Düşünce ve Kuram Dergisi

İktidar ve Devlet; Politik Sözün Dolayısıyla Özgürlüğün Bittiği Yerdir

Ali Fırat

Özgürlüğü, sadece insan toplumuna özgü derin bir arayış olarak söylemleştirmek bana hep eksik gelmiş, mutlaka evrenle ilgili bir yönü vardır diye düşünmüşümdür. Âdeta “Özgürlük evrenin amacıdır” diyesim geliyor. Kendi kendime sıkça, evren gerçekten özgürlük peşinde midir diye sormuşumdur. Evrenin temel taşları olarak parçacık-enerji ikilemini düşündüğümde, hiç çekinmeden enerjinin özgürlük demek olduğunu vurgularım. Maddi parçacığın ise mahkûm haldeki enerji paketçiği olduğuna inanırım. Işık, bir enerji halidir. Işığın ne kadar özgür bir akışkanlığa sahip olduğu inkâr edilebilir mi? Enerjinin en küçük parçacık hali olarak tanımlanan kuantaların, günümüzde neredeyse tüm çeşitliliği izah eden etken olarak anlamlandırılmasına da katılmak durumundayız. Evet, kuantumsal hareket, tüm çeşitliliğin yaratıcı gücüdür. Acaba hep aranan Tanrı bu mudur demekten kendimi alamıyorum. Evren-üstünün tıpkı bir kuantum karakterinde olduğu söylenirken de yine heyecanlanır ve ‘olabilir’ derim. Yine kendi kendime ‘acaba dıştan Tanrı yaratıcılığı buna mı denir?’ diye soruyorum. Dolayısıyla özgürlük konusunda bencil olmamak, özgürlüğü insanla sınırlandıran bir indirgemeciliğe düşmemek bence önemlidir. Kafesteki hayvanın büyük çırpınışının özgürlük için olduğu yadsınabilir mi? En değme senfoniyi geride bırakan kafesteki bülbülün şakımasını özgürlük gerçeği dışında hangi kavramla izah edebiliriz? Daha da ileri gidersek, evrenin tüm sesleri ve renkleri özgürlüğü düşündürtmüyor mu? İnsan toplumunun en derin köleliği yaşayan ilk ve son köleleri olarak kadınların tüm çırpınışları, özgürlük arayışından başka hangi kavramla izah edilebilir? En derinlikli filozofların, örneğin Spinoza’nın özgürlüğü, cehaletten çıkış ve anlam gücü olarak yorumlaması aynı kapıya çıkmıyor mu? Sorunu sonsuz içeriği içinde boğmak istemiyorum.

Özgürlüğü evrendeki çoğullaşma, çeşitlenme ve farklılaşma olarak tanımlamak, toplumsal ahlâkı açıklamada da kolaylık sağlar. Çoğullaşma, çeşitlenme ve farklılaşma, zımnen de olsa hep bağrında taşıdığı zeki bir varlığın seçim yapma kabiliyetini düşündürür. Bitkilerin kendilerini çeşitliliğe yönelten bir zekâya sahip olduğunu, bilimsel araştırmalar da doğrulamaktadır. Bir canlı hücredeki oluşumlar, şimdiye kadar hiçbir fabrikada insan eliyle yaratılamamıştır. Belki Hegel kadar evrensel zekâdan (Geist) bahsedemeyiz. Ama yine de evrende zekâya benzer bir varlıktan bahsetmek, tümüyle saçmalık olarak yargılanamaz. Farklılaşmayı, zekânın varlığı dışında başka bir anlatımla dile getiremeyiz. Çoğullaşma ve çeşitlenmenin hep özgürlüğü çağrıştırması, temellerindeki zekâ kıvılcımlarından ötürü olsa gerekir. İnsanı, bilinebildiği kadarıyla evrenin en zeki varlığı olarak tanımlamak mümkündür. Peki, insan, bu zekâsını nasıl edinmiştir? Bilimsel (fiziki, biyolojik, psikolojik ve sosyolojik) olarak insanı, evrensel tarihin özeti olarak da tanımlamıştım. Bu tarifte insan, evrensel zekânın birikimi olarak tanımlanmaktadır. İnsanın, birçok felsefi ekolde evrenin bir maketi olarak sunulması da bu nedenledir. İnsan toplumundaki zekâ düzeyi ve esnekliği, toplumsal inşanın gerçek temelini teşkil etmektedir. Özgürlüğü bu anlamda toplumsal inşa gücü olarak da tanımlamak yerindedir. İlk insan topluluklarından itibaren buna ahlaki tutum denildiğini biliyoruz. Toplumsal ahlâk ancak özgürlükle mümkündür. Daha doğrusu özgürlük, ahlâkın kaynağıdır. Ahlâka özgürlüğün katılaşmış hali, geleneği veya kuralı da diyebiliriz. Eğer ahlaki seçim, özgürlük kaynaklıysa, özgürlüğün zekâ, bilinç ve akılla bağı göz önüne getirildiğinde, ahlâka toplumun kolektif bilinci (vicdanı) demek daha anlaşılır oluyor. Teorik ahlâka, etik denilmesi de ancak bu çerçevede anlam ifade edebilir. Toplumun ahlaki temelleri dışında bir etikten bahsedemeyiz. Şüphesiz ahlâkî deneyimlerden daha yetkin bir ahlâk felsefesi yani etiği çıkarılabilir ama yapay etik olamaz. E. Kant’ın bu konuda da çok çaba harcadığı bilinmektedir. Kant’ın, pratik akla etik demesi anlaşılırdır. Ahlâkı aynı zamanda bir özgürlük seçimi, imkânı olarak yorumlaması günümüz için de geçerliliğini koruyan bir görüştür.

Toplumsal politikanın da özgürlükle bağlantısı görünür bir durumdur. Politik alan, uzgören akılların en çok çarpışıp yoğunlaştıkları ve sonuç almaya çalıştıkları alandır. Bir anlamda katılan öznelerin kendilerini politik sanat aracılığıyla özgürleştirdikleri alan olarak tanımlamak da mümkündür. Toplumsal politikayı geliştirmeyen her toplumun, bunun karşılığının özgürlükten yoksunluk olarak kendisine döneceğini, bedelinin kendisine fatura edileceğini bilmesi gerekir. Politik sanatın yüceliği bu anlamda karşımıza çıkar. Politikasını geliştiremeyen her toplum (klan, kabile, kavim, ulus, sınıf hatta devlet ve iktidar aygıtları), kaybetmeye mahkûmdur. Zaten politika geliştirememek demek, kendi vicdanını, hayati çıkarlarını ve öz kimliğini tanımamak demektir. Herhangi bir toplum için bundan daha büyük bir düşüş, kaybediş söz konusu olamaz. Ancak öz çıkarları, kimlikleri ve kolektif vicdanları için ayağa kalktıklarında, diğer bir deyişle politik mücadeleye atıldıklarında, bu tür toplumların özgürlük talebinde bulunduklarından söz edilebilir. Politikasız özgürlük istemleri vahim bir yanılgıdır.

