Düşünce ve Kuram Dergisi

Politikanın Varolma Çığlığı

Nesrin Akgül

İnsan için var olmak ne anlama geliyor? Bu sorunun bağlamı salt insan varlığına indirgenip, sınırlandırılarak da cevaplandırılamaz. Çünkü insan, kendisini her şeyiyle kuşatan evrensel bir varoluşun fragmanıdır. Kendinde biten şey, evrende gerçekleşmiş olandır. Bu durum insanın kendisinde önceki tüm zamanların, kendi varlığında yaşadığı en anlamlı kesişme noktalarını ifadelendirir. Yani insan tüm zamanların görünürleşme iddiasında buluştuğu anlamlı bütünlüktür. Bunu onun biyolojik yapısında, zihinsel gelişiminde ve hatta anne karnında embriyo aşamasındaki oluşum evrelerinin aslında evrimin zincir halkalarına benzemesinde dahi görebiliriz. Son tahlilde evrenin insanın doğumu için uzun zaman hazırlanmış olduğuna, kendimizi gözlemleyerek de ikna olabiliriz. Bu sonuç evrimin olağanüstü çoşkun yapısının, insanın, doğadan kopuk, münzevi bir varlık olduğunu ortaya çıkartmaz. Şayet insan evrendeki tüm kaotik oluşumlardan elde edilen bir fermantasyonsa, insanı kuşatan varoluşta, onu gerçekleştiren ve asla da ondan kopamayacağı bir bağlılıkla kendini sürekli var eder. İkinci doğa olarak toplum insanın birinci doğadan ayrışarak sağladığı bir var oluştur. Fakat sorun, insanın bu toplumsallığı inşa etmesi sonrasında ortaya çıkan toplumsal sorunlarla bağlantılı olarak birinci doğaya karşı yabancılaşmasıdır. Ancak insanın varlığının tanımlanması açısından yöntemin evrensel-tikel bağlamdan koparılmadan belirlenip, evrenin varlığından yola çıkarak insan varlığını tanımlamanın önemiyle yabancılaşmaya rağmen birinci doğadan başlayarak insan varlığını tanımlayacağız. İnsan neyle ve nasıl var oluyor? İnsanın varoluş, var olma duruşu hangi parametrelerle sağlanıyor? İnsanın var olma sorunsallığı iki boyutta ele alabiliriz; ilki insanın kendisini evren karşısında nasıl tanımladığı; ikincisi insanın kendini kendi evreni içinde nasıl tanımladığıdır. Tabi böylesi bir sorunsallığını kendine dert edinmeyen için mesele biyolojik yaşam çeperinin ötesine geçemez. Biyolojik yaşamın en basit haliyle devamını sağlamak var olma yeterliliğini sağlatır; ama tüm varlık sorunlarına dahiliyetiyle. Oysa toplumsal doğanın yabancılaşmamış insanı varoluşun gayesini kendiliğinden yaşamıyla ortaya koymaktadır. Uygarlık şerbetinden yudumlamamış toplumlar her çağda doğaya karşı minnettarlığını envai çeşitte bayramlarla sunarken, toplumsal varlığını korumayı, kendi sınırları içinde de olsa kendine dert edinmiştir. Ancak “büyüsünü yitirmiş” bir yaşam içinde ise insan, tüm bu sorunsallıklar hiçlik duvarına çarpıp durur. Ve sıradanlaşma çanlarının çaldığı bu anlarda varlık kendi yok oluşunun sinyallerini verir. Büyük bir huşu ile evrenin yarattığı ve kendini yaratan insan karşısında, onun sıradanlaşmasını, hiçliğini gören evren her şeyiyle insanı çığlık çığlığa uyarıyor, tabi kulakları duyana. Adeta yoğun bakım ünitesine alınmış bu insanlığın hikayesini sonraya bırakarak içimizdeki evreni uyanık tutup, olması gereken sorular sorup, cevaplarla yol alalım. 

