Düşünce ve Kuram Dergisi

Toplumsal Sorunların Çözümünü Nerelerde Aramalıyız?

Av. Cengiz Çiçek

Giriş

Uygarlık tarihi, önemli gelişmelerin, ilerlemelerin tarihi olduğu kadar toplumsal sorunların da tarihi olma özelliğini korumaktadır. Toplumsal sorunların varlığına paralel olarak ortaya çıkan adalet, barış ve özgürlük gibi kavramlar ve bu kavramlar etrafında ortaya çıkan toplumsal değerler de insanlığın kılavuzu olmaya devam ediyor. Toplumsal sorunlar demişken söz konusu etnik, kültürel, sınıfsal ve özcesi sınıflı toplumun ürettiği sorunların çözümü olduğunda ise iki gelişmeye ihtiyaç var. Birincisi o sorunun yarattığı eşitsiz zemini ortadan kaldırmayı hedefleyen örgütlü toplumsal bir mücadelenin gerekliliği; ikincisiyse toplumsal zeminde ortaya çıkan çözüm iradesinin siyasal iktidarlarca gözden gelinemez, inkâr edilemez bir karşı denge düzeyine gelebilmesidir. Gözden gelinemez, inkâr edilemez gibi kavramları bilinçli kullanıyoruz. Adı ve aşaması ne olursa olsun günümüz sorunlarını üreten asıl kaynak, canlı dünyasının doğasına yabancılaşan kapitalist sistem ve onun tahakkümcü ve azami kâr kanununa dayanan tek-elleştirici yönetim anlayışıdır. Bu nedenle sorunlu ve krizli hali üretenden, çözüme dair eşitlik, adalet, barış ve özgürlük değerleriyle hareket etmesini beklemek toplumsal ve sistemsel gerçeklikten kopmayı da ifade eder. Özellikle son iki yüzyıl, ulusal, kültürel ve sınıfsal sorunların çözüm deneyimleriyle yüklüdür. Bu deneyim süreçlerinde de görüldüğü üzere sömürgeci ve ayrımcı politikalara maruz bırakılanlar, kendisini siyasal ve toplumsal güç olarak büyüttükçe, var kıldıkça adil, demokratik ve özgürlükçü çözümlerin ya da bunun olasılıklarının fırsatını yakalayabilmişlerdir. Ezilenler lehine bu güç biriktirme ve sorunların çözümüne müdahil olma halinin kendisi bile kapitalist sömürü düzeninin geriletilmesinde tarihsel katkılar sunmuştur. Her taviz veya her düştüğü yerden tekrardan kendi liberal anlayışını, ilişkilerini ve sistemini revize ederek, uyarlayarak sömürünün en ince biçimlerini insana ve doğaya dayatan bu yıkım düzenine karşı durabilmek bile tarihsel toplumun kazanımları açısından önemli. Örneğin 20. Yüzyıla damgasını vurmuş son iki dünya savaşı sonrası “insan hakları” kavramı ve bu kavramlar etrafında kurulduğu iddia edilen Birleşmiş Milletler gibi oluşumların da sermayenin küresel dolaşımıyla probleminin olmadığı; tersine bu talancı, yok edici politikaların örtücülüğüne de soyunduğu bir hile düzeninden bahsediyoruz. O nedenledir ki milyonlarca insanın hayatını kaybetmesine/mültecileşmesine, mülksüzleştirilmesine, halkların dillerinden, kültürlerinden, tarihlerinden koparılarak halk olmaktan çıkarılmasına ve suyun/toprağın/yeşilin talan edilmesine sebebiyet verenleri, çözümün bir parçası ya da daha öncelikli çözüm gücü olarak görmek, bu beklentiyle yaşamak herhalde Godot’yu beklemekten daha geri bir durum olsa gerek.

