Düşünce ve Kuram Dergisi

İlerleme Bir Kanun Ya Da Kader Değildir

Dilzar Ayntap

“İleri, hep ileri…” İyi de, ne için ve nereye? Nereye gittiğini bilmeyen, ancak “hep ileri!” diyen insanın uçurumlara yol almasının tanıklığındayız. Muhalif tek fikir, bu uçuruma giden yollarda birçok küçük patikanın olması ve kimi yolların uzaması olabilir. Felsefi ya da fiziksel olarak da baktığımızda sürekli ileri gitmek mümkün değildir. Toplumsallaşmanın en büyük etkenlerinden olan yerleşik yaşama geçiş bunun imkansızlığını göstermektedir. İnsan, kendi yaşam alanlarını sınırlandırarak toplumsallaşmaktadır. Gezici ya da yarı yerleşik topluluklar için de aynı durum geçerlidir. Yaşam sınırları, zaten sonsuz ilerlemeyi fiziksel olarak imkansız kılmaktadır. İmkansızdan öte gereksiz kılmaktadır.

İlerleme genelde sol-demokratik-özgürlükçü kesimlerce dillendirilir. Buna rağmen, insanlığa ilerlemeyi dayatarak insanı sömürünün aracı haline getiren sömürgeciliğe dönüşmekten kurtulamaz. Bir anlamda sömürgeciliğin düşünsel-felsefi yapılandırması sağlamlaştırılır. Bu durum, kendi içinde büyük paradoks gibi görünmektedir. Oysa paradoks yoktur. Sürekli ilerleme anlayışı, sağ ya da sol, liberal yaşam ölçülerinde egemen sistemle uzlaşmaktadır. İnsanlığın bu kısır “ilerleme” anlayışıyla ne kadar ilerlediğini, tüm ilerlemeye rağmen daha fazla öldürülmekte olan kadının yaşadığı durumdan anlayabiliriz. Sürekli ilerleme yoktur. Buradaki sorun, teknik ilerlemenin, insan yaşamını kendi başına güzelleştireceğine inanma yanılsamasından kaynaklanmakta, insan toplumsallığının temeli olan ahlak ve politika temelinde ilerlemeye bir sınır konulmamakta, bir form oluşturulmamakta, endüstriyalizmin yıkıcı sonuçları görülmemektedir: Üretim araçlarının el değiştirmesi, devrim getirmeye yetmeyecektir.

Her değişim ileriye doğru olmaz. Her devrim de öz gürlük getirmeyebilir. Devrilenlerin yerine özgürlüksel olanlar konmazsa, devrilenlerin yerine farklı biçimdeki bir diktatörlük konulursa devrimin özgürlük getireceğini söylemek demagojiden öte gitmez. Kötü olanın devrilmesi, yerine iyi olanın geldiğinin ispatı değildir. Bu sonsuz ilerleme anlayışı, bu kadercilik düzeyinde hep iyiye doğru gideceğini sanma yanılgısı insanlığa, özelde de toplumsal özgürlük mücadelesi yürüten devrimci, demokrat, sosyalist güçlere büyük kaybettirmiştir.

Kendini ilerici addeden anlayış, bilimsel, teknolojik gelişmelerin, insan yaşam koşullarını geliştireceğini savunur. Kökeninde Avrupa’da gelişen aydınlanma ve bilimsel buluşların kendini dinsel düşünüş ve yaşam tarzı üzerinde hakim kılmaya başladığı dönemin toplum üzerinde yarattığı etkinlik vardır.

İlk bilimsel teknik devrim olan neolitik devrimle toplum yaşamında büyük gelişmeler yaratılmış, yeni toplumsal form kazanılmıştır. Toplumsal yaşamın asgari koşullarının sağlandığı, kadın öncülüklü teknik buluşların ortaya çıkardığı; tarımsal üretimlerle yaşamın istikrar kazandığı toplum kendisine şunu söylemiştir: İnsan, akıl gücünün ürünleriyle birlikte yaşamını daha güzel ve anlamlı örgütleyebilir, sürdürebilir.