İnsan varlığını nasıl kazandığı bitmeyecek bir merak. Nasıl kaybedildiğine dair cevaplarsa kaybedenin kaybettiğini anlamaya başladığında verildi, verilmeye devam ediyor. Varlığa dair tartışmalar fazlasıyla spesifik alanlardır. Ancak insan evreninin kendine has metafizik dünyası bizi nesnel düşüncenin ötesine çıkmaya davet ediyorsa, o davete iştirak etmek gerekir. Varlığı, var olmayı tartışıyorsak, varlık tanımımızı da görünenin ötesinde aramamız icabet eder. Varlık kendisini evren bütünü içinde oluşturur. Evrense hiçliğe karşı varlıkla direne direne kendini oluşturup, bu günlere geldi . Yani evrensel doğamızda hiçliğe karşı varlıkla kazanılan bir direnme eğilimi var. Ona sahip çıkalım. Peki evrenin bu varoluş başarısının sırrı neydi? Bu sır da tıpkı direniş eğilimi gibi, insanın varoluşuna kodlandı. Bu sır elbetteki özgürlüktü. Evren de bunları gerçekleştirirken yaptığının adını direnişçilik, özgürlük olarak koymadı. Buna biz insanlar anlam dünyamızla isim koyduk. Zaten evrende bunun adını koyması, anlamını vermesi için insanı yaratmadı mı? Abdullah Öcalan, “Özgürlük adeta evrenin amacıdır diyesim geliyor. Evren gerçekten özgürlük peşinde midir diye kendime sıkça sormuşumdur. Özgürlüğü sadece insan toplumunda derin bir arayış olarak söylemleştirmek bana hep eksik gelmiş, mutlaka evrenle ilgili bir yönü vardır diye düşünmüşümdür.”der. Bu düşünme şeklini özgürlüğü anlamının düsturu kılalım ki, özgürlük problemine doğru yerlerden başlayarak cevaplar arayalım. 

Evren varoldukça özgürleşiyor. Çünkü varoluş farklılaşma, çeşitlenme, çoğalma ile kendini görünür kılıyor. Varolma edimi bu durumlarla hayata geçince, kendini en iyi şekilde sürdürme istenci aynılık dışına çıkarak, çeşitliliğin sağladığı ahenkle özgürlüğü tanımlıyor. Evrenin 14 milyar yıl öncesinde ilk var olma başlangıcını Big Bang patlaması ile yapıp, sonrasında ortaya çıkarttıkları da bunu anlatmıyor mu? Bu patlamayla beraber madde-enerjinin buluşması yahut evrimi, anti-maddeye üstün gelerek insana kadar dur durak bilmeden kendini sürdürdü. Bu durum bir varoluş diyalektiği oluşturdu; her şey birbiriyle bağlantılı, birbirinin içinden çıkıp, ama ondan da farklılaşarak oluştu. Bu evrensel düzlemdeki olağanüstülük Öcalan’a da şunu düşündürtmüştür; “Özgürlüğü evrendeki çoğullaşma, çeşitlenme, farklılaşma olarak tanımlamak toplumsal ahlak açısından da kolaylık sağlar. Çoğullaşma, çeşitleşme ve farklılaşma zımnen de olsa bağrında hep zeki bir varlığın seçim yapma kabiliyetini düşündürür.” Şu haliyle karşımızda insanın zaman algısına göre daha ağır ve katı işleyen ama hala keşfi tamamlanmamış olağanüstü bir zeka, evren zekası var. Ve insan da bu olağanüstü zekayı yarattıklarıyla fark ettikçe yüce bir yaratıcının varlığına inanmakta haklı olabiliyor, ismini ne koymuş olursa olsun… Evrenin sahip olduğu zeka onun seçme kabiliyetiyle de ortaya çıkıyor. Bu derece oluşum çeşitliliği farkındalık yaratıyor. Oluşan şeyin bir diğeri ile kıyaslanmasına götürüyor. En basit canlılıktan en gelişkin canlılığa kadar geçirilen süreçler bunun göstergesidir. Kendini devam ettirmek için hep daha iyisini yaratıyor. Şunun altını çizmekte de fayda var ki; tüm evrim basamağı içinde biri diğerini ötekileştirmeden, simbiyotik ilişkide, uyumlu bir şekilde devamlılık yaratıyor. Burada evrenin tüm çeşitliliği, kategorik heterojenliğine rağman aşağı katmandan en üst katmana kadar sağladığı birlikte önemlidir. Her bir varlık katmanı bir diğer üst katmanı oluştururken hem diğerinin özelliğini alır, hem de kendini yeni bir durumla yaratmış olur, dönüşüm sağlar. İşte bu geçişkenlikler ve sağlanan dönüşümler bir yanıyla birbirine bağlı, beraberlikler yaratırken, öte yanıyla da daha özgün bir yapı oluştururlar. İşte burada varlığın bir öncekinden çıkışı bağlılık halini yaratırken, o varlığın içinden çıktığı şeyi kendinde taşıyarak ama yeni bir dönüşümle farklılaşması hali bir özgürlük hali yaratır. Şu haliyle evrende bağlılık ve özgürlüğün çelişik gibi dursa da birbirini koşulladığını görürüz. Bu da bize özgürlüğün bağıntısızlık olmadığını, tam bağımsızlığın ise neye karşılık geldiğini düşündürtür. Evren kendi varoluş yasalarını böylece ve daha fazlasıyla belirlerken, insan da bundan nasibini almıştır; çünkü insanda toplumsal doğasını yaratırken doğaya bağlı olarak, bağlı kalarak ama farklılaşarak özgürleşmiştir. 

