Düşünce ve Kuram Dergisi

Neoliberalizm ve Ekolojik Kriz

Yusuf Gürsucu

Doğaya hükmetme adımı ilk olarak ataerkil dönemde atıldı. Ataerkil yapı uzun yıllar doğa üzerinde bir baskı oluştursa da asıl etki kapitalizmin ortaya çıkmasıyla birlikte kendini gösterdi. İngiliz filozof Francis Bacon, erkeğin doğaya olan tahakkümünden ilham alarak doğa üzerinde tahakkümü mutlak gerekli bir olgu olarak ele alınmasının gerekli olduğu üzerine yazmasıyla başlayan süreçle birlikte, ekonomik büyüme ya da sermaye birikimi emeğe ve doğaya hükmetmek üzerinden büyüdü. Ulus devletlerin ortaya çıkışıyla birlikte ise yeni emperyalizm olgusu gelişti ve diğer ülkelerin ‘doğal kaynakları’ baskı altına alınıp halklar ve doğa sömürgeleştirilmeye başlandı. Doğa ile geçmişte bir yanıyla süren simbiyotik yani karşılıklı yarar üzerine kurulu ilişki biçimi değişerek tek taraflı yarar üzerinden doğa amansızca sömürülmeye başlandı. Bu süreç içinde yaşadığımız dünya, dev bir AVM haline getirilip herşey alınabilir ve satılabilir oldu.

Bugün sermaye birikim süreci alabildiğine genişleyerek sürdürülebilir olmayan noktaya geldi. Kapitalizmin ekonomik büyüme süreci tahakküm ve sömürüden başkaca birşey değildi ve dünya da ortaya çıkan ekolojik krizin giderek artması kapitalizmin ölümcül yüzünü tamamen açığa çıkardı. Büyük bir AVM ye dönüşen dünyada pazarlar yayıldıkça, değdiği her yerel ve ulusal pazarı yok etti. Üretim, tüketim ve insan ihtiyaçları giderek uluslararası bir nitelik kazandı. Belli merkezlerde ve ellerde yoğunlaşan sermaye, kapitalistlerin üretim kapasitelerini sonuna kadar kullanmasını, yatırım riskini dağıtarak halkın sırtına yıkılmasını sağlayan ve yatırımlarını güvence altına alan finansal piyasalar oluşturuldu ve sömürü giderek daha da genişledi. Kapitalist büyüme doğal kaynakların neredeyse tükenmesine yol açtı. Sınırlı bir doğal dünyada bu sürecin sürdürülemez hale geldiği ise artık daha net görülmeye başlandı.

Neoliberalizm

Dünyada yaşanan ekonomik krizlerin en büyüğü olarak gösterilen 1929 büyük buhranının ardından ‘müdahaleci devlet’ anlayışı bütün dünyada önem kazanmaya başlamıştı. Keynesyen ekonomi olarak bilinen teori, 20. yüzyıl İngiliz ekonomist John Maynard Keynes’in görüşlerini temel alan makroekonomik bir teori olarak ortaya çıktı. Keynesyen iktisat politikaları bütün dünyada 1970’li yılların sonlarına değin uygulandı. Bu politikaların bir sonucu olarak devletin ekonomideki rolü ve işlevleri pek çok ülkede genişledi. Devletin büyümesinin ortaya çıkardığı yeni sorunlar farklı çözüm arayışlarını beraberinde getirdi. Özellikle 1970’li yılların başlarından itibaren klasik liberalizmin temel ilkelerini savunan liberal düşünce akademik ve politik çevrelerde yoğunlaştı.

80’lere gelindiğinde ise keynesyen teori artık sermayenin ihtiyaçlarına cevap veremez hale geldi. Liberal bir devletin rolü sermaye için bir güvenlik görevlisi işleviydi. Bu süreçte liberalizmin keynesyen uygulamalarına karşı ruhunu kaybetmeye başlayan kapitalizmi canlandırmak adına yoğun bir çabayla ‘neo liberalizm’ tüm dünyaya dayatıldı. Neo liberalizmle birlikte ekonomi adeta tapılacak bir din halini aldı. Neoliberalizm ekonominin devletten ayrılması ve piyasayı serbest ekonominin yani şirketlerin yönetmesi olarak hayata geçirildi. Neoliberal uygulamalarla birlikte sermayenin küreselleşme adımları hızlandı. Sermaye için sınırlar kaldırıldı. Ulus devlet modelleri eleştirilmeye başlandı. Uluslararası tekeller, ulus devletlerdeki uzantıları eliyle tüm piyasalar üzerinde hakim hale geldi. Yeni özgürlükçülük olarak gösterilmeye çalışılmasına karşın makyajı kısa dönemde döküldü ve neoliberalizmin klasik kapitalist düşüncenin daha ileriden sömürüyü büyütme projesi olduğu net olarak görüldü.