Dünya insanlık tarihinde önemli bir yeri olan sanayi devrimi, ortaya çıkardığı tüm teknik buluşlara ve yarattığı gelişmelere rağmen, neolitik devrimdeki teknik buluş düzeyinin yarattığı teknik, akıl üzerinden gelişirken onu aşamamıştır. En basitinden neolitik dönemde icat edilen destar’ın bu aracın ilksel bulunuşu devrim anlamına gelirken, sanayi devriminde aynı aracın ancak teknik gelişimi sağlanmıştır. Sanayi devriminin yarattığı aletler bugünkü bilimsel teknikle fazlasıyla aşılmıştır. Hatta öyle bir düzeye gelinmiştir ki, dün icad edilen bir teknik malzeme bugün eskimektedir. Bu, teknik gelişimin devrimsel düzeyde olmaktan ziyade, tüm farklılığına rağmen şekilsel değişimlerle sınırlandırılmış olmasından kaynağını almaktadır. Oysa neolitik dönemde icad edilen destar bugün, aynı işlevi gören üstün teknolojiye dayalı şekilleri üretilmiş olsa da, dünyanın birçok yerinde kullanılmaya devam etmektedir. Teşî de benzer şekilde örneklendirilebilir. Neolitikte icat edilen teşî, yani Türkçede kirmen veya iğ adı verilen aletin, sanayi devrimindeki buluşlarla tekstil makinaları şeklinde geliştirildiğini, ancak bugün hala teşî’nin kullanıldığını belirtmek yanlış olmaz.

Bir şeyler yaratılıyor, icat ediliyor, bir şeyler bulunuyor ve insan yaşamında kendi anlamınca bir yer ediniyor. Bulunan ya da icat edilen şeylerin yaşamda edineceği yer, insan ihtiyaçlarıyla bağlantılı olarak belirleniyor. Bir yaşamsal aletin üretimi için ya da bir ürün elde edilmesi için harcanan emek ve zaman, o aletin ya da ürünün kullanımının vazgeçilmezliğine paralel olarak önem kazanıyor. Verilen emeği ve harcanan zamanı azaltmak, insan açısından vazgeçilmez midir, gerekli midir, zorunlu mudur? Ekmeği yapacağı buğdayı üretmekle zamanının epey bir mevsimsel bölümlerini harcayan insan, yaşamının diğer zamanlarını başka ihtiyaçlarını giderme şeklinde planlamakta, ancak ekmek üretimi için bizzat zaman harcamayan sadece ekmeğin temini için birkaç dakika ayıran insan ise zamanını başka üretimler için harcayacaktır.

Üretim zamanının azalması ve üretim miktarının artması, insan yaşamında büyük değişiklikler yaratmıştır. Tüm hızlı üretilebilirliğine, kolay kullanılırlığına ve ucuzluğuna rağmen, hiçbir zaman seri üretim tekil üretimin yerini alamamıştır, alamayacaktır. Öncelikle artan üretim, yaşam koşullarının kısmen kolaylaşmasını, hatta ucuzlaşmasını, herkesin ürünlere ulaşımını getirmiştir. Bu durum, sınıfsal farkları ortadan kaldırmaya yönelirken, sınıfların ortadan kalkmaması gerçeği, üst sınıfları yeniden, daha fazla, daha farklı üretimlere ulaşmaya, farklı insansal alanları bu üretimlere açmaya sevketmiştir. İcatlar ve yaratımların, toplum yaşamını güzelleştiren, iyileştiren dönemler ve araçlar olarak ele alınmaktan çıkarılmasıyla, işte tam da burada, sorunlar başlamaktadır. Bilimsel teknik gelişimin sonsuzlaştırılması mantığı, insanı, toplum tanımını oluşturan emekten, topraktan, yaşamdan, yaratımdan ve her tür insansal anlamdan ko parmıştır. Her yaratımın, her gelişmenin bir sonraki adımının  koşullandırılması, insanı, içinden geçtiği ve içinde bulunduğu koşullardan, anlamdan koparmaktadır. Yaratımın yaşamın içinden olduğu gerçeğinden kopan insan, insan tanımından da kopmaktadır. Endüstrinin endüstriyalizme dönüşmesi, sömürünün yaygınlaştırılması ve derinleştirilmesi, insanın, gelişen ve anlamlılaşan varlık olmaktan ziyade ileriyi düşünmekten, önünü görmeyi ve arkasına bakmayı unutan insana dönüşmesi, bugün çok uzak değil. Üretimlerin sunulacağı bir zemin olması itibariyle, insanın, tüketimsel amaçların bir aracı olmaktan başka anlamı kalmamıştır.

