Düşünce ve Kuram Dergisi

Toplumsal Yaşamın Pi Sayısı; Adalet

Ahmet Makas

İnsan türünün gelişim seyrinin primatlardan kopuşla birlikte başladığı bilinmektedir. Her ne kadar düşünce ilk sırayı alsa da beslenme, barınma-korunma ve neslini sürdürme istemli amaç bu serüvenin asıl işlevini görür. Böylece toplumsallaşma ve insanlaşma süreci iç içe, tıpkı at başı misali yol alır. Birlikteliğin yaşam dokusunu ahlak oluştururken, vicdan da bu ahlakın ruhunu teşkil eder. Bu ruh, adeta hayatı canlandıran ahlakın cevheridir. Tıpkı dokuya örgü kazandıran öz işlevindedir. Dokuyu anlamlandıran, ona nitelik kazandıran ve işlevsel olmasını sağlayan ise, bu cevherdir. Bu özün değişmeyen rolü ve karakteri ise; adalettir. Buna Pİ sayısı demek yerinde bir benzetme olacaktır. Vicdanın değişmez olan muhakeme gücü, her zaman adil olmasını sağlar. Uyguladığı adalet ölçüleri toplumsal yaşamı manidar kılmayla birlikte harika olmasını koşullar. Adaletin adil işleyişi, toplumsal dokunun ve örgünün daha da güçlenmesini, bütünün değişmezleri haline gelmesini, hayatın iyi, doğru ve güzel akmasını tetikler. Toplumsal yaşamın örgütlü ve hakkaniyetler eksenli devamını sağlar. Nasıl ki, Pİ sayısı olmadan bir çemberin hesabı yapılamazsa, adalet olmadan da yaşama olan inanç, bağlılık ve güven de sürdürülemez. Burada kilit konumunda olan vicdan olgusudur. “Vicdan toplumun adil yargısı olarak işlev görür.“ [1] Adaletin temeli olan vicdan olgusu, aynı zamanda yaşamın görünmeyen projektörü ve dedantörü gibidir. Hayatın akışını gözler ve inceler. Eşitlik ve özgürlük eksenli işlemediğinde, adil olmayan tutum ve davranışlar gördüğünde sorgulamaya başlar. İdame edilen hayat büyük sarsıntılar içinde debelenirken yeni yaşam arayışları gelişir. Ve toplumsal depremler ardı ardına sıralanır.

 

Ahlaki-Politik Toplum ve Adalet

İlk toplumsal örgütlenme biçimi olan klan yapılanmasından başlayarak kabile, aşiret ve kavim dahil, uluslaşmaya kadar olan sosyolojik oluşumların bilinç biçimlerinde ahlak ve politika başattı. Düşün dünyaları, duygu şekillenmeleri ve ruhsal alemleriyle yaşam sistemleri ahlaki ve politikti. Haksızlık ve adaletsizlik söz konusu değildi. Topluluğun bileşenleri arasında hakkaniyet esastı. Adil olmayan hiçbir yaklaşım ve paylaşım gerçekleşmezdi. Topluluk içinde kurulan bütünlük ilişkileriyle dışa yönelik geliştirilen uygulama ve yöntemlerin toplamında ahlak kuralları ve politik ölçüler esas alınırdı. Çünkü “Adalet ve vicdan olmadan toplumsal yaşam sürdürülemez.“ [2] Ne vicdanı ne de adaleti birbirinden ayırmak olasıdır. Duygu ve düşünceden kopuk, topluma ve doğaya aykırı, anlamsız ve nedensiz, ilkesiz ve boyutsuz yaklaşımların gerçekleşmesi mümkün değildir. Gelişen olay ve olgular karşısındaki bakış açıları, bilinç şekillenmeleri ve hayat tarzları bütünlük içinde, adil olarak gerçekleşir.