 

İnsan Zekası Toplumsal Zekadır

İnsan da toplumsal zekasını yaratırken birinci doğadan farklılaşsa da ayrı düşmemiştir. Kendimizi ele alırken bu evrensel zekanın çocuğu olduğumuzu bilerek yaklaşıyoruz. İnsan toplumsal zekasını kendisi hakkında düşünmeye başlarken, kendini tanımlamaya çalışırken, eylerken kazanmıştır. O nedenle insan zekası toplumsal zeka ile tanımlanmalıdır. İnsanın düşünmesi, ona, zihnine yansıyan şeylere dair anlam çabasına girmesidir. Zira düşünmede kavram olarak Latince yansımadan gelmiştir yani gerçeğin yansıması demektir. Zihinsel alan düşünmenin yoğunlaşması ile özgürlük alanı haline gelir. Elbette bu daha fazla nasıl düşünüldüğü ile ilgili bir durum. Doğal toplum toplumsal akılda denen vicdanı bu şekilde oluştururken düşünmenin nasılını kendine çevirdi;  topluluğun birlikte yaşaması için ne gerekiyor? Kendi klanını yaşatabilmek için düşündü. Ancak bu düşünüş salt yaşamsal ihtiyaçların karşılanmasıyla da sınırlı kalmadı. Düşünürken yapan, yaparken düşünen o topluluk aynı zamanda estetik bir yaşam hayalinde de düşünceye daldı; elinde temel ihtiyaçlarla keşfetmiş olduğu çanak-çömleğini bu defa da süsledi, ona doğanın, kendi imgelerinin resmini çizdi. Düşünsel gücü ahlakla donanmış doğal toplum etik değerlerle düşünerek doğayı, kadını tanıdıkça, gizemini fark ettikçe, kendi varlığına katkısını hissettikçe onu kutsadı. 

Toprağı, havayı, suyu kısacası yaşamın bereketi olan, kendisi gibi yaşam döngüsü olan her şeyi kutsadı. Kutsadığı her şeyi tabulaştırarak onunla ilişkisini belirledi, anlamlı kıldı. Doğal toplumun düşünüş tarzı bütünlüklü, döngüsel, bağıntılı olduğu için kendini ve doğayı düşünürken parçalamadan, kendi kılarak anlamlandırdı. Kendi toplumsalını da ahlaki ve politik düşünce ve davranışlarla inşa etti. Dikkat çekici olansa toplumun bu davranışlarında kendiliğinden iyi, güzel ve doğruya dair bir eyleyişte olmasıdır. Diğerinin iyiliğini düşünerek, bireysel anlamda hiçbir ödül, takdir kazanç sağlamak istemeden doğallığında bunu yapmasıdır. O toplumun üyesi kolektif çalışmalara katılırken iyilik yapmak için bunu gerçekleştirmiyor. O topluma henüz bencillik, bireycilik ve bunun yarattığı sonuçlar sızmamıştır. Ortaya çıkan tabloda politikanın toplum adına düşünme, o toplumun daha iyi yaşayabilmesi için düşünürken, tartışma ve yapmayla ortaya çıktığı tanımlanıyor. Diyebiliriz ki ahlak ve politika toplumun temel varoluş stratejisi haline gelmiştir.

