Düşünce ve Kuram Dergisi

Neoliberalizm ve Yeni Dünya Arayışı

Veysi Arancak

Süre gelen tarihte Avrupa’ da gelişen toplumsal devrimler, bireyin sömürgecilik ve Engizisyon karşısında, Reform ve Rönesans hareketleriyle özgürleşme arayışı söz konusu olmuş, zaman ve mekânların gelişmeleri seyrinde takip eden kapitalizm olgusu ise bu zaman-süre de doğuşunu güncellemiş, varlık kazanmıştır. Kapitalizmin temel ideolojisi olan liberalizm de bu zeminde kendini geliştirerek “özgür birey” olgusunu siyaset, felsefe ve diğer tüm sızabildiği alanlarda işlemeye başlamıştır.

Bu şekilde kendini var eden liberalizmi kavram-anlam olarak ele aldığımızda; etimolojik açıdan “Liberty”den geliyor ve türkçesiyle “özgürlük” anlamını oluşturan bu mefhum, ideolojik olarak liberalizm kavramı haline geliyor; daha sonrasında düşünce, propaganda, mülkiyet hakkı ve serbest ticaret özgürlüğü gibi “bireysel hak ve özgürlükler” üzerinden kullanılmaya başlanıyor. Diğer yandan kavram olarak latince de “cömert, soylu, özgür insana layık”  anlamına gelen ‘liberales’ kelimesinden kaynağını alan liberalizm, Siyasal literatürde 19. yüzyılın başında İspanya’da kurulan ‘Liberales’[1] adlı parti ile tarih sahnesine çıkar. Ve Kapitalizmin egemenliğindeki hayatın birçok alanına yayılır.

Siyaset ve ekonomi felsefesinde toplum, birey ve devlet arasındaki tüm ilişkilerde bireyin hak ve özgürlüklerini savunan, her bireyin inanç ve düşünce özgürlüğünün tanınması gerektiğini savunan liberalizm; bu anlamda ekonomik ve siyasal bir öğretidir.

Devletin ekonomiye müdahalesinin en alt düzeye çekilmesi gerektiğini ifade eden liberalizm, devletin bireyler, uluslararasındaki ekonomik ilişkilerede sadece destekleyici ve koruyucu şekilde karışması savını öne sürer ve somut anlatımıyla ‘Bırakınız yapsınlar, bırakınız geçsinler’[2] der. Bu, ekonomik liberalizm olurken, Devletin toplumsal ve kültürel yaşamın düzenlenmesinde hiçbir belirleyici rol üstlenmemesi gerektiğinin altını çizen ve somut anlatımını ‘en iyi hükümet en az hükümet edendir’ şiarında bulan öğretiye ise siyasal liberalizm denmektedir. “Adam Smith, John Stuart Mill, F. A. Hayek ve James M. Buchanan gibi klâsik liberaller, devleti gece bekçisi gibi gören, en az yönetimi esas alan bir yaklaşımı savunurlar. Bu devlet, geniş bir haklar dizisini korur, yollar ve okullar gibi sınırlı kamu ihtiyaçlarını karşılar ve aksaklıklarını gidermek için piyasaya müdahalede

bulunabilir.”[3]

Liberalizmin ekonomik alandaki ideolojik-teorik öncülerinden olan Adam Smith doğal özgürlüğün sistemi olarak kapitalist ekonomiyi formüle ederken; bireyciliğin insanların doğal yapısından kaynaklandığını, ekonomik hayatın bireyci olduğunu ve iktisadi sistemin adil denetleyicisinin piyasanın kendisi olacağını savlar. Öyle ki herkesin bencil olduğu bir toplumda denklem, bilinçli olmasa da kendiliğinden oluşacaktır; dolayısıyla Smith, piyasa eliyle ve sermayeyi artıran emeğin daha verimli çalışmasını sağlayan bir etken olarak tanımlayıp, onun sınırlandırılmaması gerektiğini savunur. Kapitalizmin ekonomik işgali toplumu parçalara ayırıp, bireyciliği toplumsal hafızaya kadar kazıyıp, meşrulaştırarak; yine siyasal düzlemde imparatorluk yapısındaki devletleri ulus-devletlere böldükten sonra tüm bunların üstüne kendi piyasasını kurup, küresel yapılı bir modeli inşaya dayatmaktadır. Liberalizm kapitalizmi küreselleştirirken “Bırakınız yapsınlar, Bırakınız geçsinler” diyerek ticaret ve sermaye dolaşımının sınırsızlığını savunur. Hem felsefi hem de kendi döneminin küresel merkezi iktidarların(Thatcher, Reagan, Pinoshe’lerin) akıl hocası ve neoliberalizmin filozofu olarak da anılan F.A. Hayek ise, “Adam Smith’in ticari toplum olarak adlandırdığı modern medeniyetin, bir tasarım ürünü değil ama insani tecrübenin tedrici bir şekilde gelişen evrimsel bir sonucu olduğunu iddia eder. Piyasa medeniyeti, sosyal koordinasyonunu merkezi bir otoritenin planlarına borçlu değildir; bilakis sosyal düzen, kural takip eden insanların gönüllü faaliyetlerinin kendiliğinden doğan düzenidir.”[4]  “Birey haklarını yozlaştırmak isteyen liberalizm, demokratikleşme ve insan hakları kavramına sarılmıştır. Liberalizmin kendisi demokratik olmadığı halde demokratik kisveye bürünür. İnsan haklarını ortadan kaldıran sistemin ideolojisi olduğu halde, insan haklarının bir numaralı savunucusu kesilir.”[5] Hayek özgürlük kavramının anlaşılabilmesi için anlam karışıklığına neden olan diğer özgürlük tanımlamalarını üç başlığa ayırarak çözümler. Hayek’e göre bu tanımlar; siyasal özgürlük, iç özgürlük ve iktidar anlamında özgürlüktür. Ancak Hayek konuya yaklaşımını “özgürlük ve siyasi özgürlük kavramlarını ayırmasa da siyasi özgürlüğün olmadığı bir durumda birçok özgürlüğün elde edilebilmesi olasıdır.”[6] F. A. Hayek ’in felsefesi, özgürlüğü; bireyin dışarıdan gelen herhangi bir zorlama altında olmadan hareket edebilmesi şeklinde açıklar. Birey davranışlarına başkaları tarafından müdahale edilmediği sürece özgürdür. Bireyin serbestçe hareket edebildiği bu alan ne kadar genişse birey o kadar özgür olacaktır, diyen Hayek Felsefi temellerini oluşturmuştur. Dolayısıyla “felsefe son tahlilde liberalizmin günlük çıkarcılığının, pragmatizminin, egoizminin felsefesidir.”[7] Hayek, ekonomik özgürlük kısmında devletin nasıl bir tutum alacağını belirtir; “Serbest bankacılık sistemi ile para devlete karşı korunacak” ve “Bir ülkede kullanılan parayı, devletin kendisinden gelen bir tehdide karşı korumak için hükümete ihtiyaç duyulduğu elbette ki saçmalıktır. Para esasında devlete karşı korunmalıdır”ı iddia edecektir. Hayek’in devletin “para basarak’ genişletici politikalar izlenmesinin bu dönemde oldukça olağan hale gelmesi ve maaşı ile ilgili olarak bulunduğu ay ile maaşının doğru yönlü olarak katlandığı söyleyerek örnekleyecektir.”[8]