Ahlakın ilk bilinç biçimi olması, topluluğun varlık ve birlik içinde örgütlü halini ifade ederken, onun sürdürücüsü olan ve yaşamın devamını her yönüyle sağlayan ise, politika olmuştur. Böylece komün tarzı bir hayat açığa çıkarken, topluluğun kendi öz gücüyle gerçekleşmesi, vicdan ve adalet eksenli, insanlaşmaya doğru yol alışını ifade eder. Beslenme, barınma-korunma ve tür olarak neslini sürdürme etkinlikleri öz savunma çerçevesinde yürütülürdü. Bu olgular toplumun kök hücresi işlevindedir. Toplumsallık, bu düşünce, duygu ve yaşam kavramlarına dayanarak gerçekleşir. Bunların olmadığı yerde ya da çarpıtılarak ters-düz edildiği hallerde birey ve toplum, iktidar ve devletin güdümüne girmiş, adeta sürüye dönüşerek, kitle olmuştur. Kapitalist modernitenin dönem köleciliği böylece hayat bulmuş olur. Ona göre birey; bencil-bireyci olmalı, toplum da kitleye (sürüye) dönüşmelidir. Böylece kapitalist modernitenin beş bin yıllık hayali gerçekleşerek hayat bulurken, hem bekası hem de küreselleşme süreci tamamlanmış olur. İnsana, insanlığa ve toplumsallığa ait ne kadar değer, gelenek ve kutsallık varsa tümü çarpıtılarak eritilmiş ve sisteme entegre edilmiş olur. Kapitalist-modernitenin; finans kapital çağı diye ilan ettiği kurgusal yalan dünya, gerçekleşmiş olur. Ancak birey ve toplumun böylesi bir yaşama boyun eğmesi, benimseyerek kabul etmesi onun hem doğasına hem oluşumuna hem de varlığına aykırıdır. İnsanlık şiddet ve zorbalık karşısında ya da yalana dayalı kurgulanmış bir dünya ve onun yaşamı karşısında her şeyini yitirebilir. Maddi ve manevi kültür değerlerini kaybedebilir. Yerel, bölgesel ve evrensel ölçülerdeki yaratımları gasp edilebilir. Kısacası her şeyi çalınabilir. Ancak vicdanı kendisindedir. O yüreğinin ve ruhunun derinliğinde varlığını korur. Ve kaybettiği her şeyi yeniden kazanabilir. Mücadeleci ve direnişçi geleneği buna en uygun ortamı ve gücü sunar. Yeter ki kişi, vicdanını yitirmesin! Onu harekete geçirebilsin! Adil olmayan, adaletsizliğin en katmerli haline karşı, vicdan tahammülsüz kalmaz. Harekete geçer. Onun muhakeme gücü, sorgulama enerjisi sınırsızdır. Adil olmayan her yaklaşımı mahkum etme, kendi emeğine sahip çıkma, düşünsel ve bedensel alın teriyle var ettiği değerleri koruma arzusu güçlüdür. Adalet duygusu, bütün duyguların üzerindedir. Haksızlığı, adil olmayan yaklaşımı, her türden adaletsizliği reddeder. Aslında bu uygulamalara tepki gösteren onları kabul etmeyen vicdandır. İnsani vicdan her değerin üstündedir. Bütün değerler kaybedilebilir ancak vicdani ölçüler yitirilemez. Bir canlı olarak insan var oldukça, vicdan olgusuna sahip olacaktır. Bu onun doğası gereğidir. Doğanın bir ürünü olarak doğanın özellikleri onun ruhunda yer edinmiştir. Cevherinde mekan tutmuştur. Doğadaki her canlıda benzer yaklaşımlar görülmektedir. Fakat ruhunu yitiren için söylenecek bir söz olamaz. O insan, insanlıktan çıkmış adeta canavara dönüşmüştür. İşte kapitalist burjuva, vicdanını yitiren, ruhsuz yaşayandır. Vicdanla paranın ve iktidarın yer değiştirdiği bir gerçeklik söz konusudur. Bu kişi canlıdır fakat hissetmeyen, muhakeme gücü olmayan, şahsi çıkarın ve hükmetmenin dışında hiçbir değeri kabul etmeyen bir ruh hali içindedir.