Politika ile özgürlük arasındaki ilişkinin çarpıtılmaması açısından, iktidar ve devlet politikaları (aslında bunlara politikasızlık demek daha doğrudur) ile aralarındaki farklılıkları özenle belirlemek gerekir. İktidar ve devlet aygıtlarının işleri için strateji ve taktikleri olabilir ama gerçek anlamda politikaları olmaz. Zaten iktidar ve devlet, toplumsal politikanın inkârının sağlandığı aşamada vücut bulurlar. Politikanın bittiği yerde iktidar ve devlet yapıları işbaşında olur. İktidar ve devlet, politik sözün dolayısıyla özgürlüğün bittiği yerdir. Orada sadece idare etme, söz dinleme, buyruk alma ve verme söz konusudur; kanun, tüzük vardır. Donmuş bir akıldır her iktidar ve devlet. Güçlerini de güçsüzlüklerini de bu özelliklerinden alırlar. O halde devlet ve iktidar alanları, özgürlüklerin arandığı, sağlandığı alanlar olamaz. Hegel’in, devletin özgürlüğün sağlandığı gerçek alan olduğu biçimindeki belirlemesi, modernitenin tüm tahakkümcü görüş ve yapılanmalarının temelini oluşturur. Öyle ki, Hitler faşizmi bu görüşün nelere yol açabileceğini açıklayan örneklerin başında gelmektedir. Hatta Marks ve Engels’in öncülük ettikleri bilimsel sosyalizm anlayışında, devlet ve iktidarın temel sosyalist inşa araçları olarak öngörülmeleri, farkında olmayarak özgürlüğe dolayısıyla eşitliğe indirilmiş en vahim darbe olmuştur. “Ne kadar çok devlet, o kadar az özgürlük” gerçeğini liberaller daha iyi fark etmişlerdir. Başarılarını da buna borçludurlar.

Tahakküm araçları olarak devlet ve iktidarlar, özleri gereği, zorla el konulmuş artık-ürün ve değerlerin yani toplam sermayenin değişik bir türünden başka bir anlam ifade etmezler. Sermaye devletleştirir, devlet sermayeleştirir. Aynı husus, her tür iktidar aygıtı için de geçerlidir. Toplumsal politika ne kadar özgürlük doğurucuysa, iktidar ve devlet de o kadar özgürlüğü kaybettiren alanlardır. İktidar ve devlet yapıları birçok kişi, grup ve ulusu belki daha çok zenginleştirip özgürleştirebilir. Ama bu durum ancak öteki toplumların yoksulluğu ve köleliği pahasına mümkündür. Bunun sonu da soykırımdan savaşlara kadar her tür yıkımdır. Kapitalist Dünya Sisteminde politika, en büyük kaybını yaşamıştır. Merkezî Uygarlık Sisteminin zirve yaptığı Kapitalist Modernite Aşamasında, politikanın gerçek ölümünden bahsetmek mümkündür. Dolayısıyla günümüz çağında hiçbir çağla kıyaslanamayacak ölçülerde bir politik tükeniş yaşanmaktadır. Bir özgürlük alanı olan ahlâkın tükenişi nasıl günümüzün bir fenomeni ise, ondan daha fazla politika alanının tükenişi söz konusudur. Bu nedenle özgürlük istiyorsak, en başta toplumun kolektif vicdanı olan ahlâkı ve ortak aklı olarak politikayı, tüm yönleriyle ve entelektüel gücümüzle yeniden ayağa kaldırıp işlevsel kılmaktan başka çaremiz yok gibidir.

Özgürlük ile demokrasi arasındaki ilişkiler daha da karmaşıktır. Hangisinin hangisinden kaynaklandığı sürekli tartışmalıdır. Fakat her iki ilişki yoğunluğunun birbirini beslediğini rahatlıkla belirtebiliriz. Toplumsal politikayı özgürlükle bağlantılı düşündüğümüz kadar demokrasiyle de bağlantılandırabiliriz. Toplumsal politikanın en somut hali, demokratik siyasettir. Dolayısıyla demokratik siyaset, özgürleşmenin gerçek sanatı olarak da tanımlanabilir. Demokratik siyaset yürütmeden genelde toplumun özelde de her halkın ve topluluğun ne politikleşmesi ne de politik yoldan özgürleşmesi mümkündür. Demokratik siyaset, özgürlüğün öğrenilip yaşandığı gerçek okuldur. Politikanın işleri ne kadar demokratik özneler yaratırsa, demokratik siyaset de toplumu o kadar politikleştirir dolayısıyla özgürleştirir. Politikleşmeyi, özgürleşmenin ana biçimi olarak kabul edersek, toplumu politikleştirdikçe özgürleştirebileceğimizi, aynı şekilde toplumu özgürleştirdikçe daha da politikleştirdiğimizi bilmek durumundayız. Şüphesiz başta ideolojik kaynaklar olmak üzere, özgürlük ve politikayı besleyen birçok toplumsal alan mevcuttur. Ama esasta birbirini doğurup besleyen temel iki kaynak toplumsal politika ve özgürlüktür.

Eşitlik ile özgürlük ilişkisi de çoklukla karıştırılır. İkisi arasındaki ilişki de en az demokrasiyle ilişkileri kadar karmaşık ve problemlidir. Tam eşitliğin bazen özgürlüğün bedel vermesi karşılığında sağlandığını görürüz. İkisinin birlikte olamayacağı, birinden taviz verme gereği sıkça vurgulanır. Özgürlüğün bedel olarak bazen eşitlikten taviz vermeyi gerekli kıldığı belirtilir. İki kavramın dolayısıyla fenomenin doğası arasındaki farkı açıklamak, sorunu doğru belirtmek için gereklidir. Eşitlik, daha çok hukuki bir terimdir. Aralarında fark gözetmeksizin, fert ve toplulukların aynı hakkı paylaşmalarını öngörür. Oysa farklılık, evrenin olduğu kadar toplumun da esaslı bir özelliğidir. Farklılık, aynı tür hakların paylaşımına kapalı bir kavramdır. Eşitlik ancak farklılıkları esas aldığında anlamlı olabilir. Sosyalist eşitlik anlayışının tutunamamasının en önemli nedeni, farklılığı hesaba katmamasıdır. Bu da sonunu getirmenin en önemli nedenlerinden biri olmuştur. Gerçek adalet ancak farklılıkları temel alan bir eşitlik anlayışı içinde gerçekleşebilir. Özgürlüğün farklılaşmaya oldukça bağımlı olduğunu belirlediğimizde, ancak farklılığa bağlanması halinde eşitliğin özgürlükle anlamlı bir bağı kurulabilir. Bu temelde özgürlük ile eşitliği bağdaştırmak toplumsal politikanın temel hedeflerindendir.