Neoliberalizmle birlikte sistemden beslenen bazı ‘sol‘ yapılar dahil birçok çevre ideolojilerin bittiğini ve küreselleşme ile birlikte özgürlüklerin artacağını iddia etmeye başladı. Burjuva iktisatçıların ve politikacıların iddialarına karşın, neoliberalizm ne ülkeleri refaha kavuşturdu, ne de ekonomik krizleri ortadan kaldırdı. Neoliberalizm, hâkim sınıfların iktidarını pekiştirmeye ve emekçileri daha da beter bir sefalete sürükleme pahasına zenginleri daha da zengin hale getiren bir programdan ibaret olduğu kısa sürede anlaşıldı. Neoliberalizm, devletin özellikle batılı sanayileşmiş toplumlarda olduğu iddia edilen sosyal devlet niteliğini yerle bir etti. Kiralık işçilik, esnek çalışma gibi uygulamalarla emek üzerinde sömürüyü geri bıraktırılmış yarı sömürge ülkelerdeki benzer seviyeye indirdi. David Harvey Neoliberalizmin Kısa Tarihi adlı kitabında, neoliberalizmin İkinci Dünya Savaşı’nın kötü sonuçlarının ardından yükselişe geçen sosyal demokrat çabaların etkisiyle sermayelerini tehdit altında gören sektörlerin sınıfsal egemenliklerini 70’li yıllarla birlikte yeniden kurma projesi olduğuna yönelik tespitleri gözle görülür hale geldi.

Neoliberalizmin tek başarısının, zenginliği alt sınıflardan üst sınıflara, yoksul ülkelerden zengin ülkelere taşımak olduğunu net ortaya koyan raporlar günümüzde çokça yayınlanıyor. Asıl işlevi toplumsal durumu, sermaye politikaları için raporlamak olduğu bilinen İngiliz OXFAM yardım kuruluşu, 18 Ocak 2013’te bir rapor açıklamıştı. Raporda, son otuz yılda pek çok ülkedeki eşitsizliğin çarpıcı bir artış gösterdiği belirtildi. ABD’ de milli gelirin en üstteki yüzde 1’lik kesime giden payın 1980’den bu yana yüzde 10’dan yüzde 20’ye ulaştığına dikkat çekildi. 2019 Ocak ayı içinde açıkladığı son raporda ise durumun daha da vahim hale geldiği gözler önüne serildi. OXFAM’ın ocak ayı içinde yapılan Davos Zirvesi’ne sunulan raporunda, geçen yıl sayıları ikiye katlanan 2 bin 208 milyarderin servetinin günde 2.5 milyar dolar arttığını, 3.4 milyar insanın ise günde 5.5 dolardan daha az parayla yaşamak zorunda kaldığı belirtildi. Raporda ayrıca dünyanın en zengin 26 milyarderinin, dünya nüfusunun en yoksul yüzde 50’sini oluşturan 3,8 milyar insanın toplam varlığına eşit servete sahip olduğu bildirildi.

Neoliberalizm ile Faşizmin Kucaklaşması!

49.Dünya Ekonomik Forumu (WEF) Ocak 2019’da Davos zirvesinde yapıldı. Zirvenin ana teması ‘küresellik 4.0’ olarak belirlendi. Neoliberalizmin ortaya çıkardığı küreselleşmenin hayal kırıklığı, olası isyanların nasıl önleneceği ve ‘dördüncü sanal sanayi devrimi’ kapsamında yeni bir düzenin nasıl inşa edileceği gündemlerinin başında yer aldı. Küresellik kapsamında çok taraflılık, kapsayıcılık, sürdürülebilirlik dördüncü sanayi devrimi çağında küresel bir mimariyi şekillendirmek, yeni modellerin inşa edildiği bir dünya yaratmak olarak özetlenen görüşmelerde; iklim değişikliği, çevre sorunları, savaşlar, açlık, terör, enerji, kontrolsüz göç-mülteciler ve popülizm ile artan ırkçılık gibi konu başlıkları tartışıldı. Küresel ekonomik büyümenin 2019’da ‘ılımlı’ ve ‘istikrarlı’ olacağı ön görülürken, büyüme üzerinde İngiltere’nin AB’den anlaşmasız ayrılması, iklim değişikliği, siber saldırılar ve olası halk isyanları gibi bir dizi ciddi riskin bulunduğu kaydedildi. Davos zirvesinin ortaya koyduğu en önemli gerçek, neoliberal uygulamaların sürdürülemez hale gelmesine karşın ortaya koymaya çalıştıkları ekonomik uygulamalarla halkların baskı altına alınıp savaşlar üzerinden yeni bir emperyalist paylaşımını da içine alan bir uygulama peşine düştükleri ve yapay zeka 4.0 ile dünyada ki tüm verilerin bir platformda toplanarak sermaye için erişilebilir kılınmasının hedeflendiği özetlendi. Daha önceki forumlarında ekonomi için ‘dayanıklı dinamizm’ diye bir kavram ortaya atıp, sermayenin büyüme sürecini devam ettirebilmesinin tek koşulu olarak faşizmin öngörüldüğü örneklemeler yapıldı. Türkiye gibi bazı ülkeler dayanıklı dinamizme örnek olarak övgüler aldı. Türkiye’de ise faşizmin kurumsal olarak uygulanmaya başladığının önemli izleri vardı. İçeride kardeşçe yaşam darbelendi. Emek üzerindeki baskılar arttı. Grevler yasaklandı. Doğa amansızca sömürüye açıldı. Bu yaşananlara karşı ise Türkiye’de ciddi bir tepki ortaya çıkmamış olması dayanıklı dinamizmin en önemli göstergesi olarak örneklendi. Bugün yeni bir dünyayı planlamak üzere yapılan Davos toplantısı bu yaşananlar üzerinden kendine yeni bir yol çizerken halklar ve doğa üzerinde baskının daha da artacağının işaretleri verildi.

