Anayasada çizilen insan hakları anlayışına dayandırılarak üstüne de şu eklenir: Türkçeden başka dillerde eğitim yapılması yasaktır! Anayasanın neredeyse her maddesi, ‘devlet için birey’ esası üzerinden şekillenir; toplum güvende yaşamak istiyorsa devlete iradesini teslim etmelidir ve devletin sınırlarını çizdiği bir özgürlük ve demokrasi ile yetinmek zorundadır.

Mitlerin, ayinlerin, sembollerin ve ideolojik kurgusallıkların cumhuriyetinde kutsiyetler skalasının en tepesine toplumun ve bireyin bütün haklarını korumakla görevli bir tanrısallık yerleştirilir: Yüce Türk Devleti! Tanrısal mükemmellik ve ulaşılmazlığın uzamına yerleştirilen devlet, elbette tebaanın hukukunun nerede başlayıp nerede bittiğine karar veren ilahi kelamın da mutlak sahibidir. Benjamin’in deyimiyle tanrıların akıl sır ermeyen ve önceden kestirilemeyen hiddeti, bütün ölümlüleri tanısal bir şiddetin potansiyel hedefleri olarak tehdit eder ve onları birer suçlu özne konumunda bekletir. Bu hiddet insanların hem bu gününe hem de yarınına hükmeden tanrısal bir yazgı olarak kabul ettirilir. Hukuk bu noktada kasten kendini muğlaklaştırarak ve şiddetinin sınırlarını belirsizleştirerek kendini bir kader olarak inşa eder. Hukuk muğlaklaştıkça ve öngörülemez oldukça daha çok tanrısal bir güce erişir. ‘Türkiye’de şu an yaşanmakta olan hukuksuzluklar, hukukun askıya alınması olarak görünse de aslında, insanların yaşamlarının hukukun araçları yoluyla giderek artan bir kontrolüdür.’ (Düşmanı Yargılamak, 2020) Türkiye’deki mahkeme salonlarında, hâkim ve savcıların yargılama esnasında telefonlarına ya da önlerindeki bilgisayarlarına gömülmeleri, önlerinde yığdıkları onlarca kalın dosyanın arkasına gizlenmeleri, bazen uyuklamaları ya da uyukluyor gibi yapmaları, o salonların aslında hukukun kendini adaletten tamamıyla ayrıştırdığı bir performatif gösteri alanı olduklarını gösterir. ‘Ahlak adına ne öğrendiysem stadyumlardan öğrendim’ diyen Camus, bu topraklarda yaşasaydı büyük ihtimal, ‘hukuk ve adaletin işleyiş etiğine dair ne öğrendiysem mahkeme salonlarından öğrendim’ diyebilirdi. Özellikle devlete karşı suç işlendiği iddia edilen davalarda, mahkemeler devlet otoritesinin vücut bulduğu ve sergilendiği bir gösteri alanıdır. Moğolistan’daki şov mahkemelerini araştıran Kaplonski, ‘devletin düşmanlarına yönelik mahkemelerin, yargılanan kişinin masum olup olmadığına tespit etmek için değil, devletin gücünü sergilemek için var olduğunu göstermiştir.’ (Düşmanı Yargılamak, 2020)

AKP’nin iktidara geldiği ilk dönemlerde tedbir devletiyle sürtüşmeye giren ve ona ayak direyen mahkemeler varken, süreç ilerledikçe bu sürtüşme azalarak norm devletinin tedbir devletine tamamıyla adapte olduğu ve gittikçe onun tamamlayıcısı olduğu bir aynılaşma yaşandı. Basit bir analoji kuracak olursak Nazilerin iktidara yürüyüşünde bir manivela görevi gören Weimar Anayasası ne ise AKP’nin özellikle 2016 sonrası iktidarına geniş yetkiler tanıyan olağanüstü hâl rejimi neredeyse aynıdır. Fraenkel, bütün totaliter ve faşist rejimlerde ikili devletin sonsuza kadar sürmediğini, belli bir noktadan sonra tekleşerek bir diktatörlük rejimine dönüştüklerini belirtir. Bataille’nin deyimiyle ‘öldürme yasağını çiğneme gücünü elinde bulunduran egemen’ devletin ateşten kutsiyetine dokunup elini hemen geri çeken AKP, anayasa değişikliklerinde devleti tanımlayan ibarelere en fazla formel birkaç düzenleme yaparak kutsal devlet ibaresi yerine yüce devlet ibaresini getirebilmiştir. Fakat aynı partinin başkanı İstanbul İl Kongresi’ndeki konuşmasında aynen şunu demiştir: “Bizim başarımızın sırrı iki kelimede yatar: Sadakat ve Teslimiyet”