Varlık Olarak İnsanın Anlamı

Her üretimin bir amacı olmalıdır. Her üretim, üst derecede yaşamsal bir ihtiyacı karşılamalı, kaçınılmaz olmalıdır. Oysa bugün endüstriyalizmin insana “sizin için ürettik” türünden ihya eden yalanlarını söylerken, aslında insanın ihtiyacını-arzusunu esas almaktan-düşünmekten-bilmekten öte, insanın-insan zihniyetinin üretilen araçlara-ürünlere göre yaratıldığı, insanın endüstriyalizmin, sömürünün çıkarlarına göre yeniden inşa edildiğini göstermektedir.

An, zaman, mekan, yaşama dair sorular önemlidir. Anı yaşamak, sadece anı yaşamak insan olmaktan çıkmadır. Salt geriye bakmak nasıl insanın geçmişe saplanıp kalmasını getiriyorsa, salt ileri bakmak da insanı yaşamın hakikat zemininden koparabilir. An önemlidir, ancak öncesi ve sonrası olmazsa, insanı hayvanlaştırır. İlerlemecilik adının -sonsuz addedilmiş olsa da bugün- süreğen bir şekilde an ile sınırlandırılmış olmasını, insanlığın, hatta tek tek tüm insanların koşu bandında yürütülmesine, ya da rodeo atına bindirilmiş olmasına benzetebiliriz. Koşu bandında iseniz, ne kadar ter dökseniz de yürümeleriniz sizi bir yere vardırmaz.

İyi başlangıçlar önemli ve etkindir, ancak sonucu salt başlangıçlar değil tüm anlar belirler. Evrenin dönüşü insanın yaşamını belirliyor. Yıldızların hareketliliği belirliyor. Evrenin dönüşü denen çarkıfelek insanın kaderi olarak algılanıyor hatta. Kelebek etkisinden dahi söz ediyorken, günlük olarak farkında olmadığımız devasa göksel değişim-hareketin ne kadar bizi, insan yaşamını etkilediğini bilebilmek mümkün denilemez. İnsan, tüm evrensel devinim içindeki sonsuz mücadele dinamiğinin narin bir parçasıdır. İlk yaratılış haliyle değerlendirilirse doğada tutunması bile zordur, ne keskin dişleri, ne diğer canlılar gibi atik vücudu, ne kalın derisi, ne de sivri tırnakları vardır. Onda evrenin bambaşka bir sırrı gizlidir: Akıl. İnsan aklı, evrimin son halkasıdır.  Düşünmek insanın en temel duyusudur. Olgunlaşarak yeni bir aşama kazanan duyguların yoğunlaşmış halidir. Yetkin düşünce, duyguları keskinleştirir, kesinleştirir. İnsan  zekasını, duygusal ve analitik zeka şeklinde keskin ayrımlara tabi tutmak, insan gerçeğini tam ifade edemez. Duygusal zeka, keskin verili zeka olup birinci doğaya aittir ancak insan, ikinci doğayı yaratandır ve analitik zeka ile insanlaşır. Analitik zekâ, insanın diğer canlılarla arasındaki temel farktır. Ancak yaratıcı, kurucu zeka olan analitik zeka, devrimsel değişimleri ortaya çıkaran pratikleşmesinden binlerce yıl sonra yaşayacağı sapmalarla biriktirmeyi, merkezi uygarlığı, sömürüyü, sınırsız egemenliği de yaratmaya izin vermiştir.