Neoliberal uygulamaların sermayeye özgürlük bağlamında sürdürüleceği anlaşılırken, buna karşın emperyalist kapitalist ülkelerin kendi sınırları içinde farklı sermaye güçlerinin gelişmesinin önüne bir dizi engeller getirilmeye başlandı. ABD’nin Çin’e uyguladığı ekonomik yaptırımlar, İngiltere’nin AB’den ayrılma adımları önümüzdeki süreçte kapitalist dünyada gerginliklerin giderek artacağına işaret ediyor. Yeni bir paylaşım savaşının sermaye için kaçınılmaz olacağı ise öngörüler içinde yer alıyor. Biriktirdikleri devasa sermayenin yeniden değerlendirilmesi süreçlerinde tıkanma yaşıyorlar. Bu tıkanmaya yol açan en büyük etki ise doğal yaşamda sömürülebilecek alanların daralmış olması ve sömürünün ısrarla devam ettirilmesi halinde çok daha büyük ekolojik krizlerin ortaya çıkacak olması, kapitalist dünyanın bir çıkmaz içinde bocaladığına işaret ediyor. Bu tıkanıklığı ise savaşlar üzerinden yeni birikim alanları yaratmak ve belli sermaye güçlerinin dünya üzerinde hakimiyetini kesin bir biçimde hakim kılmak hedefi içinde, bir ‘dünya faşizmi’ sermayenin hayallerini süslüyor.

Neoliberalizm, 1980’ler boyunca İngiltere’de Margaret Thatcher, ABD’de Ronald Reagan, Şili’de Augusto Pinochet, Türkiye’de ve Arjantinde askeri diktatörlükleri yöneten generaller ve yine Türkiye’de Turgut Özal ve Tansu Çiller gibi siyasetçiler eliyle uygulanmaya kondu. Bugün gelinen noktada ise artık neoliberalizm ile faşizmin kol kola girmiş halini yaşıyoruz. Brezilya’da neoliberal uygulamalara yönelik tepkilerin başladığı bir dönemde aşırı sağcı Jair Bolsanaro’nun iktidara taşınması ve ortaya koyduğu hedefler, Türkiye ile paralellik gösteriyor. Türkiye’de neoliberal politikaların uygulayıcısı olan AKP hükümeti, dünya da yaşanan ekonomik krizin bir parçası olan kriz içine girince, iktidarını sürdürebilmek adına aşırı sağcı MHP ile birlikte hareket etmeye başladı. 80’lerde yaşanan faşizm uygulamalarının bir izdüşümü hayata geçirilmeye çalışılıyor. Sürdürülemez hale gelen sömürü düzenini ilerletmek ve sermaye birikim sürecini devam ettirebilmek adına faşist uygulamalarla hergün yüzyüzeyiz. Benzer gelişmeler Avrupa dahil dünyanın dört bir köşesinde hayat bulmaya başladı.

Ekolojik Kriz!

Dünya da süren iklim değişikliğiyle birlikte ortaya çıkan aşırı sıcakların etkisiyle klimalar ve sermayenin el koyduğu sulardan şişelediği su gibi ‘yeni ihtiyaçlar’ ortaya çıkarıldı. Süreç bir kısır döngüye evrildi. Temel ihtiyaçların elde edilmesi, meta ve sermaye birikiminin mantığı tarafından belirlenerek daha da içinden çıkılamaz hale getirildi. Sermayenin yarattığı ekolojik yıkımlar sadece yeni pazarlar ve daha fazla birikim arzusu nedeniyle yaşanıyor. Kapitalizm, ekolojik üretim vb. iddialarıyla ekolojik krizin çözülebileceği inancını pompalamaya çalışıyor. Pompalanan düşünceye göre ise çözüm, ‘eko kapitalizm’. Ekonomik büyümenin bir bölümünün yenilenebilir enerjiye ve genetiği değiştirilmiş (GDO) gıda endüstrilerine dönüştürülmesi ise ekolojik krizin çözülebileceği algısını oluşturmak için kullanılırken, sermaye birikimine yeni bir yol açılıyor. Sermayenin egemen olduğu teknolojiye insanlığın kurtarıcısı rolü yükleniyor ve bu yolla sermaye birikim sürecini daha da körükleyerek çağımızın en büyük sorununu çözme vaadinde bulunuyor.