Topluluğun ahlaki ve politik olması en büyük maneviyat olgusudur. Ahlak ve politika üzerinden şekillenen adil ve hakkaniyete uygun yaşam tarzları en büyük moral değer işlevindedir. Fikir, inanç ve bilinç dahil hayatın tüm aktiviteleri üzerinden gelişen kültürel ölçüler coşku, heyecan ve mutluluğun esin kaynağıdır. Hem manevi hem de maddi değerler yaşamı daha da anlamlı kılarken, hayata bağlılık sevgi ve aşk derecesine ulaşır.

Ahlaki ve politik toplumlarda emekle yaratılan değerlerin adalete uygun, adil bir şekilde paylaştırılması, herkese eşit ve ihtiyacına göre dağılımı başlı başına bir moral değerdir. Hayatı sevinçli ve huzurlu kılar. Mutluluğun temel dayanak rolünü oynar.

Ahlak düzleminde hayat bulan gelenek ise, taşıdığı ilkelerle değer olmuştur. Sanatın imgeleri, sözlü edebiyatın betimlemeli örgüleri yaşamı canlı ve anlamlı kılmıştır. Hayatın idamesi için sevgi ve mutluluk, huzur ve güven en güçlü ilham kaynağı rolündedir. Tüm bunları anlamlı ve değerli kılan yaşamın Pİ sayısı diye tanımladığımız vicdanın adil ve adaletli olması sayesindedir.

Vicdan olgusu birey ve toplumu çevresinde olup-biten olaylara karşı duyarlı kılar. Doğada bulunan her canlıya yaklaşımı adalet ölçülerinde duygusal zeka eksenlidir. Bu da insani yanı güçlü tutar. Hümanist diye kavramlaştırılan insancıl davranış ve tutumlar içinde olur. Kısacası insanı insan kılan, vicdandır. İnsanı doğa, toplum ve birey karşısında sorumlu ve duyarlı yapan, adaletli kılan, vicdandır. Bir yerde adalet varsa, adil dağılım gerçekleşiyorsa, hakkaniyete göre belirlemeler ve hak vermeler gelişiyorsa orada vicdan olgusu güçlü bir etkinlik içindedir demektir.

Ahlaki ve politik toplum düzlemi vicdanın etkin olmasını koşullar. Bu da fikir ve beden emeği üzerinden şekillenen adalet işleyişini adil kılar. Her tutum, davranış ve faaliyet hak ve hakkaniyete uygun gerçekleştirilir.

 

Adalet ve Özgürlük İlişkisi

Özellikle vurgulanması gereken ise adaletin özgürlükle olan bağıdır. Özgürlük bilinç, inanç ve vicdan olgusunun işleyişiyle alakalıdır. Ahlaki ve politik toplumlarda bilinç, inanç ve vicdan varoluşla ilişkilidir. Bu varoluşun özü ve biçimi gereği hayatın mihenk taşı rolünü vicdan üstlenmiştir. Vicdan, yaşam faaliyetlerinin ahlak kuralları ekseninde iyi, doğru ve güzel akmasında muhakeme etkinliğini yürütür. Bunların ahlak kurallarına, politik ölçülere ve içeriğini temsil eden bilinç ve inanca uygunluğunu ya da aykırılığını belirler. Kısacası ruhun aynasıdır. Toplum ve bireyin, insani dünyasının cevheridir.