İnsan, devasa evrensel boyutlar karşısında bir kum tanesi kadar küçücüktür. Buna rağmen insandaki oluş, akış, değişim gerçeği üst düzeydedir. Kum tanesinden ziyadesiyle fazladır. İnsan bir anda beyninde bin yıl öncesine, yaşamın başlangıcına hatta evrenin oluşum anına gidebiliyor, geleceği hayal edip kurgulayabiliyor. Tarihte ileri geri gidip geliyor. Aynı şekilde mekânsal olarak da sınırsız hareket edebiliyor. Dünyanın diğer ucunu kafasında canlandırabiliyor, evrenin en uzak noktalarına kadar gidebiliyor. Oturduğu yerde, düşüncesinde bir saniyede zamanın ve mekanın tüm boyutlarını gezebiliyor. Kuantum fiziğinin bir özelliği olan aynı anda birçok yerde olmak, birçok zamanda olmak, insanda şimdilik böyle somutlaşıyor.

İnsan, ruh ve beden olarak bütündür. Ayrıştırmak, özne nesne ikilemini insanda somutlaştırmak insan hakikati ni yok ediyor. Hayvanlarda fikir, zikir parçalılığı yoktur. İnsan hem biyolojik, hem zihinsel düzeyde diğer canlılardaki evrim düzeyini aşıyor, bir zirve yaşıyor. İnsandaki zekayı kullanma düzeyindeki fark, esnek zihniyet yapısından kaynaklanmaktadır. Bu esneklik insanı yaratıcı kılar. Bunun bir pratikleşme biçimi olarak yaşamın her anında seçenekler arasında tercih yapar. Bu seçeneklerle kendisi ve etrafı üzerinde değişimler yaratır. Adeta kader belirler. Birinci doğadan ayrılarak ikinci bir doğa olarak tanımlanması bu karakterinden kaynaklıdır. Birinci doğada da esneklik var, bu esneklik evrim ve sürekli değişim olarak yaşanır. Ama ilkeleri daha katıdır, ağır gelişir, değişim hızlı olmaz.

İnsanlık tarihi büyük devrimsel değişimleri barındırsa da, insan bu anlamda evrenin en akışkan, bu anlamıyla özgürlüksel varlığı olsa da, kapitalist modernite, insanın bu özelliklerini insan karşısında kullanmak suretiyle, insanı kendine düşman olma düzeyine getirmiştir. İnsan, ya sistemin dayattığı sınırların dışına çıkacak ya da bu sistemin aracı olacaktır. Liberal yaşam iddiası, insanın özgürlüksel varlığının insan karşısında bir silah haline getirilmesinin sistemleşmiş halidir. Kapitalist sistemin bireyciliği kurumsallaştırma, sınırsızlaştırma yoluyla ahlaki sınırları parçalaması, insan toplumsallığına karşıtlık olarak kendini konumlandırdığını da gösterir.

Kapitalizmin bir nefes borusu gibi ortaya çıkan neoliberalizm de, zengini daha zengin, fakiri daha fakir yapmanın retoriğidir. Özünde toplumun ahlaki ve politik dokusuna saldırmanın yeni biçimidir. Ekonomik girişimcilerin desteklenmesi adı altında gidilmemiş yerlerin sömürüye açılmasının tahrik ve teşvik edilmesi kadar, normal insanların, toplum bireylerinin girişim şartıyla kredi almasını sağlayarak finans kapitale bağlanması… Neoliberalizmin tüm adımları, topluma-toplumsallığa saldırıdır. Her şeyin özelleştirildiği neoliberalizm ücretsiz eğitim, ücretsiz sağlık vs konularının ortadan kalktığı, her şeyin özel sektörler aracılığıyla ücretli hale getirildiği, devletin küçülmediği, ancak kimi oligarşik elitler eliyle özelleştirildiği bir sistem olması itibariyle, toplum içindeki sınıf farklılıklarını derinleştirir. Aynı şekilde toplumun kendisi olarak örgütlü bir şekilde yaptığı, sonrasında devletin el koyduğu işlevleri, toplum içindeki bazı sınıflara teslim etmektedir. Bu durum, toplumda ahlaki çöküntü yaratmaktadır.