Sorun üreten zihniyetin, siyasal temsilcileriyle hak, hakikat, adalet ve eşitlik temelinde mücadele yürütenler arasında elbette ki çelişki alanları sürekli olacaktır. Sınıflı toplumun doğal bir sonucu olan bu durum, iktisadi, kültürel, ulusal, sosyal sorunların çözüm mücadelesini yürütenlerce de nesnel olarak kabul edilmesi gereken bir durumdur. Buradan hareketle tartışma konusu demokrasi ve özgürlük mücadelesini yürütmek ya da yürütmemek değildir; toplumsal sorunların çözümünü önüne koyanların mücadele, çözüm diyalektiğidir. Öncelikli olarak önümüze dağ gibi yığılmış toplumsal sorunların çözümü için ele alınması gereken temel hususlardan birisi de zihniyet sorunudur. Kapitalizm, ulus-devlet ve endüstriyalizm üçlüsünün yarattığı toplumsal ve ekolojik yıkımların düzeyi bile karşı bir zihniyet inşasının zorunluluğuna işaret etmektedir. Kadına, doğaya, emeğe ve halklara yönelik sömürgecilik ve tahakküm alanlarına karşıtlık üzerinden mücadele zeminini oturtmuş; eşitlik, adalet, çoğulculuk, barış ve özgürlük değerleriyle yüklü yeni bir yaşamın savunuculuğu, bu zihniyet mücadelesinin temel kodlarıdır. Sadece Covid-19 salgınıyla ortaya çıkan ‘yeni normal’ ve sermaye gruplarının ipe sapa gelmez sınıfsal hırslarıyla yaşam alanlarımızın sınırlandırılması gibi durumlar bile zihniyet mücadelesini kaçınılmaz kılmaktadır. Tüm mücadelelerin merkezine zihniyet mücadelesini koymak yöntem, tarz, form, taktik ve stratejik konulardaki gelişmeleri de belirleyecektir. Dolayısıyla zihniyet ve ideolojik inşayla yüklenilmeyen her hareket, örgüt ya da kolektifin söz ve eylemi de kendi temsil ettiği toplumsal ve sınıfsal kesimlerin sözü ve eylemi olmaktan uzaklaşacaktır. Aslında bu yönüyle tarih, ezilenler açısından demokrasi ve özgürlük mücadelelerin tarihi olduğu kadar bu değerlerin zihniyet direnişinin/mücadelesinin tarihidir de diyebiliriz.

 

Değerler: Ne Kadarı Bize Ait?

Söz konusu direniş ve mücadelelerin varlık gerekçesi olan adalet ve barış değerlerinin nerelerde, hangi toplumsal zeminlerde kök salması gerektiği de önemli hususlardandır. Adalet ve barış kavramlarına yüklenen değerlerin yapısal olarak kapitalist üretim ilişkilerine ve onun devletçi/iktidarcı aygıtlarına aşkın olduğunu belirtmek de gerekir. Ancak bu değerleri, sömürü düzeninin aracısı kılan tekelci kapitalizm gerçeğiyle de karşı karşıyayız. İşte özgürlük ve sosyalist ütopyalı tüm mücadelelerin olmazsa olmaz hedeflerinden birisi de halklara, ezilenlere ait değerleri tekrardan onlara ait kılmaktır. Tıpkı Tanrılardan ateşi çalıp insanlığa armağan eden ünlü mitolojik kahraman Prometheus gibi. Ateş metaforuyla ifadeye kavuşan zorba iktidarlar ve toplumsal özgürlük savunucuları arasındaki bu ‘kendine ait kılma’ mücadelesi ya da çelişkisi hep var ola geldi. Zorbalık düzeni yıkılmadan son bulmayacak bu durum en iyi ifadelerinden birisini yine Prometheus’ta bulur. Zeus tarafından ceza olarak zincire vurulduğu Kafkas dağında kendisini kurtaran Herakles’e Prometheus, “Zeus tahtından düşmedikçe benim işkencelerimin sonu yoktur” der. Bu söz, mitolojik çağlardan günümüze özgürlük mücadelelerinin yolunu, diyalektiğini göstermesi itibariyle de geçerliliğini halen korumaktadır.