Ahlaki ve politik toplumlarda adalet ve vicdan bütünseldir. Bu bütünlük özgürlüğün özünü ve şeklini de belirler. Resmi uygarlık ve devlet dönemlerinde adaletin adil olmadığı, hakkaniyet ölçülerine göre işlemediği yerde özgürlüklerden bahsetmek, eşyanın tabiatına aykırı olur. Adalet yasalarının vücut bulduğu alan, hukuktur. Demokratik özelliklerin ve ilkelerin yedirildiği hukuk sistemi -anayasa ve yasalar toplamı- adil olmayla birlikte özgürlüklerin işlevli olmasını sağlar. Onların önünde engel olmaz. Özgürlüklerin gelişimini önlemek ya da ters-yüz ederek çarpıtmak isteyenlere, dur demek zorundadır. Çünkü Demokratik Ulusun Hukuk boyutunda adaletin adil dağılımı esastır. Bu hakkaniyet ölçüsü özgürlük içinde geçerlidir. Ve adalet ölçüsü adil ve hakkaniyete uygun olması gerekir. Bu bir gereklilik ve yükümlülüktür. Yükümlülükler ise, yerine getirilmesi gerekenlerdir. Doğanın kendisi bile özgürlük meyillidir. Her canlı gibi birey ve toplum da doğanın bileşenidir. Ve özgürlük onun nefes borularıdır. Zaten ahlaki ve politik toplumlar varoluşları gereği adaletli ve özgür toplumlardır. Bu durum onların oluşum sebepleridir. Klanla başlayan bilinç şekillenmesi ahlaki ve politiktir, aynı zamanda adildir ve bir o kadar da özgürlüklerle yüklüdür. Onun özgürlüklere verdiği anlam, edindiği bilinç ve adalet duygusuyla orantılıdır. Klan bilinci; klan adaletini ve klan özgürlüğünü doğurmuştur.

Günümüzde ise demokratik ulus aynı zamanda demokratik toplum demektir ve bu da adalet ve özgürlüklerle eş anlamlıdır. Birleşik kaplar misali gibidir. Ne kadar demokrasi o kadar özgürlük demektir. Demokrasi ve özgürlüklerin ölçüsü ise adaletin dolayısıyla vicdan olgusunun işleyişiyle orantılıdır. O da ahlak ve politika zemininde şekillenir. Neticede ahlaki ve politik toplumlarda ne demokrasi ne adalet ne de özgürlükler sorunu vardır. Hatta bunların sorunsallığı dahi bilinmez. Çünkü bunların sorunsallığı sanaldır ve oluşturucusu ise, iktidar ve devlettir. Bu olguların kurgulanması sonrasında zaman zaman toplumların devletle olan sorunlu dönemleri ve güçsüz oldukları vakitleri ayrı tutarsak eğer, doğalında adalet sorunu toplumların kendi kültürel, geleneksel ve dinsel esasları içinde adil ve hakkaniyet ölçülerinde işler. Adalet sorununu yaratan, hak ihlallerini gerçekleştiren ise, iktidar-devlet sorunsallığıdır.

 

Resmi Uygarlık ve Devlet Süreçlerinde Adalet

Sistemlerin kabulünü ve uzun ömürlü olarak işlevselliğini sağlayan, hayatın organizasyonundaki adalet duygusunun hakkaniyet eksenli adil oluşudur. Bu duygu bir kez sarsıldı mı? Mihenk taşı misali yerinden oynadı mı? Artık adalet dağılımında haksızlıklar başlar. Adaletsizlik yaşamın her alanına hızla sirayet eder. Bir avuç elitin insafına göre ölçüsüzlükler daha doğrusu vicdansızlıklar, hukukun karakteri haline gelir. Ölçülerin yerini kuralsızlık alırken, vicdan muhakemesi özelliğini yitirerek, yerini rüşvete, şahsi hırslara, elitin menfaatlerine bırakır. Bir avuç insanı temsil eden saltanat erki, bütün toplumu cendereye almış olur.