Kapitalizm bu şekliyle kendini “Serbest piyasa Ekonomisi” olarak tanıtır. Kurduğu ulusal ve uluslararası sistemlerle daha fazla kâr, sermaye elde etmek için tekelci ekonomisini tesis ederken hem içerde hem de dışarıda pazar alanları oluşturmayı hedefler. Serbest Piyasa Ekonomisi diye sunulansa sermayenin dolaşım ağı ve bunun için kurulan mekanizmalar olmaktadır. Burada dolaşıma sokulan, pazara sunulan toplumsal üretimler değil, kapitalizmle yeşil tanrı olan paranın kendisi olmaktadır.

“Sosyal devlet”[9] savı kapitalizmi krizlerden çıkarmanın bir formülü olmanın yanı sıra Sovyetlerin büyümesini engellemenin bir aracı haline de gelmişti. Berlin’e kadar genişlemiş sosyalist blokun komünizme çağırdığı işçi sınıfına kapitalist refah toplumu vaat ederek; Batı avrupa’daki işçi sınıfının komünizme yönelmesini engellemeye çalışan hegemonik güçleri kullanıldı. Devrimcilerin sınıfsız, sömürüsüz bir toplum vaatlerine karşı ilerlemeci, sosyal reformcu bir burjuva demokrasisi önererek işçi sınıfını sisteme entegre etmeye çalıştı. 1989’da Berlin’de, duvarın Doğu tarafında reel sosyalizmin vardı. Duvarın Batı tarafında ise aynı gelenekten gelen sosyal demokrasi iktidardaydı. 19. yüzyılın sonlarında Almanya’da kapitalizm karşıtı muhaliflerin kurdukları Alman Sosyal Demokrat Partisi  sistem karşıtı bir yapılanmaydı. Ancak zaman-sürede kapitalizmin kendi iç çelişkilerinden dolayı yıkılacağını savunan bu teze karşın kapitalizmin kendini yenileyip ileriye taşıyan bir sistem olduğunu ve eşitlikçi bir refah toplumunun zeminini savunan evrimci-reformist çizginin hâkim konuma geldiği bir parti oldu. Fakat 1929 Buhranı sosyal demokratların tezlerini yeniden düşünmelerine neden oldu. Çünkü sistem devrimci çizgiyi savunanların düşündüğü gibi kriz yaşayıp çöküşe gidiyordu. Oysa ekonomik büyümenin refah yaratacağı tezi çökmüştü. Bu nedenle sosyal demokratlar istihdam, refah toplumu ve sürdürülebilir bir büyüme için[10] müdahaleci bir devlet ve planlanmış bir pazara ihtiyaç olduğunu belirttiler.[11] 1950’lerde sosyalist enternasyonalde sosyalizm vurgusunu zayıflatıp liberal hak ve özgürlüklere vurgu yaptılar.

Sosyal Demokrasi, Soğuk savaş döneminde kapitalizmi aşmayı değil ondan nasıl yararlanılabileceğinin arayışına giren bir yapı oldu. Bu aşamadan sonra sosyal demokrasiyi kapitalizmden ayırmak mümkün değildir, daha çok onun bir mezhebi konumundadır. Burjuvazi, sosyal demokrasinin öngördüğü refah devleti uygulamasına uzun süre ihtiyaç duydu. Bu uygulama burjuvazinin iktisadi büyüme ve yenilenmeyi yakalamak ve en önemlisi de sosyalist bloka karşı ideolojik hegemonyasını inşa etmek için ihtiyaç duyduğu bir yöntemdi. 1980’lerde neoliberalizmin gelişmesiyle birlikte sosyal demokrasinin refah devleti, sosyal reform gibi tezleri burjuvazi için işlevselliğini yitirdi. “1980’ler sonrası neoliberalizm bu yeni kaotik bunalıma çare olarak öngörüldü. 1990’da Sovyetlerin çözülüşü sistem için başarı değil, bunalımı artırıcı bir etkendir. Neoliberalizmin yeni ‘küresel hamlesi’ bu koşullar altında gündemleşti. Tekelleşen medyanın ağır bombardımanı altında sahte paradigmalar üretilmeye çalışıldı.”[12]

 

Açığa Çıkan Şey Mücadele Mi, Pazara Hâkim Olma Arayışı Mı?