‘Bizden çalınanın bize iadesi’ olarak da formüle edebileceğimiz bu eyleyiş hali, üzerinden yükseleceğimiz hakikat zeminimizi de güçlendirecektir. Yanısıra barış, adalet, özgürlük ve eşitlik gibi kavramlar tarihsel toplumun bütün direniş geleneklerinin anlam ve hafızasıyla da yüklüdür. Bu kavramları çarpıtmak, iğdiş etmek isteyen kapitalist korsanlığa karşı yürütülecek anlam (hakikat) ve hafıza (tarih) mücadelesi de bir başka politik sorumluluktur. Yine bu değerler etrafında örülmeye çalışılan ‘dayanışma ve özgürlük ilkeli’ toplumsal yaşamın, iktidar ve sermaye gruplarına kabul ettirilmesini ya da yavuz hırsız durumundan çıkarılıp topluma ve değerlerine saygılı olmasını sağlayacak, sürekli bir politik ısrar da bir başka mücadele önceliğidir. Hegemonya-karşı hegemonya, zihniyet-karşı zihniyet olarak da tanımlanabilecek bu mücadelenin başarısı için doğru örgütlülük ve doğru toplumsallık vazgeçilmezdir.

Beklentiler: Peki Kimden?

Karşı toplumsallık inşası ve karşı sistem iddiasında olanların kapitalist modernitenin zihin dünyasını, düşünce biçimini, dilini, sosyal yaşamını, politikasını reddetmesi, yeni’ye dair arayışları da köklü kılacaktır. Sistem karşıtı mücadelede belirleyici olan beklentili hal değil alternatif oluşturmaktır. Tarihsel-güncel siyasal-toplumsal bütün sorunların kaynağı olan devletçi-iktidarcı akıldan beklentileri ifade eden ‘eleştirel hal’ aynı zamanda zihniyet kalıplarımızı ele vermesi açısından da oldukça öğreticidir. Bu durumdan sıyrılmanın en önemli yolu, kendini çözüm gücü olarak görmek ve kılmaktır. Bunu başarabilen politik seçenekler, çözümü kitlelerle, örgütlü toplumla birlikte arayan; yaşam ve üretim alanlarını politikanın merkezi kılmış bir tarz-ı siyasetin de sahibi olur. Bu tarz aynı zamanda çözüm zeminini devletçi ya da temsili zeminlerden daha çok toplumsal zemine çeken, toplumu muhatap kılan, kendi politik seçeneklerini somutlaştıran inşacı ve kurucu bir praksisin kapısını da aralamak demektir. Topluma asıl rolü yüklemek demek, sistem ve onun zihniyetinden de radikal bir kopuşun ifadesi demektir. Bu konuda cüretkâr olmayanların yeni yaşama dair sunacağı fazla bir şey de yoktur. Öncelikli olarak kapitalist modernite tarafından inşa edilmiş yaşam örgüsünün dışında demokratik modernitenin yaşam tarzını, ilişkilerini; zihin, kuram ve kurumlaşmasını yaratmak gibi bir radikal düşünüşe ve çıkışa ihtiyaç duyulmalıdır. Bu konuda ısrar ve iddia sahibi olmamak, ya da bunun ihtiyacını hissetmemek, sistem muhalifi olarak ortaya çıkanın, sistem ve onun kültürü, yaşam tarzı, siyaset formu ve zihniyetinin ötesinde çok da farklı bir şey olmadığı sonucunu doğurur. Özelde reel sosyalist deneyim ve Türkiye’deki demokratik/devrimci deneyim genelde ise uygarlık tarihi boyunca ortaya çıkan bütün özgürlük mücadelesi deneyimleri bunun örnekleriyle doludur. Bu durumu Öcalan, “tüm karşıt görünüm ve söylemlerine rağmen kapitalizmin birer mezhebine dönüştükleri” şeklinde tarifler. Türkiye’de emek, doğa, kadın, inanç ve halklara dönük tahakküm alanlarının hepsi kapitalist hegemonyanın ve onun en büyük sermaye ve iktidar birikim araçlarından birisi haline gelmiş ulus-devlet zihniyetinin ve politikalarının bir sonucu olarak ortaya çıkmıştır. O nedenle bu zihniyet, sermaye grupları karşısında emekçiye ve doğaya, eril zihniyet karşısında kadına, devlet ulusu karşısında demokratik ulus olmakta ısrar eden Kürtler ve diğer halklara elbette ki adalet, eşitlik, özgürlük ve barış ilkeleriyle yaklaşmayacaktır. Özellikle temel haklar konusunda adalet, ezilen halklar konusunda barış içinde yaşayamama halinin sürdürücüsü olanın, adalet ve barış ilkesiyle toplumsal sorunlara yaklaşmasını beklemek ve bu beklentiyi ima etmek bile demokrasi ve özgürlük mücadelelerini zafiyete uğratan başlıca yaklaşım biçimlerindendir. Türkiye’deki her türden eşitsizlik halinin adalet ve barış ilkesiyle çözülebilmesinin öncelikli yolu, adaletsizliğe ve sömürüye açık tutulanların bu değerleri ve gerektirdiği zihniyeti, örgütsel ve toplumsal mücadele zeminlerinde dinamik halde tutmaktır. Bu konudaki tavizsiz hal, sistem güçlerine karşı etkili bir mücadele örgütünü ve bunun toplumsal bilincini ayakta tutacaktır.