Adaletin, hakkın hukukla bağı olsa da demokratik özelliklere ve ilkelere sahip olmayan verili hukuk, egemenin çıkarı doğrultusunda çarkını döndürür. Ancak, hukuk demokratik nitelik kazandığında adalet ölçüleri de hakkaniyet eksenli sürer. Adil ve haklı kararlar verir. Aksi halde iktidar ve devletin meşruluk kazanma aygıtına dönüşür. Sömürüye, yalana, talana, tecavüze, zulme ve her türden haksız uygulamalara hizmet eder hale gelir. Egemenlerin elinde çıkarlarını sağlama, varlıklarını idame ettirme ve topluma hükmetme aracına dönüşür. “Bu durum hukukun temelindeki adalet anlayışına da terstir.” [3] Eğer Hukuka demokratik karakter kazandırılabilirse, rolü ve işlevi devletle toplum arasındaki sözleşmeye dönüşebilir. Bu husus devletin keyfine ve insafına bırakılamaz. Yasaların yapımında toplum söz sahibi olmalıdır. Bu da onun toplumsal duruşuna ve eylemine, özgürlük ve demokrasi inancıyla yoğrulmuş örgütlü gücüne bağlıdır.

Toplumun üstüne ceberut gibi kapaklanan iktidar ve devlet yapılanması, sömürü ve sınıf olgularıyla birlikte gasp, talan, tecavüz, haksızlık gibi adaletsizliği ifade eden keyfi uygulamaları, her dönem değişik şiddet araçlarına dayanarak gerçekleştirdi. Üst toplum için hak ve adil olan her olay, olgu ve eylem, alt toplum yapıları için suça, haksızlığa ve zulme büründürüldü. Hukuka ve onun yasalarına dayanarak yapılanlar meşru görüldü. Ahlak ve vicdan bertaraf edilerek, toplumun adalet duygusu ve inancı köreltilmek istendi. Her defasında toplumsal bilinç, inanç ve umut bu duruma dur diyerek, hukukun yeniden dizaynıyla adalet ölçüleri tesis edildi. Ancak toplumsal amaç ve istemler bu yönlü olurken, iktidar ve devlet ise hukuka ve onun işleyişi olan adalet olgusuna tersten yaklaşarak, kendi amaç ve hedeflerini gerçekleştirmenin aracı olarak gördü. Resmi uygarlıklarda iki tür adaletle karşılaşılır. Biri: toplumsal adalettir. Diğeri ise: devlet-adaletidir. Bu sahte, yanılgılı olan devlet adaletini biraz daha açımlama da fayda var.