“Neoliberalizm gerçekten geçmişin bir karikatürü mu? Yoksa iddia ettiği gibi ‘küresellik’ adı altında gerçek bir yenilik mi? Bu tartışma tüm hızıyla sürerken, reel sosyalizm krizinin ardından halkların alternatifi daha da kendini dayattı. Sistemin ABD, AB, Japonya arasındaki gerilimi, kuzey güney çatışması ve artan toplumsal kutuplaşmalar nereye götürüyordu? Çevre, feminizm ve kültürel ağırlıklı akımlar, yeni aktörler olarak devreye giriyordu. İnsan hakları ve sivil toplumun çözümleyici değeri daha da artıyordu. Sol habire kendini yenileme çabasındaydı. Bir yandan Davos Zenginler Kulübü tartışmaları, diğer yandan Porto Allegre Fakirler Kulübü tartışmaları nasıl bir dünya öngörüyordu? Tartışmaların sığ düzeyi günü kurtarmaktan öteye gitmiyordu. Sistematik, teorik öngörü her iki tarafta da eksikti. Program, planlı hareket sınırlıydı. Özcesi toplumun özgürlük eşitlik yanlılarının krizden başarılı çıkışı için ne bilgi ne de yapılanmaları yeterlilik gösteriyordu. Modern tarihin emekçiler ve halklar adına yaşadığı 1848, 1871, 1917 devrimleri basta olmak üzere, çok sayıda devrim dalgalarını kendi sularına çekebilen liberalizmin bir daha neoliberalizm adındaki sözde yeni sularında boğulmak istenmiyorsa, bu sefer benzer hatalara düşülmemeliydi. Gerekli olan doğru bilgi gücü ve toplumun yeniden yapılanması, başarılı formlarını bulabilmesiydi.”[13] Bir yapının taklidi her zaman aslını yaşatır ve güçlendirir. Reel sosyalist pratik, kapitalist hegemonyaya karşı enternasyonalist bir blok oluşturmaya çalışırken; niyetten bağımsız olarak onunla rekabete girişti. Her rekabetin sonucu tekelleşmedir. Reel sosyalizmde yaşananın bu olduğu görüldü.

Ama elbette bu süreç kapitalist hegemonya açısından da engelsiz ve masrafsız değildi. 20. yüzyılın başında sermayenin yoğunlaştığı, büyük endüstri ve mali sermaye tekellerinin ortaya çıktığı, üretimin farklı ülkeler arasında iş bölümü ile yapıldığı yani pazarın küreselleştiği bir kapitalist düzen mevcuttu. Durum tam da Lenin’in emperyalizm tanımına uyuyordu: Finans kapitalin egemenliği, sermaye ihracı, geri kalmış ülkelerin kaynakları ve işgücünün sömürülmesi ve dünya pazarına hâkim olma arayışı gerçekleşiyordu.  Reel sosyalist pratik buna karşı durabilmek için sermayeyi devlette biriktirip iş gücünün yaşam standartlarını yükselterek rekabet etti. Emperyalizmin sömürgeleştirme politikalarına karşı enternasyonalizmi ve ulusların kendi kaderini tayin hakkı ilkesini geliştirdi.