Bireysel özgürlük ile kolektif özgürlük yanlıları arasında yaşanan tartışmaya da değinmeden geçemeyiz. Negatif ve pozitif özgürlük olarak da tanımlanmak istenen bu iki kategori arasındaki ilişkiyi açıklamak halen önemini korumaktadır. Bireysel özgürlüğü (negatif özgürlük) şahlandıran kapitalist modernite, şüphesiz bunu toplum kolektivitesini büyük tahribata uğratma pahasına gerçekleştirdi. Günümüzde bireysel özgürlüğün toplumsal politikayı en az iktidar olgusu kadar tükettiğini belirlemek büyük önem taşır. Bireyciliğin toplumu yıkmadaki özellikle ahlâkın ve politikanın inkârındaki rolünü aydınlatmak, özgürlük üzerine tartışmaların can alıcı sorunudur. Bireycilikle atomize edilen toplumun, hiçbir sermaye ve iktidar aygıtına karşı direnme takatinin kalmadığını söylediğimizde, toplumsal problemin kanserleşme riskini daha iyi anlayabiliriz. Liberal bireyciliğin, toplumsal politika ve özgürlüğü tüketen temel kaynak olarak belirlenmesi anlamlı bir çıkışa zemin sunabilir. Şüphesiz burada bireyselliği söz konusu etmiyoruz, bireyselliğin gerekli olduğunu tartışmıyoruz. Tartışılan, idealize edilerek toplumsal politika ve özgürlüğü tüketen ideolojik bireyciliktir, liberalizmdir. Kolektif özgürlüğü zaten tartışmış bulunuyoruz. Asıl özgürlüğün, bireysellik kadar her tür topluluğun (kabile, kavim, ulus, sınıf, meslek grubu vb.) kimliğini belirlemek, çıkarlarını sağlama almak ve güvenliğini savunmaktan geçtiğini, özgürlüğün ancak bu temellerde anlam bulabileceğini önemle belirtmeliyiz. Bireysel ve kolektif özgürlükler ancak bu temelde uyumlulaştığında başarılı optimal bir özgür toplum düzeninden bahsedebiliriz. Her ne kadar birbirine karşıt olarak tanımlansalar da liberalizmin bireycilik anlamında şahlandırdığı özgürlük ile reel sosyalizmin kolektivizm adına şahlandırdığı özgürlük arasında sıkı bir benzerliğin bulunduğu, 20. Yüzyıldaki deneyimlerden ötürü açığa çıkmış durumdadır. İkisi de liberalizmin seçenekleridir. Devletçilik ve özelleştirme oyunlarının nasıl aynı el tarafından uygulandığı gözlemlendiğinde, söylenmek istenen hususlar daha iyi anlaşılacaktır. Demokratik toplumun bireysel özgürlüklerle kolektif özgürlükleri uyumlulaştırmanın en elverişli zemini olduğu, 20. Yüzyılın büyük yıkım getiren bireyci (vahşi liberalizm) ve kolektivist (firavun sosyalizmi) modellerinin denenmesinden sonra iyice açığa çıkmış bulunmaktadır. Demokratik toplumun bireysel ve kolektif özgürlükleri dengelemek kadar farklılıkları esas alan eşitlik anlayışını gerçekleştirmede de en uygun toplumsal politik rejim olduğunu belirtmek mümkündür.

 

Politika ve Özgürlük Sorunu

Özgürlük kavramının içeriğinin daha iyi anlaşılması için tarihe başvurma gereği vardır.  Bu iş için uygarlık, başat kavramdır. Çünkü uygarlık, sadece iktidar ve devleti içermesi nedeniyle değil sınıfsallık ve kentlilik bağlamında da sürekli genişleyen ve yoğunlaşan ideolojik ve maddi kültür ağları ahlaki ve politik toplumu sardıkça, politikanın rolü daralır. Politikanın rolünün daralması, toplumsal özgürlük, eşitlik ve demokratikleşmenin gerilemesini veya yadsınmasını beraberinde getirmektedir. Uygarlık tarihi bu yönlü gelişmelerle doludur. M.Ö. 3000-1500’lerde yerel inanışlarıyla ve dönüştürülmüş resmi mitolojik inanışlarla sürdürülen Anti-Uygarlık Mücadelesi, hem sınıfsal hem de etnik özellikler taşır. Özgürlük özlemleri nettir. Büyük mücadeleler veren Toros-Zagros alanındaki Aryen kökenli kabile ve aşiretlerin, M.Ö. 2150’de Akad sülalesini yıkıp yerine Guti-Gudea sülalesini kurmaları, yine Kassitlerle birlikte M.Ö. 1596’da Babil’i işgal eden Hititlerle ittifak yaparak M.Ö. 1500’lerde Mısır ve tüm Mezopotamya kentlerine gücünü kabul ettiren bugünkü Serêkani (Ceylanpınar) merkezli Mitanni Konfederasyonunu inşa etmeleri, bu gerçekleri ifade eder.İbrahimî Direniş Geleneği, bu tarihsel evreden sonra gelişmiş olup, günümüze kadar tarihsel oluşumlarda farklı biçimlerde oldukça etkili olmuştur. Yine de İbrahimî Geleneği, mitolojiden tümüyle koparmak doğru değildir. Kutsal Kitapların üçünde de yer alan olayların (başta Âdem-Havva öyküsü olmak üzere) büyük kısmı, Sümer ve Mısır Mitolojisinde de geçmektedir. Fark, başta tanrıya ilişkin olmak üzere, dönemlerin geçirdiği dönüşümlerle bağlantılıdır. Mühim olan ahlaki ve politik toplumun, kendisini güçlü yerel ideolojik ve dinsel ifadelerle dayatmış olmasıdır. Din, büyük oranda ahlaki direniştir. Özellikle Zerdüşt Geleneği, daha köklü bir dönüşümü ifade eder. İbrahimî Dinleri en çok etkileyen bir kaynak olan Zerdüşti Gelenek, Zagros dağ kökenli ziraat ve hayvancılık toplumunun, yarı-felsefe yarı-din ağırlıklı ahlaki ve politik öğretisidir. Semitik kökenli tanrıyı, meşhur “Söyle, sen kimsin?” biçimindeki nidasıyla sorgulaması, köklü kopuşu yansıtmaktadır. İlk defa ‘kutsallığın’ yerine; ‘iyi’ ve ‘kötü’, ‘aydınlık’ ve ‘karanlık’ kavramlarını yerleştirerek, daha sonra Greklerin oldukça geliştirecekleri etik (ahlâk bilimi) ve felsefi akımların önünü açacaktır. Greklerin, özellikle Medler kanalıyla tanıştıkları Zerdüşt Geleneğine çok şey borçlu olduklarını, Heredot Tarihi’nin büyük kısmını oluşturan Medlere ilişkin anlatımlardan da çıkarsamak mümkündür. Zerdüşt Geleneğinin, halen dağ kabilelerindeki ve sömürgeleştirilmemiş geniş Aryenik tarım toplumundaki güçlü ahlaki ve politik toplum gerçeğini yansıttığı söylenebilir. Köleliğin fazla gelişmediği, özgür toplum yaşamının güçlü olduğu bir toplumun ahlaki ve politik gerçekliğini ifade etmesi, anlaşılır bir husustur.