İstiklal Mahkemeleriyle başlayıp Sıkıyönetim Mahkemeleri, Devlet Güvenlik Mahkemeleri, Özel Yetkili Mahkemeler, Anayasal Düzene Karşı İşlenen Suçlara Bakan Mahkemelerle uzayıp giden bu Özel Mahkemeler Silsilesi, cumhuriyet rejiminin mütemadiyen bir olağanüstü hal rejimi üzerinden kendini inşa ettiğinin göstergeleridir. Bugün ise hukuk devletinin yasalara dayanma prensibi yerini kararname devletinin geçici ve bazen de kalıcı hükümlerinin sürekliliğine bırakmıştır. Olağanüstü hâl geniş bir zamansallığa yayılarak bütün mekânsallığı kuşatmış kendi meşruluğunu dayandırdığı yasallığını terk ederek istisna rejimini kalıcılaştırmıştır. Kuruluş felsefesi ve kurucu ideolojik kodlarının geçmişte ve bugün yaşanan bütün yapısal problemlerin bizzat kaynağı olan Türk siyasal egemenliği ve onun hukuksal sisteminden tutarlılık, demokratik bir eşitlikçi yapı ve yaklaşım beklemek hayalî bir iyimserlikten başka bir şey değildir. Çünkü tüm bu düşman hukuku ve gayri hukukî nizam, bizzat kendini mevcut hukuk üzerinden yeniden üretmektedir. Bu bağlamda yeni bir hukuksal tanımlama ile yeni bir egemenlik tanımı birbirine sıkıca bağlı momentlerdir. Her iki momentin yeniden tanımlandığı bir anayasal değişimi esas alan radikal bir talep ve bu talebi karşılayacak bir duruş ve direniş gerçekliği oluşmadan Kürtler için tarihin hangi eşiği olursa olsun, dönemsel egemen kim olursa olsun istisna hali asla değişmeyecektir. İlk başta değişmesi gereken şey Türklük ve Türklüğe yüklenen bütün hukuksal egemenliğin yeni bir toplumsal gerçeklik tanımı üzerinden yapısöküme uğratılmasıdır. Bu tarz bir radikal değişim ancak radikal demokratik bir mücadele perspektifi ile mümkündür. Kürt siyasal öncülerinin bugün demokratik ulus olarak kuramsallaştırdığı yeni yaşam politikası, mevcut hukuksal egemenlik biçiminin de radikal bir dönüşümünü esas almaktadır. Kürt meselesinin barışçıl ve demokratik çözümünün ilk durağı, tüm toplumsal kesimlerin uzlaşısına dayalı yeni bir demokratik anayasal uzlaşmanın bizzat kendisidir. Demokratik ulus meselesini yeni bir politik, ahlaksal, hukuksal ve kültürel yaşam tahayyülünün inşa mücadelesi olarak görmediğimiz süre içerisinde söz konusu hukuksal belirsizlik alanının içinde ‘hukuksal statüsü belirsiz’ birer Homo Sacer olarak kalmaya devam edeceğiz.

 

 

Kaynakça:

  • Acun, H. (2020). Komun Dergi.
  • Agamben, G. (2013). Kutsal İnsan. İstanbul: Ayrıntı Yayınları.
  • Düşmanı Yargılamak. (2020). Schmitt’e Karşı Freankel. Ankara: Zoe Yayınları.
  • Ernst Fraenkel, İkili Devlet (2020) İstanbul: İletişim Yayınları
  • Agamben, İstisna Hali (2006) İstanbul: Otonom Yayıncılık
  • Ayrıntı Dergi, (Yaz 2020) İstanbul: Ayrıntı Yayınları

 

 

Bunları da beğenebilirsin

Yoruma kapalı.