 

‘Olağan Hal’ Almış Süreklileşmiş ‘Savaş Hali’

Yine adaletsizlik ve savaş halini yaratan siyasal koşulları da tahlil etmek zorundayız. Günümüz Türkiye’sinde ortaya çıkan anti toplumcu, kuşatıcı ve nefes aldırmaz yönetim biçimini bir ‘istisna hali’ ya da ‘olağan üstü hal’ değil ‘olağan hal’ olarak tanımlamak daha doğru olacaktır. Olağan üstü hal, savaş, kıtlık, afet vb. gibi ara dönemleri tarifleyen bir istisna halini ifade eder. Ancak günümüz Türkiye’sindeki durum, geçici ve istisna hali olmaktan çıkarılmış, topluma karşı sürekli bir savaş halini almış, yerleşik olan bütün kurumsal işleyişlerin ve anlayışlarının tasfiye edildiği adına faşizm diyebileceğimiz bir yönetim tekniği, biçimidir. Öyle ki özel savaş politikalarının toplumsal hayatımızın en kök hücresine kadar sindirildiğini görüyor ve yaşıyoruz. İstisna’nın kurala ya da olağan’a dönüşmesinden kastettiğimiz tam da budur. Türkiye’de faşizm, hem kurumsal, siyasal hem de zihniyet bağlamında olağan bir rejim haline getirilmiştir. Bütün kurum, kuram ve yönetim biçimleri bu sıradanlaşmış faşizme uygun olarak inşa edilmektedir.