İlkçağın son dönemini yaşayan Grek-Roma uygarlığı, her üç geleneği de birlikte yaşamıştır. Her iki yarımadada geleneksel Tanrı-Krallar Dönemi ilk aşamayı teşkil etmiştir. Grek-Roma Mitolojisi, Sümer ve Mısır orijinlerinin sonuncu türevidir. Etrüsk ve Sparta Krallıkları döneminde mitolojik gelenek (Olympos’taki Zeus, Roma’daki Jüpiter), son büyük çağını yaşamıştır. Roma Cumhuriyeti (M.Ö. 508-44) ve Atina Demokrasisi (M.Ö. 500-300) döneminde, mitolojik anlatım giderek sönerken, felsefi gelenek öne çıkmaktadır. Sokrates ve Cicero, bu dönemin ünlü filozofu ve hatibidir. Eski özgür geleneklerini kolay terk etmek istemeyen Atina ve Roma vatandaşları, halen ahlaki ve politik toplum geleneğine oldukça bağlıdırlar. Krallık ve imparatorluk sistemiyle yoğun mücadele etmişlerdir. Atina’nın Sparta, Romalı aristokrasinin önde gelenlerinin de Sezar’la giriştikleri mücadele, bu gerçeği yansıtır. Sokrates ve Cicero, ahlâk ve felsefe filozoflarıdır. Etik ve demokratik siyasetin temellerine ilişkin ilk öğretilerde önemli isimlerdir. Tüm topluma yansıtmasalar da Atina ve Roma’nın güçlerini, halen güçlü damarlara sahip olan ahlaki ve politik toplum geleneğinden aldıkları tartışmasızdır. Sınırlı kölelik kurumu, hem kentteki hem de kırsal alandaki güçlü özgür vatandaş kitlesiyle karşılaştırılamaz. Dolayısıyla cumhuriyet ve demokrasiye ilişkin öğretilerin geliştirilmesindeki rolleri önemlidir. Ancak İmparatorluğa geçiş, bu gelişmenin bastırılmasıdır. Denilebilir ki Roma İmparatorluğu Dönemi, ahlaki ve politik toplumda gerilemeyle birlikte Toplumsal Sorunun zirveleştiği dönemdir. Bunda şaşılacak bir yan yoktur. Merkezî uygarlığın kümülâtif büyüyen tekeliyle onun yol açtığı bünyesel sorunun büyümesi arasında direkt bağ vardır. Korkunç cezalandırmalara (çarmıha germe, aslanlara parçalatma, Kartaca misali yerle bir etme vb.) rağmen yoksullar partisi olan Hıristiyanlığın içerden toplumu fethetmesi ve dıştan barbar kabilelerin sel gibi Roma üzerine akmaları, sorunların (yaşanan özünde özgürlük ruhunun patlamasıdır) patlaması anlamına gelmektedir. Asıl barbarın Roma olduğu ve yıkılışının hem içten hem de dıştan büyüttüğü devasa toplumsal sorunlardan kaynaklandığı açıktır. İlkçağ boyunca Tanrı-Kral anlayışına karşı Zerdüştlük, Yahudilik, Hristiyanlık ve İslamiyet tarzında dinsel görünüm altında kendini sürdürmek isteyen, esas olarak Toplumsal Doğaya ilişkin özgürlük eğiliminin, ahlaki ve politik toplum olarak varoluş gerçeğidir. Bu tespit çok önemlidir. Sonuçta anti-uygarlıkçı Hıristiyanlık ve yine anti-uygarlıkçı (Germen, Hun, Frank) kabile direniş ve saldırılarıyla çökmesi (Roma’nın çöküşü İlkçağın çöküşüdür), bize tarihsel seyrin gelişimini gayet açık göstermektedir. Unutmamak gerekir ki klasik Uygarlık saha ve kentleri, halen demokratik güçlerin (kabile, kavim, din, mezhep, kent zanaatkârlığı örgütlenmeleri) okyanusundaki adalar durumundadır. İnsanlık, ahlaki ve politik toplumdan vazgeçmemiştir. Binlerce yıllık savaşlar, bu gerçeklikle yakından bağlantılıdır.

Devletli Uygarlık Tarihi, bir anlamda ahlaki ve politik toplumun daraltılması (Ahlak yerine hukukun, politika yerine bürokrasinin ikame edilmesi) ve işlevsiz bırakılarak kadükleştirilmesinin tarihidir. Bunun karşıt kutbunda yer alan Demokratik Uygarlık Tarihi, henüz yazılmamış olsa da bir gerçektir. Devletli Uygarlık tarihi boyunca hâkimiyet altındaki toplumun gittikçe daha çok köleleştirilmesi, serfleştirilmesi ve proleterleştirilmesi, dışarıya doğru ise daha özgür, eşit ve demokratik toplumların baskı altına alınması ve sömürgeleştirilmesi sürecine dönüşerek devam etmektedir. Sermaye ve iktidar tekellerinin azami kâr kanunu bunu gerektirir. Bu durumda politika, Demokratik Uygarlık birimlerinin direnişi olarak anlam bulmaktadır. Çünkü direnmeden, hiçbir özgürlük, eşitlik ve demokratikleşme adımı başarılamayacağı gibi var olan ahlaki ve politik düzeyin daha da aşındırılması, parçalanması, çürütülmesi ve sömürgeleştirilmesi önlenemez, tekellerin sömürüsünün önüne geçilemez. Politikanın özgürlük sanatı olarak tanımlanması, tarihte oynadığı bu rolden ötürüdür. Politika yapamayan, yapmaktan alıkonan her sınıf, kent, halk, kabile, dinî cemaat ve kavim-ulusun söz ve irade gücü en büyük darbeyi yemiş demektir. Toplumun kolektif söz ve iradesinin olmadığı yerde ise sadece ölüm sessizliği vardır. Antikçağda Atina ve Roma, ünlerini politik güçlerinden alıyorlardı. Kısıtlı ölçüde uygulanmalarına rağmen Roma’nın cumhuriyeti ve Atina’nın da demokrasisi, bugün hâlâ hayranlıkla anılıyorlarsa, bunun temel nedeni, kent politikasını büyük maharetle sürdürmüş olmalarıdır. Atina, kent politikasıyla, devasa Pers İmparatorluğu’nu durdurduğu gibi yenilgisini de hazırlamıştır. Roma ise cumhuriyetçi politikasıyla, dünyanın merkezi haline gelebilmiştir. Daha da önemlisi, Greko-Romen kültürünün gelişiminde her iki kentin politikacılığı, belirleyici rol oynamıştır. Babil örneği daha çarpıcıdır. Belki de kent bağımsızlığının, özerkliğinin ilk büyük örneği olarak Babil örneğini sunmak mümkündür. Çevresindeki daha büyük iktidar ve devlet güçlerinin boyunduruğuna girmemek için bağımsızlık ve özerklik politikasını, bütün mahareti ve ustalığıyla sergilemiştir. Asurlardan Hititlere, Kassitlerden Mitannilere, Perslerden İskender’in Makedon İmparatorluğuna kadarki dönemlerinde tarihin tüm ünlü imparatorluklarına karşı bu usta politikalarıyla ayakta kalabilmiştir. Geliştirdiği bilim, sanat ve endüstriyle dönemin en uzun süreli uygarlık çekim merkezi olabilmiştir (M.Ö. 2000’den Miladi yıllara kadar). Şüphesiz bunda takip ettiği kent politikasının, belirgin payı vardır. Politikanın, özgürlük ve yaratıcılık olduğunu kanıtlayan çarpıcı örneklerin başında geldiği açıktır. Kartaca ve Palmyra’yı da bu kabil örneklerden sayabiliriz. Kartaca, uzun süre Roma hegemonyasına karşı direniş politikasıyla, ayakta kaldığı gibi yaratıcı gelişmesini de sürdürmüştür. Kartaca ne zamanki Roma gibi imparatorluk sevdasına kapıldı, o zaman kaybetmekten kurtulamadı. Çünkü imparatorluk olmak direniş politikasıyla terstir hatta politikanın inkârıdır. Sonuç, trajik biçimde kaybetmek olmuştur. Palmyra da benzer bir süreci yaşamıştır. Belki de bölgede Babil’den sonra en çok yükselişe geçip uzun süre (M.Ö. 300-M.S. 270’ler) özerk ve bağımsız kalabilmiş, âdeta çölde cennet yaratmış olan ünlü Palmyra, Roma ve Pers-Sasani İmparatorluklarına karşı denge ve özerklik politikasını bırakıp, kendi başına imparatorluk olmaya kalkışınca (Kraliçesi ünlü Zennube döneminde, M.S. 270’ler) trajik sonla karşılaşmaktan kurtulamamıştır. Özgürlük için direnişin zafere, iktidarcılığın ise felakete götürdüğünü gösteren çarpıcı örneklerden birini de Palmyra trajedisi sunmuştur.