Sürekli hukuk ve adalet sorunlarının nüksetmesi devletin yaklaşımıyla bağlantılıdır. Toplumla devlet arasındaki amaç, bakış açısı ve ele alış farklılığı günümüze kadar aykırılıklar biçiminde süre gelmiştir. Üstelik topluma ait olmayan bir olgu sanki toplumun sorunuymuş gibi lanse edilmiştir. Halbuki sorunu oluşturan, sorunsallığın kendisidir. Ve kendi yarattığı soruna çare üretmesi de mümkün değildir. Çünkü bu sorunları üretirken kendi varlığının devamını sağlamak için planlamıştır. Keyfi uygulamalar, zulüm yağdırmalar, adil olmayan pratikler hatta adaleti işlevsiz bırakarak, sömürüsünü ve egemenliğini sürdürmek arzusudur. Bununla yetinmeyerek, adalet olgusunu özünden koparıp, yozlaştırarak, menfaatleri ve iktidarları uğruna harekete geçirmektedirler. Yağmalarına, talanlarına ve gasplarına alan açmak için yasa dediği düzenlemelerle sözde meşruluk kazandırmak istemidir. Her türden haksızlık aynı zamanda adaletsizliktir. Eril zihniyetin ürünü olan devlet ve uygarlıkların belleğinde adalet kavramına yer yoktur. Onlar hukuk olgusunu dahi toplumu teslim almak için düzenlenmiş yasalar toplamı olarak görürler. Bu kanunların uygulamasını dahi zor aygıtlarını harekete geçirerek işlevli kılarlar. Hukukun oluşmasında toplumsal emek ve direnişler olsa da devlet erkince farklı algılanmakta ve uygulanmaktadır. Kendi tekelinde gördüğü hukuku istediği şekilde çıkarına ve bekasına uygun kanunlar yığını haline getirebilecektir. Ayrıca oluşturulan hukukun koruyucu gücü de kendisidir. “Devletin güvencesindedir” diyerek büyük bir yalana dolayısıyla adaletsizliğe yönelmiştir. İlginçlik burada başlar. Devlet hem yasa koyucu hem de yasaların koruyucusu olarak rol almıştır. Varlığından ve bekasından başka hiçbir şey düşünmeyen devlet eliti, bu hukuk normlarını adeta üzerinde cirit atacağı alan olarak görmektedir. İstediği zaman ve arzuladığı şekilde değişiklikler yapabilecek ve “kanunlar böyle diyor” diyerek herkesi bu yasalara saygıya davet edecektir. Saygısızlığın en büyük halini ve sahtekarlığını gerçekleştiren devlet eliti, oldukça pişkin olarak saygıdan bahsedecektir. Zaten verili olan kanunların rengi ve karakteri bu elitin hizmetinde olacak şekilde düzenlenmiştir. Aslında bu hukuka ve adalete egemenlerin hukuku ve adaleti demek daha anlamlı bir tespit olacaktır. Artık rahatlıkla egemen adına kurumsallaşmış bir adil düzenden, adalet ve hukuktan bahsedebiliriz. Eşyanın tabiatına uygun anlamda, toplumsal meşruluk, yerini iktidari ve sermayesel olana bırakır. Hukuk ve onun uygulama özü ve şekli olan adalet değişikliğe tabi tutularak, egemenin çıkarı ve bekasına odaklandırılır. Tarihte çokça sözü edilen ve meşhur kırımları, katliamları ve soykırımları gerçekleştiren; Nuşirevan’ın, Hz. Ömer’in ve Harun Reşit’in adaletine dönüşür. Onun renksiz rengine, özünü yitiren cevherine ve iktidari uygulama şekline bürünmüş olur. Neticede devlet yapıları toplumsal adaleti aşmak, onu rayından çıkartmak, hatta insanların hafızasından silmek için hareket eder. Çünkü adalet olgusu toplumsaldır. Adil olma hali topluma aittir. Hak ve hakkaniyet gözetmek ise, insanlığın yaklaşımıdır. Halbuki devlet bu olgulara karşıtlık temelindedir. Bu fenomenlerin varlığı devleti zorlar, sıkıntıya sokar, varlık nedenini tehlikeye atar. Çünkü adalet olgusu vicdanla bağlantılıdır. Sorgulayıcıdır. Kötülüklerin kaynağı olan devlet yapısı da sorgulanmalıdır. Bu kelime dahi devlet için korkunç ve dehşet doludur. Çünkü devletin uygulamaları adil değildir. Adalet ölçüleri yalana dayalıdır. Hukuk adıyla her ne kadar kanunlara sığınsa da hakkaniyet ölçülerinden kopuk ve aykırıdır. Devlet sisteminin oluşumu dahi haksızlıklar üzerine inşa edilmiştir. Başta özgür kadın, erkek egemen zihniyetin marifeti olan çeşitli kurnazlıklarla düşürülmüş, yalanlarla esir alınmıştır. Erkeğin kölesi yapılmıştır. En büyük adaletsizlik gerçekleştirilmiştir. Ana-kadına ait keşif ve icatlar ile emek yaratımları gasp edilmiştir. Üstelik erkek egemen zihniyetin ürünü olan iktidar ve devlet olgusu özgür kadına ait olan bu değerleri kendine mal etmiştir. Yaratıcısının adı dahi anılmaz olmuştur. Haksız uygulamalarla, şiddet dolu zulümlerle bu günlere gelinmiştir. Toplumu aldatmak, yönlendirmek ve kandırmak gibi adil olmayan yöntemlerle teslim almak istemiştir. Toplumu parçalayarak kendi çıkarına göre şekillendirmiştir. Alt toplum ve üst toplum olarak biçimlendirmiştir. Üst topluma devletin fikrini, bilincini ve amacını yedirerek kendine (bir avuç elite) yamalamıştır. Alt toplumu (baskın çoğunluğu) ise, sömürüsünün ve egemenliğinin zulmü altına almıştır. Bu durumlar bile devlet olgusunun nasıl bir hak gaspı içinde olduğunu göstermeye yeterlidir. Birey ve toplumların adalet arayışı resmi uygarlık süreciyle birlikte başlamıştır. Bugün dünya genelinde yaşanan göç olayı-sebeplerini ve eleştirileri bir kenara bırakırsak eğer-bir çeşit yanılsamalı adalet arayışının sonucudur. Göçe zorlanan ya da mecbur bırakılan insanların bilinmeyen yollara düşerek hayatlarını dahi tehlikelere atması, az da olsa, sorunlu bir biçimde de olsa halen varlığını sürdüren adalet arayışının tetikleyicisidir. Bu insanlar adalet arzularının son kırıntılarını yaşamaktadırlar. Savruldukları yerlerde bu kırıntılarda tükenecektir. Kapitalist modernitenin istediği şekle bürünerek, onun yaşamı içinde ve onun arzusuna göre olacaklardır. Bu insanları kendine getirecek olan da vicdan olgusudur. Buna hitap etmek, harekete geçmesini sağlamak onun doğru adalet arayışına yönelmesini koşullar. Salt bunlarla yetinmeyen kapitalist modernitenin sermaye ve iktidar elitleri, meşruluklarını evrensel kılmak için uluslararası adalet kurumları, adil paylaşım yapıları, insani (hümanist) kuruluşlar, doğayı koruma adına çevreci oluşumlar ve çeşitli antlaşmalar gerçekleştirdiler. Saymakla bitmeyecek kadar adalet, adil dağılım, hakkaniyet ölçüleri, hak ve hukuk kurumlarını sıraladılar. Ağızlarına sakız ettikleri demokrasi, özgürlükler, evrensel hukuk, adil paylaşım vb. kavramları çiğnedikçe anlamsız ve işlevsiz kılmaya çalışmaktalar. Toplumların aklına ve yaşamına yön verip, kurguladıkları algılar eksenli dipsiz uçurumlara sürüklemektedirler.