Bu noktada özgürlüğünde nasıl ortaya çıktığına bakabilmeliyiz. Neolitik çağın en köklü yaşandığı Mezopotamya toprağının ve aynı zamanda insanlığın ilk dil grupları içinde olan Aryen dil grubu içinden ‘Azadi’ kelimesi ile özgürlüğün ne anlama geldiğine bakalım. Özgürlük Hurrice ‘izidu’ kelimesini karşılamaktadır. İzidu ise Hurrice “kumanda etmek” anlamına geliyor. Bunun Kürtçe’de ‘azad’ kelimesine dönüşmüş olması büyük bir ihtimaldir. Azad ise “xwe” ile bağlantılı olup “kendisi, kendi başına, kendi kendisini yönetme” anlamını karşılar. Türkçe’de de öz-gür olarak düşünürsek ‘öz’ ün kendi olmakla eş değer anlamda olduğu düşünülebilir. Karşılaştırmalı araştırmalarda özgürlük istediği gibi dolaşmak, serbest, sevmek, istediği biçimde olmak gibi anlamları da karşılıyor. Ortaya çıkan anlamların genel bütününe bakarsak karşımıza çıkan anlamları da karşılıyor. Ortaya çıkan anlamların genel bütününe bakarsak karşımıza çıkan anlam kendilikle, kendini gerçekleştirip, buna göre hareketlilik sağlamakla denk düşebilir. Bu noktada kendi olabilmek özgürlüğü karşılayan en önemli anlam oluyor. Zira evrendeki özgürlükte de farklılıkla yeni bir dönüşümün, yapının ortaya çıkma hali vardı. O zaman bireyin kendi olma halini ele almak gerekiyor.

Her şeyden önce bireyin kendi olmasını başarması tüm yabancılıklardan arınarak ele alınmalı. Nasıl ki evrende oluşum bağlılık ve özgürlük ilişkisiyle gerçekleşiyorsa bireyin de kendi olması, kendi olanın hareket serbestliği ancak içinden çıktığı toplum karşısında pozitif anlam üretebilir. Bireyin içinde var olduğu toplumun tüm değerleriyle kimlik kazanması ve karşılıklı sorumluluk ilkesi ile bağlılık sağlayıp, yükümlülük edinmesidir. Kazanılan ahlaki mirasla, o toplumun pozitif sorumluluğunu taşımak için beceri, yetenek sergilemek, gelişim sağlamaktır. Burada kendi olanın kendini doğru tanımlaması, öz yaratımını sağlaması, toplumsal donanımla kimliğini kazanarak, doğru tercihlerde bulunması önem kazanıyor. Tercihlerimiz bizim karakterimizi, yaşamımızı ve nasılımızı tanımlar ve bunun da doğrudan özgürlükle bağı vardır. Özelde de içinde yaşadığımız çağda bireylerin kendiliği öncelikle kim olduğunu bilmesiyle başlar. Bu bir kimlik arayışıdır. 

Kimlik bir aidiyeti ortaya koyar ve bir diğeri ile ayrılma noktalarını belirginleştirir. Aidiyet sağlanan topluluğa karşı birey sadakat ve bağlılık göstererek, kendini sorumlu kılar. Ancak günümüzde aidiyet göstergesi fazlasıyla melezleşerek, çoklu kimlikler oluşturularak yeni aidiyet alanları esnek bağlar oluşturularak yaratılmaktadır. Küresel bir sistemin içinde oluşturulan bu yeni aidiyetlerin nasıl bir kimlik oluşturduğu ise ciddi bir tartışma konusudur. Çünkü içinde yaşadığımız kapitalist modernitenin yarattığı tüketim toplumu, özgür olma adına piyasaya sunulan yaşam tarzlarını kopyalayarak, başkası gibi olma istemini kimlik, aidiyet olarak benimsemekte, kabul etmektedir. Bireyler de bu noktada yaptıkları kimlik tercihleri ile politik ve özgürlük düzeyini ortaya koyar.