Dışarda ve içerde varlığını savaş haline ve faşizan politikalara dayandıran bu yönetim tekniğine karşı demokrasi ve özgürlük mücadelesini ortak bir mücadele hattı, ortak demokratik eylemsellik ve toplumun tüm değerlerinin ortak özsavunması olarak kurabilmek hayati önem kazanmaktadır. Özcesi sadece örgütlü yapıların birlikteliğine değil, bu yapıları pratikte bir araya getirecek ortak bir okumaya ihtiyaç var. Adalet, barış, eşitlik ve özgürlük gibi talepler arasında kategori oluşturan; daha somut ifadeyle örneğin barış mücadelesini Kürt halkına; adalet mücadelesini KHK’lilere havale eden pratik duruş, bırakalım geleceği örmeyi günü bile kurtaramayacaktır. Her biri artık bütün toplumun ortak demokratik geleceğini ilgilendiren adalet ve barış mücadelesinin belirli örgütlere ya da hareketlere sabitlenmesini ifade eden toplumsal mücadeleler arası kompartımanlaşma, tüm ezilenlerin özgürlük ve barış umutlarını da sönümlendirecektir. Günümüzdeki demokratik, muhalif açmazların başlıca sebeplerinden birisi de budur. Adalet ve barış meselesi arasında bağ kurmayan her yaklaşım ve mücadele biçimi, sonuçlarla uğraşan, adaletsizlik ve savaş ortamını ortadan kaldırmayan cılızlıkta kalacaktır. Peki günümüz kötülük düzenine yönelik demokratik ittifak, güç birliği vs. arayışları nasıl örgütlenecektir? Örneğin bütün hak ve özgürlük alanlarının tırpanlanmasının aracısı kılınan Kürt meselesinin bu çözümsüz halinin ortadan kaldırılmasının yükü nasıl omuzlanacaktır? Ya da emek, kadın ve doğa sömürüsünün ortadan kaldırılmasının sorumluluğunu kimler göğüsleyecektir? Birbirleriyle diyalektik bağı olan ve faşizmin kendisini ürettiği bütün toplumsal sorun alanlarında demokratik/devrimci mücadeleyi birlikte omuzlamak ve birleşik mücadelenin vazgeçilmezliğine inanmak gerekmektedir. Nasıl ki Kürt sorununu tek başına diğer sorunlardan azade ele almak, kapitalist-emperyalist ve onun ranta dayalı sermaye düzeniyle bağını kurmamak, çözümünün ıskalanmasını da sağlıyorsa; tersine emek, kadın, doğa savunusu gibi sorunların çözümünü önüne koyanların Kürt meselesiyle bağını kurmadan yürütecekleri her mücadele de kendini sürekli eksilten, güçten düşüren bir sonuç doğuracaktır. İşaret edilen, bu hatta herhangi bir siyasal mücadelenin yürütülmediğine dair değildir; varolan mücadele birlikteliklerinin mevcut sorunların ağırlığını göğüsleyebilecek yoğunlaşma, ısrar, toplumsal güç olma kapasitesindeki yetmezlikleridir. Bu konulardaki eksiklikler ve sorunlara dair parçalı yaklaşımlar ya da söz ve eylemler, adalet ve barış mücadelesini de tartışmalı bir hale düşürmektedir. Adalet ve barış sadece dışa dönük bir talep ya da mücadele gerekçesi değil aynı zamanda içe dönük felsefik, ideolojik, politik bir çizgi mücadelesidir. Ve o nedenledir ki adalet ve barış, demokratik toplum güçlerine aşkın değil, onlara içkin olandır; yaşanan ve yaşatılandır. Yaşatma hali, adalet ve barış mücadelesinde toplumun muhatap ve özne kılınması; devletin geriletilmesi, toplumun genişlemesidir. Bir başka ifadeyle siyasal çözümün devletin tekelinden çıkarılıp toplumun iradesine teslim edilmesidir. Özellikle Kürt barışında devletin egemenlik alanından çıkamayan toplumu muhatap kıldıramayan her deneyim, daha fazla çatışma ve siyasal-ekonomik kriz olarak fatura edilmektedir.

 

Barış’a Dair Beyaz Haller

Barış meselesinin Kürt sorunu bağlamında her geçen gün daha fazla negatif kodlanan bir husus olduğunun altını çizmek gerek. Özünde barış, muktedire dönük bir yakarış değil bir mücadele gerekçesi ve çizgisidir. Kürt meselesiyle doğrudan ilişkilendirilen ve neredeyse sadece bu sorunun çözümü bağlamında tartışılan bir başlık olması oldukça anlaşılır. Çözümsüz halinin, demokratikleşme problemlerinin merkezi ya da kaynağı olan ancak devlet aklınca kriminilizasyon ve özel savaş politikalarıyla temel sorunların örtücülüğünün ve Türk ulus inşasının aracısı kılınan bir sorundan bahsediyoruz. Bu politikaların başarısının bir sonucu olarak Kürt meselesinin barışçıl yöntemlerle çözülmesi söz konusu olduğunda siyasal çevrelerin büyük bir bölümü ya devletin arkasına sıralanıyor ya da sorunu devlet ve Kürtler arasındaki bir problem olarak kodlayıp seyirci pozisyonunu alıyor. Ceza ya da cezasızlık deneyimleriyle sonuçlanan sistematik devlet politikaları, zaman içerisinde öğrenilmiş vurdumduymazlık, ayrıcalık, konfor ve kaçış alanları yaratmaktadır barış meselesinde. Sadece kötülük olarak değil “kendi yalanlarına inanma” olarak da nitelendirilebilecek bu siyasal ve toplumsal cehalet halini ortadan kaldıran bir politik yaklaşıma ve iradeye ihtiyaç var. Bunun için de Kürt meselesindeki barışamama halinin emek sömürüsü, kadın katliamları ve doğa talanıyla yine kültür ve inanç dünyamızdaki çoraklaşmayla ilişkisini sadece kendisi okuyan değil, bu okumayı topluma mal edebilen bir politik müdahaleye ihtiyaç var. Bu diyalektik bağı toplumsallaştıramayan çözüm arayışları olsa olsa barışma halinin değil çatışma halinin tarafı olurlar.