Tüm toplumsal kavramların birey eksenli ele alındığı, özünde bireyin de tüketildiği, yenilenmiş bir sömürü biçimidir neoliberalizm. Sosyal eşitlik, sosyal adalet, toplumsal özgürlük kavramlarının kesinlikle yer bulmadığı, toplumsal olan hiçbir şeyin bırakılmadığı neoliberalizm, 1970’lerle birlikte, devrimci dinamiğin güçlü karşılık bulduğu toplumsal zemini çürütmenin, enerji odağını kaydırmanın da bir yöntemi oldu. Türkiye için bu durum fazlasıyla göz önündedir. Serbest piyasa söylemiyle toplumun ahlakına saldırı, birikimin meşru görülmesiyle başlayan bir tarihsel arka plana sahiptir. Marx’ın “daha büyük, çok daha büyük sosyal eşitsizliğe sebep oluyor” dediği serbest piyasa, her şeyin piyasaya sürülmesinin, her şeyin metalaşmasının serbestisidir. İnsan, (daha da daraltılırsa, kadın,) en büyük metadır.

Pazarda varsan(varlık bulursun) varsın, yoksan (hiçsin) yoksun. Pazarda herkesin özgür olduğunu, rekabetin serbest olduğunu, demokratik seçimlerin mümkün olduğunu savunmak, toplumun, kapitalist pazarın vahşetine sunulmasından başka bir şey değildir. Şeylerin değerinin pazarla ölçülmesi, toplumsal ahlakın zayıflamasıdır. Bu, insan zihniyetinin, binlerce yılda oluşturulan değerlerinin yıkılmasıdır. Bunun üstüne insanın değerinin de pazarla ölçülmesi, derin bir ahlaki yıkım yaratmaktadır. Öyle ki, neoliberalizmle birlikte her şeyin fiyatı vardır. Hatta fiyatı olan, değerlidir. Anahtar sözcük fiyattır. Güvenlik kavramı, sigorta şirketleri üzerinden fiyatlandırılarak sistemin içine alınmıştır. Yine sağlık kavramı, kendini iflas eden devletçi kurumlaşmalara alternatif olarak yapılandırdığı iddia eden özel sağlık kurumlaşmaları ile, insan bedeni, ve hatta tek tek organları fiyatlandırılmıştır. Eğitim zaten en hızlı sistem içileştirilen bir alandır. Eskiden kelle vergisi, ayakbastı vergisi adı altında vergilendirmeler yapılmıştır. Adını duyunca insanı ürperten tanımlamalar, adlandırmalar olsa da bugün kapitalizm bunu utandıracak kadar aştığını belirtmek gerekir. Kürdistan’da köy pınarlarından evlere su boruları çekmek ve her bir borunun ucuna sayaç bağlamak suretiyle kendini var eden devlet gerçeği, neoliberalizmin fethinin seferleri olmaktadır.

Endüstriyalizm, teknik yoluyla üretimi insan emeğinin karşısına koyarak en büyük sömürüyü gerçekleştirmektedir. Bir ‘projeler sistemi’ olan neoliberalizm, her şeyin projelendirilerek metalaştırıldığı, araçsallaştırıldığı kapitalist sistem içinde, insan üzerinde en derin zihin sömürüsünü gerçekleştirir. Kendi emeğine, beynine, düşünce sine, bedenine bakış açısının değersizleştiği insanın kendine yabancılaşmayı, hatta kendine düşmanlığı en fazla yaşadığı bir dönemde olduğumuz gerçektir.