Tarihte uygarlık güçlerine karşı sadece politikleşmiş kentlerin değil belki de daha fazla kabile, aşiret, dinî cemaat, felsefi ekol gibi belli başlı toplumsal grupların, özerk politik güç halinde kalabilmek için sergiledikleri sayısız direniş vardır. İbrani kabilesinin üçbinbeşyüz yıllık (M.Ö. 1600’den günümüze kadar) özerklik öyküsü, belki de en ünlü örnektir. Yahudilerin, tarihte ve daha çok da günümüzde çok zengin ve yaratıcı olmalarında, İbrani kabilesinin uyguladığı özerklik politikası, belirleyici rol oynamıştır. İslâm dininin imparatorluk ve iktidar aracına dönüştürülmesine karşı da çok büyük direnişçi mezhepler ortaya çıkmıştır. Alevilik ve Haricilik mezhepleri, kabile ve aşiretlerin özerk yaşama politikalarını yansıtır. Sünni hükümranlık, sultanlık geleneğine karşı her kavim bünyesinde görülen yaygın muhalif mezhep çıkışları, özünde aşiret ve kabile halklarının direnişçi ve özgürlükçü politikalarının sonucudur. Bir nevi Sünni İslâm sömürgeciliğine karşı halkların ilk özgürlük ve bağımsızlık hareketleridir. Hıristiyanlık ve Musevilik’te de benzer çok sayıda direniş mezhebi vardır. Ortaçağ, boydan boya bu tür yerel, kentsel, kabilesel ve dinî cemaatlerin özgürlük ve özerklik politikası uğruna mücadeleleriyle dolu geçmiştir. İlk Hıristiyan cemaatlerinin üç yüz yıllık yarı-gizli direnişçi manastır yaşamı, çağdaş uygarlığın hazırlanmasında başrolü oynamıştır. Antikçağ Yunan felsefi ekollerinin özerk politikaları, bilimin temel hazırlayıcı gücü rolünü oynamıştır. Günümüze kadar ulaşan halklar, uluslar bu gerçeği en çok dağ başlarında ve çöl ortalarında yüzlerce, binlerce yıl direnen kabile ve aşiret atalarına borçludur.

İnsanlık, tarihte sadece toplum ve coğrafi bölge düzeyinde politik direniş geliştirerek varlığını ve onurunu korumamıştır; bireysel düzeyde de bazen ağırlığı bir ulus kadar olan direnişçi politik kişilikleri tanımıştır. Tarih bu tür örneklerle doludur. Âdem’den Nuh’a ve Eyüp’e, İbrahim’den Musa’ya, İsa’ya ve Muhammed’e kadar ana halkalar halinde devam eden ve Kutsal Kitapta sayıları 124 bin olarak verilen tüm peygamberlerden çok sayıda bilgeye, Tanrıça İnanna’dan Hz. Ayşe’ye, Zennube’den Hypatia’ya, Kibele’den Meryem’e, Buda’dan Sokrates’e, Zerdüşt’ten Konfüçyüs’e, cadı kadınlarından Zeynep’e ve Rosa’ya, Bruno’dan Erasmus’a dek sayılamayacak kadar çok birey olarak insan, özgür ve onurlu kalabilmek uğruna ölümüne direnebilmiştir. Toplum, eğer bugün hâlâ ahlaki ve politik olarak sürüyorsa, herhalde bu bireylere çok değer borçludur. Aksi halde köle sürülerinden farkı kalmazdı.

Özgür İnsan Doğası’nın en temel özelliği, kendi tarihini seçebilmesi ve özgürlük mücadelelerinin tarihiyle yaşamayı bilmesidir. Bu bakış açısıyla Merkezî Uygarlık Sistemini, özgürlük sorunu temelinde değerlendirdiğimizde giderek katmerleşen bir kölelikle donandığını gözlemleriz. Kölelik üç boyutta da güçlü yaşatılır: İlkin ideolojik kölelik inşa edilir. Mitolojilerden korkutucu ve hükümran tanrılar inşa edilmesi, özellikle Sümer toplumunda çok çarpıcı ve anlaşılırdır. Zigguratın üst katı, zihinlere hükmeden tanrıların mekânı olarak düşünülür. Orta katlar, rahiplerin politik yönetim karargâhlarıdır. En alt kat ise, her türlü üretime koşturulan zanaatçı ve tarımcı çalışanların katı olarak hazırlanmıştır. Bu model, günümüze kadar özde değişmemiş sadece muazzam bir açılma-saçılma konumuna erişmiştir. Aldatıcı mitolojinin ikna yeteneğini kaybettiği Ortaçağ’da devlet dine dayalı meşrulaştırıldı. Dinin ikna ediciliğini yitirdiği yerde felsefe (Platon’un Devlet’i) ve Roma’da hukuk devreye girdi. Aynı çizgide kapitalist çağda ise devlet, Hegel’in hukuk felsefesine (Ulus-devletin İncil’i) dayalı olarak meşrulaştırılmaya çalışıldı, faşist kitle sürü toplumu bu temelde yaratıldı. Dolayısıyla Zigguratı çözümlemek, Merkezî Uygarlık Sistemini ve onun günümüzdeki temsili olan Kapitalist Dünya Sistemini gerçek temeline oturtarak çözümlemek demektir. Madalyonun bir yüzü sermaye ve iktidarın kümülâtif tarzda sürekli gelişimi iken diğer yüzünde korkunç kölelik, açlık, yoksulluk ve sürüleşme vardır. Bu temelde özgürlük sorununun nasıl derinleştiğini daha iyi anlıyoruz. Merkezî Uygarlığın sistematiği, toplumun giderek özgürlükten yoksunlaştırılmasını ve sürü toplum derekesine düşürülmesini sağlamadan kendini sürdüremez, varlığını koruyamaz. Sistemin mantığındaki çözüm, daha fazla sermaye ve iktidar aygıtları oluşturmaktır. Bu ise, daha fazla yoksullaşma ve sürüleşme demektir. Özgürlük sorununun bu denli büyümesi ve her çağın temel sorunu haline gelmesi, sistemin doğasındaki bu ikilemden ötürüdür.  Meselenin özü, sınıflaşmayla ilgilidir. Toplumun sınıflaştırılması, ancak sert geçen ahlaki politik mücadelenin devlet lehine bastırılmasıyla mümkün olmuştur. Bu hususa çok dikkat edilmelidir. Sınıf mücadelesi sorunuyla en çok uğraşan Marksistler bile sınıflaşmanın doğasını doğru belirleyememişlerdir. Sanki sınıflaşma bir erdemmiş, uygarlığın ilerleticisiymiş gibi değerlendirmekten kendilerini alıkoyamamışlardır. Tarihin mutlaka kat etmesi gereken bir aşamaymış, bir köprüsel ilişkisiymiş gibi sınıflaşmayı, tarihsel materyalizmin gereği saymışlardır. Uygarlık çözümlememde sınıflaşmayı, politik ve ahlaki toplumun daraltılması ve işlevsizleştirilmesi olarak değerlendirdim; sınıflaşma geliştikçe toplumun daha çok iktidar ve devlet hegemonyasına geçtiğini önemle belirttim. Tarih bu anlamda sert bir sınıf mücadelesiyle geçmiştir. Dolayısıyla sınıflaşmanın gerçekleştirilmesinin kendisi bir ilerleme, gelişme olmak şurada kalsın, tersine toplumsal bir gerileme, ahlak, politika ve özgürlükten düşüştür. Toplum aleyhine, onun iki temel dokusu olan ahlak ve politikasını gerileten ve işlevsizleştiren bu gelişme, iyi değil kötü bir gelişmedir. Toplumun ahlak, politika ve özgürlüğünü bastıran, işlevsizleştiren, toplumun söz ve iradesini egemen sınıf lehine gasp eden bir karşıdevrim olarak nitelendirilmesi daha doğru ve hakikate götüren bir tespittir. Toplumun ahlak, politika ve özgürlüğü aleyhine sınıflaşmanın ilerleme için kaçınılmaz bir durak olduğunun iddia edilmesi, hele bunun Marksist bir ifade olarak belirlenmesi, özgürlük mücadelesinde içine düşülen ciddi bir yanlışlıktır. Sınıflaşma, ahlaki ve politik toplumun bağrında ortaya çıkan bir kanser hastalığı olup sürekli bir direnişle karşılık bulmuştur. Sınıfsallaşan toplumlarla karşılaştırdığımızda ahlaki ve politik toplumun en önemli özelliğinin özgürlüğü aleyhine konumlanan sınıflaştırmaya karşı sürekli direnmesidir. Dolayısıyla kendini en az sınıfsallaştıran toplum, en iyi toplumdur.