Yine Kürt barışı söz konusu olduğunda Kürt siyasal hareketine yönelik -güvensizlik ve direnişin ehlileşmesi gibi- negatif kodlamalar, niyetli-niyetsiz, bilinçli-bilinçsiz hakim ulus eğilimlerinin bir dışa vurumudur. Toplumsal barış için Kürt siyasal hareketinin gösterdiği feraset, siyasal açılımlar, taktik/stratejik hamlelerin yanısıra ölüm, sürgün ve hapishaneler gerçeği, Kürtler için barışın aynı zamanda bir demokratik direniş gerekçesi olduğunun da ispatı niteliğindedir. Bir yönüyle travmatik diğer yönüyle reel politik olan bu gerçekten yola çıkarak barış, olsa olsa toplumsal mücadeleyi büyütmek ve bu konuda kararlılığı tesis etmek olur. O yüzden kimi diyalog ve çözüm süreçlerini mevcut iktidarın “değirmenine su taşımak” olarak değerlendiren eleştiri ve yorumlar, ülkemize has ‘beyazlık hallerinin’ yansımasıdır. Özellikle barış kavramı üzerinden ortaya çıkan ‘beyaz şüpheler’, zihniyet ve ideolojik dünyamızda netleştirilmez ve mahkûm edilmezse demokrasi sorunları ve toplumsal çürüme hali daha da fazla derinleşecektir. Tam da bu noktada Güney Afrikalı gençlik liderlerinden Steve Biko’nun şu belirlemeleri ayrıca önem kazanmaktadır: “Beyazlık halleri ve beyazlık imtiyazları ideolojiler üstüydü. … çünkü … onları belirleyen beyazlıklarıyla ciddi bir hesaplaşmaya giremiyorlar, hatta çeşitli savunma mekanizmalarıyla bu durumun farkına bile varamıyorlardı. Irkçılığı kendi benliklerinin dışında varolan, kendilerini etkilemeyen, ırkçı beyazlara özgü bir önyargılar bütünü olarak görmeleri; ırkçılığın kendilerini de her açıdan imtiyazlı kılan, bütün beyazları değişen oranlarda yukarıda, bütün siyahları da aşağıda tutan bir sistem olduğunu görememeleri veya bunu kabul etmemeleri sorunun temeliydi.” Kürt sorununun demokratik çözümü için geliştirilen barış siyasetinin demokrat kamuoyunda bu kadar negatif kodlanmasının temelinde de Biko’nun belirttiği ‘imtiyazlı hallerin’ şüphesiz etkisi var. Kürdün savaşan durumda olma hali; Kürde belki direniş, özgürlük, devrim gibi değerler dünyasında ilerici kimlikler yükleyip onu itibarlı kılabiliyor. Ancak bu itibarlı hal, rejim içinde Kürdün adının konmaması, statü sahibi olmaması ya da dil, kültür, eğitim, sosyal ve iktisadi yaşam gibi konularda halk ve kolektif olarak sürekli aşağıda tutulma hallerini engellemiyor. Bu halde tutulan Kürt, sokak ortasında Kürtçe konuştuğu için aşağılanabiliyor, öldürülebiliyor; işinden, toprağından, özgürlüğünden olabiliyor. Ancak bu savaş hali devam ederken Kürdün barış politikasına ‘beyaz şüpheler’ yöneltenler, kolektif olarak beyazlık imtiyazlarından, konforundan faydalanabiliyorlar. Tam da bu nedenle Kürt meselesiyle kolektif haklar bağlamında yüzleşen ve yine sömürgeci politikaların ortaya çıkardığı imtiyazlı, avantajlı halleri reddeden bir zihni, politik ve eylem hattına ihtiyaç var. Kürt sorununun toplumsal çözümünden kastedilen de budur. Toplumsal çözüm, Kürt meselesi üzerinden devletin dayattığı kolektif beyazlık ayrıcalıklarını reddeden ve her türden sosyal, siyasal, kültürel, ekonomik vs. eşitsizliği kendi aleyhine bozacak bir toplumsal kuşatıcılıktır. Bu toplumsal kuşatıcılık olmadan sadece onurlu barış değil, kalıcı barış da olmayacaktır. Onurlu barış, halkların onurlu barışıdır; ayrımcı ve tahakkümcü olmayan, eşitlik ve adalet esaslı toplumsal yaşamdır. Özcesi barış, toplumsal alanı işaret eder, devletçi alanı değil. Bu yönüyle barış sınıfsaldır ve devlet ya da iktidarlarla Kürt siyasal hareketi arasında toplumsal uzlaşının ön koşulu sayılabilecek silahlardan, çatışmadan arınma halidir. Dolayısıyla Kürt meselesinde söz konusu olacak olan barış, esmerdir, ezilenlerdir; özgürleştiricidir ve onurlu barıştır. Bu hakikati daha 20. Yüzyılın başlarında Meksika devriminin lideri Emiliano Zapata şu çarpıcı sözlerle ifade eder: “Ne kölelere layık bir barışı ne de mezardaki bir barışı asla istemiyoruz. Özgürlük esaslı … barış istiyoruz.”