1929 buhranında ABD (Emlak vb. krizler) öncülüğündeki kapitalizm ilk ciddi krizi ile karşılaştı. Bu nedenle hegemonyayı sosyalist bloka bırakmamak adına sistemini belirli oranda revize ederek kendini güncelleme arayışına girdi. İlk iş fordist üretime geçiş oldu. İşçinin, emekçinin koşullarında reformlar yapıldı. Sosyal reformlar yapıldı, istihdam güvencesi verildi. Sisteme meşruiyet kazandırmak için siyasal reformlar gerçekleştirildi. Sosyalist blokla rekabet edebilmek için ceberut yüzüne sahte bir gülümseyiş kondurarak işçileri ikna etmeye çalıştı ve bunda başarılı da oldu. Bu dönemde, kapitalistler de devletin düzenleyici ve planlamacı olmasına karşı çıkamıyorlardı. Sosyalist blokun rekabeti “kapitalizmin ehlileştirilmesine” vesile oldu. Yeni kapitalist reformlar sosyalistlerin taleplerine yanıt verir düzeydeydi. 1950’lere gelindiğinde artık üretimin genişlediği, devlet temelli bir kapitalist kalkınmaya dayanan bir düzen oturmaya başlamıştı. Kapitalizm ne kadar gelişirse refah o kadar artacak, bu refahı da devlet dağıtır ve dizginlerse ilerde kapitalizm kendi iç dinamikleriyle dönüşecektir minvalinde bir iyimserliği taşıyan Batı sosyal demokrasisi sevinçliydi. ABD, ekonomik sistem içinde hegemonyasını inşa ederken, liberal bir dünya ekonomik düzeni de oluşturuyordu. Ekonomik büyüme ve kapitalist kalkınmanın sürekli arttığı bir ortam oluşmuştu. Bu modeli benimseyen gelişmekte olan ulus devletlerin de aynı büyümeden pay alması kapitalizmi gittikçe sevimli kılıyordu. Bu şekilde sistemin ömrünü uzatmak daha da mümkün oluyordu. Ancak kapitalizm kriz demektir! 1970’lerde üretimdeki durgunluk ve üretkenliğin azalmasıyla sistem çöküş sinyallerini vermeye başladı. İşçi hareketlerinin direnişleri, ulusal kurtuluş mücadelelerinin yarattığı bilinç ve 68 kuşağı gençlik hareketlerinin eylemleriyle daha fazla sosyal hak, daha iyi yaşam ve çalışma koşulları ve yüksek ücret talepleri yükseldi. Bu, sermayenin alacağı kârın azaldığı, sistemin sürdürülemez olduğu koşullarını beraberinde getirdi. Dolayısıyla kapitalizm yeni bir yola, ekonomik liberalizmle yeni bir yol bulmaya girişti. Bunun için ABD ilkin doların değerini ve değişim oranını altın kurunun sistemine karşın yeniden düzenledi. Ucuz işçinin olduğu yerlere ulusötesi şirketlerini kaydırdı. Sermaye uluslararasılaştı. Teknoloji odaklı üretime geçti. Bu dönemde reel sosyalizm ise rekabet edebilmek için daha fazla devlet kapitalizmi diyordu. Devasa boyutlara ulaşan devlet rekabet edebilmesi için habire işçilerden fedakârlık beklendi. Teknoloji ile rekabet edebilmek için daha fazla endüstriyalizm, askeri rekabet için daha fazla silah, teçhizat ve tüm bunları yaptırabilmek için daha fazla ulus-devlet yani daha fazla milliyetçilik dedi. Komünizmle mücadele dernekleri, ocakları bu şekilde örgütlendirildi. Liberal ekonomi daha fazla özelleştirme yaparak ve sermayeye bireyi ve özel mülkiyetini koruma garantisi vererek; dünya pazarını büyümenin lokomotifi olarak belirliyordu. Reel sosyalizm ise bir yandan daha fazla devlet, daha fazla fedakârlık derken; diğer yandan kamulaştırma şiarıyla tüm artı ürün(değeri) devletin tekelinde biriktiriyordu. Ancak sorun şuydu ki; hem birey tümden yok sayılıyordu hem de devlet bürokrasisi tekelde biriken zenginliğin tadını çıkarıyordu. Dolayısıyla açığa çıkan şey toplumdan kopan devlet ve gerçekte kamulaşmayan artı-değerlerin yol açtığı kapitalizmin olması, onu kronikleştiriyordu. Bunun için verilecek en iyi örneklerden biridir Sovhozlar ve Kolhozlar pratiği. Üstelik bu üretim sistemi Reel sosyalist sistemdeki en demokratik olanıdır! “Nitelikleri bakımından, devlet işletmeleri sovhozlar kooperatif işletme olan kolhozlar sosyalist işletmelerdir. Üretim araçlarının toplumsal mülkiyeti üzerine kurulur, plan uyarınca gelişir, insanın insan tarafından sömürülmesini dışlayan bir anlayışla demokratik merkeziyetçilik ilkelerine göre yönetilirler; çalışma karşılığı, emeğe göre bölüşüm iktisadi yasasına göre ödenir.’[14] Ancak bu yaklaşımla çelişecek bir şekilde, kolhoz ve sovhozların sosyalist bir emek sürecini ifade etmediği, artı emeğe el koyma sürecinin özel yerine merkezi yapıldığı, üretimi piyasa yerine plânın belirlediği, kâr hırsına karşı plân fetişizminin ortaya çıktığı[15] ve sermaye denetimi yerine merkezi denetimin geçtiği[16] savları konumlanmaktadır.”[17] Reel sosyalizmin devlet kapitalizmi gittikçe derinleşen bir kriz ile karşı karşıya kalmıştır. Kronikleşen, yenilen sosyalizm değildir, sosyalizm adına yürütülen ve tüm üretimi sermaye olarak tek elde biriktirilen devlet kapitalizmidir. Kapitalizm komünal toplumsallığın ve ahlakın yitimi ile varolur. Onun dini, imanı paradır. 1980’lere geldiğimizde kapitalizm para-sermaye birikimi için yapamayacağı şey yoktur. Genel konsept yönetimi artık neoliberalizmdi.  Sermayenin önündeki tüm devlet engellerinin kaldırıldığı, bunun için de yasal ve yapısal düzenlemeler yapılarak özelleştirmenin yapıldığı ve finansal sistemin korunduğu, sosyal güvenlik harcamalarının aşağı çekildiği, serbest ticaret ve pazara dayalı ekonominin adı oldu neoliberalizm. Öncelikle, çözülmeye doğru giden reel sosyalizmin yeniden toparlanmaması için ve toplumsal tepki-patlama olmasın diye “Gaz” olarak, işçi sınıfı değil de “birey işçilere” bazı sosyal ve ekonomik hakları verilmiştir. Örneğin; Bireyi ve mülkünü korumayı taahhüt eden güvenlik politikaları, sağlık, eğitim, doyma, barınma gibi sosyal hizmetler sunan sosyal devlet terimini getirdiler.

Bunları gerçekleştirebilmek için sermaye ilkin emek cephesine doğrudan saldırı başlatır. Kolektif (örgütlü) İşçilerin maaşları ve yaşam koşullarına ilişkin elde ettikleri haklar sınırlandırıldı. İtirazları zayıflatmak için sistematik olarak işsizler ordusu yarattı. Kapitalizm, Yeni Dünya Düzeni diye yeni bir dünya düzeni oluşturdu. Yatırım sermayesinin serbest dolaşımını sağlamak için gümrükleri düşüren ve serbest ticaretin önündeki engelleri kaldıran anlaşmalarla yeni bir düzen oluşturdu. Bunu denetleme sorumluluğu dönemin Dünya Ticaret Örgütüne verildi. Devleti neoliberalizmin kurallarına uyacak şekilde yeniden yapılandırdı. Ulus-devletlerin neoliberalizme bağımlılığı biraz daha arttırıldı. IMF, DTÖ, FED ve Dünya Bankası gibi kurumların politikalarının yürütücüleri haline getirildiler. Devletin ulusal egemenliği, sorumlulukları ve işlevleri azalmadı. Kapitalizm, unutmayalım ki ulus-devlete ihtiyaç duyar. Bu anlamda ulus-devletin küresel sermayenin çıkarları doğrultusunda yeniden düzenlendiğini belirtebiliriz.