Avrupa Birliği çevre hukukunda “kirleten öder” ilkesinin yürürlüğe girmesi ve Kyoto’nun Temiz Kalkınma Mekanizması (TKM) adı altında temiz havanın metalaştırılması, iklim zirvelerinde küresel CO2 emisyonlarının azaltılması gibi çerçevelerde imzalanan protokollar, sermayenin ortaya koyduğu vaadlerin toplamıdır. Ortaya atılan Eko-kapitalizm kavramı ise yanılsama yaratmak üzere oluşturulan bir maskeden ibaret. Kavramlar ister liberal, ister neo liberal, isterse eko-kapitalizm adı altında hangi biçimde öne sürülürse sürülsün kapitalist ekonomi, ekolojik krize asla yanıt bulamayacak. Kapitalizm ekolojik krizlerin üstesinden gelmek için ne kadar icat geliştirirse geliştirsin, tek hedefleri birikim mekanizmalarını ve sermayenin çıkarlarını korumak üzerinedir. İnsanlık ve doğa arasında ortaya çıkan ve kapitalizmin yarattığı sürdürülemez ilişkinin sihirli hiçbir çözümü yoktur ve kapitalizm koşullarında asla bir çözüm ortaya çıkarılamayacaktır. Doğaya bir fiyat etiketi koymak, ekosistemleri ve unsurlarını pazar malı olarak göstermek, ekolojik krize asla çözüm olamaz. Bugün insanlar sadece neo liberalizm uygulamalarına değil aynı zamanda kapitalizm ile de ilgili yanlış bir şeyler olduğunu artık net biçimde görmeye başladı. Neo liberalizm, kapitalizmin vaatlerini yerine getirmiyor, getiremiyor ve bu nedenle yeni bir yaşamı kurgulayan siyasi, ekonomik bir hedefe ve örgütlenmeye dünden çok daha fazla ihtiyaç var.

Kapitalizm Yaşamın Düşmanı!

Kapitalist iktisatçılar, gelecek 20 yıl içinde olası aşırı nüfus artışına dikkat çekerken ve bu artışın korkunç boyutlara ulaşabileceği vurguları yaparken, tek çözümü ekonomik büyümenin sürdürülmesi üzerine yapıyor. Ekonomiler güçlü olursa açlık sorunun çözülebileceği iddiası ise boş bir iddia. Yakın gelecekte ortaya çıkacak olan açlık ve susuzluk gibi sorunları nasıl çözecekler diye sormamız gerekiyor. Sömürüye tabi tutmadıkları herhangi bir canlı veya cansız bir varlık dünya üzerinde kalmadı. Dünyada yaşamın temel elementleri yani su, hava, toprak ve enerji metalaştırıldı. Suları, havayı ve toprakları kirlettiler, ormanları yok ettiler, güneş ise dünyayı artık yakmaya başladı. Bunlar da yetmedi dünyanın arzına doğru kilometrelerce borular döşeyerek dünya oluşumunda arza yakın bölgelerde sıkışıp kalan karbon kayaçlar patlatılmaya ve ortaya çıkan gaz ve petrolü (kayagazı ve petrolü) yukarı alarak ticarileştirmeye başladılar. Temiz enerji savıyla benzer bir prosesi Jeotermal Enerji Santralleri (JES) içinde uyguluyorlar. Uzay madenciliği gibi bir takım alanlar yarataraka birikimlerini yeniden değerlendirmeye yönelen sermayenin attığı tüm adımlar, gezegenimizi yaşanmaz hale getirirken uzayda geri dönülmez bir zarara neden olunması işten bile değil. Kapitalizm hüküm sürdüğü sürece yaşanan ve daha da büyüyerek devam edeceği belli olan ekolojik krize, kapitalizm koşullarında bulunabilecek herhangi bir yanıt yok. Kapitalizmi liberal ve neo liberal diye ayırmadan tamamen yok etmek ve kalkınma odaklı olmayan yeni bir yaşamı dünyada ortaya çıkarmak dışında dünyanın ve dolayısıyla insanlığı kurtuuş yolu yok.

 

 

Bunları da beğenebilirsin

Yoruma kapalı.