 

Çözüm Yolu: Demokratik Ulus

‘Özgürlük esaslı barış’, ötekileştirilen, yok sayılan, ezilen tüm kimliklerin ve toplulukların sorunlarını tanımlarken kapitalist modernite ve onun ulus-devletçiliğinin önümüze koyduğu hazır reçetelere şüpheyle yaklaşmayı ilke edinecektir. Canlı doğasıyla bu kadar oynayan ve toplumun en kılcal damarlarına kadar zihniyet, kültür ve ekonomik işgalini yayan merkezlerin müphemleştirici, çarpıtıcı tüm politikalarına karşı hakikatin yolunu sürmek de bir o kadar toplumsal barış mücadelesinin ahlaki ve politik görevlerindendir. Dolayısıyla adalet ve barış mücadeleleri kadar bunlara ait kavramların içeriklendirilmesi de önem taşıyor. Ezilen kimliğin duygusu ve bilinci üzerinden yola çıkarak tanımlanması gereken bir toplumsal adalet ve barış mücadelesinden bahsediyoruz. Bu konulardaki ideolojik netsizlik, sadece örgütlü yapıları değil bütün toplumu bu haksızlığın süreklileşmesi hali üzerinden çürütüyor. Örneğin Kürt meselesinde onurlu barışı yakalayamama hali, değerlerin iğdiş edilmesi, toplumun adalet duygusunun zedelenmesi ve ayrımcı kültürün bir toplumsal kültür haline gelmesini de beraberinde getiriyor. El ele girilen toplumsal yozlaşma ve çürüme sürecinde Kilyos’ta olduğu gibi insan kemiklerinin kaldırımın altına gömülmesi gibi gayri ahlakilik üretiliyor. Tam da bu gayri ahlakilik üretimi nedeniyle Kürt barışının onurlu ve eşitler arası bir barış olarak inşa edilebilmesi, zorunluluk olarak kendisini dayatıyor. Demokratik mücadelenin en önemli işlevlerinden birisi de toplumu yozlaştıran ve çürüten devletçi-milliyetçi siyasetlere karşı kolektif vicdanı ve farkındalık bilincini zinde tutmaktır. Toplumsal adalet ve barış vicdanının, bilincinin ve birikiminin oluşmadığı çözüm deneyimleri sürdürülebilir ve kalıcı olamamaktadır. Kant, ‘Ebedi Barış Üzerine Felsefi Deneme’ adlı çalışmasında “içinde gizlenmiş yeni bir harp vesilesi bulunan hiçbir antlaşma bir barış anlaşması sayılamaz” der. Dolayısıyla çatışma aralığındaki tüm sorunlara -başta Kürt meselesine- çelişkiyi doğuran kaynakları kurutmaya odaklı bir kurucu akılla müdahale edilmezse, yine Kant’ın ifadesiyle o barış ya da çözümün adı “silah bırakma” olur ki bu durum da geçici bir durumdur. Halk olmaktan kaynaklanan hakların tesisi (anadilde eğitim/öğrenim hakkı başta olmak üzere anayasal yasal yurttaşlık, anayasal çözüm/tanınma) sağlanmadığı sürece ortaya çıkanın barış olarak adlandırılması mümkün değildir. Kürt barışını toplumsal adalet ilkesi temelinde ele almak ve tarihsel toplum gerçekliğinden yola çıkarak ulus-devletçi, tekçi ve homojenleştirici tüm politikaları boşa çıkarmak önceliklerdendir.