Bu yeni aşamada kapitalizm artık işlerini yaptırtacağı küçük bir devlet dışında devlete ihtiyaç duymuyordu. Bu durum reel sosyalizmin devlet kapitalizmini rekabet edemez duruma getirdi. Gorbaçov öncülüğünde buna bulunan çare, özünde sistemi sosyal demokratlaştırmak anlamına gelen bir çareydi: “Perestroyka.” Bununla sınırı Berlin Duvarı ile çizilen sistemlerin mücadelesinden vazgeçildiğinin duyurusu “Sorunlar globaldir”, “Karşılıklı bağımlılık içindeyiz” ve “Hepimiz aynı gemideyiz” denilerek yapılıyordu. Bu aynı zamanda kapitalizm ile reel sosyalizm (sosyalizm değil devlet kapitalizmi) arasında bir fark olmadığının da ilanıydı. “Glasnost” ile birlikte açık toplum ve demokratikleşme öngörülüyordu. Böylece Berlin Duvarı’nın sağ yanına (Batı Berline) barış elini uzatarak güven verilmeye çalışılıyor ve karşılığında çıkar umuluyordu. Fakat Perestroykanın asıl amacı sistemi “piyasa”ya açmak, bunun için de “sosyal Piyasa ekonomisi”[18] gibi kavramlar da türetildi. Bununla amaçlanan şey kapitalizmi yeniden refah devleti çizgisine çekerek uzun vadede sosyalizme yakınlaştırmaktı. Ancak gerçek şu ki; kapitalizm neoliberal politikalar aracılığıyla anti sosyaldir, kâr uğruna toplumdan ve onun ahlaki-politik niteliklerinden uzaklaşıyordu.

Böylece soğuk savaşın bitimiyle birlikte Neoliberalizm hegemonyasını ilan etti. Bu hegemonya ilanını, Fukuyama “tarihin sonu” diye ilan etti. Buna göre ABD hegemonyası bütün dünyada tıpkı Roma gibi bir Pax Americana (Amerikan Barışı) yaratacaktı.19 Özel mülkiyet korunacak, sermaye serbest dolaşacak, finans sistemi güçlendirilecek ve devlet küçültülecek, böylece kapitalizm tıkır tıkır işleyecekti. Hegemonik yayılmaya kapalı kalmış sosyalist blok ülkeleri de dünya pazarına dâhil olunca kapitalizm hiçbir engelle karşılaşmadan tamamlanmış olacaktı. Tarihsel olarak kapitalizmi sonul sistem olarak ilan eden “ tarihin sonu” tezine göre kapitalizm; kendi iç dinamikleriyle hiçbir dış müdahale olmaksızın ve rakipsiz işleyişle insanlık için en iyi sistem olacaktı. Sistemde herhangi bir tıkanma olduğunda da devasa askeri güce sahip küresel hegemonik iktidarın müdahaleleriyle bunlar da aşılacaktı. Varolan ulus-devletler de hegemonik güç ile uyum içinde, onun bir acentası gibi hareket ederlerse zaten sorun da kalmazdır. Tabii tüm bu olanlardan sonra yeni bir yeni bir dünya yaratılmadı, ancak kapitalizm bu dönemde kendisini Neoliberalizme güncelleyerek ömrünü uzatmış “rakibinden” kurtulmuştu oldu.

 

Yeni Dünya Düzensizliği ve Çözüm Arayışı Devam Ediyor

Zihinsel ikna sağlanmadan hiçbir sistem varlığını sürdüremez. Bu nedenle tarih boyunca hegemonya arayışında olan tüm güçler öncelikle zihniyet inşasına girişmişlerdir. SSCB’nin reel sosyalizmindeki en büyük eksiklerden biride buydu kanımızca; zira sistemde “hiç olan birey ”in tüm artı-ürünleri(kendisine yettiği kadarın dışındaki üretimi) kamulaştırılma olarak halk adına devletin tekelinde biriktirilirken, birey yeterince ikna edilmemiştir. “Devrimci yasaların” askeri güç olarak uygulatma zorunluluğu ve bu baskının yarattığı “gözetleme”[19] dikte edilmesi, bastırılmış birey -“Kindar Birey” gerçekliği açığa çıkarmıştır. 30 yıl boyunca çok “çaba” “uğraşlar” vererek 50 daireli bir apartmana sahip olan bir bireyi düşünelim mesela? Elinizde silahla, 50 daireli bir apartmanın tapusunu “devrim oldu” diyerek isterseniz; kuşkusuz elinizdeki silahtan dolayı hemen verecektir Binanın tapusunu. Ancak psikolojik olarak ikna edilmedi mi; o birey ilk fırsatta yıkılmanızı bekleyecektir, bunun için elinden geleni yapmaktan çekinmeyecektir. Unutmamak gerekir ki her bastırılmışlık patlamaya muktedirdir. Berlin duvarı yıkıldığında bu durumu anlatan bir örnek var mesela; Reel sosyalizm yönetimi olan SSCB, o kadar zamandır elinde bulundurduğu “doğu Berlin’i kaybedince, yıkılan o meşhur duvarın ardındaki bireyler koşarak batı Berlin’deki kapitalist mağazalara atarlar kendilerini”! Eğer güçlü bir fikriyatınızın olduğunu düşünüyorsanız o zaman doğru temelde o binanın sahibini ikna edersiniz. Dolayısıyla ele geçirdiğinizi sandığınız kalenin içinde “düşman” oluşturmamış olursunuz! Elbette bu da-bir devrimde olması gereken- askeri savaş ve üstünlüğünün yanı sıra ideolojik-psikolojik- zihniyetle ve de algı oluşturup yönetmeyle gerçekleşir. Neoliberalizmin yer küre deki imkân ve olanaklarını bu anlamda “güçlü” bir şekilde kullandığını belirtmek abartılı olmasa gerek. Neoliberalizm eğer bir bireye fazladan binalara sahip olması gerektiğini kabul ettiriyorsa, bir devrimci’ninde en az onun kadar “kendine yettiği kadarını al” ölçüsünü kabul ettirecek ikna kabiliyetine sahip olması beklenen ve olması gerekendir. Elbette ki sosyolojik dokusuyla oynanmış bir toplumda bu oldukça zordur-devrimin zor olduğu kadar! Kapitalist iktidarın tüm imkânlarından yararlanmasını bilen liberalizm, bireyi dünyanın merkezine oturtup; toplumu toplum yapan bireydir diyor! Bu anlamda bireyi toplumdan soyutluyor. Bireyin Seks, sanat, spor, yeme-içme ve korunma aktivitelerini, arzularını algı yönetimiyle “kamçılayacak” şekilde yönlendirebiliyor. Bu şekilde kapitalist modernizmi inşa edip üretimi geliştiriyor.