Politik mücadelenin başarısı, kendini sınıflaştırmaya uğratmamasıyla belirlenebilir. Politik mücadele ancak kendi toplumunu sınıflaştırmayarak dolayısıyla kendini iktidar ve devlet aygıtlarının tek taraflı zoru altına sokmayarak başarısını kanıtlayabilir. Gırtlağına kadar iktidar ve devlet zorunu yaşayan toplumlarda başarılı bir politik mücadeleden bahsetmek, ciddi bir yanılgıdır. Kendini ya hiç iktidar ve devlet zoru (iç veya dış, milli veya gayri milli olması bu anlamda pek önemli değildir) altına sokmamak ya da sert geçen bir mücadelenin ardından devlet ve iktidarla karşılıklı rızaya dayanan bir uzlaşmaya varmak, bu temelde iktidar ve devleti tanımak, politik toplum için idealdir.

Kapitalist Modernite, politik toplumun en çok daraltıldığı ve işlevsizleştirildiği son uygarlık aşamasıdır. Bu hususun iyi kavranması gerekir. İdeolojik hegemonya olarak liberalizme göre politik mücadele hatta demokratik siyaset kendi döneminde son derece gelişkindir. Yüzeyden bakıldığında doğru görünen bu idea, özde tersini ifade eder. Kapitalist Modernite Dönemi, bireycilik ve tekelciliğin azami geliştirilmesi sonucunda ahlaki ve politik toplumun en işlevsiz halini yaşadığı dönemdir. Azami iktidar olarak ulus-devlet, politik karakterini azami ölçüde yitirmiş toplumdur. Ulus-devlet, böylesi bir toplumu doğurur. Hatta ortada toplum diye bir şey kalmaz. Toplum, ulus-devlet ve küreselleşen şirketler içinde âdeta eritilmiştir. Michel Foucault, bu noktada ‘toplumun savunulmasını’ özgürlüğün temeli olarak görür. Toplumun yitirilmesini (aşırı bireycilik ve tekeller tarafından, modernitenin ta kendisi olarak), sadece özgürlüğün değil insanın da yitirilmesi olarak değerlendirir. Kapitalist modernitenin toplumsal sorunları çözmekten ziyade daha da karmaşık hale getirdiği açıktır. Bu durum işsizlik, çatışma ve ekolojik yıkım gibi bugünün dünya çapındaki temel sorunları bir yana, en yüzeysel sorunlarda bile kendini belli etmektedir. Bunun temel nedeni, sorunların, beşbin yıllık uygarlık kökenli olmasıdır; uygarlığın bizzat kendisinin büyük bir sorun yumağı olmasıdır. Burjuva sınıfın, Ortaçağ Teolojisini, Pozitivizm cilasıyla boyanmış seküler ve bilimci bir felsefe olarak sunma çabası, anlaşılabilir. O, elbette rahminde büyüdüğü sosyal gerçekliğin izini taşıyacaktır. Ortaçağdan beri hatta tüm uygarlık tarihi boyunca zihinlerimize yüklenen imgesel yaklaşımlardan kurtulmadan, pozitivist dalganın zihinlerimizi âdeta esir alması kaçınılmazdı. Bu durum, bazı klişe düşünceleri aşırı tekrarlayan, içi boş kuru bir retoriği gerçek sanmaktan öte bir gelişmeye fırsat tanımadı. Eskiden “İmam ne derse doğrudur” tavrı yerine “Öğretmen, filozof ne derse doğrudur” tekerlemesi geçti. Zihni verimsizliğimizin temelinde bu gerçeklik yatar. Dolayısıyla kendi Toplumsal Doğamıza ilişkin tek bir yorum yapma hakkından bile yoksun kaldık. Bu çok vahim bir durumdur, beyinsel körleşme ve esarettir. Dinsel dogmatizm, hiç olmazsa geleneğin bir nevi taşıyıcı gücüyle bazı tarihsel gerçekleri anımsatır. Pozitivizmde bu da yoktur. Pozitivizm, gerçeklerimizle aramıza kocaman bir yabancılaşma bendi örer. Batı’nın ideolojik hegemon gücü olarak, deyim yerindeyse silah sıkmadan (beynini kullanmadan) karşısındakini teslim almak ister. Açık ki bu dogmatizmi kırmadan, genelde resmi uygarlığı çözümlemek özelde kapitalist modern paradigmayı kırmak mümkün değildi. Dolayısıyla özgür yorumlama gücüne erişilemezdi. Şu düşüncemde ikna olmuş durumdayım: İdeolojik silahlar, askeri silahlardan daha fazla yasaklayıcı rol oynar… Tüm bu anlatımları, iki kavram altında yeniden yorumlamak bana daha öğretici geliyor: İdeolojik ve Maddi Kültür olarak. Fernand Braudel’in, Kapitalist Kültüre ‘Maddi Kültür’ demesini önemli buluyorum. Bu kavramı, sadece Kapitalist Uygarlık için değil tüm sınıf, kent ve devletli Uygarlıklar için kullanıp yaygınlaştırmak, çözümleme olanaklarımızı arttıracaktır. Maddi ve Manevi Kültürün birbirinden kopartılması, uygarlık süreçlerinin kuruluş aşamalarından kapitalizme kadar aralıksız devam etmiştir. Kapitalizm, Maddi Kültür boyutunda, bu sürecin, sadece en son aşamasını ve zirvesini temsil etmektedir. İdeolojik (Manevi de denilebilir) Kültür de başlangıçtan itibaren var olup, Özgürlük Sosyolojisinin kapitalizme denk gelen aşamasında zirve yapmak durumundadır. Araştırmamızı bu yönüyle geliştirdiğimizde hem tüm Uygarlık Tarihi boyunca Uygarlık ve karşı direniş boyutunda Maddi ve İdeolojik Kültürün ilişkileri ve çatışmalarındaki anlam gücümüzü arttırmış hem de Özgürlük Sosyolojisiyle ‘Ortaçağ ve Kapitalist Modernite’ bağlantısını kurup, İdeolojik Kültür boyutunda Özgür Yaşamın anlamını değerlendirmemize güçlü bir hazırlık yapmış olacağız. Yapacağım yorumlar, daha çok şimdiye kadar gözlemlediğimiz Neolitik Kültürün ve Uygarlık Kültürünün değerlendirilmesi temelinde Özgürlük Sosyolojisinin inşasına ilişkin bir deneme çalışması olacaktır. Tarih boyunca ayakta kalan Neolitik Toplumun İdeolojik Kültürünü küçümsememek gerekir. Analık Hukuku, toplumsal dayanışma, kardeşlik, çıkarsız ve salt toplum amaçlı sevgi, saygı ve iyilik düşüncesi yani Ahlâk, karşılıksız yardımlaşma, gerçek değer üretenlere ve toplumu yaşatanlara saygı, Kutsallık ve Tanrısallık kavramlarının saptırılmamış özüne bağlılık, komşuya saygı, eşitliğe ve özgür yaşama özlem gibi Ölümsüz Değerler, bu toplumun temel varlık nedenleridir.