 

Kapitalizm Tutku Pazarlamacılığıdır

Kapitalist modernite tüketim toplumunun önüne sunduğu albeni, pohpohlayıcı yaşam tarzlarıyla kişinin tercihlerinde “baskıcı” olmadığı için de ortaya bir özgürlük yanılsaması çıkmaktadır. Oysa her şeyiyle hapsedilmiş olan toplum, kapalı bir sahada moda olanın peşinde koşturulup, yarıştırılmaktadır. Onun dışında kalınmak istendiğinde ise yadırgayıcı bir baskıyla özgür olmamak, zaman dışı kalmakla suçlanır. Tüketici toplumun moda kimlikler peşinde koşarken yaşadığı ruh haline bakalım; örneğin bir giysiyi arzu nesnesi haline getirip, satın alıp, bunu bir süre giydikten sonra bu defa da daha az mutlu, heyecanlı hale gelmektedir. Ve o giysi kullanıldıkça bu mutluluk hızla tükenmektedir. Toplumun tüketim nesneleri ile kurduğu bağa göre moral değeri üretmektedir. Tabi buna moral değer denilirse. Çünkü moral ahlakla, etikle eşdeğer manevi ve kalıcı bir kavramdır ve tüketim toplumu aslında tükettikçe moral değerinden de uzaklaşmaktadır. 

Kapitalist modernite reklam, medya kitle iletişim araçlarıyla insanların arzularını şekillendirerek, daha fazlasına sahip olmayı kışkırtırken, zirveye çıkarılan arzu nesnesine aidiyet sağlantığında bu tutku da bitmekte ve buda moral değerlerinde tükenişe yol açmaktadır. Bu kapitalizmi tutku pazarlamacılığına sokarken, toplumuda ait olduğu bitişe, sosyal psikolojide intihara sürüklemektedir. Tatminsizleşen tutkuları, cinsellik, açlık gibi güdüleriyle yönlendirilen toplumun ve onun bireyinin yaşam arzusu da bitmektedir. Bu noktada hegemonik sistem sunulan moda nesnesini bir marka haline getirip, o markaya sahip olunmayla kimlik kazanmayı özdeşleştirir. Tüketici topluma sunulan bu imajlar, o toplumun kırılgan, çoklu, geçişken kimliklerinden biri haline geliyor. Popstarlara benzemek, onların piyasalaşan özel yaşamlarını bilip, onlara dahiliyet yanılgısına girmek, ve daha nice sanal gösterimlerle toplum gerçeklikten, gerçek kimliğinden kopartılıp sanal aidiyetler yaşamaktadır. Büyülenen bireyler sistemin gönüllü kölesi haline gelmekte. Ortaya çıkansa daha fazla yabancılaşma, hiçleşme, köksüzlük hali olmaktadır. Böyle bir bireyin özgür düşünme, karar alma ve bunu gerçekleştirme bağımsızlığı olamaz. Böylesi bir toplumu yarattıklarıyla kuşatan bir sistemin bunu nasıl sağladığına da ışık tutmak gerekiyor. Kapitalist modernite yeni iktidar hegemonyası ile toplumu tüm gözeneklerine kadar denetleyip, yönlendirip, zihni fet ediyorsa o zaman iktidar, her yerdedir demek gerekiyor. Öcalan, “milliyetçilik, dincilik, cinsiyetçilik, sporculuk, sanatçılık ikonlarını sallarsan toplumu -pardon sürüyü- dilediğin her hedefe taşıyabilirsin” diyerek bir ahtapot gibi toplumu sarmalayan iktidarın temel ideolojilerini de ortaya koyar. Bu iktidar bu ideolojiyle insan zihnini yarattığı imge, simgelerle kuşatıp, o zihni medyatik bir evrene dönüştürmüştür. İşte bu noktada çok önemli olarak bilgi iktidarı’na bir parantez açabiliriz. 