Liberalizm, hegemonyasını oluşturup zaferini ilan edecek kapitalist sistemde sadece meta üretimi değil aynı zamanda birçok yeni kavramı da piyasaya sürmüştür. “Bilgi toplumu”, ”Medeniyet-Modernizm”, “Enformasyon çağı”, “Küreselleşme”,“ Serbest Piyasa”, “Yeni Dünya Düzeni” gibi birçok kavram türetildi. Öz olarak bu kavramların tümü 1917’de açılıp 1989’da kapanan reel sosyalizm parantezinden sonra tek merkezli kapitalizmin meşrulaştırılması için türetildiler. Öyle bir algı çarpıtması yaratıldı ki çoğu insan kapitalist küreselleşmeyi, tekno-çağı pozitif bir gelişme zannedebiliyor, Kapitalist, modernist sistemde gelişip süre gelen okul, medya ve diğer iletişim araçlarıyla sunulan eğitim sisteminde bu gerçeklik toplum zihniyetine kazınıyor. Yer kürenin sadece bir kısmı sanayileşmişken sanayi toplumu denilebiliyor, bilgi iktidar için araçsallaştırılıyorken ve ciddi dezenformasyon altındayken; teknolojik ve iletişim çağı kavramı kullanılabiliyor.

Bir hegemon ne zaman bakir toprakları dillendiriyorsa el değmemiş bir sömürgeyi, iştah kabartan kâr potansiyelini düşünüyor demektir. Bu anlamda Yenidünya, yeni pazardır. Kızılderililerin yaşadığı İngiliz ve İspanyol sömürgeci Merkantilistlerin Amerika kıtasına gittiğinde de, Aborjinlerin yaşadığı Avustralya kıtasına gittiğinde de buralara yeni dünya denilmiştir. Bu ifadenin yeni bir coğrafya, yeni kültürler, yeni medeniyet anlamına gelmediğini; yeni bir pazar, yeni bir sömürge anlamına geldiğini tarih okumalarında gördük. Bu sistemin İdeolojik teorisyenliğini yapan, J. Locke, J.M.Keynes,[20] Carl Menger,[21] Stanley Jevons,[22] F. A. Hayek,[23] Adam Smith’lerin yaptığı ve yönetiminde Venedik(16.yy), Amsterdam(17.yy), Fransa(18.yy.), İngiltere(19.yy) ve ABD’nin(20.-21. yy) bulunduğu ve aşağı doğru hegemonyasını yaydığı bir dünya.

FED, Dünya Bankası ile IMF nin başını çektiği dünya düzeni tehlikeli bir kaosa gidiyor ve bunun faturası tekellerin dışında kalan topluma Kalıyor. Bu yeni düzende artık toplum yok pazar var, vatandaş yok müşteri var, ulus yok şirket var, şehir yok acenteler var, insani ilişkiler yok rekabet ve Pazar yarışının kavgası var.

Ekonomi hiçbir zaman bu kadar anti-demokratik olmamıştır.  yeni dünya düzenini “tarihin sonu” teziyle muştulayan Fukuyama, “liberal dönemde devlet anlamsızlaştı, ona ihtiyaç yok demiştik ama bugün bir devlete ihtiyaç var” demeye başlıyordu. “Kontrolsüz ve denetimsiz kapitalizmin refah değil felaketler getirdiğini”25 belirtiyordu.

Soğuk savaş döneminden kalan kısıtlayıcı ve bağlayıcı gördüğü tüm kurumların ve hukuki yapıların (BM, BMGK, BMEK) küresel sermayenin liderliğini yapan ABD’nin çıkarlarını ve üstünlüğünü kabul edecek şekilde yeniden düzenlendi. “Tek dünya varsa tek merkez olmalı. Anlayışı süper güç olarak parlatıldı. Küreselleşme ideolojisi bu düşüncelerin kabul ettirilmesi için türetildi.