 

Kürtler ve Özgürlük

Sümer Uygarlık Kültürüne karşı Kurtilerin hep direniş halinde olduklarını gözlemlemekteyiz. Bunu özellikle Dağ Tanrıçası Ninhursag’ın söz konusu edilen mitolojik anlatılarından izlemek mümkündür. Gılgameş Destanı özünde Sümer Uygarlaşmasına karşı direnen Kurtilerin, Özgürlük ve Varlıklarını Koruma Mücadelesini ifade eder.  Zerdüşt Geleneğinde kulluk durumuna isyan edilmekte, Tanrı kavramı sorgulanarak, katı özne-nesne ayrımına son verilmeye çalışılmaktadır. Sınırlı da olsa Özgür İnsan kavramına yaklaşılmaktadır. Burada insan, tanrıya ihtiyaç duymadan, Özgürlük Ahlâkıyla hareket edebilmektedir. Êzîdî Kürtlerle Alevi Kürtler yakından gözlemlendiğinde, özellikle kadınlarında temsilini bulan Zerdüşti Kültürün demokratik, özgür ve eşitlikçi özellikleri, rahatlıkla fark edilebilir. Tüm bastırılmışlıklarına rağmen, doğayla bütünleşmiş, açık sözlü ve cesur yanları dikkate değerdir. Zerdeştilerin durumu daha değişiktir.

Bunlar, daha çok kabilesel değil, dinsel boyutta direnmişlerdir. Dinsel Varlık, Kabilesel Varlığa üstün tutulmuştur. Birkaç farklı mezhep halinde günümüze kadar yansıyabilmişlerdir. Sünni Kürtlere göre Kürtlüğün daha saf değerlerini temsil ederler. Tarihte birçok kırım yaşamalarına rağmen inançlarında ısrar etmişlerdir. Geleneksel Kürt Kültürünün zengin bir kaynağı olmalarına rağmen, kitap birikimlerinin yakılması ve özgür yaşamlarının sürekli baskılanması, bu zengin kaynağın fakirleşmesine ve âdeta kurumasına yol açmıştır. Devlet, Milliyetleşmede; Tasavvuf Cemaati, Halklaşmada daha etkilidir. Devlet odaklı zayıf bir Milliyet gerçeği olmalarına rağmen, Kürtlerin, güçlü Tasavvufi Tarikatlar etrafında daha demokratik, özgür ve eşit Halklaşma gerçekliğini yaşamaları söz konusudur. Kürt gerçekliğinde son iki yüzyılın, önceki tarihî dönemlerden ayrılan ve benzeyen özelliklerini daha yakından görmek öğretici olacaktır. Görkemli Neolitik Çağda Proto-Kürtler, Evrensel Tarihin motor gücüydüler. İlkçağda, Merkezî Uygarlık Sisteminin doğuşunda ve beslenmesinde Beşik ve Ana rolündeydiler. Ortaçağda, Merkezî Uygarlık Sisteminin, İslâmiyet’in güçlü ve öncü kavimlerinden biriydiler. Ortadoğu’nun bu görkemli, cesur ve emekçi gerçekliği, Yeniçağda, Kapitalist Modernitenin Hegemonik Çağında, neredeyse tarihten silinmekle yüz yüze geldi. Kürt gerçekliği üzerine sanki değil, gerçek bir kâbus çöktü. Peş peşe soykırımlar için kullanılan bir deyim olan “büyük felaketler” e uğradı. Her ne kadar Varlığını koruyorsa da bu Varlık, özgür olmayıp cehennemin Sırat Köprüsünden geçmektedir.

20. Yüzyıldaki Kürtlük, kurtarılmadan önce Var kılınması gereken bir Kürtlüktü. Başarılan şey, Varoluştu. Bir şey eğer Varlık Sorununu yaşıyorsa, öncelikle yapılması gereken onu kurtarmak değil, Var kılmaktır. Kürtlerin durumu, önceliği, tamı tamına Varoluşa vermeyi gerektiriyordu. Kurtuluş, özgürlük ve eşitlik gibi kavramlar, ancak Varoluşsal Sorununu çözmüş varlıklar için anlam ifade eder. Kürt Sorununu ve çözüm yollarını tartışmadan önce Varlık Sorunu konusunda aydınlanmak şarttır. Aydınlanmak, ilgili Varlık konusunda hakikatle tanışmaktır. Hakikat ise, uğruna büyük mücadele verilmeksizin varılacak bir hedef değildir. Hakikat gerçek olmayıp, gerçeğin bilince varmış halidir. Hakikatsiz gerçek, uyuyan gerçekliktir. Uyuyan gerçekliğin sorunu yoktur. Hakikat, uykudaki gerçekliğin uyandırılmış halidir. Kürtlere ilişkin uyku hali, o denli derin ve ölüme yakındı ki, hakikati uğruna savaşın, çok karmaşık ve zorlu geçeceği açıktı. Kürt gerçeği ve sorununa ilişkin hakikatler, özgürlük umutlarının ilk defa gerçekleştiğine tanıklık etmektedir.  Sorunun Varlık-Yokluk tartışması biçiminde değil, Kurtuluş ve Özgürlük kavramlarıyla dile getirilmesinin daha doğru bir yöntem olacağına inandığım için bu temelde giriş yaptım. Benim açımdan Kürtlerin devrimci tarzda varlığı, başta Mahir Çayan, Deniz Gezmiş ve İbrahim Kaypakkaya ile arkadaşlarının ölümleri pahasına kelime olarak bu kavramı dile getirmeleriyle kanıtlanmıştı. Geriye mevcut statüden Kurtuluş ve Özgürlük Sorunu kalıyordu. Sömürge Kürdistan teorisi, bu yolda doğru bir başlangıçtı. 1970’ler sonrasında Kürt Sorununu, Özgürlük Sorunu olarak ele almak, bir yönüyle doğru olsa da diğer bir yönüyle önemli bir eksikliği beraberinde taşımaktadır. O da Kürtlerin Varlık (Ontolojik) Sorunudur. Kaldı ki, Varlığı imhayla karşı karşıya olan bir gerçekliğin, ilk sorunu özgürlük değil öncelikle Varlığını Korumak ve bu mümkün olduğu ölçüde iç içe özgür kılmaktır. Varlığı olmayanın özgürlüğü olmaz. Özgürlük ancak Varlıkla mümkün olabilir. Çağdaş Kürt Ulus Gerçekliğindeki özgünlük, buradadır. 12 Eylül 1980 darbesine kadar bu ortamın herhangi bir grubunun çok ilerisinde değildik. 1979’da Türkiye sınırları dışına çıkış ve Ortadoğu’ya açılımımız, stratejik bir yönelimdi. Gerçeklik ufkumuzu daha da açacaktı. Silahlı mücadeleye sistematik dönüş, gerçekliğimizin daha gelişkin bir bilincine erişmeye zorlamıştı. Zor ile Kürdistan ilişkisi, araştırılmaya çalışılmıştı.