‘Bilgi İktidarı’ kavramı bizi Foucault’ya  götürür. Foucault ise iktidarı salt bir devlet aygıtı olarak sınırlandırmaya itiraz ederek özne ve iktidar bağlamında, iktidarı bir bireyin başka bireylerin eylemi üzerine eylemi olarak ele alır. Bu başkalarının ortaya koydukları davranışlarını yöneten iktidarın da  mikroskobik yapılarını, kurumlar ağını (aile, okul, hapishane, kışla, sağlık…) ele alır. İktidar denilen şeyin kalıcı yapıları olsada, onun bir noktada yoğunlaşmış, global ya da dağınık bir yapı olmadığını ortaya koyar. İşte bilgi iktidarı da aslında “bilim hakikati” olarak toplumda ‘meşruluk’ kazanarak nüfuz eden bir ideolojinin çok farklı disiplin, kurumlarla ıslah edici, tedavi edici, eğitici, öğretici pozisyonlarla topluma yönelir. Ve artık tek başına hukuk sisteminin toplumu dizayn etmediğini görürüz; bu bilimsel hakikat rejimi olarak inşa edilen yapıda kurduğu disiplinler vs. ile normlar oluşturarak topluma neyin doğru neyin yanlış olduğunu, haklıyı haksızı gösterir, öğretir. Bu bilgi iktidarı öylesine büyük bir sarmalla toplumu kuşatır ki toplum kendi bilimlerini bir yana bırakarak buradan beslenen bir çocuğa dönüşür. Artık uzman, profesyonel, her şey hakkında bilen bu yapıya katılım da gönüllü olur. Toplum bu bilgi iktidarı karşısında sadece izleyen, uygulayan bir robot haline getirilir. Foucault’nun ‘Disiplinci Toplum’ olarak ta ele aldığı bu yapıda iktidar mikro düzeyden makro düzeye sürekli toplumu ideolojik bonbardımana tutup, kendisi hakkında düşünmekten de alıkoyar. Çünkü bu iktidar o toplumun tüm bilmelerini ele geçirip, kendi içinde yeniden dizayn edip, tekrar topluma sunmakta ve toplumda zihinsel kendiliğine de yabancılaşmaktadır. Bu iktidar ağının yarattığı seyirlik toplumun siyasallığı nasıl olur? Böylesi bir toplum, o toplumun bireyi tüm hücrelerine kadar uyuşturucu, büyülendiren, hipnotize edici bir fethi gerçekleştirir. Bu durum toplum-bireyi gerçekte yaşadığı sorunlar karşısında tepkisizleştirir. Duyular yörüngesini kaybetmiş, vicdan uykuya yatırılmışsa, toplum-bireyin yanı başında yaşanan ölüm, soykırım, katliam, şiddet, açlık, yoksulluk gibi nice acı çok kısa süreli bir acımaya  dönüşür ve geçer. Acıma duygusu o derece bireyin dışına atılıp, adeta yaşanmaz hale getirilmiştir ki acınılan şeye yardım etmede, üzülmede ya vicdani bir tatmin, ya da yüzeyde bir üzüntüye dönüşür. Bu duygu bile hızla tüketilir ve hayat çok hızlıca “normale” döner. Yaşanan kendisi ile ilgili bir acıysa da yas bile tutulmaz, hatıra oluşturulmaz. Ölüm dahi sıradanlaşmıştır.

Kısaca toplumun kolektif acıları, üzüntüleri ve buna dönük geleneksel davranışları anlamsızlaşabilmektedir. O birey uyandırıcı bir duygu olan, öğreticiliği olan acı, üzüntüyü bile yaşamıyorsa, politik sorumluluğu yaratan vicdanı da karanlıkta kalmış demektir. Böylesi bir birey için ezilen bir ulusun kimliğine doğmuşsa, o kimliğin taşıyıcılığını yapmak ta anlamsızlaşır. Başkaca kimlikler bulunmuştur, sorunlu ve ötekileştirilmiş bir kimliği taşımak ta egemen kimlik karşısında hor görülme, dıştalanma sebebi olmuşsa daha hızlı terk edilir. Artık hazırlanan yeni elbise giyilerek egemen ulusa, diline öykünülür, onun gibi olunmak istenilir. Bireyimiz bir kadınsa bu kimliği biyolojik olarak taşımak zorundadır ve zaten ona nasıl bir kadın olacağına dair çokça model sunulmuştur. Ona kalan bu modeller içerisinde özgürce seçim yapmaktır! Etnik kimliklerde, cins kimlikleri de en fazla varlık sorunu yaşayan, kendisi olmaktan uzaklaştırılan, maskelenen, inkar edilen, deformasyona uğratılan, yabancılaştırılan kimlikler haline sokulmuştur. O nedenle politik alanın kimlik kazanarak ne olduğunu ve ne olmak istediğini doğru tercih etmesi kendilik bilincini kazanması açısından da öncelik sırası haline gelen toplumsal sorunlardandır.