1. Dünya Savaşı’ndan sonra uluslararası ilişkilerde genel düzenleyici bir otoritenin eksikliği nedeniyle güvenliğin temel bir sorun olduğu, bu sorunu aşmanın tek yolunun da gücün arttırılması olduğu fikri benimseniyordu. Soğuk Savaş yıllarında devletler bu realite çerçevesinde konumlandılar. Ya kapitalist blok ya da sosyalist blok ile hareket ediyorlardı. Bunun dışında kalan bağlantısız ülkeler de “Darbelerle ya taraf ya da bertaraf olma” tehdidiyle kavruluyordu. Ulus-devletin siyasi bir model olarak özellikle eski sömürgeler tarafından benimsendiği bu dönemde, kapitalizm de ulus-devleti içselleştirmişti.

Neoliberalizmin geliştiği bu dönemlerde ulus-devletler küresel piyasanın baskısı altında ve onun dayattığı politikaları uygulama zorunluluğuna tabi kılınmıştı. Devletler var olan krizleri atlatma, büyüme ve küresel ekonomiye ayak uydurma adına IMF nin hazırladığı “ Reçeteler” ve “Kemer sıkma politikalarını” uygulamak zorunda kalıyorlardı.

Neoliberalizmin baskısı altındaki bu ulus-devletlerin özgürlük ve bağımsızlıklarından söz etmeleri de ayrı bir tartışma konusudur. Zira devlet politikalarının belirlenmesinde bile etkili olmayan ve küresel piyasaların politikalarını uygulayan birer şirket halini almışlardır. Aslında yeni dünya düzeni, yeni bir egemenlik biçiminin kabul ettirilmesidir. “Hegemonya” denilen bu yeni egemenlik biçimine “Süper güç” ve “İmparatorluk” olarak da önümüze çıkıyor. ABD, Yer kürenin hegemonik yapısı içinde liderlik konumuna sahiptir. Çokça dillendirildiği gibi küreselleşme ile birlikte ulus-devlet aşılmış değildir. Bilakis ulus-devlete yeni misyon yüklenmiştir. Bu şekilde sermaye açısından birikimin vazgeçilmez koşullarını yaratılmak istenmiştir. Geçmiş imparatorlukların valileri neyi ifade ediyorsa, günümüz ulus-devletleri de aynı anlamı taşımaktadırlar.

 

Yeni Bir Sosyoloji ile Alternatif Bir Yeni Dünya Yaratmak

Sovyet Sosyalist Cumhuriyetler Birliği 20. yüzyıl devrimciliğinin en büyük deneyimidir. Ancak endüstriyalizmi hiç eleştirmemişti. Hatta bu konuda sanayileşmeyi büyüterek kapitalizmle yarışmaktan geri durmadı. Kapitalizme karşı sadece sanayi ve sermayeye odaklanarak hatalı bir cevap vermişti. Toplumsal sorunların çözümünü devlet iktidarına-militarizme- havale etmişti. Oysa Sovyet deneyimi ve işçi konseyleri güçlendirilseydi demokrasinin gelişip devleti sönümlendirme imkânları daha fazla olurdu. Sonuçta toplumsal sorunlara ne devlet militarizminin nede endüstriyalizminin çözüm olmadığı görüldü. Elbette ki dönemin ruhuna göre öz savunma için savunma sanayisi inşa edilebilir. Ancak bunun yerine daha çok askeri ve bürokratik bir makineye dönüşmek son olarak SSCB’yi çözülmeye götürdü. Bu, hakikat arayışında olanlar için muazzam öğretici derslerle dolu bir deneyimdir.

İnsanlık, merkezi uygarlığın talan, baskı ve sömürülerine karşı demokratik uygarlığı savunma ve geliştirmeden bir an olsun vazgeçmez. Demokratik Uygarlık tarihi soylu direnişler ve büyük deneyimlerle doludur. Neoliberalizmin yeni dünya düzeni karşısında önemli itirazlar gelişti. verili sistem karşıtı hareketler olarak Porto Allagre, Topraksızlar(MST)[24] MONDRAGON Kooperatifi[25] ve Zapata Hareketi (EZLN)[26]  öne çıkmaktadır. Deneyimleri oldukça öğreticidir.

“Zihinsel devrim yaşanmadan hiçbir kalıcı toplumsal devrim yaşanamaz.” O halde, zihniyet devrimini başarmış olanlar alternatif yeni bir dünya inşasına daha sağlam bir giriş yapabileceklerdir. Bunun için SSCB’ nin yaptığı gibi kapitalizmin sadece ekonomi-politiğini eleştirerek değil, tüm sistematiğini yani dayandığı zihniyet ve moderniteyi tüm yönleriyle eleştirerek başlanmalıdır. Ortadoğu’nun tarihsel komünal toplum kültürünü dayanak alan demokratik Modernite paradigması bu iddiadadır.

Demokratik Sosyalizm ışığında tüm bu deneyimlerden çıkarılabilecek ders, kapitalizme karşı ilkeli çözümlerin; ancak toplumların demokratik duruşlarının kapsamlı demokratik sistemlere kavuşturulmasıyla sağlanabileceğidir. Devletleşme ve iktidar hastalığından kurtulmadıkça da demokratik sisteme ulaşılamaz.

21. Yüzyılın dünyasının farklı yerlerinde büyüme iştahının ne zaman biteceği bilinmeyen dağınık güçlerin bir arenasıdır. Çin, Rusya, ABD ya da Kontrolün kimde olduğu belirsiz bir dünyadayız. Doğanın, toplumun ve ahlakın parçalandığı bir dünya. Yeni dünya düzeni aslında bir yeni dünya düzensizliğidir. Bu düzensizlik Fukuyama’nın tekrar göreve çağırdığı, sorunun kaynağı olan devlet ile aşılamaz. Çünkü düzensizliğin temelinde Modernite krizi yatmaktadır. Kapitalist Modernite güçleri bu krizi aşmak için III. Dünya Savaşı’nı başlattı.