 

Neoliberalizmin Devleti Araçsallaştırması

Devlet, neoliberal politikaların hakim olduğu süreçte, toplumu baskı altında tutmanın temel ideolojik aracı olarak vardır sadece. Çünkü, devleti elinde tutan zümre, devlet kurumlarının ötesinde de, yani kapitalist şirketler yoluyla kurumlaşmıştır. AKP bayraktarlığında İslami sermayenin, toplumsal ahlakın hiçbir şekilde kabul etmeyeceği yöntemlerle kendini kurumlaştırması, yaygınlaştırması ve bu durumda tüm toplumun, hatta başka ülkelerin toplumlarının sömürünün nesnesi haline getirilmesi neoliberalizmin temel uygulanma biçimlerindendir. Hem devlet iktidarını elinde tutmak, hem de devletin tüm kurumlarının bu zümrenin çıkarına kullanması, yeri geldiğinde anayasanın da bir paçavra diye adlandırılması neoliberalizmin pratiğidir. Güvenlik gerekçesiyle kendini var eden ve baskı-sömürü aracı olma dışında var olmayan devlet anlayışı budur. Devletin varlığı ve kutsallığının korunması, toplumsal potansiyeli manipüle etmek için ihtiyaç duyulan temel bir argümandır. Bu anlamda MHP ile AKP’nin milliyetçi ve sömürücü çıkarları buluşmaktadır.

Neoliberal politikaların yaygınlaşmasına-kurumsallaşmasına bağlı olarak toplum içinde ahlaki yıkımın derinleşmesinden söz ediyoruz. Ahlaki yıkım nedir? Ahlaki yıkım, şiddettir, tecavüzdür, birbirini dinlememedir, birbirini dinleyenlerin birbirini anlamamasıdır, ahlaki yıkım insanların yeme bozukluklarıdır, bitip tükenmeyen depresyonlardır, milyonlarcasının içinde yalnızlık yaşamalarıdır, insanların kendilerine zarar vermeleridir, kadınlara hep saldırılmasıdır, çocukların savunmasız bırakılmasıdır, başkalarına zarar vermeleridir, çöp konteynırlarından kadın bedenlerine ait ceset parçalarının bulunmasıdır, çöp dağları yaratmaktır, çocukların çöpte ekmek aramasıdır, şiddetin sokağa taşması, toplum bireylerinin birbirinin düşmanı haline getirilmesidir. Ahlaki çöküşün ve bu hastalıkların en fazla yaşandığı yer, neoliberal politikaların en fazla uygulandığı ülkelerdir. Türkiye’de neoliberal politikaların aktif olarak devreye konulması süreciyle, ülkede yolsuzluk, hortumculuk, dolandırıcılık, vurgunculuk kavramları da devreye girdi.

Kapitalizmin en ilerlemiş halidir neoliberalizm. İlerleme kavramına yanılgılı yaklaşımın devrim perspektifini etkileme düzeyi, bugünkü neoliberalizm ve faşizmin geldiği düzey ile ölçülebilir.

İlerleme vardır, ancak sonsuz değildir. İlerleme bir kanun ya da kader değildir. İlerleme ezel-ebed bir durum değildir. Dahası ilerleme, mükemmel özgürlüklerin, eşitliklerin ve adaletin olduğu toplumsallığın özgür yaşandığı mükemmel sistemlere doğru gidişin, yegane yolu da değildir. Hatta bu kavram, tarihte çok defa fetihlerin, talanların ya da etnik-dini tahrikle oluşturulmuş gasp seferlerinin şifresi-sloganı gibi de kullanılmıştır.