15 Ağustos Hamlesi, görünüşte askeri, özünde politik gerçeklik yanı ağır basan bir süreci başlatmıştı. Politikayla şiddet arasındaki ilişki, gittikçe açığa çıkıyordu. Toplumsal kişilik, bireyin yaratıcılığı, örgütlenmenin gücü, ulusal toplumsallık, kadın özgürlüğü, bu atılımla kendini daha açıklayıcı kılıyordu. 15 Ağustos 1984 Hamlesiyle gelişen ve çok zorlu geçen bir direniş süreciyle sadece Kürt gerçeğinin Varlık olarak tasfiyesi durdurulmamış, Özgürlük yolunda da önemli mesafeler kat edilmiştir. Başta ABD, İngiltere ve Almanya olmak üzere dış hegemonik güçlerin yoğun desteği karşılığında, ekonomik olarak Küresel Finans Sistemine teslim olma, bölgesel politikalarına tam destek verme, askeri alanda NATO Gizli Ordusu Gladio’nun Türkiye bölümünün büyüyerek savaşta kullanılmasına onay verme temelinde sürdürülen özel savaşta, bir avuç hain ve işbirlikçi dışında, Varlık ve Özgürlük Savaşındaki Kürtler yalnız bırakılmış ve tecrit edilmiştir. Yeni Hegemonik İktidar Döneminde, Kürt Varlığı ve Özgürlüğünü tasfiye amaçlı özel savaş rejimi, daha da güçlendirilerek yürütülecektir. Zaten AKP’nin, ordu şahsında rejimin eski iktidar sahipleriyle yaptığı uzlaşmanın temelinde, Kürt Varlığının (Ontolojik Gerçeklik) ve Özgürlüğünün (Bilinç ve Örgütlülük) tasfiyesi ve Kültürel Soykırımın sürdürülmesi yatmaktadır. İktidar, başka türlü AKP’ye teslim edilemezdi. AKP Hegemonyasının daha değişik taktik uygulamaları, ortak stratejiye (Kürt Varlığı ve Özgürlük Hareketi’nin tasfiyesi) ters düşmediği gibi bu stratejiyi daha yaratıcı biçimde başarıyla uygulamak için giriştiği taktik manevralar olmaktadır. Örneğin R. Tayyip Erdoğan 2005’te Diyarbakır’da önce “Kürt Sorunu bizim de sorunumuzdur” diyerek Kürt halkının önemli desteğini arkasına aldıktan sonra, 2006’da çocuklar ve kadınları kapsamına alacak biçimde daha da geliştirilen tüm Cumhuriyet dönemlerinin anti-Kürt yasalarının en şiddetlisi olan Terörle Mücadele Kanunu’nu sinsice çıkarmaktan çekinmedi. Çocukların ilk defa yaygın olarak tutuklanmaları, KCK operasyonları, hava saldırıları, bu stratejinin gereğidir. Psikolojik savaşın her türlüsü, işbirlikçi bir Kürt sermaye grubunun hem Güney hem de Kuzey Kürdistan’ın önemli kentlerinde çekim merkezi olarak oluşturulmaya çalışılması ve Sahte Kürtçü sivil toplum örgütlerinin kuruluşu da bu yeni stratejiyle yakından ilgilidir. Buna, işbirlikçi Kürt medyasını da (psikolojik savaş araçları) eklemek gerekir. Spor ve sanatın birçok dalı da benzer stratejik amaçlarla kullanıma açılmıştır. Belki de en vahim uygulama, Hizbul-Kontra yerine Kürt Hamas’ının oluşturulması deneyimleridir. Dinci yayın ve örgütlenmelerin temel hedefi, son aşamada KCK’ye karşı kendi Kürtçü Hamas’ını kurup harekete geçirme ve başat kılmadır. Örneğin Filistin’de MOSSAD’ın FKÖ’yü zayıf düşürmek için kurdurduğu, mücadeleyle hiçbir ilgisi olmayan Hamas, bugün FKÖ’yü ve özellikle temel güç olan El Fetih’i tasfiyenin eşiğine kadar getirmiştir. Aynı model, Kürdistan’da KCK’ye karşı geliştirilmeye çalışılmaktadır. Yeni dinci liseler ve Kuran kursları da bizzat açıklandığı gibi bu amaçla aceleyle tesis edilmektedir. Diyanet İşleri Başkanlığı, tüm camileri kültürel tasfiyeciliğin hizmetine sokmuştur. Din, tamamen politize edilip Kürt Varlığının inkârında ve Özgürlük Mücadelesinin karalanmasında kullanılan bir araç durumuna indirgenmiştir. Benzer yüzlerce uygulama, yeni hegemonik gücün sadece niyet ve politikalarını değil, çok tehlikeli tasfiyeci planlarını da açıkça ortaya koymaktadır. Nasıl ki CHP, 1925-1940 döneminde Kürt direnmesi ve varlığının kanlı tasfiyeci ulus-devlet partisiyse, 2000’li yıllardan itibaren AKP de aynen ve daha da ağırlaştırılmış koşullar temelinde Kürt gerçekliğini ve Özgürlük Hareketi’ni tasfiye etmeyi amaçlayan ulus-devlet partisidir. Şüphesiz içindeki bazı aykırı sesler ve farklı dönemsel uygulamalar, stratejik amacını değiştirmemekte, bilakis doğrulamaktadır.

Sonuç olarak, çağdaş Kürt gerçekliğine ve Özgürlük Hareketi’ne karşı yürütülen son ikiyüz yıllık savaş, giderek daha da ağırlaşan bir Kültürel Soykırıma dönüşmüştür. Kürtler, amansız soykırım hamleleri altında Varlıklarını ve Özgür Yaşam tutkularını sürdürmeye çalışmışlardır. Çağdaşlaşan (modernleşen) Osmanlı İmparatorluğu döneminde başlatılan Kürdistan beylik, aşiret şefliği ve şeyhlik otoritelerini tasfiye etme hareketleri, giderek Kürt Kültürel Gerçekliğinin tasfiyesine yönelmiştir. Cumhuriyet’in İlk Döneminde, Beyaz Türk Faşizmi, bu politikayı daha da derinleştirerek tüm topluma yaymış, Kürtleri, ulus-devletin içinde eriterek yok etmenin eşiğine kadar getirmiştir. Buna karşı gelişen direnmeler, dayandıkları sosyal temel ve önderliklerinin karakteri nedeniyle tasfiyeyi daha da derinleştirmekten öteye sonuç vermemiştir. Cumhuriyet’in Olgunluk Döneminde, Kürt gerçeğini inkâr etme temelinde varlıklarına izin verilen işbirlikçi katmanlar daha da geliştirilerek Kültürel Soykırım derinleştirilmiştir. 1980’lerden itibaren içine girilen Çöküş Döneminde, ABD’nin kendi çıkarları temelinde sağladığı destekle eşi görülmedik özel savaş yöntemlerine başvurularak, Kürtlük sadece Özgürlük Hareketi olarak değil bizatihi Varlık (dil yasağında görüldüğü gibi Ontolojik Varlık olarak da) olarak sona erdirilmeye çalışılmıştır. Bu eşi görülmemiş kırım hareketlerine karşı Özgürlük Hareketi, birçok eksikliğine ve yanlışlıklarına rağmen, sadece Kürt Kültürel Varlığını kesinleştirmekle kalmamış, Özgürleşen Varlık olarak da önemli bir aşamaya taşımıştır. Bu yönlü gelişmeler, diğer Kürdistan parçalarını da etkisi altına almış; Irak Kürdistan’ında ulus-devletçi yanı ağır basan bir siyasi oluşuma yol açarken, İran ve Suriye Kürdistan’ında halkın büyük uyanışı, Özgürlük Hareketi’ne katılımı ve demokratik özerkliklerini geliştirmeleriyle sonuçlanmıştır.

 

 

Bunları da beğenebilirsin

Yoruma kapalı.