Kapitalist modernitenin bu uygulamalarını, dünyanın her yerinde görmek ve izlemek mümkündür. Beş bin yıllık geleneğe dayanan ve tam bir canavarlaşmayı yaşayan kapitalist modernite, toplumu da canavarlaştırmanın peşindedir. Eğer bunu yapabilirse emeline ulaşmış olacaktır. Fakat insanda adalet duygusu ve hakkaniyet ölçüsünü geliştiren vicdan olgusu henüz canlıdır. Verili sistemin yapmak istediklerine cevabını dünya ölçeğinde vermektedir. Dünyanın her mekanında adalet arayışları, direnişler ve eylemler bazında örgütlü olarak ses vermektedir. Bu çığlık canavarlaştırmaya karşı çıkan vicdanın haykırışıdır. Adalet ve hakkaniyet isteyen ve bunu da kendi gücü ve etkinliğiyle gerçekleştirmek isteyenlerin ses ve eylem yankısıdır. Bu yankı beş bin yıldır canavarlaşanların suratına çarpan ve onları sersem eden toplumsal gücün ve vicdanın aksisedasıdır.

 

[1] Abdullah ÖCALAN: “Yol Haritası”
[2] Abdullah ÖCALAN: “Yol Haritası”
[3] Abdullah ÖCALAN: “Bir Halkı Savunmak”
Bunları da beğenebilirsin

Yoruma kapalı.