Tarihsel dönemlere baktığımızda akış seyrinin sürekli olarak ilerlemediğini, kimi zaman sıçramalar yaşadığını, kimi zaman zikzaklar çizdiğini, kimi zaman geriye dönüşler yaşadığını görmekteyiz. Kapitalizm, tam da bundan dolayı kendinde değişim yapma zorunluluğu görmüştür. Kapitalizmin yaşadığı kırılmalar, bunalım dönemleri, sistemi yenileme ihtiyacını da beraberinde getirmiştir. Kapitalist sistem, karşı karşıya kaldığı bunalımlardan kurtulmak için neoliberal politikaları uygulamaya koymuştur. Ve yapılan biçim değişiklikleriyle hakim sistem, fazlalıklarından kurtulmakta, eskiyen imajını yenilemekte, sermaye birikiminin devamlılığı sağlanmaktadır. Büyümeye engel olan her şey akıl dışıdır, ve bundan dolayı herhangi yöntemlerle ortadan kaldırılması şarttır.

Liberalizmin, tarihin sonu adını verdiği yürüyüşünde yükselen milliyetçi otoriterlik, tıkanmanın dolaylı bir sonucu değildir. Eşyanın doğası gereğidir. “Kapitalizmin değişerek sonsuz kılınmasının teorisi olan liberalizmin sağ tarzı ‘tarihin sonu’ ideası, liberalizmin sol tarzı sonsuzluğu ideasıyla birlikte bir kez daha beyinlere sızdırılmak isteniyor. Son kapitalist küresel hamleyle birlikte.” Sağ ya da sol, her iki ideolojik dayatmanın odaklandığı tek nokta, insanın küresel kapitalizmi bir kader gibi benimsemesi, boyun eğmesidir.

Üretime, sömürüye, kapitalist sistem uygulamalarına bağlı olarak üretimdeki vasıflarını yitiren, emeğinin anlamını kaybeden emekçilerin yaşadığı durum, siyasi olarak da vasıf yitirmeye dönüşmüştür. Toplumsal üretimdeki vasıflarını yitiren, buna bağlı olarak toplumun ahlaki politik yaşam düzeyi içindeki vasıflarını da yitirme tehlikesini üst düzeyde yaşayan insanlar üzerindeki en büyük şantaj, neoliberal politikaları tüm bu yoksunluklarına rağmen bu kitleler üzerinden uygulama geniş tabanı bulma çabasıdır. Maruz kaldığı yaşam koşullarından dolayı güçlü bir devrim ve özgür yaşam kararı olmadığı müddetçe, devlet politikalarına direnecek gücü olmayan bu kesimlerin, devletin reform adı altında yaptıkları karşısındaki tutumu, mevcut sınırlar içinde, reformlar yoluyla devleti ve tüm faşist uygulamaları kabullenmek olabilir. Bir anlamda bu kesimler siyasal kölelik yaşarlar. Sistem değişmediği sürece yaşamları milliyetçi-sağcı sistemler ve politikalar karşısında bir rehine pozisyonundadır. İçinde oldukları durumun, yaşam koşullarının kötüleşmesinin, ahlaki yıkımın kaynağını anlayamadıklarından, buna bağlı olarak gelişen kızgınlıklarının nedenini anlamadıklarından, faşizmin esiri haline gelebiliyor, cinsiyetçi, milliyetçi ve dinci politikaların iyi uygulayıcıları da olabiliyorlar.

Yoksullaşan, işsizleşen, emeğinin değeri düşen işçi-emekçi kitleleri, farklı politik duruşlar sergilemeleri durumunda, devletin-iktidarın vatan hainliğiyle, devlet karşıtlığıyla, teröristlikle suçlanması tehdidi, bu kesimleri milliyetçi faşist çizgiye yakınlaştırmaktadır. Terörist ya da vatan haini sayılmamak için milliyetçileşmektedirler. Toplumsal zeminlerden uzaklaşan siyaset, devlet odaklılanarak anlamını yitirmektedir.

Bundan kurtulmanın tek yolu devrim yaparak devlet dışı, özyönetim alanları yaratmak, toplumsal özyönetimi geliştirmek, üretim-yaşam koşullarını değiştirmek, sınıflaşmayı engelleyerek toplumsal ahlaki yıkımı durdurmak ve müşterek toplumsal değerler yaratmaktır.

 

 

 

 

Bunları da beğenebilirsin

Yoruma kapalı.