Kapitalist hegemonyanın krizi her geçen gün derinleşmektedir. Ezilenler, sömürülenler, yoksullar, işçiler, köylüler kanserojenleşen bu iktidarcı sosyolojiyi de terk ederek yeni bir sosyolojiyle kendi alternatif yenidünyalarını inşa etme sorumluluğu ile karşı karşıyadır.

“Sosyalizm ve Demokratik Modernite kuramı geliştirdiği demokratik çözüm ve insanın özgürlüğü ve eşitliğine ilişkin kavram ve kuramlarla liberalizmin maskesini düşürür ve bu yönlü saptırmalarını boşa

çıkarır.”[27]

Demokratik modernitenin sıraladığımız bu temel nitelikleri kapitalizme karşı sadece bir sav değil, aynı zamanda yenidünyanın demokratik Modernite dünyası olacağının iddiasıdır. Bu iddianın gerçekleşme potansiyelinin yüksek olduğu bugün demokratik, ekolojik, kadın özgürlükçü bir yaşam sunan Rojava inşa sürecinde görülüyor.

Süre gelen tarihten alınan devrim deneyimleri dersleriyle doğru bir ekonomi inşa edilebilir. Neoliberalizm tuzağına düşülmeden bu yapılabilir. Nasıl ki kendi dönemlerinin küçük şehirleri olan Venedik, Amsterdam, Londra, Mekke ve Stalingrad dan yükselen fısıltı dünyayı etkisi altına aldıysa; Kobanê’de başlayıp şimdilerde Kuzey ve doğu Suriye konfederasyonunda olan yankısı dünyayı sarmalayabilir. İyi kulak verilirse duyulacaktır; Demokratik uygarlık modernitesi’ndeki bu inşa herkese bir şey fısıldıyor: Neoliberalizmin Kapitalist-modernist dünyasına karşı “Yaşanabilecek ve yaşatılabilecek başka bir dünya mümkündür!”

 

 

 

Kaynakça;
1-G. P. Solus, Sosyalizmin Ekonomi Politiği, (Çev. M. Kabagil), Sol Yayınları, Ankara, 1979
2-Burçak Özoğlu, “Sosyalist Emek Sürecini Nerede Aramalı?”, Praksis, S. 8, s.174.
3-a.g.e. s.175.
4-Yusuf Ziya KINACI, Kolhozlar, Sovhozlar ve Kibutzlar: Kolektif Örgüt, Yapılarının İncelenmesi Üzerine Bir Deneme
5-http://www.habitat.org.tr/calisma/79-isemekdunyasi/202-mondragon-isci-uretim-kooperatifleri. html
6- James Petras, Maskesi Düşürülen Küreselleşme, çev: Özkan Akpınar, Mephisto Yayınları, 2006
7- https://ecotopianetwork.wordpress.com/
8-Ali Fırat, Demokratik Uygarlık Çözümü, Cilt 5
9-Aytekin ve G. Atılgan, Siyaset Bilimi: Kavramlar, İdeolojiler, Disiplinler Arası İlişkiler,
10-Yordam Kitap, 2012
11- F. A. Hayek, Özgürlüğün Anayasası

 

[1] http://www.nisanyansozluk.com/?k=liberal
[2] Laissez passer, Laissez faire!
[3] Ason Brennan, Liberal Olmayan Liberaller- Hangi Liberalizm? s.237
[4] F. A. Hayek, Özgürlüğün Anayasası
[5] A.g.e, s.50
[6] F.A.Hayek’in Felsefi Temelleri Ve Teorisi The Journal of Academic Social Science, s. 466-481 472
[7] Ali Fırat, demokratik ulus çözümü, s.305
[8] Hayek,2012c,s.592
[9] https://www.akademikkaynak.com/sosyal-devlet-nedir.html
[10] Her zamanki gibi Kapitalizm krizlerden beslenerek ve bu krizi fırsata çevirerek çıktı.
[11] Toplumu sosyalizme götüren kansız yol olduğuna inanılıyordu bu yolun.
[12] Abdullah Öcalan, Bir Halkı Savunmak, s.357
[13] Abdullah Öcalan, Bir Halkı Savunmak, s.88-9
[14] G. P. Solus, Sosyalizmin Ekonomi Politiği, (Çev. M. Kabagil), Sol Yayınları, Ankara, 1979
[15] Burçak Özoğlu, “Sosyalist Emek Sürecini Nerede Aramalı?”, Praksis, S. 8, s.174.
[16] A.g.e. s.175.
[17] Yusuf Ziya KINACI, Kolhozlar, Sovhozlar ve
Kibutzlar: Kolektif Örgüt, Yapılarının İncelenmesi
Üzerine Bir Deneme
[18] Alfred müller armack,  https://docplayer.biz. tr/3844960-Sosyal-piyasa-ekonomisi.html 19 http://uliwiki.org/index.php?title=Pax_
Americana
[19] George Orwell, 1984.
[20] J.M.Keynes, Keynesyen Teorisi
[21] Carl Menger, İktisadın İlkeleri
[22] Stanley Jevons, Ekonomi Politik Kuramı
[23] F. A. Hayek, Özgürlüğün Anayasası 25 http://www.teorivepolitika.net/index.php/ kitaplar/item/172-tekelci-emperyalizm-doneminde-marksizmin-krizi
[24] https://ecotopianetwork.wordpress.com/
[25] http://www.habitat.org.tr/calisma/79-isemekdunyasi/202-mondragon-isci-uretim-kooperatifleri.html
[26] https://www.evrensel.net/yazi/32620/zapatistalar-ne-yapiyor-1
[27] Ali Fırat, demokratik ulus çözümü, s.446
Bunları da beğenebilirsin

Yoruma kapalı.