Uykuya yatırılmış zihiyetlerin yanı sıra aslında tüm gerçekliğin bilincinde olanın da politik tercihleri tartışma konusu olmaktadır. Şayet toplum faşizmin yarattığı iklim içerisinde ise, tıpkı Nazi Almanya’sında olduğu gibi Yahudi Katliamına destek sunma noktasına getirebilmektedir. Bu topluma da faşizmin milliyetçi tazikle etki altına aldığı sürü toplumu denir. Ki bu süreçler sistemin ekonomik, siyasal, sosyal her alanda en fazla krize girdiği, toplumsal buhranların en fazla derinleştiği zamanlarda ortaya çıkar. Bunun farkında olan ama susmayı tercih eden birey için ne denmeli? O kişi için zihnen bilme sorunu yoktur. O zaman politik gerçekleşme için bilme tek başına koşul olamaz. Bu kişi şayet yaşanan katliama dur deseydi, benzer acılara maruz kalacaktı. Ve kişi bu mazeretini bir şey yapamamanın gerekçesi olarak meşrulaştırmaya çalışır. Çünkü o bireyin yaşama içgüdüsü başkasının acısına ortak olup, ölmesinin önüne geçer. Alabildiğine etik bir tartışma alanıdır bu. Bireyin politik tavrında öncelik nedir? Hangi büyük değerler uğruna nelerden vazgeçebilir gibi. Bu tipleme toplumda şu yaygınlıkta görülmektedir; büyük toplumsal sorunların dışında, en yakınındaki insanın yardım istencine karşı “Bana ne sağlayacak, bana faydası ne olacak, o benim için ne yaptı ki?” sorularını sıralar. Bireysel faydacılık, toplumsal yararın önüne geçerek dengesini yitirir. Birey başkaları olarak tanımlanan toplumuna karşı sorumlu, önemseyen düşünüş ve eyleyiş duruşundan uzaklaşır. Böylesi toplum dışı bir duruşu bireycilik olarak tanımlarız.

 

Ahlaki ve Politik Toplum Yaşamaya Devam Edecek

Kendini politikacı olarak topluma sunan bireylerin de ne kadar politik olabildikleri ayrı bir tartışma konusudur. Kapitalist modernite yaratmış olduğu iktidar araç ve argümanları ile siyaseti de yönetmektedir. Elbette verili olan siyasete de siyaset diyemeyiz. Burada yaşanan toplumun kendisi hakkında kararlar alıp, katılımcılığın sağlandığı bir yönetim, siyaset değildir. Ziyadesiyle devlet, sermaye ve onların yarattığı tüm kurumlarla toplum adına ama iktidarın çıkarı için kararlar alıp, toplumu farklı demokrasi oyunlarıyla bu kararı almaya mahkum ettiği, o toplumu da devletin büyümeyen çocuğu kılan bir siyasettir yaşanan. Siyaset adına yapılan siyaset budur diye topluma yutturulurken, bu gündemle yapılan, tartışılanlar da toplumu esas gündeminden uzaklaştırmaktadır. Yalanın en fazla uğradığı alan devletin siyaset alanı olduğu için, söylenen de demagojinin ötesine geçemez. Bu nedenle toplumsal algıda siyaset kavram olarak kötü, yalan, ikiyüzlülükle özdeşleştirilmiştir. Bu algı da toplumu daha fazla siyasetten uzaklaştırmaktadır. Popüler kültürün siyasetçleriyle tıpkı reklamı yapılan piyasa ürünleri gibi hızla arzulanıp, elde tutulup, tüketiliyor. Dikkat edersek özelde de yakın süreçte, konjektürde popüler siyaset sağıyla soluyla lider bireyleri farklı yetenek, görsel veya açık milliyetçi, ırkçı tutumlarıyla popülerleştirirken, hızla da sahneden indirilebiliyor. Egosu yüksek, bireysel amaçlarla, öncelikle halk beğenisini kazanmak isteyen popüler liderler ise bir siyasetçiden çok popstar haline getirilerek piyasa malzemesi haline geliyor. Siyasetin merkezileştiği, tekleştiği, çoğulculuktan uzak yerelleşmeyen, bürokratik tabakası karşısında toplum ya saksakçı kılınıyor ya da aldırmazlık haline itilerek, siyasetin dışına çıkıyor. 