Buradan hareketle Kürt meselesi ve diğer toplumsal sorunların çözümünün kalıcı zemini, etnik ve kültürel hegemonyacılığa, ekonomik ve siyasal baskıya dayanmayan demokratik ulus çözümüdür. Ulus-devletçiliğin temel zihniyet kodu olan milliyetçilik yerine özgürlük ve dayanışma bilincini esas alan demokratik ulus çözümü, etnik, sınıfsal, ekolojik, kültürel, sosyal ve toplumsal cinsiyet gibi tüm sorunların kaynağını da kurutacak bir nihai adalet ve barış halinin de sürdürücüsü olacaktır. Yine demokratik ulus çözümü, kangrenleşmiş sorunların -özellikle Kürt sorunu- özünün kapitalist sistemden kaynaklandığının bilinciyle hareket eder. Yanısıra barış ve adalet değerleriyle yüklü çözüm çabalarının, bir karşı sistem (sosyalist ütopyalı ya da anti-kapitalist) inşa etme mücadelesi olduğunun altını çizer. Öcalan Demokratik Uygarlık Çözümü adlı beş ciltlik çalışmasında “Kürt sorununun doğuşunda asıl sorumluluğun kapitalizmden kaynaklandığını açıklamak, çözümün demokratik özünü ilk defa ulus-devletçilikten ayrıştırmaktaydı. Bu ayrıştırma ulusların kendi kaderini tayin hakkını burjuva hak kapsamında olmaktan çıkarmış, toplumsal demokrasi kapsamına dahil etmiştir. Yani Kürt sorunu devletçiliğe hiç bulaşmadan, ulus-devletçi arayışlara yönelmeden ve o kapsamlar altında çözümlere zorlanmadan, toplumun demokratik yönetim modelleri içinde çözümlenebilirdi.” sözleriyle barışın ya da çözümün yolu ve yöntemine de işaret eder. Demokratik çözüm konusunda da “demokratik çözümü devletler ya da hükümetler geliştirmez; çözümden toplumsal güçlerin kendileri sorumludur” diyerek asıl çözüm rolünü demokrasi ve özgürlük güçlerine (toplumsal alan) verir. Bu çözüm anlayışının iki hedefi vardır: Birincisi, sermaye ve iktidar birikimi olarak kendisini topluma ideolojik ve zor aygıtlarıyla dayatan ulus-devlet alanının daraltılması ya da sönümlendirmesi, ikincisi ise, toplumun adalet, özgürlük, eşitlik ve barış değerleri etrafında kendisini yeniden gerçekleştirmesi ya da inşa etmesidir. İkincisi kendi içinde hem demokratik çözüm hem de kendi olma, oluşa gelme “xwebun”dur. Ahlaki ve politik toplum olarak da adlandırılabilecek bu kendini gerçekleştirme hali, ulus-devletin hukuk ve bürokrasiyle teslim almaya çalıştığı halkların demokratik ulus çözümüdür.

 

Bunları da beğenebilirsin

Yoruma kapalı.