Gerçekten büyük iyi niyetlerle toplum adına siyaset yapanların neden başarılı olmadıkları ise, muhalif hareket ve bireyler için tarihsel bir sorun olmaktadır. İyi niyet toplumsal sorunlara duyarlılığı ve bir şeyler yapma istemini ortaya çıkartıyor. Ancak özelde de 21.Yüzyıl gibi kaosun derinleştiği, karmaşık yapılı, çoklu sorunlar karşısında özgürlükle politik başarı sağlamak için iyi niyet tek başına yeterli olamaz. İyi niyet öne çıkarken, böylece devasa yapılı iktidar karşısında donanımsız ve alternatifsiz kalma ya başarısızlığı, ya da karşıtına benzeşmeyi getiriyor. Unutmayalım ki reel sosyalizm deneyiminin tüm devrimcileri, toplum ve inandığı değerler adına ölmeyi göze alan iyi niyetli insanlardı. Ancak politik alternatifsizlik, onları her yaptıklarıyla iktidara benzeştirerek yıkıma yol açtı. Güncel anlamda da sorunlar kadın, çevre, ekonomi, ulusal her boyutta tüm toplumu sarmalamışken tüm bu sorunların her kesimi muhalif haline getirip, politik mücadele sahasına itebilmektedir. Ancak politik mücadele, özelde de böylesi an’larda donanımı, tarihsel bilmeyi, sosyolojik bilmeyi, devlet ve iktidar bilmesi gerekli kıldığı gibi, ihtiyaç ve öncelikleri doğru tespit edip, doğru modeli, çözümü arar. İktidar topluma karşı bir saniye dursa yıkılacak bir global savaş içindeyken politik mücadele alanın, sahiplerinin sürekli düşünmesi, anlaması, çözümler bulması, topluma bunu taşırması kaçınılmaz olandır. Çünkü toplumu savunmaktan bahsediyoruz. Toplum kendisi hakkında düşünmeyip, kararlar alamaz haldeyse savunmasız kalmış demektir. Bu varlığın büyük tehlike altına girmesi demektir. O zaman siyasallaşmanın ihtiyacı yaşananı, kendini bilme, bunun doğru mücadelesini verme ile öne çıkar. Bu durum politik, ahlaki ve entelektüel görevleri açığa çıkartır. 

Öcalan tarihsel toplumu doğru tanımlayan, bunun karşısındaki devletçi uygarlığı tüm yönleriyle bütünlüklü olarak çözümleyerek doğru bir sosyoloji oluşturdu. Bu sosyolojik düzlemin üzerine, toplumsal sorunların ne olduğunu cevaplayarak demokratik çözüm modelini yerleştirdi. Ne tarih yaklaşımında, ne güncel yaklaşımında asla parçalayıcı, indirgemeci olmadığı için yaşanan objektif tanımlar sundu. Buna politik öngörü de diyebiliriz ki, bu öngörü doğru bilmelerle sahip olunan ve her çağda toplumun ihtiyaç duyup, olağanüstü anlamlar biçtiği bir sezgidir. Bu düşünme şekli, ortaya çıkartıkları demokratik siyasetin ne olduğunu ne olmadığını net tanımlarla, tarihsel bağlamından kopmadan ortaya çıkardı. Ve toplum için düşünen, toplumu esas güç olarak ortaya koyup, çözümü devlette değilde toplumda gören, toplumun kendisi hakkında düşünmesi, tartışması ve karar almasını sağlatacak politik modeller sunan bir hakikatin temsilini yaptı. Bunların başarısı için de entelektüel, ahlaki ve politik ilke saptamaları dünyanın herhangi bir ülkesinde yaşayan biri için dahi geçerli olacak esnek ve kapsayıcılıktadır. Bu nedenlerle gerçekten politikleşmek istiyorsa önce varlığın kendisi hakkında özgür düşünmesi, tartışabilmesi, kendini iradi donanım ve kararlığa kavuşturup var olma sanatını görünür kılması gerekir. Çünkü evrenimiz gibi insanlık ta varoldukça hiç bitmeyecek bir direnişte ahlaki ve politik toplumla yaşamaya devam edecektir.

 

Kaynakça; 
  • Abdullah Öcalan, Özgürlüğün Sosyolojisi 
  • Zygmunt Bauman, Yaşam Sanatı
  • Richard Sennett, Yeni Kapitalizmin kültürü
  • Ali Hüseyin Kerim, Kürtçenin Etimolojik Sözlüğü 
  • Jacques Bidet, Foucault’yu Marx’la Okumak  
Bunları da beğenebilirsin

Yoruma kapalı.